31 Ekim 2017 Salı

DOKSANLI YILLAR 7 YETMEZ AMA EVETÇİLİK
Yetmez ama evet kelimesi, 2010 referandumundan evvel dile dolandı. Referandumda evet oyu vererek, polis devleti olmaktan kurtulacak, Avrupa Birliği bir ülkenin vatandaşı olacak, vizesiz Avrupa’yı dolaşıp, istediğimiz işe girebilecektik. 7 sene sonra çok saçma geliyor değil mi? O zamanlar HİZMET HAREKETİ’nin FETÖ olacağı ve darbeye teşebbüs edeceği fikri de komik gelirdi. 2002’e kadar giden süreçte halk, dinci bir iktidara psikolojik olarak hazırlandı. Bu operasyonun başında da her zamanki gibi FETÖ vardı. FETÖ’nün, 17-25 Aralık olaylarına kadar diğer tüm örgütleri de o yönetti. Mesela 28 Şubat sürecinde okullarda, devlet dairelerinde türban çıkarılacak emri, okyanus ötesinden geldi ve diğer tüm tarikatlar ve örgütler de kabul etti. Buna benzer pek çok karar Pensilvanya’dan alındı ve tüm tarikatlar bu karara uydu.
Refah partisinin 1995 seçimlerindeki ani çıkışına ve tarikatların ani yayılmasında rağmen halkın büyük çoğunluğu muhafazakâr, dinci kesimden korkuyordu. Pek çok insan, özgürlüğe alışmıştı ve dinci bir iktidar olduğunda, özgürlükten olacaklarından korkuyordu. Pek çok yayın da tehlikenin farkında mısınız diye reklamlar yapılıyordu. O reklamlarda, müftü nikâhı gelecek,  şort giyen kadınlara saldıranlar serbest kalacak, bin küsur odalı saraylar yapılacak,  iki de bir bombalar patlayan bir orta doğu ülkesine döneceğiz,  parti başkanları bomba patlamasıyla oylarımız artıyor diye sırıtacak, Özal’ın indirdiği gümrük duvarları yeniden yükselecek, samanı bile ithal edeceğiz, Topkapı sarayının bahçesi bile imara açılacak falan deniyordu. Bunun için önce soldan dönen Libareller kullanıldı. Önce sağcılık, özgürlük diye , serbest piyasa diye, serbest piyasa olmadan demokrasi olmaz diye sağcılık övüldü, üstelik bu, solun kalbi sayılacak Cumhuriyet gazetesinden yapılmaya başlandı.  Hasan Cemal’in Cumhuriyet gazetesinde başlattığı liberalleşmenin öncesi vardı lakin onlar daha hazırlıktı. 87-88 gibi bir liberal solculuk rüzgârı esmeye başladı. Özellikle Sabah gazetesi ve kısmen de Hürriyet gazetesi, bu tür yazarların merkezi oldu. Ali Rıza Kardüz, Engin Ardıç, Hadi Uluengin ve ikinci cumhuriyetçilik yapanlar, bu işi ilk başlatanlardı. 1994’de Yeni Yüzyıl gazetesinin yayımı ile ikinci cumhuriyetçilik ve liberallik yeni bir hal aldı. Çetin Altan’ın oğulları Ahmet ve Mehmet’in öncülüğünde, liberalizm diye Atatürkçülüğe saldırılmaya başlandı. Dinç Bilgin, uzun süre zarar ettiği halde bu gazeteyi korudu.  En sonunda kapandı, YeniBinyıl diye tekrar açıldı. Ekürisi Radikal, zarar ede ede de olsa, 2016’a kadar devam etti.
Önce serbest piyasa denilerek Özal övüldü. Oysa Anap ve Özal hızla oy ve itibar kaybediyordu. Özal ölünce, Özal övücüleri ibreyi Tansu Çiller’e yöneltti. Mesut Yılmaz, aşırı yavaş konuşması ve aşırı poker oynamaktan sabitleşmiş yüz ifadesi sebebi ile alaya alındı. Tansu Çiller ise gazları ve Türkçe ile İngilizceyi karıştırması yüzünden daha fazla alaya alınıyordu. Sonra 1994-95 gibi birdenbire Refah partisini sistemin içine alıp, eritmekten bahsedildi ve Refah partisi övgüsü başladı. Refah partisi sistemin içine alınıp, merkez sağ parti yapılacaktı. Refah partisinin hiç de böyle niyeti yoktu. Derken Hıncal Uluç liderliğinde, daha Alpaslan Türkeş hayattayken, MHP’yi merkez sağ yapma lafını kalemine doladı. MHP’de hiç oralı olmadı. Bir de, 2000 doğumlu bir öğrencimin dediği gibi, nedir bu merkez sağ? Cevabı yok bu sorunun. Merkez sağ kendisini hiç tanımlamadı, kendisine hedef koymadı. Oy alabilmek için her şeyi yapmak, ilkeli olmamaktı merkez sağ. Derken bir gün (Tam tarihi hatırlamıyorum, galiba 95 ya da 96 yılıydı) liberal güruhun lideri sayılacak Mehmet Barlas, birden İslamcılığa övgü yazısı yazdı.
