12 Haziran 2025 Perşembe

TANSU ÇİLLER'İN ANITKABİR HATIRA DEFTERİNE YAZDIKLARI

 


Tiyatrocu Ali Poyrazoğlu 2005 yılındaki oyununda, 23 ciltlik Anıtkabir özel defterinden seçtiği bazı bölümleri seyircileriyle paylaşmıştı ve şunları söylemişti: “Bu ülkede başbakanlık yapmış Tansu Çiller, 5 kez çıkmış Atatürk'ün huzuruna... 5 kez yazı yazmış deftere. 4'ü hiç okunmuyor, beşincisini de şimdi ben okuyacağım sizlere.”
Poyrazoğlu ardından Tansu Çiller'in okunur durumdaki tek Anıtkabir Özel Defterinde yazısını izleyicilerle paylaşmıştı, şöyle yazıyordu:
“Yüce önder. Ulu ve büyük Atam! Doğru Yol Partisi'nin 14'üncü yılını idrak ediyoruz. (Sonra 14'ün üzerini karalamış, 15 yapmış) Laik Türkiye Cumhuriyeti'nin ve demokrasinin bekçileri olarak 16'ncı yılımızda huzurundayız... Davamız yarım asırlık yani 65 yıllık bir davadır. Milliyetçilik ve çağdaşlık yolunda yarım asırdır yani tam 40 yıldır yürüyoruz. Bu ülkenin çimentosu olmanın sevinci içindeyiz. Biz bu ülkenin çimentosuyuz. Bizimle tuğlaları yapıştıracaklar, duvar örecekler, bina yapacaklar, içimize girecekler. İlkelerinin ışığı altında partimizin 17'nci yılını kutluyor, saygılar sunuyorum...
Görüşmek üzere...”

9 Haziran 2025 Pazartesi

ECEVİT PUTUNA BİR TEKME ATMALI

 


Bazı büyük isimler aleyhine yazmak zordur ama gereklidir. Bu genelde çok yapılan bir şeydir. Büyük kişileri eleştirmek yada eleştirmeye çalışmak da başlı başına bir iştir. Bunu da yapan çok olur, çünkü şöhrete ulaşmanın kolay yolu gibi görülür. O büyük kişinin polülaritesine bağlı olarak, o büyük kişiye eleştiriler ve hakaretler çoğalır. Popülaritesi düştüğünde ise onun  hakkında anca övgüler olur. Merhum politiacı, CHP ve DSP'nin eski genel başkanı, milletvekili ve başbakan Bülent Ecevit'te bu konumdadır ama ben onu eleştirmek taraftarıyım ve önce bunun nedenini yada nedenlerini anlatayım.

Bülent Ecevit, artık çoktan rahmetli olmuş ve eskinin silik bir anısıdır. Eşi, Rahşan hanımı, kocasının ölümünden sonra Ankara'da, kitap fuarında gördüğümü hatırlıyorum. Standda, imza için tek başına duruyor ve etrafına bakıyordu. Etrafında kimseler yoktu ve onunla ilgilenen yoktu. Ecevitçilik çoktan ölmüş, DSP'de Ecevit'in sadece adı kalır olmuş,  Herkes Ecevit'i övüyor ama iktidar cenahı, Ecevit'in iktidar yada iktidar ortağı olduğu dönemlerin başarılı işlerini Ecevit'e yada o dönemki iktidar ortağına atfedilirken; başarısızlıklar ve sıkandallar, CHP ve toptan Sol'a  atfediliyor. Bu yüzden Ecevit'in marifetlerini bir bir yazmalı. Ecevit'in kabahati, Ecevit'te kalmalı, CHP yada başka sol partilerde değil.

