24 Mayıs 2018 Perşembe

KAVGAM ELEŞTİRİSİ 3
ETKİLERİ, ETKİLENDİKLERİ  VE İDEOLOJİYİ ELEŞTİRİ


                Kitabın genel anlamda iki yazardan etkilendiğini net olarak söyleyebilirim. En başta İtalyan diktatör ve faşizmin mucidi ve isim babası Benito Mussolini, ardından da Nietzsche.
             Nietzsche'ye karşı bence abartılı bir hayranlık var. Ondan fazla Nietzsche kitabı okumuş biri olarak, bunu rahatlıkla söyleyebilirim. Ateist ve hatta anarşist olması, onu faşist olmaktan kurtarmıyor. Ingeborg Bachman'ın da dediği gibi, faşizm, iki kişi arasındaki ilişkiyle başlar. Devleti, tüm toplumsal kurumları, hatta ahlakı ret etmesi, Nietsche'nin insanlar arasında ayrım yaptığı, üstün insan diye hayali bir insan çeşidi yarattığı ve kendi haline bakmadan da kendisini de üstün insan ya da onların gelecekteki prototipi olarak gördüğü gerçeğini değiştirmez.
               Gerçi faşist liderlerin ve hatta faşist kitleler için de bu geçerlidir. Hitler dahil Nazi liderleri genelde çelimsiz, hastalıklı tiplerdi. Faşizmde genelde toplumun her açıdan dipte olduğu zamanlarda ortaya çıkar. 
              Bence Nietzsche'nin milliyetçi olmama sebepleri, bohem ve savurgan hayatı, o zamanlar Almanyayı birleştirmeye çalışan Prusyalılara olan nefreti ve frengi hastalığıdır. Özellikle son dönemlerinde yazdıklarındaki karmaşa, ilerleyen frengi hastalığının psikozlarıdır.  Kapitalist yazarlar, Karl Marks'ı eleştireceğim diye Hegel'i ve hatta Platon'u umarsızca eleştirirken, Sosyalist yazarların Nietzsche hayranlığı saçmalıktır. Kendisi de sosyalizmi, kapitalizmin aynı derecede otoriter kardeşi olarak görmüştür. Nietzsche eleştirisi kendi başına uzun bir yazı konusu olduğu için burada bırakıyorum.
            İşin doğrusu Fichte'nin her hangi bir eserini okumadım. Yalnız pek çok milliyetçi Türk kitabında şu cümle sabit olarak bulunur.  Büyük Alman filozofu Fichte der ki, eğer bir ulus hak ettiği yere gelemiyorsa, o ulusun hayatıan bir kasıt vardır. .Bertrant Russel'e göre Hitler'in felsefi fikirlerinin akışı Kant, Ficte, Nietzsche diye gider. Bu mantıkla Hitler'i eleştirmek için de Kant'a kadar gitmeli. Ben Kant'ın pek çok kitabını okumuş biri olarak buna gerek görmüyorum. Ficte, Nietzsche eleştiriler ise elzemdir.
              Benim en çok merak ettiğim, Atatürk'ün Nutuk'undan etkilenip, etkilenmediği idi. Okumadığına kesin olarak eminim. Kendisinde kesin bir monarşi ve saltanat düşmanlığı sezdim. Avusturyayı yöneten Hasburg, Prusya'yı yöneten Hohenzollern hanedanlarından açıkça nefret ediyor. Hatta izlediğim bir belgeselde anlatıldığına göre, iktidara geldiğinde, Hollanda'da sürgünde olan devrik imparator 2. Wilhelm, Hitlere bir telgrafla, kendisinin monarşiye gereken önemi vereceğine emin olduğunu söylemiş. Hitler'de telgrafı okuduktan sonra uşağına dönmüş, ne salak herif  demiş. Yazdıklarına göre Hasburg ailesi,  Osmanlı ailesinin, özelikle 2. Abdülhamit'in önemli mevkileri Arnavutlarla doldurması gibi, Çeklerle doldurmuş. Prusya ve Avusturya devletleri hakkında yazdıkları, İttihatçıların Osmanlılar hakkında yazdıklarına benziyor. Kendisi parlamenter sistemden nefret etmekle beraber, monarşiye karşı.
                 Etkilerinden, Türk gençliğinin diline doladığı, iç savaşların toplumları güçlendiği savına gelelim. İç savaştan anladığı ya da anladıkları (sempatizanları ile beraber) devleti iktidarı kendilerinden yanayken azınlıkları ve muhalifleri katletmek. Oysa otuz yıl savaşlarının büyük bir kısmı, Almanya iç savaşı olarak yaşanmış, Almanya otuz yıl savaşları öncesi refahına ve zenginliğine yüz yıl sonra ulaşabilmişti. Pek çok Alman, bu savaşlar sonrasında Balkan yarım adası, Rusya dahil doğu Avrupa, İskandinavya ve Avrupa'nın her tarafına dağılmıştı. O çok şikayet ettiği Prusyalı-Bavyeralı kavgasının temelinde de bu savaşların izleri vardı.
           Ülkeleri asıl güçten düşüren iç savaşlar olmuştur. İç savaşların toplum içinde getirdiği düşmanlık daima kalıcı olmuştur.
              Hem kapitalizmi, hem de sosyalizmi Yahudi eseri olarak görmekle beraber, her iki ideolojini kaynağını Almanya olarak görmesi de onu benmerkezci (egosantirik) bakış açısının sonucu. Oysa kapitalizm Floransa'da ortaya çıkmıştır. İlk burjuva sınıfı, Floransalı yün tarayıcıları ve kumaş dokuyucularıdır. (Werner Sombart-Burjuva kitabı) Kendisi, tıpkı Mussolini gibi sosyalizme de kapitalizme de karşı olduğunu iddia etmekte. Uygulamada tüm faşizmler, desteklenen ve besiye çekilen bir burjuva grubunun rahat çalışması ilkesine dayalı kapitalizmdir.
          Yahudilere karşı ilk büyük suçlaması, kendi içlerinden evlenmeleri, Yahudi inanışı gereği Yahudi kanının kadın soyu üzerinden taşınması, Yahudi kadınlar, Yahudi olmayanlarla evlenirken, Yahudi erkeklerin bunu yapmaması. Faşistler de ötekileştirdiklerini hep bununla suçlar. Sanki Almanlar Yahudi erkekleri ya da kızları ile evlenmeye çok meraklı. Her toplum, çocuklarının kendi etnik grubu içinde evlenmesini ister.
            En basitinden Balkan göçmenleri bile, çoğunlukla Sünni iken (%15 civarı Aleviymiş. Ben Alevi olanı ile tanışmadım), ilk iki nesil fire vermeden kendi içlerinden evlenir. Buna da sebep olarak, gelenek ve göreneklerinin farklılığına bağlarlar. Ben tanıdığım Muhacirler arasında (Balkan göçmenlerinin Anadolu'da ki yaygın ortak adı budur) öyle de aman aman bir gelenek farkı görmedim. Halk oyunları bile çok benzer.
            Fark derseniz, görebildiğim farklar şunlar; ergenlerde eğer hem kız, hem de erkek Muhacirse, kız-erkek arkadaşlığına bir daha hoş görü ile yaklaşıyorlar. Bakirelik onlarda da güçlü bir tabu. Anadolu halkı da bu açıdan onlara yaklaşmaya başladı. Bizdeki ev hanımlığı, onlarda pek yaygın değil. Genelde ailede yürüyebilen herkes bir şekilde işe gider. Anadolu'da doğrudan kuzen (amca-hala-dayı-teyze çocukları) evliliği yaygınken, onlarda biraz uzak akraba (yenge'nin kuzeni, hala'nın kocasının yeğeni vb) evlilikleri yaygındır.Bizde de hayat şartları artık bunu gerektiriyor.  Erkeklerinde, bizdeki gibi hovardalık adeti yok. bu da çalışkanlıkla birleşince, genelde beş parasız göç ettikleri halde, şöyle beş sene geçmeden hali vakti yerinde olurlar. Hatta Türkiye'nin süper zenginlerinin çoğu Rumeli göçmenleridir.