Yetmez ama evetçiliğin 2. aşaması, Fetö ve onu nezdinde tarikatları sevimlileştirme işiydi. Bunun uzmanı da Amerika’dan gelen Şerif Mardin ve onun ta 1960’lı yıllarda kalma Said’i Nursi kitabıyla geldi. Tam da o yıllarda, yıllardır yaşadığı Amerika’dan gelip,  Merkez-Çevre çatışması ve bir sürü yeni kavramlarla tarikatları savundu. Ardından Nilüfer Göle, Etyen Mahçupyan ve benzeri birçok yazar geldi. Onlara göre Atatürkçülük, geleneğini yaşayan zavallı çevreye zulüm etmişti.  İnsanlara peygamberi rüyada gördüren terlik satan, Atatürk’ün deccal olduğunu, kendilerinin mehdi olduğunu, Said-i Nursi’nin Kuranı tefsirleri ile yüz yılda bir yenileyen Bedüüzaman olduğunu, gavsların inşaatında bedava çalışmanın nafile ibadetten hayırlı olduğunu falan söyleyen, kadınların çalışmasına, yüksek mevkilere gelmesine karşı, mezhep düşmanlığı yapanlar, birer özgürlükçüydü.
Şerif Mardin’in soyadı sizi yanıltmasın. 7 göbekten İstanbullu bir ailedir Mardinzadeler. Hatta meşhur Mısır’da kalan miraslar olayının aktörlerindendir. Pek çok akrabası, ülke Osmanlı egemenliğindeyken üst düzey yönetici, paşa, dolayısı ile tımar sahibiymiş. Kendisi gibi profesör olan kardeşi Betül Mardin’in, bu miras için, dönemin İsmet İnönü ile bir anısı da vardır. İsmet paşa kendisine bir bardak su ikram eder ve biz de çok yabancının mülküne el koyduk, alacağın budur gibisinden.
Biz konumuza geri dönelim. Doksanların ortalarından itibaren bir FETÖ övme operasyonları başladı. Tarikat yerine cemaat, kendisine şeyh yerine hoca efendi hitabı,   kanaat önderi unvanı veriliyor. 1993’den itibaren tarikat yurt dışına açılıyor, Azerbaycan’da ilk kez yurt dışında okul sahibi oluyor. Sonra dinler arası diyalog çalışması, Fetö’nün Papa, Maradona, Barış Manço, Cem Karaca ve bir sürü ünlüyle bir araya gelmesi süreci başladı. Dinler arası diyalog, Fetö’yü uluslar arası itibar sahibi gösterme projesiydi. Ardından da Fetöyü entelektüel gösterme çabası başladı.
Bu dönemde sanki tornadan çıkmışçasına bir grup kolejli fetö liberalleri çıktı. İstanbul’un köklü liselerinden birinden mezun,  İstanbul doğumlu,  değilse de babasının görev yerinde doğup, İstanbul’da büyümüş, İstanbul ve Ankara’da ki büyük ve eski devlet üniversitelerinde lisans, yurt dışında ünlü üniversitelerin birinde mastır ve doktora derecesi yapmış (bazıları üniversiteyi de orada okumuş), yabancı dili çok iyi, 7 göbek ezelden İstanbullu bir aileden ya da yüksek bürokrat- siyasetçi bir aileden gelme, abartılı bir Mevlana aşığı, Mevlana’ya ait ya da ait zannedilen bir sürü özdeyişi ezbere bilen, özel hayatı pek gündeme gelmeyen, Kürtleri seven, onlara karşı hassas,  2 Temmuz 1993 ve benzeri Alevilere karşı kıyımlara duyarsız, Atatürkçülük düşmanı, cemaat dostu, cemaatin ve Avrupa Birliğinin (ki ondan da bahsedeceğim bu başlıkta), sık sık da yurt dışına giden, orada ted talks’lara katılıp, konferanslar verip, ödüller alan, 2010 referandumunda yetmez ama evet demiş, gezi eylemlerini küçümsemiş, Radikal, Yeni Yüzyıl, Yeni Binyıl ve Taraf gazetelerinde kısa süre de olsa yazarlık yapmış (bir kısmı Sabah-Hürriyet köşe yazarı, özellikle ekonomi sayfalarından, Radikal-Taraf grubu idealdir) ya da röportaj vermiş  16 Nisan 2017 referandumundan sonra çoğu yurt dışına kaçmış, bir kaçı Gayrı Müslüm azınlıktan olan ve şimdilerde kimselerin umursamadığı, bir kısmı pişman, yazar ve sanatçı ordusu.  Bir kısmının pişmanlığı, artık Avrupa başta olmak üzere, yurt dışında da itibar görmemelerinden dolayı. Avrupa için AKP,  radikal İslamcı, otoriter bir parti, Recep Tayyip Erdoğan’da o partinin diktatörü. Fettullah Gülen’se bir sürü salağı peşine takmış meczubun biri. Fetö’nün tek ciddi hamisi Amerika kalmış durumda. Türkiye içindeki tek ciddi Amerika dostu FETÖ. Diğer tarikatlar, Ülkücüler ve benzerlerinin hepsi 15 Temmuz’dan sonra Amerika ile arasına mesafe koyma derdinde. FETÖ, sadece Türkiye’de değil, Sahra altı Afrika’dakiler başta olmak üzere Müslüman azınlıklar ile Amerika arasındaki tek iletişim bağı. Bu tarikat, dünyanın her yerinde Amerika’nın hizmetinde ve pek çok kokuda Amerika, bu tarikata bağımlı.   