Ecevit'i efsane eden icraatları,  1972-1980 arasında CHP başkanlığında yaptığı icraatlarıdır. Özellikle 1974 Kıbrıs Barış Harekatı ile anılır. Bu dönemde MSP ( Necmettin Erbakan) ile olan koalisyonu, sanki sırf Kıbrıs Barış Harekatı düzenlenebilsin diye, zorla yapılmış gibidir. Harekattan sonra koalisyonun dağılması bir yana, iki liderin ve iki liderin daha sonraki partilerinin (DSP  ve Refah) bir araya gelmemiş olması, Erbakan'ın CHP'ye karşı Milliyetçi Cephe içinde yer alması da başka bir önemli ayrıntı. 1978-1979'daki 3. başbakanlığı, bir kaç sıkandalla anılır. İlki  en çok oy alan parti olduğu halde, meclisin salt çoğunluğunu ele geçirememesi, ele geçirmek için de on tane adalet partiliye bakanlık vermesi (Güneş Motel olayı); bunlar arasında gümrük bakanı yaptığı Tuncay Mataracı'nın rüşvet alırken yakalanmasıdır. İkincisi gene bu dönemdeki ani ekonomik kriz ve yokluktu. Ben ilk ikisinin TÜSİAD ve derin devlet denen illegal yapıların işi olduğunu düşünürüm. Ecevit'in asıl suçu, Maraş progromudur. Progromun en erken hazrılıkları iki yıllıktır. Sırf progrom için özel bir film (Güneş Ne Zaman Doğacak) yapılmıştır.  Katliam günler sürmüş, TRT'de canlı yayınlanmış, ancak bir haftanın sonunda, saldırılar devlet dairelerine ulaşınca, ordu müdahale etmişti. Kıbrıs savaşında, Kayseri hava indirme tugayını üç günde adaya gönderen Ecevit,  Maraş şehri için günlerce müdahale edememiştir. Ecevit'in bu tavrı da CHP hesabına yazılmıştır.

Asıl eleştirilecek Ecevit, 12 Eylül sonrasının Ecevitidir. 12 Eylül'ün hemen ardından, askerler tarafından üç parti kuruldu veya kurulup, örgütlenmesine izin verildi; Millyetçi Demokrasi Partisi, Sosyal Demokrat Parti ve Anavatan Partisi. Diğer partiler, beş generalden oluşan Milli Güvenlik Komitesinin vetoları gereği ya kurulamadı, ya da örgütlenemedi. Seçime giren ilk üç partinin genel başkanı emekl, general, üçüncüsü ise 12 Eylül rejiminin başbakanlık müsteşarı Turgut Özal'dı. Atatürk'ün yüz küsur yaşındaki yaveri veto yerken,  darbenin bahanelerinden olan, İstiklal Marşının kasten oturularak dinlendiği, MSP'nin Konya mitinginin organizatörü Mustafa Keçeciler, önce milletvekili, sonra bakan oluyordu. Eski politikacılar, eğer seçilmezlerse 1990'a kadar yasaklıydı. (1986'da yapılan bir referandum %60'a 40, oranla yasağı kaldırdı.1977'de İzmir'de MSP'den seçilseydi, Turgut Özal'da yasaklı oluyordu.) Bu dönemde partileri, eski liderlerin, siyasi yasak almamış arkadaşları kurdu ve bunlara EMANETÇİ dendi. Ecevit'in emanetçisi de Ecevit, yani eşi Rahşan hanım oldu ve DSP'yi kurdu.

DSP, yıllarca SHP-CHP'ye sataşarak ve SHP-CHP'nin zayıflıklarından faydalanarak oylarını arttırdı. Önce %10 barajını geçti, sonra solda en büyük parti ve 1999'da ülkede 1. parti oldu. Bu süreçte Ecevit ve DSP,  12 Eylül gibi, tek solcu yada Atatürkçü yanı laiklik savunması, laikliği savunmasının da tek göstergesi, başörtüsü ile uğraşmasıydı. Ben DSP'in iktidar yıllarında öğretmenliğe yeni başlamıştım. Milli Eğitim Bakanlığı, DSP'nin elinde ve Föcöcülerle doluydu. Ecevit'in iktidarı döneminde işçi hakları iyice budandı ve ekonomik krizi bitirmeye, IMF prensi Kemal Derviş getirdi. Bu son döneminde ülkeyi kendi mi yönetti, Hüsamettin Özkan denen karanlık şahıs mı, o da belli değil. Amerikan vatandaşı Merve Kavakçı'yı türbanı yüzünden mecliste ve kameraların önünde aşağılayıp, kahraman yapması; bunamasının ilerlemesi ve son.

Ben demiiyorum ki, ölüyü kötü analım, sadece Sezar'ın hakkını, kötü manada da Sezar'a verelim. Bugün, yani 9 haziran 2025 itibarı ile Nihat Genç, akciğer kanserinden entübe edildi. Genç'in doksanlı yıllardaki mücadelesini inkar etmeyeceğim. Altı yıldır muhalefete muhalefet etmesi ve son olarak İmamoğlu'nun diplomasının iptalinin Nihat Genç'in fikri olduğunu hep hatırlayalım. Kimsenin acısına oh, sevincine ah demeyelim ama ölmüş yada ölmeye yakın da olsa, yanlışlarını hep hatırlayalım.