          Ben onlara karşı bir ayrımcılık yapıldığını ya da ayrımcılıktan şikayetçi olduklarını görmedim. (Gerçi bir şekilde, işlerine gelmeyince onlara hakaret edenler olmuştur tek tük) Eğer kendi içlerinden evlenmek bir suçsa, herkes suçludur. Muhacirler, Anadolu halkına sadece fiziksel olarak benzemez. Anadolu halkı genelde esmer olurken, Muhacirler sarışındır. Bulgarlar, Yunanlar, Sırplar ve pek çok Balkan milleti, fiziksel olarak Anadolu halkına daha çok benzer. Bu yüzden Balkan Türklerinin, Sibirya'dan gelip, Avrupayı işgal etmiş Avar, Uz, Peçenek gibi sarışın olduğu bilinen diğer boylardan geldikleri iddia edilir.
      Görüldüğü gibi kendi içlerinden evlenmek sadece azınlıkların değil, kendilerini farklı hisseden herkesin tavrı.
         Yahudilere karşı yaptığı diğer bir suçlama da, spekülasyon, faizcilik vs vs. Genelde Faşizm, azınlıkları bunlarla suçlar. Oysa bu suçları fazlası ile işlediği halde, hiç de Faşizan ayrımcılığa uğramayanlar var. 15 Temmuz darbe girişiminden olsa bazı il ve ilçelerin adı çok ön plana çıktı. Aynı köyden, kasabadan ve ilçeden bir sürü general çıkmıştı ve hepsi de Fetö'den tutuklanmıştı. Benzer şekilde Fetöcü bir sürü hakim, savcı, kaymakam vb kişiler, aynı ilçeden çıkmıştı. Gene de bu yöreler Sünni Türk köyü olduklarından, halkı doğrudan Fetöcülükle damgalanmadı.
           Bunu Avrupa,  Amerika çapında İtalyanlara karşı alınan tavırla anlayabiliriz. Dünyada, özellikle A.B.D ve Avrupa'da mafya demek, İtalya, özellikle de Sicilya demektir. A.B.D'de önemli mafya örgütlenmelerinin ana yapısını Sicilyalılar ve İtalyanlar oluşturur. Pek çok suç sektörü onların elindedir. Gene de Amerikalılar, bir İtalyana, bir siyahi ya da Yahudi'ye davrandıkları gibi ayrımcılık yapmaz. Bir İtalyan ev kiraladı ya da satın aldı diye bir apartman, site ya da semtte emlak fiyatları düşmez; İtalyanları üye kabul etmeyen sosyal kulüpler,dernekler yoktur; İtalyan olduğunuzu öğrendiğinizde size hizmet etmeyi ret edecek lokanta ya da otel de bulamazsınız.
          Geçenlerde bir haber izlemiştim. İsviçre polisi, İtalya'nın Sicilya adasına komşu Kalabriya bölgesi mafyası Ndrangeta (n harfi okunmuyor, Drangeta deniyor) ile mücadele için Kalabriya lehçesi ile konuşacak eleman arıyordu. İsviçrelilerin çoğunun ana dili Almanca bile olsa, Zürih kantonu Fransızca ve güneydeki bir kaç Kanton İtalyanca konuşur. Bazı köyler ise orta çağ Latincesi konuşur. Demek Kalabriya bölgesinin dili o kadar farklı ki, İsviçreliler anlamıyor. Buna rağmen sıradan bir İsviçreli, İtalyanlara ya da Kalabriyalılara yad a Sicilyalılara faşizan bir nefret göstermez. Bir İtalyana ev kiralamaktan ya da bir İtalyanı işe almaktan tereddüt etmez. Nrangeta, Cosa Nostra (Sicilya mafyası), Camorra  (Napoli mafyası) ya da öyle bir İtalyan mafya örgütlenmesinden nefret etmek yerine, bu örgütlerin çalıştırdığı, örneğin uyuşturucu satışı için torbacılık yaptırdığı Afgan, Türk, Arap, Siyahi ya da bilmem hangi fakir  ülkeden gelmiş ülke halkından nefret eder. (Yazıya koyduğu fotoğraf bu konu ile ilgilidir, büyük İtalyan Mafya oluşumlarının çıktıkları yöreler)
           Bir Ateist olduğu halde (o zamanlar Ateistliğini gizlemekteydi) Yahudileri, İsa'ya ve ilk Hristiyanlara zulüm etmekle de itham ediyor. Bu durumda çok geç Hristiyan olan ve özellikle İngiltere- İrlanda Hristiyanlarına zulüm eden Vikingler ve onların torunları olan İskandinav halklarından da nefret etmesi gerekir. Kaldı ki tüm Yahudilerin katlettiği Hristiyan sayısı, otuz yıl savaşlarında ya da buna benzer mezhep savaşlarında birbirini katleden Hristiyan sayısının on bininde biri eder mi?
           Azınlıklara karşı diğer bir suçlama da, inançlarının dine uymadığı. Oysa aynı dinin içerisinde inançları çok  daha farklı olduğu halde, ayrımcılığa uğramayanlar vardır. Nurcular, Sait-i Nursi'nin risaleleri ilahi bir ilhamla yazdığını iddia ederler. Onlar için risaleler vahyidir. İçtihat için Kuran ya da sahih (güvenilir) hadisler yerine, risalelere öncelik verirler. Kadirilere göre Abdülkadir Geylani, sevdiği bir hizmetçinin ölümünü engellemek için, Azrail'e tokat atmış, Azrail'in sepeti devrilmiş ve bu sayede o gün ölen pek çok kişide hayata geri dönmüştür.
         İşin ilginci ırk ya da soy bile faşizan öfkenin kaynağı olmayabilir. Türkiye'de faşistler, beğenmedikleri kitlelerin ya da kişilerin Ermeni, Yahudi, Rum vs soyu olduğunu iddia eder, Alevilerimn, Kürtlerin vs aslına kripto (gizli) Ermeni, Yahudi olduklarını falan söyler. Oysa Rize'nin Hemşin ve Çamlıhemşin civarında yaşayan ve kendilerine Hemşinliler diyen Sünni bir grup insan, Hemşince diye bir çeşit orta çağ Ermenicesi konuşur.
       Görüldüğü gibi pek çok inanış, esas dini naslardan çok uzaklaştığı halde, öyle faşizan bir öfke ile muhatap olmaz. Sırf Ateist olduğu için Aziz Nesin'e öfke kusan kitleler, Bakara-Makara sallıyoruz bir şeyler diyen politikacılara oy vermeye devam ederler.
                      Hitler'in son iddiasına, Almanların, yani Latince adı ile Germenler, çok mu saf ırktır. Aralarına karışan diğer ırklardan genler, zamanla silinmiş midir? Günter Gras, hem Teneke Trampet hem de Soğanı Soymak (Soğanı Soymak otobiyografisidir) adlı kitaplarında Kaşubyalı topluluğunun yarı Alman, yarı Polonyalı olduğunu kendisi söylüyor. Sosyal Demokratlığı ile ünlü de olsa, gençliğinde bir Nazi olduğunu kendisi itiraf ediyor. Daha önce de söylemiştim, Almanya otuz yıl savaşlarını en kanlı şekilde yaşadı, sonuçta Almanya ve Avrupa'nın kuzeyi Protestan (İrlanda, Polonya ve Litvanya hariç)Protestan, güneyi de Katolik kalmıştır. Bunun sonucunda milyonları bulan insan kitleleri göç etmiş, Katolikler, Katolik ülkelerine, Protestanlar Protestan ülkelerine yerleşmiştir.
            Kendisi Almanların sarışınlığına, Yahudilerinde esmer olmasına değiniyor. Oysa meşhu propaganda bakanı Herman Göring bile ufak tefek ve siyah saçlıydı. Ben pek çok sarışın Yahudi de biliyorum . (Meşhur foto model Bar Rafelli mesela)
             Yahudilerin tarih boyunca saf ırk kaldıkları da, bizzat Tevrat ve kendi tarihçilerince yalanlanmıştır. Meşhur kral (peygamber) Süleyman devrinde, bu günkü Yemen'de bulunan Himyar krallığı, meşhur melikeleri Belkıs aracılığı ile Yahudi olmuştur. Kral Davud devrinde binlerce Hitit'in (ki kendilerine Hatti ya da Eti derlerdi, Hitit, Tevrat'ta geçen adlarıdır) Yahudi olduğu yazar. Hazar kavmi, Türk asıllı oldukları halde Yahudi olmuşlardır.