Doksanlar ve iki binler boyunca, kanaat önderi diye onu yere göğe koyamayan Avrupa basını, onu ve AKP’yi destekleyen bu kolejli çocukları da kalbinden silmiş durumda. Geçenlerde Orhan Pamuk, medyaya ağlıyordu, ben 5 sene uğraşıp, roman yazayım, siz Tayyip’i soruyorsunuz diyerek. Zamanında üzerine vazife değilken, yetmez ama evetçi güruha katılan sendin. Gezi eylemleri için, kalkınan ülkelerde olur böyle protestolar diyen sendin. Nobelden sonra yazdığı Masumiyet Müzesi’nden sonraki hiçbir kitabı, ciddi satıl rakamlarına ulaşamadı. Profesör Aziz Sancar’ın Nobel almasından ve Sancar’ın Atatürkçülük övgüleri, Pamuk’u demode etti. Nobelinin sihirini yok etti. Şimdilerde sadece PKK sempatizanları onu arada sosyal medyada savunuyor. O da arada bir, eskisi kadar Orhan Pamuk dendiğinde aşırı savunanı yok. Yeni nesilde gayet kaliteli Kürt yazarlar var. Pamuk’un, Paris’in Saint German’ı kadar elit mahallesi Nişantaşı’nda geçen romanlarını okumak zorunda değiller. En son okuduğuma göre Roma’ya yerleşmiş. Ben batılı, seküler eğitim aldım, antidemokratik ülkede yaşayamam diye ağlamış (gözyaşı dökmemiş bile olsa, böyle konuşmak, ağlamaktır). Bir başkası, Elif Shafack’da, evli ve iki çocuk annesi olması bir yana, hayatı boyunca İslamcılığı savunan biri olarak, Biseksüelim ve ifade edemiyorum dedi. Nihat Genç’in dediği gibi, Avrupa’da düşen popülerliğini kurtarma peşinde. Bir de kim olduğunu tutuklanınca öğrendiğim iş adamı Osman Kavala var. İlginçtir, Birgün gazetesinin sahibi olduğu iddia bu şahıs için sadece Ayşenur Arslan yazı yazdı. Sözcü, hemen hemen her gün Ertuğrul Akbay’ı, en azından internet sitesinde manşetine alırken, Birgün, olay yokmuş gibi devam ediyor ve alt sütunlardan duyuruyor. Gazetenin künyesinde adı yok. Paris doğulu, Robert kolej ve manchester üniversitesi  (İngiltere) bir olarak yaptığım tanıma uyuyor. Ailesi de bir garip. Ekşisözlük’ten aynen kopyalıyorum. ‘’ ayşe buğra (eşi), Tarık Buğra (kayınbabası), meral akşener (anne tarafından akrabası), selim sarper (babasının kayın akrabası), reha oğuz türkkan (anne tarafından akrabası), yalçın doğan(kayın akrabası)’’ Kayınbabası Tarık Buğra’nın Gençliğim Eyvah adlı bir romanını yarım bırakmıştım. Türkiye’de ki her kötü şeyi sola bağlayan bir faşistin hezeyanlarından başka bir şey değildi. Reha Oğuz Türkan’sa bildiğin kafatasçı ve ırkçıdır. Doksanlarda İletişim yayımlarını, solcu yazarlardan, İslamcı ve (gene yukarıda tanımını yaptığım) yetmez ama evetçi liboşların yayınevi yapmıştı. Nihat Genç başta olmak üzere, sevmediği yazarların kitaplarının baskı adedini (3 yüz beş yüz falan yapmıştı. Utanmasa fotokopi ile çoğaltacak) düşürüp, tanıtımını yapmayarak, kendisinden uzaklaşmasını sağlamıştı. Tutuklanınca, kendisine desteği de bu liboşlar verdi. İşin ilginci İngiliz ve Amerikan hükûmetlerinin endişeliyiz mesajı vermesi.  Neymiş, birlikte çalışıyormuş. NATO’da beraber çalıştıkları Türk subay ve generalleri, gülünç sebeplerden tutuklanır, hapis yatarken endişeli değillerdi.
Doksanların bir de evler şenlik Avrupa birliği ve üye oluyoruz, kalkınacağız, demokratikleşeceğiz propagandası vardı ki bu propaganda 2010 yetmez ama evet sloganının temel direği olmuştu. Bu teze göre Avrupa Birliğinin demokrasi kriterleri vardı ve üye olmayan, aday ülkeler bile bu kriterlere uymak zorunda kalacağından, mecburen demokratik olacaktık. Sonra bu masal iki binli yıllarda ve 2010 referandumunda da devam etti.  Şu an sadece bir yıldan fazladır bulunduğumuz olağan üstü halden ziyade, Macaristan ve Polonya’nın düpedüz diktatörlükle yönetilmesinden dolayı da komik geliyor bana. Bir de Avrupa Birliği üyesi olunca ekonomi şahlanacak yalanı vardır. 2004’de tam üte olan Bulgaristan ve Romanya’nın hali ortada. Ekonomileri kötüydü, daha da kötüleşiyor. Üzerine Avrupa ülkelerine çalışmaya gidenler ve düşük doğum oranları yüzünden nüfusları azalıyor. Öyle ki Bulgaristan, nüfusu en hızlı azalan dünya ülkesi oldu. Gerçi Bulgaristan’ın çöküşü, sosyalist rejimde iken faşist damarı kabarıp, 2 milyon kadar Türkü, Türkiye’ye sürüp, daha doğrusu sürmeye kalkışıp, tarım sektörü çökünce başladı. Tam üyeliğin Bulgarlara tek faydası, Avrupa ülkelerinde işe girebilmeleri oldu. Türklerin buna ihtiyaçları olduğunu sanmıyorum. Ülkeler istedikleri vize engelleri koysun, Türkler bir yolunu bulur, o ülkede işe girer, yerleşir, hatta işini kurar. Yeter ki iş olsun. Eskiden dünyada Türk işçi olmayan ülke yoktu, şimdi Türk esnaf olmayan ülke yok. Döner tezgâhının olmadığı kaç ülke kaldı acaba? Yapılacak iş olduktan sonra, hangi vize duvarı, Türkleri durdurabilir. Vize bir yana, isterseniz sınırınıza kocaman yazılarla TÜRKLER GİREMEZ yazın, hatta Türkleri aşağılamak için KÖPEKLER VE TÜRKLER GİREMEZ falan yazın. Yapılacak bir iş varsa, eninde sonunda tükürdüğünüzü yalayıp, Türk işçileri kendiniz çağıracaksınız. Türk halkını vize serbestliği ile kandırmanın ne gereği var?
