28 Aralık 2017 Perşembe

MESNEVİ’DEN HATIRLANANLAR
Mevlana Celaleddin-i Rumi’nin çok bahsedilen, çok alıntılanan ve az okunan kitabıdır Mesnevi.  Ondan alıntılanan hikâyeler genelde fabl (hayvanların insanlaştırılması) masallardır. Bunlara bir de bazı dini kitaplarda birkaç dervişlik öyküsü eklenir. Oysa bu kitap çok daha fazlasıdır.  Okuyalı bayağı bir zaman oldu, bende kalan izlenimlerimi yazacağım.
Mevlana’nın bir tek Divan-ı Kebir’ini okumadım. Mektubat, Yedi Cennet ve Fih-i Mafih’i de okudum. Bu kitaplarda öyle hikâyeler yok, bolca ahlaki öğüt var. Fih-ii Mafih, Mevlana’nın ölümünden sonra derlenmiş konuşmalarından oluşuyor. Kendiliğine (spontane) olaylar var. Mesela gelen birileri hakkında, konuşsak konuya ortak olacaklar, sussak kendilerinden bir şey sakladığımızı sanacaklar gibisinden sözler geçiyor. Mesnevi, bunlardan bambaşka bir şeydir.
En başta, Mesnevi ile ilgili olarak anlatılmayan şey, Mevlana’nın Türk olmadığı bir yana, Türkler ve Türklükten pek haz etmediğidir. Türklerle ilgili öyküler, pekiyi değil. Mesela kumaş hırsızı bir terzi var. Bir Türk, ben buna kumaş kaptırmam diye gidiyor. Terzi sürekli güldürerek ve onunla alay ederek, kumaşlarını çalıyor. Böylesi birkaç öykü var. Türkler kısa boylu, kıpkırmızı, kalkan gibi yuvarlak suratlı, ip gibi çekik gözlü ve çirkin olarak tarif ediliyor. Bir tanesinde de Türkler, taklitçi olarak anlatılıyor. Çinliler ile Türkler, karşılıklı resim yarışması yapıyorlar. Bir mağaranın içini perde ile ikiye ayırırlar. Çinliler kutu kutu boya, Türkler zımpara, cila alıyor. Perde açıldığında Türkler mağarayı öyle iyi cilalıyor ki,  Çinliler, kendi resimlerine hayran kalıyor.  Böyle birkaç hikâye var.  Kürtlerin adının geçtiği birkaç öykü var, onları da net hatırlamamakla beraber, kolay kandırılan esnaf konumundalar.
Alevilerden de hiç hoşlanmıyor. Kaş’ta Ömer olduğu için sadaka alamayan adamı anlatıyor. Şimdi nasıl bilmiyorum ama o zamanlar Kaş’ta Aleviler çoğunlukmuş demek ki. Bir de benim memleketim Erzincan’da bir süre kalmış. Hatta Örüklü Bacı mezarı var, yerel hak, Mevlana’nın kız kardeşinin mezarı diyor. Mezar taşında saç örüğü şeklinde desen var. Atlas dergisinin bir muhabiri, bu şekil mezar taşlarının aynısını, Mevlena’nın doğum yeri Afganistan, Belh’ de de görmüş. Afganlar, Pakistanlılar ona, Mevlana Belhi diyor.  Bununla beraber, mezhepçi değil.  İlginç bir öyküde, aslanlar,  koyunlardan oluşan bir millete hükmetmeye başlar. Koyunlar ne yapalım derken, en bilgeleri çıkar ve aslanları koyun dininden yapalım, onlar da ot yesin der. Sonuçta amaçlarına ulaşırlar. Aslanlar ot yeme ve eti haram sayma dinine mensup olup, koyunlaşırlar. Mevlana’da fare, fare gibi Allah a dua (salat-namaz) eder, aslan aslan gibi. Hepsinin mezhebi ayrıdır, ölünce mezhepler birleşecek der. Çünkü  o zaman dünya dertleri olmayacaktır. Bir de, benzer sözleri, ihtiyar bir kadının eline düşüp, pençeleri sökülen, tüyleri yolunan bir şahin için söyler. Mezhep diye, din diye, şahin, şahinliğinden vazgeçmez, sen kendi mezhebini yaşa anlamında bir şeyler söyler.