           Türkiye'de bazı topluluklar, örneğin Abdallar, belki de herkesten fazla saf Türk oldukları halde, faşizan aşağılama ve öfke hedefidirler. Halen çoğu Alevi'de olsa, önemli bir kısmı, tekke ve zaviyelerin kapatılmasından sonra hızla asimle olmuştur. Esrar kullanmak dışında da bir suçlama ile karşılaşmazlar. (Kırıkkale'de Abdal olmayan yerel halkın tek iddiası bu esrar kullanımı yaygınlığıydı. Bir Abdal'dan bizde esrar yaygındır sözünü duymadım.)
         Neşet Ertaş'a, babası Muharren Ertaş'a, Çekiç Ali ve benzeri sanatçılara sevgi, kimseyi kandırmasın. Bu halk Bülent Ersoy'u sevse de, mahallesinde transeksüel istmez. Örnekleri çoğaltmak fazlası ile kolaydır. Linet sevilir, Yahudiler sevilmez, Fedon sevilir, Rumlar sevilmez, vs vs...
          Faşizan öfkenin sebebi, o topluluğun, toplumu yönlendiren güçlerin çıkarlarını zedelemesidir. Yoksa o topluluğun inançları, yaşam tarzları, ırkları, suç oranları pek önemli değildir.
         Fikirlerinin orijinal olduğunu iddia etse de, büyük ölçüde  Benito Mussolini'den kopyadır. Bedene oturan, dar askeri üniformalar, askeriyeye benzer şekilde, tek el hareketi ve tek kelime ile selamlaşmalar hep Mussolini'den almıştır.
        Mussolini, Faşizmi icat eden değil, Avrupa'ya getiren kişidir. Faşizm ve ırkçılık, önce sömürgelerde icat edilmiş, sonra Avrupa'ya gelmiştir. Yerel halkları daha iyi sömürmek için ten rengi, göz şekli vs bahane etmişlerdir. Irkçılıklarının da sebebi, yerel halkın din değiştirerek, onlarla ortak dindaşlık paydasına gelmesini engellemektir.
          Faşizmi Avrupa'ya getiren İtalyan ve Alman milletlerinin ortak özellikleri, uzun yıllar siyasi birlikten uzak olmaları, sömürgeleşme yarışına geç katılmaları. Almanya, olan sömürgelerini de 1918' de kaybetti. İtalya ise, Mussolini iktidara gelene kadar Avrupa dışında sadece komşusu Libya'ya, Eritre'ye ve o zamanlar İtalyan Somali'si denen Güney Somali'ye sahipti. Mussolini'den sonra Afrika'nın son bağımsız devleti Habeşistan (Etiyopya)'yı da işgal etti. Hatta bu işgal, Avrupa devletlerince alkışlandı.
         Gene de bu, zenginlik düşü gören İtalya'ya yetmiyordu. Hitler de Kavgam'da halka vatan değil, sömürge vaat ediyor ve bu sömürgenin Avrupa'da olacağını açıkça söylüyor.
       Kapitalistler, insanları faşizm dahil radikal ideolojilere iten temel düşüncenin yoksulluk olduğunu söylüyor. bu kocaman bir yalandır.
        1929 bunalımın Avrupa'da en çok Almanyayı vurmuş olmasının ardında da bazı komplolar vardır. Almanya'nın en büyük çelik sanayicisi Stinnes daha Kavgam'ın yazıldığı yıllarda Hitler'i keşfetmiş, 1928'de partisine üye olmuştu.Büyük kriz 1929'da başlamıştı, 1933'de Hitler iktidara gediğinde ise çoktan bitmiş, reichsmark'dan, Almanya'nın euro'ya geçene kadar kullanacağı Deutschemark'a geçilmişti bile.
            Hem 1929 dünya bunalımı en fazla Amerika Birleşik Devletlerini vurmuştu çünkü etkisi 1939'da savaş başlayana kadar sürdü. Savaş ekonomisi, yeni kriz ürettiği için eskisini unutturmuştu. Oysa Amerika bir diktatörlük ya da faşizm eğilimi göstermemişti, hem halk, hem de yönetim olarak.              Atlanan başka bir konu ise, Almanya'nın o yıllarda, hatta daha önce sinde bir refah devleti olduğudur. İngiliz işçi sınıfının sefaleti Charles Dickens'in romanlarına, Jack London'un Ezilenler adlı kitabındaki şahsi gözlemlerine ya da Fransız işçi sınıfının sefaletini Emil Zola anlatırken, Alman işçi sınıfı, Avrupa'nın diğer işçilerine göre daha müreffeh durumdaydı. Gerçi o zamanlar en iyi işçi, en az sefil işçiydi.
          2015 Nobel Edebiyat Ödüllü Rus yazar, Svetlana Aleksiyeviç'in Kadın Yok Savaşın Yüzünde adlı kitabında bazı ilginç ayrıntılar var. Rus askerleri, Silezya, Doğu Prusya ve Pomeranya'dan, hatta Polonya'dan başlayarak bazı hakiki Alman köylerine, şehirlerine girdiklerinde, pek de alışık olmadıkları bir refahla karşılaşıyorlar. Yerler karo ya da parke kaplı, pencere önünde saksı çiçekleri, ince işlenmiş desenli porselenler, narin Bohemya kristali bardaklar, pirinç karyolalar, hemen hemen her evde radyo ve telefon vs vs. Hatta Rus askerler bu gördükleri şeyleri geri döndüklerinde kendi evlerinde, köylerinde uyguluyorlar. Kendileri tahta karyolalarda yatıp, metal yada çömlke kaplarda yemek yiyorlar. Evde saksıda çiçek yetiştirme alışkanlıklarını da böyle ediniyorlar.
        Hitler açıkça ideolojisini anlatıyor, savaştan, toprak edinmeden, bu toprakların Avrupa kıtasında olacağından ve ari ırkı bozan unsurların temizleneceğinden falan açıkça bahsediyor. Demek ki Alman halkı bu vahşeti bilerek ve isteyerek kabul etmiş. 1933'ün Alman halkı bayağı, hatta 2002 yılının Türk halkından daha eğitimliydi muhtemelen. Nazi partisine 1932 seçimlerinde %37,2 oranında oy vermişlerdi. Gerçi o zamanlar da Nazi olmayıp da Nazilere çalışan liberal demokratçıklar vardı muhtemelen. Ay bunlar ırkçı demokrat, sadece Nazilere düşmanlar. Almanyayı Weinmar  vesayetinden kurtacaklar diye propaganda yapan birileri olmuştur.
          Bu yazımda anlatacağım son konu da, özelikle Amerikan sinemasının nedense Naziler hakkında Alman halkını mümkün olduğunca masum gösterme çabası. Nazlerin elinden kaçıp, yıllarca Türk üniversitelerinde çalışan, Atatürk'e karşı suçlar kanunu başta olmak üzere pek çok kanunun hazırlayıcısı ve hatta pek çok Türkçe hukuk teriminin mucidi Ernst von Hirsh anılarına Almanların Nazilerden de önce Antisemitist olduklarını çok güzel anlatmakta.
       Hem o insanlar, filmlerdeki gibi sadece toplama kamplarının içinde çalışmıyordu. Ari ırk her Alman, işini görmeye zorunlu işçi çağıra bilmekteydi. Büyük çaplı inşaatlar, ahır temizlemek gibi zor işlere hep bu bir deri, bir kemik insanlar çağırılıyordu. Gene Svetlana Aleksiyeviç, kitabının bir yerinde, bir Alman'ın köpek taklidi yapmaya zorladığı Yahudi bir çocuktan bahseder. Nazilerin Doğu Prusya'dan çekilmeleri ile ilgili bir belgesel izlemiştim. Orada Alman kadınlar, üstelik de kocaları cephedeyken, yanlarında zorunlu Yahudi işçi (çoğu kadın ve çocuk) bulundurabiliyordu.
        Bu yazı çok uzadı. O yüzden Hitler'in çıkmayan öngörülerinden, bu yazıdan sonra bahsedeceğim.