O yılların sihirli kelimesi hoşgörü idi. Televizyonlar karşıt grupların konuşmalarından,  forumlarından geçilmezdi. En meşhuru, Ali Kırca’nın Siyaset Meydanıydı. NTV’nin yakın zamana kadar süren Karşıt Görüş,  üç ekonomi profesörünün tartıştığı Ekodiyalog’da böylesi önemli programlardı. 1993 5 Nisan ekonomik krizi sonrasında iktisat profesörlerinin program yapması moda olmuştu. Rahmetli profesör Toktamış Ateş ile Abdurrahman Dilipak, bir ara ayrılmaz ikili olmuşlardı. Hemen her gazete, en az bir tane karşıt görüşten yazar barındırma ihtiyacında gibiydi. Bir de bu yıllarca tarikatlar, milli görüş ve İslamcı-dinci sağ, bir okuma yazma furyasına girmişti. Hekimoğlu İsmail,  Ahmet Günbay Yıldız, Emine Şenlikoğlu gibi yazarlar, o yıllarda, bu günlerde olduğundan çok satıyordu. Minyeli Abdullah, Reis   Bey, Bize Nasıl Kıydınız gibi bir sürü dinci film çekildi. Bazıları sinema salonu yerine, camilerde gösterime girdi. STV ve Kanal7’nin din dizilerinin kökeni sayılırlar. Bu furyanın sinemalardaki son filmi, Fettullah Gülen’in ilk müezzin arandığı yılları anlatan 2010 yapımı Eşrefpaşalılar filmiydi. Film, tam da Fetö’nün en güçlü zamanlarında olduğu halde gişede çakıldı. Tıpkı Recep Tayyip Erdoğan’ı anlatan ve onun en güçlü olduğu zaman gişede çakılan REİS filmi gibi. O yıllarda dini tiyatrolarda çok modaydı. Hatta bir tanesine dayanmayıp, ben de gitmiştim. adı, Gözyaşı Geceleri idi.  Afişinde yazan slogana göre tiyatro değil, film değil, konser değil, o değil, bu değil, şu değil, gözyaşı geceleri idi. Salak gibi para vermiştim. Oysa gösterimi beklerken, gişedeki adam bana el altından bir tane daha vermeye kalkmıştı. Olay bir çeşit tiyatro oyunundan ibaret bir gösteriymiş.. Önce çeşitli karakterler sinema perdesinden yansıyor. Hiç biri oyuna uymuyor en sonunda bir Karadenizli, tipik şivesi ile önce perdede görünüyor, sonra karakterimizu bulduk da diye sahneye iniyor. Bu karakter sahnede birkaç komik laf edip, birkaç Temel fıkrasını anısı gibi anlattı. Ardından da o zamanlar yeni çıkmış bir cep telefonunu alıp, faiz konuştu. Parayı Şiş banktan (İş bankasını komikleştirmeye çalışıyor), Mimar Bankasına (2000 bankalar krizinde kapanan İmar Bankasını kastediyor) aktarılmasını söyledi. O sırada sanki mahzendeymişçesine yankılanan bir dış ses, Helal Olsun Temel, demek iş bağlantıları ha dedi. Temel de, yok valla, ibadet bağlantıları da var dedi. Galipten gelen ses hadi hadi yapınca, sonra aniden Temel’in karşısına sarıklı-cübbeli derviş haliyle çıkınca, temel korktu kaçtı. Sonra gösteri, en azından benim izlediğim yere kadar, sahnede bu derviş kıyafetli adam vardı. Hazreti Muhammed başta olmak üzere, İslam’ın önemli kişilerine ait hikâyeleri, hem konuşarak, hem de beden dili ile anlatıp, ağladı. O arada salondan (Isparta Belediye Kültür Merkezi) bolca hıçkırık ve ağlama sesi geldi. Derviş coştukça, coşuyordu. Sonra yurdun kapısının akşam saat 11  (23.00)’da kapanacağı aklıma geldi. Son otobüse yetişmek için kalktım ve çıkış kapısına yöneldim. Etraftaki gözler, sahneden, bana doğru döndü. Derken cübbeli-şalvarlı ve sakallı bir derviş tipli biri önüme çıktı. Dizlerini kırıp, çömeldi, ben de çömeldi. Gitmem gerektiğini, yurda geç kaldığımı söyledim. Meğer o bölüm, kadınlara ayrılmış, öte taraftan çıktım.  Bu dini tiyatrolar, o yıllarda çoktu, Akp’nin iktidara gelişi ile bu İslamcı entellektüelleşme, kitaplaşma, sinema, tiyatro falan azalarak bitti.

Son olarak tarikatlarla, milli görüşün birleştirilmesi yani AKP’nin fikirde kurulması aşamasından bahsedeyim. Doksanlarda tarikatlar da bir krizdeydi. Yükselen parti Refah-Milli Görüş ve MHP’ydi ve bu iki parti de tarikatları sevmiyordu. Tarikatların ipinde oynayan partiler, DYP ve ANAP ise, günden güne kan kaybediyordu. Ayrıca bu partiler sağcı da olsa, laik dünya görüşünü benimseyen partilerdi ve tarikatlara, özellikle fetöcülere istediklerini toplum tipini veremiyordu. Dinciliğin 3 ana alanı vardı. Diyanet, yani devletin Sünniliği, Milli Görüş (MNP, MSP, Refah, Saadet partileri) denen Din temelli anayasal devlet isteyen parti ve tarikatlar. Diyaneti bir kenara alırsak, mesele merkez sağdan sora tarikatlara, özellikle fetöye ne olacağıydı. Çare, tarikatlarla uyum içinde çalışacak bir Milli Görüş partisiydi. Bunun için önce Necmettin Erbakan ekarte edilmeli, Refah partisi içinden bir kahraman çıkartılıp, yeni parti kurulmalıydı.