MAVİ MARMARA VE MADLEEEN (MAHMUT TANAL)


 


TARİH TEKERRÜR EDİYOR, ADALET YİNE SUSUYOR!

Bugün, Gazze’ye insani yardım taşıyan Madleen gemisine 180 km açıkta saldıran İsrail, 12 insan hakları aktivistini zorla alıkoydu, ülkesine götürdü. Bu insanlık dışı müdahale, sadece bugünün değil, geçmişin de bir sonucudur!
Unutmadık: Mavi Marmara!
2010’da Mavi Marmara gemisine uluslararası sularda yapılan saldırıda 10 insan hayatını kaybetti. Dönemin AKP hükümeti, 2016’da TBMM’de çıkardığı kanunla İsrailli yetkilileri yargıdan kurtardı.
Üstelik ödenen “tazminat”
hukuken tazminat değil,
“ex gratia”
yani bir “lütuf”,
“bağış”
olarak sunuldu.
Bu anlaşmayla Türkiye, uluslararası hukuku ve kendi vatandaşlarını koruma görevinden vazgeçti.
İsrail, işte o günden sonra “cezasızlık” zırhını giydi.
Bugün Greta Thunberg gibi isimlerin içinde olduğu insani yardım gönüllülerine yapılan hukuksuz müdahalenin temelinde, işte o “bağış karşılığı vazgeçilen adalet” yatıyor!
Bugün yaşananlar bir ilk değil, o yanlış kararların devamıdır!
İsrail’e cesaret veren o anlaşmayı yapanlar da bu hukuksuzluğun ortağıdır!
İnsan hakları aktivistlerini kaçırmak savaş suçudur.
Uluslararası sularda sivillere müdahale insanlığa karşı suçtur.
Türkiye artık sessiz kalmamalı, hukuk ve insanlık adına güçlü diplomatik adımlar atmalıdır!
Adalet satılık değildir,
insan onuru pazarlık konusu yapılamaz!
Mahmut Tanal (Facebook sayfası)

8 Haziran 2025 Pazar

Johnson Mektubu ve Shanahan Mektubu

 