             
            Diğer yandan El Kındi ile başlayan, Farabi ve İbni Sina ile doruğa ulaşan Meşai felsefesinden, akılcılıktan da hoşlanmıyor, bunu biraz da babasından almış. Babası, Cengiz Han’ın, Harzemşahlarla savaşı sonrası olacakları seziyor ve savaşın başında ailesi ile göçü topluyor. Harzemşahlar devletinin son hükümdarı, Muhammed hanı, filozofları (mesailer) koruyup, tasavvufçulara sırt çevirmekle itham ediyor. En büyük kaynakları Gazzali, Muhiddin Arabi gibi tasavvufçular. Tedbir dünyasını terk eyle diyor. Pek çok öyküde, tanrı ile padişah özdeşleştiriliyor. Cennet, şahinin konduğu padişah kolu, dünya baykuşun konduğu virane diye tarif ediliyor. Devlete, daha doğrusu padişaha isyan etmek, Mevlana için Allah’ isyan etmektir. Tüm Mesnevi boyunca padişahlar hep iyi insanlardır, bağışlayıcıdır, affedicidir.  Tasavvuf ’un bu kadar yayılmasının en başta gelen sebebi, devletle arasını hoş tutması, devleti tanrı yerine koymasıdır. Öyle ki tasavvufçular, İngiliz işgali altındaki Hindistan ve Pakistan’da, Fransız işgali altındaki Senegal’de de bu geleneklerinden vazgeçmemişlerdir. Çanakkale’de Fransızlarla, Kut-ul Amare’de İngilizlerle savaşan Pencaplılar,  fetvalarını sufi hocalarından almışlardı. Bazıları da kendilerini besleyen İngiliz yönetimini dar-ül İslam, laik Türkiye’yi de dar-ül harb ülkesi ialn etmişlerdir. Mevlana’da, Moğollarla arasını iyi tutmuş ve bazı tarihçilerce, Moğol ajanlığı ile suçlanmıştır. İşin doğrusu tasavvufçular, tekkelerine karışılmadıkça, vakıfları ve kendileri beslendikçe, iktidarla uyumlu yaşamışlar (bu iktidar İngilizler, Fransızlar da olsa), arpaları kesilince de şeyhleri devlete en büyük asi kesilmiştir.
                Kadınlarla da arası pek iyi değil. Öykülerinde kadınlar ya akılsız, ya da şehvet düşkünü ve güvenilmez. Eşekle ilişkiye gireni, kocasını aptal yerine koyanı ve şahini güvercine çevireni mevcut ama aklı başında, mantıklı olanı yok. Bir ara Nobel ödüllü yazar Necip Mahfuz’un romanlarını çok okuyordum. 7-8 kitabını falan bitirmiştim. Dikkatimi bir şey çekmişti. Kitaplarında adı geçen kadınların neredeyse tamamı ahlaksızdı. Namuslu kadınların ve mutlu halkların hikâyesi olmaz derler. Lakin hiçbir olay örgüsünde namuslu kadın yok. Arapça öğretmenliği yapan bir arkadaşım var, şimdilerde üniversite de öğretim görevlisi oldu, Arap dili ve edebiyatı konusunda mastır yapıyor. Dediğine göre Arap romanlarının genelinde bu varmış. 