Sonra olanları yazmasam da olur.

15 Ekim 2017 Pazar

DOKSANLI YILLAR 6 UZAN AİLESİ VE YEŞİM SALKIM ÖZEL YAZISI
Bu yazıyı yazma sebebim, Yeşim Salkım’ın bir televizyon programında söyledikleridir. Şimdi bu hanım, başka bir hanım ile doksanlı yıllardan kalma bir olaydan dolayı kavgalı ve bu kavga televizyon kanallarına da sıçramış durumda. Yeşim halkımın rakibi ile ilgili konuşmayacağım. Bunun sebebi o hanımın anlattığı olayların ispatlamakla yükümlü olmak istemeyişim ve doksanlarla ilgili pek bir şey ifade etmemesidir. Diğer bir olay da, bu kocama dokunma sloganının saçmalığı. Bunun üzerine de iki laf edeyim. Penisperest  bir slogan, emir kipi içeren bir cümle bu. Erkeğin, her durumda kadının çağrısını ret edemeyen bir zavallı olduğunu kabullenme durumu, erkeği zavallı yerine koymak.  Öteki kadının (adını anmak istemiyorum) çocuklarını düşünmek en ahmakça şey. Muhtemelen onlar da annelerinin başka erkeklere kur yaptığına şahit olmuşlardır.
Orada benim takıldığım, Kral tv’nin Kral olduğu zamanlardaki spekülasyonlar ve yalan listelerle ilgili olarak KOCAMIN KANALI DEĞil Mİ? diye bağırması. Bir de Evlendim ben evlendim diye bağırarak sayıklaması.  Eskilerin başka bir sinema oyuncu kadın aklıma geldi. Ben Türkiye’nin en zengin adamının metresiyim diye bağırıyordu bu kadın da.  Metres olunca olmadığınız gibi, evlenince de olmuyorsunuz. Nasıl erkeler için sık evlenip-boşanmak, zamparalığın bir çeşidi ise, benzeri kadın için de geçerli. Amacın erkekle bir yuva kurmak değil, zenginliğinden faydalanmak. Kocanın kanalında istediğimi yaparım diye bir şey yok. Ellerindeki radyo-tv ve basın yayın organını kullanan Uzanlar, pek çok sanat, sinema ve müzik emekçisinin emeği ile oynadı. O Uzanlardan biri de, gelinleri olarak sendin. Mor ve Ötesi, Mavi Sakal başta olmak üzere pek çok müzik grubu, şarkıcı, yıllarca halka açılamadı Uzanlar yüzünden. Yeşim hanım da, bu oyunlarda rol oynamış ve kendi canını sıkan sanatçıların canını yakmış.
Yeşim hanım, adını anmak istemediğim öteki kadının, kocası Kemal Uzan’la ilişkiye girdiğini iddia ediyor. Bu olayın gerçek olup, olmadığı üzerine yorum yapmayacağım. Gerçekliğini bilmiyorum. Gerçekliğini bildiğim şey, bu olay gerçekse bile Kemal Uzan’ın ne ilk, ne de son vukuatı olması. Özünde de zampara ve zengin bir erkekle evleniyorsun,  bir süre lüks yaşıyorsun, tüm imkânlardan faydalanıyorsun, en sonunda beni aldattı diye yüklü bir nafaka ve tazminatla boşanıyorsun. İlk vukuatı mı diye sorduklarında da, düzelir sanıyordum, söz vermişti falan diyorsunuz. Şimdilerde bunu yapan pek çok kız var. Yeşim hanım buna ek olarak beğenmediği sanatçıları Kral listelerinden düşürüyor, Star TV’nin magazin programları yolu ile rezil ediyor, Rumeli Hisarı konserleri başta olmak üzere pek çok etkinliklerden men ediyor. Kendisi ve sevdiklerini de bunun tam tersini yaparak, kendisini ve sevdiği, işine gelenleri koruyor. Bunu yaparken de Uzan ailesinin 0900 ile ya da 0542 ile başlayan hatlarını arayıp, mesaj atan dönem gençliğinin hakkını da yiyorsun. Kral tv sırf Yeşim Salkım’ın oynadığı Şarkıcı filminin reklamı için, Kral Sinema Top 10 yapmıştı. Film, uzun süre bu listenin üst sıralarında kaldı. Sinemalarda ise toplam 35 bin kişi izledi. O zamanlar Kral tv video müzik ödüllerine müdahalesini de övünerek anlatmıştı.
Yeşim hanım, sizin o 7-8 tane ve ortalama 5’e yıl yaptığınız evlilikleri, pek çok kadın bir ömür boyu, tek erkekle ve iyi günde, kötü günde yapıyor. Sonra 1-2, en fazla 3 tane yaptığınız çocuklardan 7-8 tane doğurup, büyütüp, okutuyorlar. Yeşim hanımın öfkesi, eski şöhretinin de, servetinin de rakibinin gerisinde olması. İstanbul-Bodrum otobüsünde mini konser vermiş. Vapurda konser veren Sertap Erener’e özenmiş herhalde. Misk uçsa da, kokusu kalır derler. Ben Yeşim hanımın uçağın ekonomi sınıfında bile uçmayacağın, hep Buisnes Clas uçar sanıyordum. Neyse ki en azından Bodrum’da tatil yapacak durumu var.