19 Mayıs 2018 Cumartesi

Leoparın Kuyruğu 2



Leoparın Kuyruğu 2

Leoparın Kuyruğu 2
DEİZM, TENGRİCİLİK, ZERDÜŞTLÜK, ALEVİLİK  VE ATALAR DİNİNE DÖNÜŞ
Geçen yazımı habergalerisi.com’da daha önceki yazı ile arası açılmasın bir de yazı uzamasın diye kısa kesmiştim.
Şimdi fark ettim ki, bu sefer leoparın kuyruğunu tutan bendim ve bırakmakla hata edecektim.
Bu Tengricilik mevzusunu açtım, devam etmeliyim.
Bu da yakında, imam hatiplilerin Deizme kayması mevzusu gibi patlak verecek.
Konu dışı, imam hatiplileri Deizme iten sorular bana nedense Martin Luther’in 95 maddelik tezlerini hatırlattı nedense.

Şimdi de yeni bir meselemiz var. Ata dinlerine dönüş hevesi. Bu, Deizm akımının bir kolu.

Önce Zerdüştlük (Kürtlerin de inandığı söylenen ateşperestlik kökenli antik İran dini), şimdilerde de Tengricilik çıktı.
Yunanistan’da tekrar antik Helen dinine dönen, Zeus’a tapanlar var.
Bu konuda Alevi dedesi ve ilahiyat profesörü Cemil Kılıç, Odatv.com’a bir yazı yazmıştı.
Halit Kakınç’a memlekette öyle bir akım yok, yeme bizi hocam diye aynı sitede başka bir yazı yazdı.
Halit bey Google amcaya bir sorsaydı, durumun vahametinin farkına varırdı.
Cemil Kılıç’ın adını hatırlamakta zorlanınca, Google amcaya sordum, Alevi dedesi, odatv vb kelimelerle arama yaptım Google’da bana, bunlar da arandı gibisinden:

-Nasıl Alevi olabilirim?

-Alevi olmak istiyorum
gibisinden sorular da çıktı.
Dedim ne oluyoruz, imam hatipliler, Martin Luther gibi sorular soruyor, Ateizm, deizm, panteizm, ne varsa yayılıyor, birileri interntten nasıl Alevi olunacağını soruyor.
Buna karşı iktidarın alternatifi daha fazla din dersi, daha fazla imam hatip.
Oysa ben teşhisimi tekrarlıyorum. Sizin o yazılımınız, bu donanımdaki gençlere uymaz.
Sizin o yazılımınız, kitap, gazete dergi okumayan, tek kanallı televizyonu izleyen, darbe sonucu muhalefetin başının ezildiği, dış dünyaya kapalı, ezik gençlik içindi.
Biz Amerikan filmlerini bazı bazı bir buçuk yıl sonra sinemalardan izlerdik, şimdikiler internetten anında alt yazılı izliyor.
Şimdilerin internette fink atan, haftada iki kitap okuyan gençliğini klasik din ve siyasi bilginizi daha fazla anlatarak etkileyemezsiniz.
Olay aynen şu, şehir Adana ve siz klima günah diyorsunuz. Uçağa mazot doldurup, uçmasını bekliyorsunuz.

Ya da o uçağa, dizel motoru işletecek yazılım yüklüyorsunuz.

Daha önceki yazımda dediğim gibi, yazılım-donanım uyumsuzluğu. Bu uyumsuzluk da gençliği yeni arayışlara götürüyor.   
Aslına olay birkaç sene evvel PKK sempatizanı Kürtlerin, Zerdüştlüğe ilgi duyması ve PKK’nın da bunu desteklemesi şeklinde az biraz açığa çıkmıştı.
Akp yanlısı medya, özellikle Akit gazetesi olayın üzerine atlayıp, örgütü din kılıcı ile vurmaya çalışmıştı.
O günlerdeki bir PKK katliamının ardından, Zerdüşler diye manşet atmıştı.
Zerdüştlüğe ilgi, birazdan bahsedeceğim Tengricilik gibi atalar dinine dönüş çabasıdır.
Zerdüştlüğün pek çok kitabı kayıptır.
Büyük İskender ve ardından gelen Selevkoslar döneminde Zerdüştlük ve Zerdüşt din adamları büyük bir kıyıma uğramıştır.
Partların (Artabanlılar), İran’ı geri kurtarması, yüz yıldan uzun zaman aldı.
Üzerine de bu hâkimiyetini bazı Yunan şehirlerine bir çeşit özerklik vererek sağladı.

Devrilmeleri de bu yüzden oldu.

Artaban (Part) hanedanlığı, ülkede Hristiyanlığın yayılmasına da hoş görmesi üzerine Zerdüşt din adamları olan Sasanlar isyan etti, kendi saltanatlarını kurdu ve bu dinin son altın çağı başladı.
Bu çağda halife Ömer’in 12 yıllık mücadelesi ile İran, İslamiyet’çe fethedilince bitti.
Zerdüştlük tekrar bir yıkım yaşadı. Bu gün dünyada çoğunluğu Hindistan’da, İran’da çok az kaldı.
Bu din ile ilgili pek çok kitap ve belge kayıp.
Mesela Zerdüştlerin alkollü olduğu tahmin edilen, bitkisel içeceklerinin formülü kayıptır.
Tengiricilik ya da Şamanizm denen İslam öncesi Türk inançları ile ilgili de benzeri bir durum vardır.
Avrupa Hun İmparatoru yıllarca tanrı Ares’e ait olduğunu ileri söylediği bir kılıcı taşıdı.
Kılıç, efsanede olduğu gibi ucuna kadar toprağa gömülüydü ve kılıç Katalon savaşında kırıldı.
Kılıcın kırılması, Avrupa Hun devletini zayıflattı. Atilla’da son bir çaba ile Roma şehrini yıkmaya karar verdi.
Meşhur İtalya seferine çıktı. O dönemin papası ricacı olarak ayağına gitti.
Bu görüşmeden sonra da Atilla, Roma seferinden vaz geçip, geri döndü.
Hristiyanlara göre bunun sebebi Aziz Petrus’un, Odin kılığına girip, (kendisi çizgi roman karakteri Thor’un babasıdır) Atilla’yı korkutmasıydı.

Bu olayın da pek çok resmini, rölyefini yapmışlardır.

Roma belgelerine göre Atilla, Sezgin Burak’ın Tarkan çizgi romanının aksine, Türk’ten çok Alman’a (Germen) benziyordu, en azından dini açıdan.
Eski Türk dini açısından elimizde çok kaynak yok. Bazı Çin, İran ve Yunan kaynakları falan var.
Mesela İbni Fadlan’a göre (13. Savaşçı filminde Antonio Banderas canlandırmıştı onu) Başkurtlar, tahtadan penis heykellerine tapıyordu.
Herodot’a göre kaynanalar, gelinlerini diri diri yakma hakkına sahipti. Bunlar çok da sağlam olmayan kaynaklar.   
En sağlam olarak nitelendirilebilecek kaynak, Alman asıllı Rus Türkolog ve Antropolog Wilhelm Radlof’dur.
Uzun süredir yeni baskısı yapılmayan Sibirya’dan adlı eserinde geniş derlemeler, dil bilimi incelemeleri ve antroplojik araştırmalar yapmıştır.
Orhun yazıtlarını da keşfetmekle kalmamış, kopyasını çıkarmış, Danimarkalı Türkolog Wilhelm Thomsen’de bu kopyalarla, Kopenhag’da ki evinde kitabeleri çözmüştür.
Radlof’un araştırdığı Türkler ise, neredeyse beş yüz yıldır Ruslarla ilişkide, hatta Rusların egemenliğindeki Türklerdir.
(Radlof, Türkolojiyi bir bilim olarak kuran insandır) Orhun yazıtları ise, Türklerin Müslüman olmasalar da, Müslümanlarla karşılaştığı ve savaştığı dönemlerde yazılmıştır.
Tengricilik, sadece Türkiye değil, diğer orta Asya- Sibirya Türklerinde de yayılmaya başlayan bir akım.
Konu ile ilgili kaynaklar azsa da, gençler İslamiyet dışı arayışlarını sürdürmekte.