Sayın Başbakan,

Büyükelçi Hare aracılığıyla sizden ve Dışişleri Bakanınızdan, Türk Hükûmeti'nin Kıbrıs'ın bir bölümünü işgal etmek için askerî güç kullanarak müdahale kararı almayı düşündüğüne dair aldığım bilgilerden ciddi şekilde endişe duyuyorum. Tamamen dostça ve samimiyetle vurgulamak isterim ki, Türkiye'nin bu kadar geniş kapsamlı sonuçlarla dolu böyle bir hareket tarzının, hükûmetinizin önceden bizimle tam olarak istişare etme taahhüdü ile tutarlı olduğunu düşünmüyorum. Büyükelçi Hare, benim düşüncelerimi öğrenmek için kararınızı birkaç saatliğine ertelediğinizi belirtti. Aslına bakılırsa, Türkiye için Amerika Birleşik Devletleri gibi, yıllar boyunca sadakatle desteğini gösteren bir müttefike, birçok sonucu olacak tek taraflı bir kararı sunmanın, hükûmetiniz için uygun olduğuna gerçekten inanıp inanmadığınızı kişisel olarak soruyorum. Bu nedenle, böyle bir adım atılmadan önce sizin Birleşik Devletler ile müzakereleri tamamlama sorumluluğunu kabul etmeniz için ısrar etmeliyim.
İzlenimim odur ki bu tip müdahalelerin 1960 tarihli Garantörlük Anlaşması dahilinde kabul edilebilir olduğuna inanıyorsunuz. Fakat dikkatinizi çekmeliyim ki, bizim anlayışımıza göre Türkiye tarafından önerilen müdahale Ada'nın bir şekilde bölünmesini sağlamak amacıyla olacaktır ki, bu çözüm Garantörlük Anlaşması ile özellikle kapsam dışında bırakılmıştır. Dahası, bu anlaşma, garantör devletler arasında müzakere gerektirmektedir. Birleşik Devletlerin görüşü, bu durumda böyle bir müzakere olanağının hiçbir şekilde tüketilmediği ve bu nedenle, tek taraflı harekete geçme hakkının saklı tutulmasının henüz uygulanabilir olmadığıdır.
Ayrıca NATO yükümlülüklerine dikkatinizi çekmeliyim Sayın Başbakan. Kıbrıs'a Türk müdahalesinin Türk ve Yunan güçleri arasında bir askeri muharebeye neden olacağına dair şüpheniz olmasın. Rusk şehri başkanı, Lahey'deki en son NATO Bakanlık Konseyinde Türkiye ile Yunanistan arasındaki savaşın "tam anlamıyla imkânsız" olarak değerlendirilmesi gerektiğini açıklamıştı. NATO'ya bağlılık, özünde NATO ülkelerinin birbirlerine karşı savaş ilan etmeyecekleri anlamına gelir. Almanya ve Fransa yüzyıllardır süren kin ve nefreti NATO müttefiki olmak için unuttular, Yunanistan ve Türkiye'den daha azı beklenemez. Üstelik Türkiye'nin Kıbrıs'a askeri müdahalesi Sovyetler Birliği'nin doğrudan dahline neden olabilir. Umarım NATO müttefiklerinizin, Türkiye NATO müttefiklerinin tamamının kabulü ve onayı olmaksızın Sovyet müdahalesi ile sonuçlanacak bir adım atması hâlinde Türkiye'yi Sovyetler Birliği'ne karşı koruma sorumluluklarının olup olmadığını değerlendirme şanslarının olmayacağını anlayacaksınızdır.
İlaveten Sayın Başbakan, Türkiye'nin Birleşmiş Milletler üyesi olarak sahip olduğu sorumluluklarına dair endişeliyim. Birleşmiş Milletler barışı sağlamak için Ada'da kuvvetler bulunduruyor. Görevleri zor ancak geçen birkaç hafta boyunca, Ada'daki şiddet olaylarını azaltmakta giderek başarılı oldular. Birleşmiş Milletler Arabulucusu henüz görevini tamamlamadı. Birleşmiş Milletler'in genel üyeliğinin, Türkiye'nin Birleşmiş Milletler'in çabalarına karşı koyacak ve Birleşmiş Milletler'in Türkiye'ye bu zor sorunun makûl ve barışçıl bir çözüm bulunmasına yardımcı olabileceği ihtimalini ortadan kaldıracak tek taraflı eylemine en güçlü şekilde tepki vereceğinden hiç şüphem yok.
Ayrıca Sayın Başbakan, Birleşik Devletler ile Türkiye arasındaki askerî destek alanında imzalanan ikili anlaşmaya dikkatinizi çekmek istiyorum. Türkiye ile Temmuz 1947 tarihli Anlaşmanın IV. Maddesi uyarınca, hükûmetinizin, askerî yardımın, bu yardımın sağlandığı amaçlar dışında kullanılması için Birleşik Devletler'den onay alması gerekmektedir. Hükûmetiniz, birçok kez Birleşik Devletler'e bu şartları tamamen anladığını ikrar etmiştir. Bütün samimiyetimle şunu söylemeliyim ki Birleşik Devletler, mevcut şartlar altında Kıbrıs'a Türk müdahalesi için Birleşik Devletler tarafından sağlanan herhangi bir askerî ekipmanın kullanılmasını kabul edemeyecektir.
Tasarlanan Türk hareketinin pratik sonuçlarına gelince, böyle bir Türk hareketinin Kıbrıs Adası'nda on binlerce Kıbrıslı Türk'ün katledilmesine yol açabileceği gerçeğine en dostane bir şekilde dikkatinizi çekmek zorunda hissediyorum. Sizin açınızdan böyle bir eylem öfkeyi serbest bırakacaktır ve sizin açınızdan askerî eylemin korumaya çalıştığınız pek çok kişinin toptan yok edilmesini önlemek için yeterince etkili olmasının hiçbir yolu yoktur. Birleşmiş Milletler kuvvetlerinin varlığı böyle bir felaketi engelleyemez.
Söylediklerimin çok sert olduğunu ve bizim Kıbrıs sorununda Türk çıkarlarına aldırış etmediğimizi düşünebilirsiniz. Sizi temin etmeliyim ki durum böyle değildir. Kıbrıslı Türklerin güvenliğini sağlamak ve Kıbrıs sorununun nihai çözümünün en doğrudan ilgili tarafların rızasına dayanması gerektiğinde ısrar etmek için hem açıktan hem de gizlice çaba gösterdik. Ankara'dan Birleşik Devletler'in sizin adınıza yeterince etkin olmadığını hissetmeniz mümkündür. Ancak, politikamızın (bize karşı gösterilerin düzenlendiği) Atina'da en canlı kırgınlıklara neden olduğunu ve ABD ile Başpiskopos Makarios arasında temel bir yabancılaşmaya yol açtığını kesinlikle biliyorsunuzdur. Birkaç hafta önce Dışişleri Bakanınızla yaptığım bir konuşmada söylediğim gibi, Türkiye ile olan ilişkilerimize çok değer veriyoruz. Temel ortak çıkarlar ile birlikte sizi önemli bir müttefik olarak kabul ediyoruz. Güvenliğiniz ve refah düzeyiniz Amerikan halkı için derin bir endişe kaynağı olmuştur ve biz bu endişeyi en gerçekçi şekilde ifade ediyoruz. Siz ve biz komünist dünya devriminin ihtiraslarına karşı direnmek üzere beraber mücadele ettik. Bu dayanışma bizim için çok şey ifade ediyor ve umarım sizin hükûmetiniz ve halkınız için de çok şey ifade ediyordur. Kıbrıs Türk topluluğunu tehlikeye atacak hiçbir çözüme destek sağlamakla ilgilenmiyoruz. Bu soruna nihai bir çözüm bulamadık çünkü bu kuşkusuz dünyadaki en karmaşık sorunlardan biri. Fakat sizi temin etmek isterim ki Türkiye'nin ve Kıbrıs Türklerinin çıkarları hakkında derin endişelerimiz var ve böyle de kalacak.
Sayın Başbakan, son olarak size söylemeliyim ki siz savaş ve barışın en ciddi sorunlarını ortaya çıkardınız. Bunlar Türkiye ile Birleşik Devletler arasında ikili ilişkilerin çok daha ötesine geçen sorunlardır. Sadece Türkiye ile Yunanistan arasındaki savaşı içermekle kalmayacak, aynı zamanda Kıbrıs'a tek taraflı bir müdahalenin doğurabileceği öngörülemeyen sonuçlar nedeniyle daha geniş düşmanlıkları da kapsayabilecektir. Sizin Türkiye Hükûmetinin Başkanı olarak, benim de Birleşik Devletler Başkanı olarak sorumluluklarımız var. Bu nedenle, daha fazla ve kapsamlı bir müzakere olmaksızın böyle bir adım atmayacağınıza dair güvencenizi alamazsam, Büyükelçi Hare'ye verdiğiniz gizlilik emrini kabul edemeyeceğimi ve derhal NATO Konseyi'nin ve Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi'nin acil toplantılarını talep etmem gerektiğini en derin dostluk bağları içerisinde size bildirmek zorundayım.
Keşke bu durum hakkında kişisel bir tartışma yapmamız mümkün olsaydı. Maalesef mevcut Anayasal durumumuz nedeniyle Birleşik Devletler'den ayrılamıyorum. Detaylı bir görüşme için buraya gelebilirseniz, bunu memnuniyetle karşılarım. Genel barış ve Kıbrıs sorununun akılcı ve barışçıl bir şekilde çözüme kavuşturulması olanakları için sizin ve benim çok ağır bir sorumluluk taşıdığımızı hissediyorum. Bu nedenle, sizin ve meslektaşlarınızın aklında olabilecek kararları, siz ve ben tam ve açık bir şekilde istişare edene kadar ertelemenizi rica ediyorum.
Saygılarımla,
LYNDON B. JOHNSON