En son olarak! Sizin ne biçim bir evliliğiniz varmış, karı koca beraber porno izleyecek kadar? Üstelik birilerinin gizlice çekilmiş görüntülerini, çüş yani!

12 Ekim 2017 Perşembe

DOKSANLI YILLAR-5 FETÖ, CEMAATLER VEYA TARİKATLER VE 15 TEMMUZUN BAŞARISIZLIK NEDENİ
                Doksanlı yıllar bu gün Fetö, o zamanlar Cemaat dediğimiz tarikat başta olmak üzere, tüm tarikatların patlama yaptığı zamanlardı. Tarikatlara patlama yaptıran dershanecilik sektörüydü. O zamanlar dershane açmak çok kolay ve karlıydı. Bulunduğunuz şehrin merkezi bir yerinde, almayı düşündüğünüz öğrenci sayısına göre birkaç kat ya da bina kiralardınız. Branşlara göre öğretmen de görevlendirip, büro elemanların da tuttunuz mu tamamdı. Atandığı yeri beğenmeyen ( o zamanlar atanamayan öğretmen meselesi yok denecek kadar azdı), emekli olan öğretmenler dershanede çalışır ya da kendisi dershane kurardı. 12 Eylül rejimin dershaneleri kapatmak istediği, fakat halkın tepkisi yüzünden kapatamadığı konuşulurdu. Pop müzik gibi dershanecilikte patlama yaptı ve bazı dershaneler büyüyerek, zincir oldu. Önceleri sadece o zamanlar son sınıf olan lise 3’de gidilirdi.  İlkokul 5 ve ortaokulda da bazen dershaneye gidilirdi. Yavaş yavaş her sene dershaneye gidilmeye, 2010’dan sonra da öğrencinin 2. Okulu olmaya başladı. Bu aşamadan sonra da bence öğrenciye yararlı değil, zararlı olmaya başladı. Çünkü bu dershaneler, çoğunlukla şehir merkezinde ve ailenin yerleşim yerinden uzaktı.  Çoğunda da öyle doğru dürüst yoklama yapılmıyor, öğretmenler sınıf disiplini ile uğraşmıyordu. Giderek ders anlatmamaya, sadece soru tipleri ve pratik çözüm yollarını öğretmeye başladılar. Abiler, ablalar ve ilçelerden dershanelere gelenlerin kaldığı yurtlar sayesinde de gençleri kendilerinden yapmaya başladılar.
                Buradan da gençlerin cemaatlere yönelmesine sebep olan 2. Alana, yani özel yurtlar ve evler konusuna geçiyoruz. O yıllarda pek çok Anadolu şehrine yeni üniversite açılmış, mevcutlarının da kapasitesi arttırılmıştı. İkinci öğretim, pek çok bölümün öğrencisini iki kat arttırmıştı. Buna karşın yurtlar yeterince artmamıştı. Ev kiraları, özellikle öğrenciler olduğunda fahiş fiyataydı. Buna bir de o zamanlar yurtlara egemen olan Ülkücülerin zorbalığı vardı. Özellikle doğu ve güneydoğudan gelen pek çok genç okulu bırakmak ya da eve çıkmak durumundaydı. Ülkücülerin zorbalığı sadece Kürtlere, Alevilere ya da solculara değil, neredeyse herkeseydi. Kişiliği düşük olanlarda Ülkücülere katılıyor, çabucak REİS unvanıyla da kız tavlamaya çalışıyordu.  Üniversitenin her birimi için bir reislik makamı vardı. Yurtta kız, erkek ayrı, bir de yurtta katlar ve koridorlar için reislikler vardı. O zamanlar kavgaların gerisinde hep kız kavgası olurdu. Ülkücüleri de Yurtkur görevlileri le üniversite hocaları korurdu. Bütün bu nedenlerin sonucunda da yurttan ayrılmak isteyen öğrenci ilk tercih olarak eve çıkardı. Ev kiralayamayanlar ya (o zamanlar cemaat dediğimiz) fetö başta olmak üzere tarikatların evlerine ve yurtlarına taşınırdı. Eve çıkmakta her zaman durumu kurtarmazdı. Yurtta kurulan arkadaşlıklar, eve çıkınca düşmanlığa döner, ev ortakları dağılır, yurda geri de dönülmeyince, cemaat evlerine gidilirdi mecburen. Yurtlar ve evler, cemaatlerin gençleri kaptığı yerlerden biriydi ve halen de öyle. Akp iktidara geldiğinde, cemaatler öyle güçlendi ki pek çok yerde, gençlere bu yurt ve evlere mecbur kalsın diye yurtlar boş bırakıldı. Pek çok kişi aylarca yedek listelerde süründü.