Benim ilgimi çekense, Tengricilerin, Alevilikle ilgilenmesi.

Tengricilik, cumhuriyetin ilk yıllarına, belki de daha eskilere kadar giden bir maziye sahiptir.
Ziya Gökalp, Türklerin inanışlarının, İslam’a çok benzediği için çabucak Müslüman olduklarını yazar.
Ders kitaplarında da böyle yazar:
Bence İslamiyet ile İslam öncesi Türk inanışları arasında tek ciddi benzerlik, domuz eti yememe tabusudur.
Sakalar (Yakutlar), Hakaslar (Yenisey Kırgızları) ve pek çok Sibirya halkı, üç yüz yıldan fazladır Hristiyan oldukları ve hiç Müslüman olmadıkları halde, halen domuz eti yemezler.
Benim ilgimi çeken, Tengrici ya da Şamanist grupların Aleviliği de merak etmesi.
Cumhuriyetin ilk yıllarında Alevilik ve Şaman inançları ile ilgili pek çok araştırma yapılmıştır.
Enver Benhan Şapolyo, Dinler ve Mezhepler Tarihi kitabında, bundan ayrıntılı olarak bahseder.
Bununla beraber Türkçüler, Milliyetçiler, Alevilikle pek ilgilenmemişlerdir.
Buna da sebep, milliyetçiliğin faşizan yapısı gereği azınlık olan ve geleneksel olarak ötekileşeni sevmemesidir.

Bu eskiden beri böyledir.

Nihal Atsız, Niğdeli Kadı Ahmet’in kitabında, Taptukiler adı verilen bir topluluğa yapılan hakaretlere dayanarak, Alevilere ait hakaretleri destekler.
Oysa bu iddialar, İmam Gazali’nin kitaplarında, pek çok topluluk için (Şiiler, İsmaililer, Babek taraftarları, Mazdekçiler vs vs) tekrarlanır.
Üstelik Deli Kurt romanında, Şeyh Bedrettin taraftarlarının La İlahe İllalah Bederettin Resullah diye bağırdığını iddia eder.
Başkahraman Çakır Bey, Varsaklara esir düşer.
Orada Varsakların kımız içtiğini iddia eder ama Varsakların Alevi olduğunu anlatmaz.
Aleviliğe ilgi duyulmama sebebi, bu mezhebin sadece Türklere ait olmaması, her dini inanış gibi çeşitli toplumlarda yayılmasıdır.
Bugün Alevilerin çoğu Türk’te olsa, hatta Kürtçe konuşan Alevilerin de biz Horasandan geldik diye kendi köklerini Türk olarak görmesine rağmen, en aktif Alevilerin Kürt olması olabilir.
Hüseyin Nihal Atsız’ın bile sempati duymadığı Alevilikle, bu çağın gençleri ilgi duyması, bunu da Tengricilik, Şamanizm adına yapmaları, ülkece ciddi bir dini kriz geçirdiğimizi gösterir.

Ben sağcı, dindar kesimin gençliğinden bir patlama bekliyorum.

Patlama derken ne Gezi’yi, ne de Kobane olaylarını kast ediyorum.
Gezi de, Kobane ‘de patlama falan değildi. Onlar sibobdan gaz kaçışıydı.
Belki güçlü bir gaz çıkışıydı ama patlama değildi. Bir 1968 baharı, 1848 ihtilalleri, hiç değildi.
(Yazımın görseli, Atilla ile Papa’nın karşılaşmasının temsili resmidir.

14 Mayıs 2018 Pazartesi


Leoparın Kuyruğu Yazılım Donanım ve Deizm Ateizm Tengricilik Falan 


Afrika’da bir yörenin atasözü varmış. Leoparın kuyruğunu tutma, tuttuysan da bırakma.Leoparın Kuyruğu Yazılım Donanım ve Deizm Ateizm Tengricilik Falan

Benzer bir söz de istihkâmcı askerlerin vardır. Mayın ve bubi tuzakları için, gevşekse germe, gerginse kesme dedi.
İşte iktidar partisi, Deizm tehlikesinden bahsederek, leoparın kuyruğunu tuttu, sonra yok öyle bir şey gibisinden açıklamalar yaparak, leoparın kuyruğunu bıraktı.
Deizm, Ateizm olgusu, hele de bunların yayılması, Türkiye’de yeni bir şey değil.
Doksanlarda Aleviler, iki binlerde Kürtler arasında Ateizmin yayılmasını ne Diyanet, ne de Milli Eğitim umursamıştı.
Faşizm temelde ayrımcılığa dayanır ve ötekileştirdiğinin hali ile eğlenir.

Bu sefer işler değişmişti.

Muhafazakâr, dindar aile çocukları, hele de imam hatipler arasında yayılıyordu bu Deizm illeti.
Hitler, Mussolini, Ateist olabilirdi ama Faşizm, her ülkede aynı ilerleyemezdi.
Müslüman ülkelerde milliyetçilikle, dini ayırmak, beyhude meşgaledir.
Milli Eğitim bakanlığı ve Diyanet, aslında daha çok din dersi verelim, tarikatlara destek verelim ve benzeri manada bu tehlikeye dikkat çekmişti.
Dikkat etmedikleri şeyse, bu yaptıklarının kuyruğu yere düşürmek ve ya yeni neslin deyimiyle karizmayı çizdirmek olmasıydı.
Sonrasında Solcu medyanın olayın üzerine mal bulmuş Mağribi gibi atılması, leş bulmuş kuzgunlar gibi üşüşmesi de, telaşla leoparın kuyruğunu bırakmalarına neden oldu.
İnkâr ettiklerinde ise neredeyse iki yıldır bürokratlar arasında dolaşan araştırmalara ve raporlara ulaşanlar, bunu Milli Eğitim ve Diyanetin yüzüne vurdu. Siyaset böyledir, bir kere düştün mü, her gelen bir tekme atar.
Cumhuriyet ve Birgün gazeteleri konuyu didikliyor.
Leman ve Bayan Yanı dergileri de habire esprisini yapıyor, karikatürünü çiziyor.
Burada sorun toplumsal. 
Fen liselerinde bile bol bol din derslerinin (siyer, peygamberin hayatı vs ) zorunlu seçmeli verildiği, öğrencilerin zorla imam hatibe gönderildiği, televizyonlarda ilahiyatçıları cirit attığı bir zamanda, hele de dindar aile çocukları neden dinden uzaklaşıyor, bir açıklama yapmak gerekli.

Benim bu konuda bir teorim var.