“Sayın Bay Bakan,
“Sizi Nisan’da Pentagon’da ağırlamak ve 28 Mayıs’ta beni telefonla aramış olmanız memnuniyet vericiydi. Görüşmelerimizin kıymet veriyor ve 6 Nisan 2019 tarihli mektubunuz için teşekkür ediyorum. ABD, ABD-Türkiye diyaloguna ve stratejik ortaklığına büyük değer vermektedir. Ne var ki, Türkiye’nin S-400 sistemleri üzerine eğitim almak için Rusya’ya personel gönderdiğini öğrenmekle hayal kırıklığına uğradık. 28 Mayıs’taki telefon konuşmamızda da tartıştığımız üzere, eğer Türkiye S-400 tedarik ederse, ülkelerimiz Türkiye’nin F-35 programını sürdürmemesi üzerine bir plan geliştirmek zorundadır. Değerli ilişkimizi sürdürmeyi gözetmekle birlikte, Türkiye S-400 teslimatını kabul ettiği takdirde F-35 almayacaktır. S-400 tutumunuzu değiştirme seçeneğiniz halen bulunmaktadır.
“Haziran 2019 Brüksel toplantımız öncesinde, ABD’nin Türkiye’nin 31 Temmuz itibarıyla F-35 programına katılımını askıya almak üzere [planladığı] eylemlerinin bir özetini [mektuba] ekledim. Bu takvim, eğitim gören Türk F-35 öğrencilerinin, tamamı olmasa bile çoğunun, derslerini 31 Temmuz’da ABD’den ayrılmadan önce tamamlamalarına imkân tanıyacaktır. Milli Savunma Bakanlığını da Türk personele Birleşik Devletlerde yeni F-35 eğitim programı başlatmasını önermediğimizi, yakın gelecekte [mevcutların] geri çekilmesini beklediğimizi bildirdik.
“Türkiye’nin F-35 programının idari faaliyetlerine katılımına, usulüne uygun şekilde son vermeyi sağlamak amacıyla, 12 Haziran 2019’da yapılacak yıllık F-35 İcra Kurulu Başkanları Yuvarlak Masa toplantısına Türkiye’nin katılımını öngörmemekteyiz ve programın yönetişim belgelerinin güncellenmesi de Türkiye’nin katılımı dışında ilerleyecektir.
“F-35’ler dair bütün eylemler Türkiye’de S-400 mevcudiyetinin riskleri üzerine temellendirilmiştir ve Rusya’ya ilişkin Amerika’nın Hasımlarına Yaptırımlarla Karşıkoyma Yasası (CAATSA) yaptırımlarından ayrıdır. Kongre’de her iki parti [Cumhuriyetçi ve Demokrat] tarafından S-400 edinmesi halinde Türkiye’ye CAATSA yaptırımları uygulanması konusunda güçlü irade mevcuttur.
“F-35 gibi platformların güvenliğini tehdit etmesine ek olarak, Türkiye’nin S-400 tedariki ulusunuzun Birleşik Devletlerle ve NATO bünyesinde işbirliğini geliştirme ve koruma imkânlarını aksatacak, Türkiye’nin Rusya’ya stratejik ve ekonomik aşırı-bağımlılığına yol açacak ve Türkiye’nin savunma sanayi ve iddialı ekonomik kalkınma hedeflerini baltalayacaktır. Bu yolda devam[ınız] istihdamda, milli gelirde ve uluslararası ticarette kayıplara neden olacaktır. Başkan Trump’ın hâlihazırda 20 milyar dolar olan ikili ticaret hacmini 75 milyar dolara yükseltme kararlılığı da, ABD’nin CAATSA yaptırımları ilanıyla tehlikeye düşebilecektir.
“Sizi temin etmek isterim ki, bu konuyu derin güvenlik işbirliğimizin diğer boyutlarını koruyacak saygılı bir şekilde ele alıyoruz. Cevabınızı ve yol haritamızı belirledikçe görüşmelerimizin devamını beklerim.”