                Doksanların başına birçok cemaat vardı. Nurcular bile otuzdan fazla gruba bölünmüştü. (Yeni Asyacılar, Kırkıncı Hocacılar, Dilara vs vs) Birbirleri ile yer yer çirkinleşen rekabet içindeydiler. Birbirlerini sık sık hırsızlıkla, dilencilikle falan suçlarlardı. Fettullah Gülen tarikatı, zamanla güçlendi ve güçlendikçe diğer tarikatları da yönetmeye ve yönlendirmeye başladı.  Bir HDP milletvekili, AKP ile Fetö’yü ayırmak, keki undan ayırmak gibi bir şey demişti.  Sadece AKP’yi değil, tarikatları da birbirinden ayırmak bu kadar zor hale gelmiştir.  Bu 91-92’den sonra yavaş yavaş oluştu. Önceleri her seçim öncesi o zamanlar cemaat denen tarikatların hangi partiye oy vereceği konuşulurdu. Geleneksel olarak Kadiriler (bir kısmı diyelim) MHP’ye, Süleymancılar ANAP’a oy verirdi. Süleymancılar, tamamen bitip, Demokrat parti ile birleşip, yok olana kadar ANAP’a desteğini sürdürdü ama sadece liderleri. Yanılmıyorsam yandaşlarına SMS bile attılar ANAP’a oy vermesi için ama iktidar olmayacağı belli olan bir partiye kimse oy vermek istemedi. O yıllarda pek çok kişi tarikat şeyhlerinin halkın oy verme kararında etkili olduğu sanılırdı. 17-25 Aralık yolsuzluk soruşturmalarına kadar ben de öyle sanırdım.  Oysa doğu ve güneydoğuda elli, altmış yıldır dededen, toruna milletvekilliği, belediye başkanlığı devşiren şeyhler ve aşiret ağaları bile AKP iktidarından sonra aday bile olamaz oldu. 1995-96’dan sonra sadece Fetö’nün desteği merak edildi. Hatta bir iddiaya göre bir ara DSP’yi destekledi fetö. DSP’nin son iktidar dönemi, benim öğretmenliğimin ilk yıllarında denk geldi. bu dönemde DSP hem iktidarın büyük ortağı, hem de Milli Eğitim bakanlığını üstlenmişti.  O dönemde bile pek çok makama fetöcüleri getirmişlerdi. O dönem DSP’nin tek faydası EĞİTİM-SEN’in örgütlenmesi oldu.  Tarikatlar genelde DYP-ANAP arasında gidip, gelirdi. 2002’de Fetö ve neredeyse Süleymancılar gibi birkaç istisna grup hariç tüm tarikatlar AKP için çalışmaya başladı. Yoksa 11 aylık parti, %35 ile 1. Parti olamazdı.
                Fettullah Gülen, kendisinin devlete sızması ile ilgili videosu açığa çıkınca, Amerika’ya gitti.  Bunu ortaya çıkaran Ali Kırca ve programına katılanların itibarı birer ikişer gizli kamera çekimleri ve kumpaslarla zedelendi. Gülen’se Amerika’da güvende iken, teşkilatı çalıştı. Gülen, Amerika’ya gitmeden evvel de güçlüydü. Hatırlıyorum bir konferans ya da kongrede,  muhabir bir kız, ona Fettullah bey diye seslendi diye seslendi diye dünyanın ayarını yemişti. Üç yıllık köy ilkokulu mezunu Fettullah Gülen’e, Fettullah Gülen Hocaefendi denmeliymiş. Fettullah Gülen’in o koca teşkilatı kurduğuna ve yönettiğine asla inanmadım. O bir puttu ve onu yücelten bir sürü şaman vardı. O süs biberi gibi duruyor, etrafındakiler de onu yüceltiyordu. Bu sadece Gülen için değil, diğer dini liderler ya da tarikat şeyhleri için de geçerli. Ben gene de bu tarikatların, özellikle de fetöcülerin teşkilatlanmasına hayrandım. Düşünsenize, Türkiye’nin hemen her yerinde yatabileceğiniz bir mutlaka vardı. Otel ya da yurt değil, öğrenci evi. Üstelik kadın olsanız bile. Hemen her yerde ablalar denen kadın yöneticiler de olurdu. Doksanlarda bile durum böyleydi, AKP iktidarı ile beraber, FETÖ başta olmak üzere cemaatler daha da güçlendi ve kalabalıklaştı. Ta 17-15 Aralık olayına kadar.
                17-25’den ve 15 Temmuzdan sonra bu hayranlığım bitti. Bütün bu örgütlerin dinden çok devletin, özellikle de derin devletin, bu derin devleti kuran NATO kurumlarının sayesinde örgütlendiğini anladım. Çünkü o devasa topluluk, o muhteşem örgütlenme, ilk ciddi zorlanmada kötü not almıştı. Fetö 12 Eylül hatta 28 Şubat rejimi ile bile iyi ilişkiler içinde oldu. Hatta 1997-98’de türban yasağı tekrar hortladığında, Pensilvanya’dan emir geldi, iş yerinde, okullarınızda türbanı çıkarın diye. Topluluğun büyük kısmı, hatta diğer tarikatlar bile bu emre itaat etti. Her zaman hile, kumpas ve tehditle ilerledi. İlk zorluk olan 17-25’den sonra önce esnaf terk etti fetö ve diğer tarikatları.  Tarikatlar mertçe savaşa, göğüs göğüsse bir mücadeleyi sevmiyordu. Pek çok okuruma garip gelecek ama ben bu tarikatlardaki güç ve popülarite kaybını, düzenledikleri kermeslere ilginin azalmasından anladım. 17-25 Aralık olayından bir kaç kadar sonra, Fetö mü, değil mi, net bilmediğim bir kermese gittim ve gelen gidenin azlığına hayret etmiştim.  Ertesi sene de, gene net olarak bilmediğim bir kermese, Kırıkkale’de gitmiştim.  Yarı fiyatından daha ucuz döner ekmeğe bile rağbet yoktu. 15 Temmuzdan birkaç sonra gittiğim ve fetöcü olmayacağı artık kesin olan aşka bir tarikatın kermesinde ise in cin top oynuyordu. Ne olmuştu da, bu halk, tarikatları terk etmişti?