                Kitap boyunca Mevlana’nın yaşadığı çağda oğlancılığın, yani aktif homoseksüelliğin çok yaygın olduğunu anlıyoruz. Mesela kadınlar, kalabalık oldukları için, yolu kapattıkları bir erkeğe, çok oldukları halde kendilerini görmedikleri için sitem ediyor. Başka bir olayda da, oğlancının biri, belindeki kocaman hançere rağmen kendisini savunamayan oğlanla alay ediyor. Sonra her hikâyeden sonra öğütleri sıralıyor. Tut ki babandan sana miras kaldı Zülfikar, bileğin Ali’nin bileği değilse, neye yarar Zülfikar, diye sorar.  Böylesi pek çok öykünün yanı sıra,  birilerini de oğlancıktı diye aşağılıyor. Mevlana’nın doğum yerinin Afganistan Belh şehri civarında bir köy olduğu düşünülürse, bu durum daha iyi anlaşılır.  Bu ülkede özellikle Taliban’ın iktidara gelişiyle oğlancılık ve sübyancılık iyice kurumsallaşmıştır. Bacha Bazi denen pedofili sübyancılığı, Afgan kültürünün tarihsel bir parçasıdır.  İşin doğrusu Arap topumu için de öyledir.  Mesela İbni Fadlan, seyahat ettiği Oğuz yöresinde, bir çocuğu iğfal eden tecavüzcünün neden idam edildiğini anlamamıştır. Arap ülkelerinde bunu cezası hafiftir çünkü.
                Diğer bir olay da, Mevlana’nın meşhur arkadaşı, dostu Şemsi Tebrizi ile ilişkisinin nasıl yorumlanması gerektiğidir. Zeki Velidi Togan, anıların bir yerinde Mevlana’ya değinir. Mevlana zamanında tüysüz oğlanların dergâhlara alınmadığından bahseder.  Bence ikisi arasında asla fiili livata, oral-anal anlamda seks olmadı. Kendisinin oğlancılığı aşırı derecede bir lanetleme durumu var. Gene de ikisi arasında libido vardı. Ben bu konuda Freundcuyum. Bastırılan cinsellik duyguları, başka türlü de ortaya çıkabiliyor. Aralarındaki dostluğu anlatan kelimelerin tuhaflığından bunu çıkarıyorum.
                Tasavvufun meşhur dünyadan vazgeçme durumu, Mevlana’da biraz farklı. Adamın birinin eline, bir define haritası geçer. Bu define, bir harabeden bir ok atımı uzaktadır. Adam harabenin dibine gelir, gösterilen yöne ok atar, okun düştüğü yeri kazar ama bulamaz. Bu sefer oku daha uzağa atar, gene bulamaz. Mevlana der ki behey ahmak, sana zemereği kopart, kirişi kır mı diyen oldu, sen oku hiç germeden atacaktın.  Mesnevinin başlarında bir yerlerde anlatılan bu hikâyeye, Mesnevi boyunca sık sık atıflar yapılır. Dünya hırsının zararları sadece masum olaylar ya da masallarla değil, erotik, hatta basbayağı hard porno öykülerle dolu olduğudur. En meşhuru da hizmetçisi gibi eşekle cinsel ilişkiye girmek isteyip,  hizmetçinin kabaktan yaptığı düzeneği görmeyerek ölen, hizmetçinin hikâyesidir.   Mevlana’ya göre dünya malını istemekte tam da böyle bir şeydir. Dünyadan elini eteğini çekmek uğruna bekâr kalmayı abes ve Hristiyanlık özentisi olarak görür. Dünya nimetinden çok ta sakınmamalı, nefse eziyet etmemelidir. Nefis, insanın kaynamayan kazıdır. Mevlana’dan başka pek çok tasavvuf şiirinde bahsi geçen,  kaynamayan kaz, insanın nefsidir. Derler ki bir kaz, neredeyse bir dana kadar yer, doymaz. İnsan nefsi de bir kaz kadar doymazdır. Onu kaynatmanın, yani yok etmenin imkânı yoktur. Bu açıdan Mevlana, gerçekçidir. Kendini tanrıya adayacağım diye aç kalan, kendisini hapseden, hele de bekâr kalanları hiç anlamaz.  Bu, oku çok uzağa atmak, zembereği koparırcasına çekmektir. Bu gerçekçilik, benim fikrimce Mevleviliği en sağlam tarikat yapmıştır.  Cumhuriyet ilan edilip, tekke ve zaviyeler kanunu yürürlüğe girdiğinde sadece Nevşehir Hacı Bektaşi Veli ve Mevleviliğe dokunulmamıştı. İşin doğrusu çürümeden Mevlevilik de payını almıştı.