Sebebi yazılım, donanım konusu ve kuşak farkı.
En başta kendi kuşağımdan ve kendi kuşağımın yazılımından ve donanımından başlayacağım.
İtiraf edeyim bu günkü iktidar partisini iktidara getiren, benim kuşağım.
1970’li yıllarda doğan ve 80’lerde çocuk olanlar.
Ben 1974 doğumluyum ve 45 yaşımdan gün alıyorum.
Genel anlamda solcu- sosyal demokrat çevrelerde büyüdüğüm, arkadaş edindiğim halde, en sağcı insanların kendi yaşıtlarım arasında olduğunu görüyorum.
Biz 12 Eylül rejimince sağcı ve dindar, hatta dinci tarikatçı olması için yetiştirildik.
En başta 12 Eylül rejimini Atatürkçü zannetmekten vazgeçelim.
12 Eylül, gardırop Atatürkçülüğü denen gösteriş Atatürkçülüğünü getirdi, asıl Atatürkçülüğü zayıflattı.
Her okul bahçesine Atatürk büstü, her odaya Atatürk resmi, Gençliğe Hitabesi ve İstiklal Marşı tablosu asmak, her dersin yıllık planına Atatürkçülük konuları eklemek, okul içinde Atatürk köşesi gibi şekilci uygulamalar, 12 Eylülde zorunlu oldu.
Atatürk dönemi bedene tam oturan ve keskin hatlı takım elbiseler ve benzer erkek kıyafetleri; kadın giyiminde etek-ceket takımlar (o zamanlar tayyör deniliyordu bu elbiselere) o zamanlar moda oldu.
Buna karşın Atatürk’ün çok önem verdiği Türk Dil Kurumunu ve Türk Tarih Kurumunu birleştirme adı altında boşaltıp, saçma sapan Dil ve Tarih Yüksek Konseyini kurdurmak, polis teşkilatındaki ilk FETÖ örgütlenmelerini hoş görmek, Alevi köylerine cami yapmak, imam atamak, din derslerinin zorunlu olması ve her okulda en az bir din dersi öğretmeni olması gerekliliğini anayasa maddesi yapmak, ülkenin tek televizyon kanalında her hafta en az bir din programı yapmak ve daha bir sürü benzer icraatlar, 12 Eylüle aittir.
12 Eylül rejimi, basını ve eğitim sistemini de kullanarak, bu günkü toplumu itina ile inşa etti.

Hem de en ufak ayrıntısına kadar.

O dönemde basılmış çocuk öykü kitaplarının ana teması, anne-babasının sözünü dinleyene çocukların başlarına gelenlerdir.
Ortaokul seviyesinde ise okullada neredeyse sadece Ömer Seyfettin’in kitapları vardır. 
Onun eserleri ise çocuklara uygun değildir. Zaten kendisi de çocuk edebiyatı olsun diye yazmamıştır.
Ömer Seyfettin eleştirilerimi bloğumda (Habergalerisi okurları için onbinkitap.blogspoot.com, şahsi bloğum) yazmıştım.
Ders kitaplarında ise son çeyrek yüzyılın solcu yazarları ve Nazım Hikmet gibi önemli solcu yazarlar silinmiş, ortalık Necip Fazıl ve Arif Nihat Asya gibi sağcı yazarlara kalmıştı.
Tarih ve coğrafya dersleri uzun süre milli tarih, milli coğrafya adı ile işlendi.
Tek kanallı devlet televizyonu, yaşlıların halen ajans dediği ana haber bülteni ile seksen öncesi ya da 12 Eylül öncesi denilen, özü sağın, devletin gücünü kullanarak sağı ezmesi olan gelişmeleri, önce sağ-sol çatışması, sonra da solun devleti yıkma girişimi gibi tanıtmasını sağladı.
Dört ya da beş saat olan hafta içi günlük yayınının on, on beş dakikası o zamanın muktediri, devlet başkanı ve genel kurmay başkanı olan Orgeneral Kenan Evren’in açıklamaları ve yakalanan yasa dışı sol örgüt görüntüleri olurdu.
Roman ve hikâye kitapları ya da günlük gazeteler, örgütsel doküman diye gösterilirdi.
Bu yüzden o yıllarda kitap satışları çok düştü. Olan itabın çoğunu Ankara alıyordu.
Uzun süre Ankara’da kitap satışları, İstanbul’dan fazla oldu.
(İstanbul’un her zaman Ankara’nın en az 2 katı nüfusu olduğu halde)
Gazete satışları da, uzun zaman nüfus arttığı halde sabit kaldı.

Yazılı basın da sağcı ulus yaratmak için uğraşıyordu.

Astronot Amstrong’un ayda ezan duyup, Müslüman olması, su altı belgeselcisi Cousteau’nun bir Kur’an ayetinden etkilenip Müslüman olduğu gibi yalanlar, basın tarafından tekrarlandı.
Her şey bir yana Jacques-Yves Cousteau’nun cenazesi, Paris’in meşhur Notre Dam katedralinden kaldırıldı.
Kur’an yırttığı için fare olan kız, cesedi  secde eder halde Kızıldeniz’in dibinde bulunan firavun, baldan Allah yazan arılar, Han von Ayberg denen sahtekar, Barış Manço’nun programına çıkan ve kelime-i tevhit yazan ağaç dilimleri, kuran ve 19 rakamı ilişkisi ve daha hatırlayamadığım nice sahte mucize, basın tarafından bize gerçekmiş gibi tekrar tekrar anlatıldı. 
İki de bir Türkiye’ye gelen Cat Stevens, Müslüman olmadan önce o kadar da büyük yıldız değilmiş.
Yusuf İslam olamadan evvel sadece 1 albümü varmış.
Sonra dönem değişti. Basın halen sağcı, dindar vatandaş yetiştirme peşindeydi. Bizim nesil çok etkilendi.
Bir de sağcı ve tarikat üyesi bir ailede doğduğunuzu düşünün. Sorun bizden sonraki nesilde başladı.
Bizden sonraki nesil, yani şu n otuzlu yaşlarında olanlar, daha sağcı yetişse de, daha az dindar ve muhafazakâr yetişti.
Televizyonlar çok kanallı olmaya başlamıştı.
1989’da Star1 (Star tv) açılmadan evvel de halk, yavaş yavaş uydudan yabancı kanalları izlemeye, vhs-beta kasetlerden yabancı dizilerin yayımlanmayan bölümlerini izlemeye başlamıştı.
Çok kanallı televizyon, yeni radyo, tv kanalları derken, değişik ve yen fikirler girdi hayatımıza. 90’lı yıllarda televizyonlar daha çılgın ve cüretkârdı.
Bunun bir sebebi o zamanlar zaten özel televizyonlar (kâğıt üzerinde) yasakken, RTÜK vb denetim kurumlarının olmaması ise, diğer sebebi de internetin yaygınlığıdır.

Mesela artık Türkçe haber dergisi (haftalık ya da aylık) yok.