                Bunun cevabını da, o kadar işsiz öğretmen varken, dışarıdan din dersine gelen bir hocadan öğrendiklerimi, eski öğrendiklerimle karşılaştırınca anladım. İmamın anlattığına göre ilçedeki Menzil tarikatı dergâhına (resmi adı vakıf tabi ki), bir taziye sebebi ile gitmiş. Herkesin şeyhe çok doğaüstü biriymiş gibi davrandığını ve o daha gelmeden şöyle dur, böyle davran diye öğüt verip durmuşlar. Oysa gayet normal bir şekilde konuşmuş. Dergâhtakiler camiye gitmiyor, dergâhta, yani dernekte namaz kılıyormuş. Şeyhleri camiye gidin dediği halde, gitmiyorlarmış. Dedim içimden, camide seni kim görüyor. Sonra üniversitede, yurtta ülkücüler egemenken, yemekhanede, yurt nüfusun neredeyse yarısının katıldığı toplantılar geldi. Oda arkadaşımın dediğine göre ocaktaki toplantılarına yirmi kişi zor geliyormuş. Bu ilk yıldı, 2. Sınıfın ortalarında o da Ülkücülerden ayrıldı, toplantılarına katılmaz oldu. Bu da aynı şeydi.  İnsanlar artık inandıkları için değil, geçinmek ve para kazanmak için tarikatlara gidiyordu. Tarikatlar, ideolojileri, inançlarını kaybetmiş, çıkar topluluğuna dönmüştü. Bu da yeni bir şey değildi. Bence 28 Şubatta, Pennsylvania’dan gelen bir emirle, okullarda ve devlet dairelerinde türbanların çıkarılması ile başladı. Çıkarılmamasının bedeli büyük olacaktı. Bu bedel iç savaş çıkması falan değildi. Devlet dairelerindeki kadroları işten çıkarılacak, şirketleri ihalelerden men edilecek, mücadelede daha da zora gelinecekti. Sol örgütlerin 12 Eylül zamanı yaşadıklarını yaşayacaklardı. Oysa 1998-99’da, ilk öğretmen olduğumda, DSP-ANAP-MHP koalisyonu zamanı, 28 şubatçılığın da en hızlı zamanında, Milli Eğitimde halen onların borusu ötüyordu. Tam da yeni başladığım zaman Fetöcü bir müdürümüz vardı. Aksi biriydi ve işi beceremiyordu. En nihayetinde istifaya zorlandı. Görevden alınsaydı bir daha idarecilik yapamayacaktı.  Onun yerine Yazıcı Nurculuk denen ve şeyhleri Isparta Fen Lisesinde öğretmen olan başka bir tarikatın üyesini aldılar. Dediğim gibi, solun son iktidar otaklığının tek faydası, Eğitim Sen başta olmak üzere KESK’in örgütlenmesiydi. KESK’e defalarca kapatılma davası açıldı ama üyelerinin hem kalabalık olması, hem de eylemliliği, davaların geri çekilmesine sebep oldu.
                Tarikatlar bir adım geri çekilip, kadroları ve paralarını koruyup, ideolojilerini kaybettiler. Milli görüş ise,  ideolojisi hariç, her şeyini kaybetti. Bu, bazı gazete köşe yazarlarının Anaplaşma dedikleri şey. 28 Şubat 1997 ve sonrasında olanları Fetö ya da 3 büyük tarikata (Fetö, Süleymancılar ve Menzil (Adıyaman da denir)) mal edilemez.  Tüm tarikatlar, yıllarca, 12 Eylül ve tüm sağ iktidarlardan kazandıklarını kaybetmeme uğruna ideolojilerinden taviz verdi. 15 Temmuz darbe girişiminin başarısız olmasının temel sebebi de budur. (17-25Aralığın sebebi 15 Temmuzun ideolojisini yapmaktı. Onu 15 Temmuz’dan ayırmıyorum) Yoksa akşam erken saate almaları, devletin önceden haberdar olması gibi şeyler, tali sebeplerdir. O gece sokağa çıkması gerekenler Fetöcülerdi. Oysa o gece devletten yana sokağa çıkan, hatta yaralanan pek çok kişi Fetö soruşturmasından işten atıldı ya da tutuklandı. Pek çoğu 17-25 aralık sonrasında terk etmişti. Kalanlar da 15 Temmuzdan evvel en son olarak kayyum atanan Bankasya’nın kapanmaması için dua edip, Kuran okuyordu. Oysa iktidarı ele geçirmek için para ve puldan, hatta İbrahim Ethem ve Buda gibi devletten, iktidardan, tahttan, taçtan vazgeçebilmek gerekli. İkisi de bir gece tahtlarından vazgeçmiş, dinlerini yaşamayı seçmiştir. Kapitalist dünyada her şey para ile ölçülmekte. Muhtemelen paranın icadından beri öyleydi. Filozof Thales’e de öğrendiği bilgilerden kaç para kazandığı sorulunca, o da çok soğuk ve sert bir kış zamanı zeytin ezme makinelerini satın almış. Baharda zeytinyağı fiyatları artınca elindeki makineleri yüksek fiyattan satmış. Bir filozofun isterse çok para kazanabileceğini, lakin temel görevinin para olmadığını söylemiş. Pastör yada Einstein, postit denen yapışkanlı kağıdı icat eden kadar para kazanamadılar.

Balzac’ın yazdığı ve muhtemelen Fransız efsanesi olan bir öykü ile bu durumu anlatma isterim. Fırtınalı bir gecede bir grup köylü, kayıkla karşıya geçmeliymiş. İçlerinde hırpani bir berduş, dul bir kadınla iki çocuğu, para dolu çantalarıyla Yahudi bir banker ve daha birkaç kişi varmış. Fırtına şiddetlenince berduş, bana inanan arkamdan gelsin, demiş ve ardından su üzerinde yürümeye başlamış. Uzatmayayım bazıları inanmamış, son dakikaya kadar kalmaya çalışmış, geride kalmış. Bankerin çantaları ağırlık yapmış ve suyun dibini boylamış. Bu hırpaninin İsa peygamber olduğunu söylememe bilmem gerek var mı? Yaptığım mecazda altın dolu çantaları ile suya batanlar kimler, onu da yazmayayım artık.