6 Haziran 2025 Cuma

LİBERALİZMİN PİNOCHET'E DESTEĞİ (VE DİĞER DARBECİLERE)

 


11 Eylül 1973 günü, Şili genelkurmay başkanı Auguto Pinocet,  daha yirmi gün önce kendisini bu makama atayan, ünyanın ilk seçimle iş başına gelmiş Sosyalist devlet başkanı Salvador Alende'yi kanlı bir darbe ile devirdi. Ardından Şili, uzun yıllar sürecek, zorba, katil bir askeri diktatörlükle yönetildi. Şili'nin hikayesi, pek çok açıdan Türkiye'ye ve diğer tüm Kapitalist darbelere benziyor. 1981'de, Polonya'da sıkıyönetim ilan edildiğinde, Marksiste teoride askeri darbenin olup, olmadığı tartışılmıştı. Kapitalizm ise hiç tartışmadı. 12 Mart cuntasının başbakanı Nihat Erim, daha darbenin olmasına yıllar varken, gerekirse hürriyet ilahının üstüne bir şal sereriz diyerek, diktaların hizmetinde olduğunu belirtmişti. Nihat Erim, ülkemizde suikastle öldürülmüş tek başbakandır. Mahsuni'nin Erim erim eriyesin; Yılan çayan (Mahir Çayan)  yesin seni beddualarına mazhar olmuştur. Suikastle öldürülen politikacılara sevgi artar, isimleri efsaneleşirken, Erim, gittikçe unutulmuştur. 12 Martın teknokrat başbakanları (Nihat Erim, Ferit Melen, Naim Talu) arasında, sıradan biri olmuştur. Suikastle öldürüldüğü halde, ölüm yıldönümü anılmaz yada anıldığına dair hiç haber hatırlamıyorum.