                Mesneviden ve Mevlevilikten bahsedilmişken, dört kulu öldürmek mecazından da bahsetmek lazım gelir. Bu kuşlar kaz, tavus, karga ve horozdur. Bunlar insanda dört huyu temsil eder. Kaz, insandaki hırstır. Horoz, şehvettir. Tavus, makam ve kendini beğenmektir. Karga, insanda bitmek bilmeyen uzun emellerdir. İbrahim peygamberle ilgili bir efsaneden alınmıştır. Kendisi bu dört kuşu parçalayıp, dört bir yana dağıtmıştır. En fazla da doymak bilmez kazın adı geçer. Yukarıda değindiğimiz gibi, Mevlevilikte nefis, kaynamayan kazdır.

                Özellikle yabancı yazarların Mevlana’ya (yabancı kaynaklarda Rumi diye geçer) aşırı bir hayranlığı vardır. İslam denildiğinde adını peygamber Muhammed’den önce anarlar. Oysa kendisini,  onu ayağının tozu olamam diye tarif eder. Hemen her dinden, kültürden insanı etkilemiştir. Hintli yazar  Jiddu Krishnamurti bile, benim için Ateist Mevlanadır. Baştan sona okunması zevklidir lakin piyasada torunlarından Abdülbaki Gölpınarlı’nın şerhleri ile dolu baskısı vardır, Milli Eğitim Bakanlığınca basılmış. Medrese geleneğinde, yeni kitap yazmayıp, eski kitapları şerhlerle doldurmak ve bunları yeni eser diye sunmak geleneği, Mevleviliğe de bulaşmıştır. Pek çok önemli İslam İlahiyatı eseri, okunmak için şerhlerden, yani dipnot ve parantezlerden kurtulmalıdır. Diğer bir konu da, dini kitapları ya da pek çok kitabı, pasajlar, bölümler halinde okumak ve alıntılamak. Bütününü okuduğunuzda, kitaba bakış açınız bütünüyle değişiyor.

14 Aralık 2017 Perşembe

BENCE 15 TEMMUZ DARBE GİRİŞİMİNİN BAŞARISIZ OLMA SEBEPLERİ

1)İdeolojisiz kalmak: Şimdi en akp’lilerin de kabul edeceği gibi iktidarının ilk yıllarında akp ile fetö ilişkileri çok sıkıydı. Fetö’nün AKP’yi devirmesi için gerekli bir ideolojisi yoktu.  Ekim devriminden evvel, Bolşevikler ile Menşevikler arasında da uzun süre bir işbirliği olmuştu. Bolşevikler, çarlığı devirmedi, çarlığı zaten Menşevikler devirmişti. Menşevikler ile Bolşevikler arasındaki fark ideolojikti çünkü sınıfsaldı. Akp ile fetö arasında sınıfsal bir durum yoktu, sınıf içi bir kavga vardı belki. Üst sınıflar arası kavgalar da devrimlere sebep olabilir. Sınıf içi kavga da çok belirgin değildi. Bu yüzden 17-25 Aralık soruşturmalarından sonra kitleler ve diğer tarikatlar, fetöden ayrılmaya başladı. 17-25 Aralık ile 15 Temmuz arasındaki yaklaşık iki buçuk yılda, özellikle esnaf, cemaatten süratle kaçtı. Esnaf, daha 2014 ocağında kitleler halinde, vadeyi de kırdırarak, Bankasya’dan paralarını çekmeye başladı. Fetullah ise Pensilvanya’da 5 kuruşunuz bile olsa yatırın diye fetva verdi.  Gene de para çıkışını durduramadı. Çünkü akp’yi devirmek, sınıflarının da, sınıf içi çıkarlarının da aleyineydi.