En son Nokta tekrar çıkmıştı, 15 Temmuz’dan sonra o da kapandı.
Ben şahsen haber için televizyon izlemek neyse de, eskilerin ajans dediği ana haber bültenini izlemeyi kendime zül sayıyorum.
Muhalif bile olsa, illa hükumet başkanının açıklamaları, açılışları, konferansları ilk sırada ve uzun uzun izletiliyor.
Hele şu günlerde 12 Eylülde Kenan Evren’i dinliyor gibi oluyorum. Ses ve tonlamalar falan, aynı o.
Şu anki iktidar partisi, iktidara gelmek için geç kaldı.
Televolelerden, Siyaset meydanından ve internetten sonra toplum çok değişti.
Ben lisedeyken, okul birincisi kızı, okulda sevilisi oldu diye üniversiteye göndermediler, evlendirdiler.
Bildiğim başka bir kıza da otuz yaşına kadar talibi çıkmadı bu yüzden.
Kadın zamparalık yaptı ya da dayak yedi diye kocasından ayrılmazdı.
Şimdi ise en ufak yanlışta boşuyorlar adamı. Üstelikte acı bir tazminat üzeri nafaka ile.
Şimdi bu neslin kızlarına, türbanlı ve imam hatipli de olsa, o eski aşırı erkek egemen dünyayı anlatırsın.
Tanıdığım biri, karısına ve velayeti onda kalan iki çocuğuna aylık on beş bin lira nafaka veriyor.
Boşanma sebebi çapkınlık. Eskidendi o göstere göstere zamparalık yap, sonra sağda solda övüne övüne anlat.
Geçenlerde çalıştığım lisede veli toplantısı vardı. Velinin biri okuldaki kız erkek arkadaşlıklarını sordu.
Ben de öğretmenler arası toplantıda ve okul yönetiminden bu konu ile bir uyarı ya da konuşma duymadığımı ve okulda da böylesi yakınlaşan öğrencilere denk gelmediğimi söyledim ki doğruydu.
Bizim okulun etrafı açıklık, her tarafta kamera var, okulda bunu yapamazlar.
Muhtemelen bu devrin gençliğinde vardır, hemen hepsi dershaneye falan gidiyor, oralar yakınlaşmak için müsait dedim.
Ne deseydim, daha önce çalıştığım taşra-kasaba liselerinde bile varken, arkadaşım güneydoğuda bir ilin merkezinde, üstelikte kız imam hatip lisesinde bu işlerden yılmışken, Ankara’nın ortasında bir fen lisesinde bu işler olmaz mı deseydim?
2008 ya da 10 gibiydi.
Kırıkkale’de bir lisede çalışıyordum Okulun öğrencilerinin dörtte üçünden fazlası kız ve bu kızlarında yarıya yakını türbanlıydı.
Müdürümüz Yakup hoca, bayağı sağcı-milliyetçi birisiydi.
O bile bir toplantıda, keşke kızlar, okuldan biriyle gezse, en azından gözümün önünde olur, fazla yakınlaşamazlar, yanlış yapmalarına engel olurum demişti.
Düşünürsek haklı adam. Kız sosyal medyadan birilerini bulacak, başına iş gelecek.
Oysa aynı okuldan biri ile el ele tutuşması bile zor olur. Ancak sahiplenme anlamında bir flört olur.
Kız-erkek ilişkileri olayın sadece bir yönü. Bu zamanın gençleri o uyduruk mucizelerinize de inanmaz.
Kuranda 6666 ayet yok 6236 ayet var, o da 19’a kalansız bölünmüyor der.
Dünya Müslümanlarının %55’i okuma yazma bilmiyor der.
DNA ve moleküler biyoloji bu kadar ilerlemişken, evrimin nesini yalanlıyorsun der.
İmam Gazali ve Buhari, neden cehennemin çoğunluğu zenginler ve KADINLARDIR demiş der.
Bu nesilde herkes en azından bir şekilde liseye gitmiş oluyor ya da yılda 5-6 tane popüler kitap okumuş oluyor.
Son sığınak din kaldı. O da gençleri bunaltıyor, gençler Deizm’e, Tengriciliğe falan kayıyor.
Sebebi sizsiniz. Bu donanımdaki gençlere bu din yazılımı olmuyor.

1 Mayıs 2018 Salı



KAVGAM İNCELEMESİ 2 
KİTABIN GENEL YAPISI VE KİTAPTA OLMAYAN ŞEYLER

                     İlk önce bu kitap ile ilgili ön bilgileri vermeli. Bir kere bu kitap, Lenin'in Ne Yapmalı ya da Nasıl Yapmalı'sı gibi ve ya Atatürk'ün Nutuk'u gibi tek hamlede yazılmamış. Birahane darbesi sonrasında hapis yaptığı günlerde yazdıkları, kitabın sadece ilk yarısı falan. 1933'de iktidara gelene kadar kitaba yeni bölümler eklemiş.
       Bu yüzden ilk bölümlerde bütün Alman halkına değil de, koyu Katolik Bavyera ve Avusturya halkına seslenme çabası daha fazla. Buna bağlı olarak ilk bölümlerde bol bol tanrı diyor ve Katolik kilisesi ile Martin Luther'den saygı ve övgüyle bahsediyor.  Mezhep kavgalarının o yılların Almanya'sında bile etkin olduğunu görüyoruz. Otuz yıl savaşlarından Almanya bölünmüş, Fransa bütün olarak çıktı. Her iki ülkede de mezhep kavgaları devam etti. Fransa, Saitnt Barthelemy katliamını yaşadığında Vestfalya barış antlaşması imzalanalı yüz yılı geçmişti. Gene de Fransa, kavgalı da olsa bir ve bütündü. Almanya'da ise, Kutsal Roma (Cermen) imparatorluğu kağıt üzerindeydi. İmparator artık ne asker, ne vergi toplaya bilecekti.  Tamamen kağıt üzerindeydi artık. Almanlar mezhep kavgası yaparken, diğer uluslar dünyayı paylaşıyordu. Bunu kitapta Hitler'in kendisinin söylemesiydi.
          Kitabın son bölümlerinde hiç tanrı kelimesinin geçmemesi ilginç. İlk sayfalar tanrı kelimesinden geçilmiyor. (Geçmeyen başka kelimelerden de bahsedeceğim) Hitler,  tıpkı Mussolini  gibi ateistti. Hitler, meşhur NAZİ selamı ve SS birlikleri dahil pek çok ideolojik ögeyi Mussolini'den almıştı. Mussolini'de ateist olmasına rağmen 1870 yılında Savoya hanedanlığının birleşmesi ile tarihten silinen Papalık devletini 1929 Lateran antlaşması ile yeniden kurulmasını sağladı. Mussolini her zaman Papalık ve Katolik kilisesine bağlı kalırken, Hitler, 1943'de parası bitince kiliseleri yağmalayıp, papazları toplama kamplarına gönderdi. O zamanda Marti Neilmöller meşhur sözlerini söyledi, ben tutuklandığımda sesini çıkaracak kimse kalmamıştı. Hitler papazları toplama kamplarına gönderir, kiliseleri yağmalarken, esir Alman askerleri, bir ilahiyatçı asteğmenin yaptığı Meryem Ana portresinde deva arıyordu.
                Bence bir kitapta bahsedilmeyen şeyler, bahseden şeyler kadar önemlidir. Subliminal mesaj denen gizli içerik, çoğu kez yazılmayan, gösterilmeyen şeylerle verilir. Öyle zan etiğiniz gibi geri plandaki şekiller, Disney çizgi filmlerindeki çıplak kadın, penis imajları ile değil. Örneğin hiç bir kovboy filminde tarım yapan Kızılderililer görmezsiniz. Oysa Kızılderililerin çoğu çiftçiydi. Buradaki suliminal mesaj, Kızılderililerin vahşi olduğu mesajıdır.  Benzer şekilde Amerikalıların Vietnam filmlerinde portakal gazı ve 2. dünya savaşında atılan bombaların daha fazlasını bu küçük ülkeye atmaları yoktur. Buradaki gizli mesaj, terörü önleyip, barış getirdikleri yalanıdır. Benzer bir şekilde Red Kit çizgi roman ve filminde Amerikayı oluşturan tüm unsurların hikayeleri vardır, zencilerin ki yoktur. Zira bu çizgi roman Belçika yapımıdır ve zenginliğini büyük ölçüde, otuz yılda nüfusunun yarısını katlettiği Kongo'ya borçludur. Genel anlamda da siyahileri hor görürler. Ret Kit çizgi romanında siyahiler ancak garson olarak ve hiç ses çıkarmadan vardır. Şirinler çizgi filminin bir bölümünde siyahlaşıp  aptallaşır, tedavi ile mavi olurlar. bu bölüm ırkçılık muamelesi görünce de siyah rengin yerini mor alır. Benzer şekilde Dan Brown'un Melekler Ve Şeytanlar serisinde de Papalığın günahları anlatılmaz. Wilyam James'in, Dinsel Yaşantı Şekillerinde hep Ateist ya da Yahudi iken, hidayete erip, Protestan ya da Katolik Hristiyan olanların hikayeleri vardır. Bir kaç tane de İslam, Hinduizm ve Budizm örneği vardır. Ateizmi tercih edenlerin hikayeleri yoktur.
                 Bu açıdan benim de bu kitapta olmayan bazı şeyler ilgimi çekti.
            Kitapta hiç VATAN kelimesinin geçmemesi de çok ilginç. Acaba çeviri hatası mı diye düşündüm. Daha ilginci bize yıllarca ders kitaplarında 1. dünya savaşının asıl sebebi olarak gösterilen Alsaz'dan hiç bahsetmemesiydi. İşin doğrusu Almanların 1870 Sedan savaşı ile alıp, 1918'de kaybettiği bu bölgenin halkı, Almanca konuşmakla beraber, kendilerini hiç Alman olarak hissetmemiştir. Bölge halkının da pek çoğu, Alman olarak kalmak yerine, göç etmiş ve çoğunlukla da Cezayir'e yerleştirilmiştir. Bölge bir Alman eyaleti olmamış, 2. Reich'ı (Prusya imparatorluğu) oluşturan 14 eyaletin ortak malı olmuştur. Benzer bir şekilde Almanya'nın Versay antlaşmaları ile kaybettiği diğer topraklar da, protesto gösterileri sebebi ile kitapta yer buluyor. Bu bölgelerin kaybından çok, kaybedilen deniz aşırı sömürgelerin kaybından bahsediyor ve en çok buna öfkeleniyor. Almanya aba vatanından çok, deniz aşırı sömürgeler yüzünden kederlenmesi ilginç. Almanlara da, Versay antlaşması ile kaybedilen toprakları değil, yeni sömürgeleri vaat ediyor. Bu sömürgeler de Kamerun (Bu örneği veriyor. Bu ülke eski Alman sömürgelerinden birisiydi) değil, Avrupa'dan olacak diyor.
               Bunun da sebebi Almanların bu deniz aşırı sömürge işine en son başlayıp, en önce çıkmalarından çok, Almanlarda bir denizcilik kültürü olmaması ve Almanların  bir denizci millet olmaması. Hindistan'ı işgal eden Hint şirketi, uzun yıllar ülkenin tek sahibiydi. İngiltere kraliçesinin Hindistan tacı takması, çok zaman sonraydı. Uzun süre Sih, Müslüman ve diğer milletlerden paralı askerleri ile ülkeyi yönetti.Şirketin asker sayısı, İngiliz ordusundan fazlaydı. Fransız ve Hollanda Antil adalarını işgal edenler, Fransız ve Hollandalı korsanlardı. Hollanda doğu şirketi, Japon ve Filipinli paralı askerlerle, bu gün Endonezya denen ülkeyi işgal etmişti. Denizcilik bir kültürdür. Aylarca  gemide bir avuç erkek bir arada yaşamak veya ana vatandan yıllarca uzakta kalmak, bambaşka bir zorluktur. Bu kültürün, ülke halkına nüfuz etmesi lazımdır.  Yoksa bu Alman donanmasının yapacağı bir şey değildir.
             Öte yandan Hitler'in Alman ulusuna vatan değil, sömürge vaat ettiği açık. Almanlara açıkça yeni topraklarla beraber, zenginlikler de vaat ediyor. Açıkça bu topraklar Avrupa'da olacak diye, daha 1920'li yıllarda bir Avrupa savaşını işaret ediyor. Hırslarını hiç gizlememiş, açıkça saldırganlık sergilemiş. Tahminim Hitler yükselirken de, ay bunlar ırkçı demokrat, azıcık Yahudi düşmanı, ne oalcak sank, hangi Alman, Yahudi düşmanı değil ki? diyen liberal yancıları falan olmuştur.
          Olmayan bir şey de, Orta Çağ boyunca ve sonrasında da Almanya ve tüm Avrupa boyunca yapılmış Yahudi katliamları. Yahudileri katletmek ve Yahudi düşmanlığı, Naziler ya da Hitler ile başlamadı. Türkiye'de uzun yıllar ders veren, hatta Türk hukuk bilimindeki pek çok kavramın mucidi Ernst Von Hirsh'e göre Naziler, Yahudi düşmanlığını hazır bulmuştu. Tarihte bunu gösteriyor. 1. Haçlı seferi bile, Ren vadisi boyunca yerleşen Yahudilerin mallarının, mülklerinin ve kadınlarının yağmalanması ile başlamıştı. Yahudilerin, Ren vadisinden Avrupa'ya yayılışları da böyle başlamış olabilir. Protestanlığın kurucusu Alman rahip Martin Lutler'in kitaplarının birinin adı Yahudileri ve Türkleri Neden Öldürmeliyiz' dir. Alman prenslerinin Yahudileri ülkelerine davetlerini, Yahudilere verilen ayrıcalıkları ve saray Yahudilerini anlatmış. Bu Yahudilerin sayıları çoğalınca, ani bir Progrom denen katliamlarla (Kristal Gece, Almanya ve Avrupa'da sıkça yapılan ve şehirdeki ya da ülkedeki tüm Yahudilere saldırmak demek olan progromların sonuncusuydu. Maraş-Çorum katilamları, 1934 Trakya ve 6-7 Eylül 1955'de olanlar ve 2 Temmuz'da bir çeşit progromdu) katledilmiş, göçe zorlanmış ve malları, mülkleri yağmalanmıştır. Bu tür katliamlar, en Semitik ülke olarak bilinen İngiltere'de bile olağandı.
         Yahudiler ile ilgili olarak anlatılmayan diğer bir konu da gettolardır. İlk olarak Venedik şehrindeki Yahudilerin terk edilmiş barut fabrikası ve arazisine kapatılması ile, barut fabrikası anlamındaki getto kelimesi, şehirlerde Yahudilerin kapatıldıkları alan demektir. Fransız ihtilalinden sonra, Fransa'da ortadan kaldırılmaya başlanmıştır. Almanya'da 1808'de Napolyon tarafından yıkılmış denir bu gettolar. Kaldı ki tamamı da kaldırılmış değildir, en azından kafalarda. Gene profesör Hirsh'in anılarından öğreniyoruz ki, Almanya'nın bazı eyaletlerine Yahudilerin subay ya da polis olması yasaktı. Kaldı ki Prusya imparatorluğunda zaten subay-astsubaylık mesleği (özellikle subaylık) junker denen bir kasta aitti. Kendi aralarında evlenir ve meslek olarak sadece askerliği düşünürlerdi.
      Yahudilikle ilgili anlatmadığı bir şeyde, Yahudilerin göç ettikleri ülkeye getirdikleri ticari canlılıktı. Alman prenslerinin ya da Avrupa krallarını belli dönemlerde Yahudiler göç etsin diye ayrıcalıklar getirmeleri boşuna değildi. Kıbrıs sorununu anlatan bir seminerde, gayet de Türkçü-Milliyetçi olan konuşmacı, Kıbrıs fethedildiğinde, adada ticaret canlansın diye, Beyrut'dan beş yüz Yahudi'nin adaya göç ettirildiğinden bahsetmişti. Sonradan Osmanlı'nın fethettiği her yere Türk yerleştirmediğini ama Yahudi mutlaka yerleştirdiğini öğrendim. Ayrıca 1492'de İspanya'dan sürülen Yahudilerin Ege denizi kıyılarına yerleştirilmeleri boşuna değildi. Osmanlı'ya mülteci ya da göçmen olmanın birinci şartı (hele de Gayrı Müslim isen)   vergi mükellefi olmaktı. 1848 ihtilallerinden  sonra göç eden Macar ve Polonyalılar için bile  bu şart bozulmamıştı.
         Hitler'in yazdıklarına etkilenen diğer faşist yazarlar da, zaten olan düşmanlıkları körüklemekle kalmamışlar, yeni düşmanlıklar da icat etmeye çalışmışlar, bazılarında başarılı olmuşlar, bazılarında olamamışlardır. Mesela Nihal Atsız, hayatı boyunca o Hitler kakülü gibi Hitler fikirlerinden de vazgeçmemiştir. (Yaşlandıkça kelleşen kafasında kakülü bir garip durmaya başlamıştır) Oğlu Yağmur'a yazdığı meşhur mektupta (son 10-15 yıldır inkar edilmeye başlansa da bu mektup gerçektir) Türklere düşman olmayan millet bırakmamıştır. Bunlardan Çerkezler ve Arnavutlar (özellikle Uzun Yayla Çerkezleri), ciddi manada Türk milliyetçisi ve Ülkücü-MHP'lidirler.
        Şimdi bu uzun eleştiriyi Etkilendikleri ve Etkileri  ile Başarısının Sırları başlıklı 2 yeni yazı ile devam ettireceğim.