2)FETÖ Cemaatinin gevşekliği, avanta kaynağı olması:  Cemaat hiç sıkıya gelmedi, 28 Şubatta türbanlarını ilk çıkaran onlar oldu. 12 Eylül’de generallere övgüler düzdüler. 17-25 Aralık operasyonlarından sonra da zoru gören cemaat, sıcak çaya atılmış küp şeker gibi dağıldı. Çünkü bu gerçek çatışmaydı ve bu çatışma da fetönün iktidara gelmesi ve kalması için çabaladığı akp ve muhafazakâr-dinci kesimin idolü olan Recep Tayyip Erdoğan’a karşıydı. Önce küçük ve orta büyüklükteki esnaf kaçtı. Nur evlerine, vakıflara ve himmet denen haraçlara para vermeyi kesti.  Zaman gazetesi, Sızıntı, Aksiyon dergileri gibi yayımların abonelikleri bıçak gibi kesildi. Ardından Bankasya’dan mevduat kaçışı başladı. Bankasya konusu en hassas konuydu, banka çok sarsılmış olmalıydı ki Fetö, Pensilvanya’dan, beş liranız da olsa yatırın diye emretti. 15 Temmuz sonrasında sadık tarikatçılar, en fazla bu ölçüye alınarak tespit edildi. Memurların da pek çoğu, en azından görüntüde reisçi oldu. 15 Temmuzda ise twitter’dan ve bazı yandaş kanallardan sokağa çıkmayın demekten başka bir şey yapmadılar. O gece sokağa çıkması gerekenler, cemaatçilerdi. Oysa gecenin ilerleyen saatlerinde bazılarının darbe aleyhine sokağa çıkmaya başladığı ortaya çıktı. En son iki astsubay, darbeyi ilk duyduklarında hayırlı olsun diyor. Gecenin ilerleyen saatlerinde halk sokağa dökülünce de darbeye direniyorlar. O ilk hayırlı olsunun kaydedilme ihtimalini düşünemiyorlar. Bir de, o gece Erdoğan’ı kaldığı otelden kaçıran helikopter pilotunun bile telefonunda bylock denen program bulunmuş.
3)Erdoğan mitinin, Fettullah mitini ezmesi: Fettullah Gülen ve cemaatinin hiç zora gelmediğini yazmıştık. Fettullah’ın kendisi de, malum, sızmayı itiraf ettiği videodan sonra aynen Amerika’ya, Pennsylvania’ya kaçtı. Bütün bu yıllar için Erdoğan, hapis yattı, parti kurdu, iktidara geldi ve defalarca seçim kazandı. Fettullah ise okyanus ötesinden emirler yağdırmakla yetindi. Bu arada Erdoğan, fetö medyasından ayrı kendi havuz medyasını kurdu ve bu medya her gün Erdoğan’ı övdü. Halk için fetö, çok uzaklarda bir isimdi.
4)Erdoğan iktidardan gidince ortalığın karışacağı korkusu: Aslında iktidar partisi, yıllardır bu korku ile halkı yönlendiriyor. Akp ya da Erdoğan yerine Pensilvanyalı’nın gelmesinin doğuracağı kargaşa, tarikatın kendi mensuplarını bile ürküttü.
5)Muhalefetin Fetö’den, Erdoğan ve akp’den daha fazla nefreti etmesi:  AKp kurulmadan getirmişti. 17-25 Aralık operasyonlarından sonra,  Balyoz ve Ergenekon davalarının kumpas olması, Zekeriya Öz ve diğer Fetöcülerin bu kumpasları düzenleyenler olduğunun açığa çıkması, onlara nefretin daha da artmasına sebep oldu. Diğer bir sebepte, fetö  iktidara gelindiğinde, muhalafet bile yapılamayacak olmasıdır. Şeyhleri, Humeyni gibi uçakla Türkiye’ye geldiğinde ilk önce, hatta Akp ve Erdoğan’dan önce solcuları, Atatürkçüleri başta olmak üzere tüm muhalefeti sindirmek olacaktı. Yalandan olsun, muhalefet yapamayacaktı. Arkasına Amerika’yı alıp, ülkeyi tam bir Amerikan sömürgesi yapacaktı.
6)Diğer cemaatlerin Fetö devlet başkanlığını, kendi mevkilerine uygun bulmaması:  Fetö büyüdükçe, diğer cemaatlerde kendi çapında büyüdü. Hepsi akp ve Erdoğan iktidarından memnundu. Fettullah Gülen’in siyasi iktidarı da ele alması, onlar için can sıkıcı olacaktı. Mevcut dini iktidarlarını da kaybedeceklerdi. Humeyni, İran’da iktidara gelirken, kendisine en ufak muhalefet edenleri, mollalar da dahil, hatta özellikle mollaları, ezdi geçti. Mollalık cübbelerini ve yetkilerini ellerinden aldı.
7)Halkın darbe tecrübesi: Türk toplumu darbelerden çok şey kaybetti, pek bir şey de kazanmadı. 27 Mayıs 1960, 12 Kasım  1971, 12 Eylül 1980, 28 Şubat 1997 ve benzeri darbe ve darbe girişimleri, Türk toplumuna hep zarar verdi, hep acı getirdi. İnsanlar artık iktidarlar, darbe ile devrilsin istemiyordu.
8)Şartların olgunlaşmamış olması: Kenan Evren, 12 eylül öncesi anarşi ve teröre uzun süre göz yumduğunu (daha doğrusu konsey olarak yumdukların) kendisi de itiraf etmişti. Ülkede pek çok kişi, 12 eylül darbesini ilk duyduğunda, oh be, hayatım kurtuldu demişti. 15 temmuz öncesinde ortam çok içi açıcı olmasa bile (halen de öyle değil), öyle bir şu hükumet gitse de, ya da kaç aydır hükumet kurulamıyor, kardeş kardeşe düşman olmuş durumu yoktu. Ahmet ve Mehmet Altan kardeşlerin ve Nazlı Ilıcak’ın yazıları da, ancak kendi eş-dost çevresini etkiliyordu.
9)Darbeyi yapanların asker olmaması: Darbeye karışanların hepsi, soru çalarak, birbirlerini kollayarak sınav kazanmış, rütbe kazanmış kişilerdi. Askeri okuldan diplomanız olması, sizi asker yapmaz. Çünkü siz, öğrenmeniz gerekenleri öğrenmemiş, rütbe ve göreviniz için gerekli yetenek, bilgi ve becerileri kazanmamışsınızdır. O gece bir askerin yapmayacağı hataları yaptılar. Riskleri hesaplamadılar. Çünkü gerekli askeri eğitimi almamışlardı. Asker elbisesi giymeniz, sizi asker yapmaz, rütbeleriniz de yapmaz. Siz o askerlik becerilerine sahip misiniz, mesele odur.

10: O gece yapılan hatalar: 12 Eylül ve 27 mayıs darbeleri (diğerleri darbe yaparız yoksa haa.. demek olan muhtıralardı), radyo ve televizyonun (27 mayısta o tek kanallı televizyon da yoktu) devletin egemenliğinde olduğu dönemde, gece 3-5 arası, uykunun en tatlı saatlerinde olmuş, bitmiş, sabah uyanan insanlar da, olanlar oldu hissine kapılmıştı.  Darbe gecesi ile ilgili halen bilinmeyen ve açıklanamayan çok şey var. Cumhurbaşkanını otelden çıkaran pilotun bile telefonundan bylock çıkması, bazı 15 temmuz gazilerinin fetö davalarında sanık olması gibi. Darbenin bence en ironik tarafı, 12 Eylülün meşhur işkence grubu DAL’a (Derin Araştırmalar Labavatuarı. 1. Ve 2. Şube polislerinden oluşuyordu) mekan olan Ankara İl  Emniyet müdürlüğünün, 15 temmuzda en şiddetli çarpışmalara sahne olmasıdır.