Özgürlük tanrıçasının üstüne şal örtme, kapitlaizm tarihiyle beraberdir yani tek sebebi Komünizm'den korunma değildir. Kapitalizm, Kuzey İtalya'da, Floransa şehrinde, Katloik, Antisemitist (Yahudi düşmanı), cumhuriyet de olsa, pek de demokratik olmayan bir ortamda, feodalitenin bir türevi olarak ortaya çıkmıştır. Bu kök bakımdan bakarsak kapitlazim, ne Max Weber'in dediği gibi Protestan,  ne de Werner Sombart'ın dediği  gimi Semitist ve Yahudidir. Tek amacı kendi oluşturduğu burjuva sınıfının, onun da en büyüklerinin çıkarıdır. Bu sebeple giderek feodal sınıftan kopmuş, monarşi yerine cumhuriyetleri tercih etmişti. Çıkara göre değiştiği için, Hollanda örneğinde olduğu gibi, cumhuriyetten, krallığa da dönmüştü. Kapitalizm, köleliği en gaddar şekliyle uyguladı. Sömürgeciliği de en acımasızca,  kapitalist imparatorluklar uyguladı ve uygulamakta. Herkes Nazi soykırımını yada Ermeni tehcirini bilir. Oysa kapitalist batı ülkelerinin sömürdüğü ülkelerde ve kıtalarda nice insan, topluluk ve kabile, katledildi ve katledilmekte. 

Doğrudan yönetemediği ülkeleri de Marksistlerin, komprador dediği politikacı, aristokrat, burjuva ve aydın işbirlikçilerle yönetmeye devam ettiler. Sömürge ülkelerinde uzun süreli demokrasiler olmadı. Demokrasiler, sık sık darbelerle kesildi. Bu darbelere, kapitalist batı ülkelerinin desteği hep oldu. Bu destek hep karşılıklıydı. Alparslarn Türkeş, 27 Mayıs sabahı, darbe bildirisini okurken söze, Nato'ya Senato'ya (Aslında Cento demek istemişti) bağlıyız diye başlamıştı. 27 Mayıs askeri darbesine fiilen tepki veren tek ülke, Kostarika adlı Orta Amerika ülkesiydi. ( Mehmet Ali Birand'ın meşhur Demirkırat belgeseli yayınlandıktan sonra TRT vermişti bu bilgiyi. Dönemin devlet başkanı (Wikipedi'ye göre José Figueres Ferrer diye birisiymiş.), 12 Eylül rejiminin ilk işi, Albaylar Cuntası sebebi ile yıllardır Nato'nun askeri kanadına dönemeyen Yunanistan üzerindeki vetoyu kaldırması oldu. Denokrasiye ara verilen rejimler, batılı ülkelerin işbirliği antlaşmalarına, maddi yardımlarına mazhar oldular.

Bu destek sadece maddi değildi, aynı zamanda teorikti. Bunu en net olarak Şili'de,Pinochet'e olan destekte görüyoruz.  Bu destek aynı zamanda teorik bir destekti, başını da, Nobel ödüllü ekonomist, Milton Friedman çekiyordu. Freidman'ın izinden giden otuz iktisatçı Şikago oğlanı da, Şili'de çeşitli kademelerde görev aldı. Pinochet diktatörlüğüne tek teorik destek, iktisatçılar olmadı. Karl Popper, antideomkrat ideolojilerin, demokrasiyi araç olarak kulandığını, bunun demokrasinin ikilemi olduğunu yazdı. Yetmişli yıllarboyunca pek çok liberal-kapitalist yazar,  Pinochet'i, demokrasiyi komünizmden kurtaran kahraman olarak selamladı. Bu dönemde Şili ekonomisi, bakır fiyatlarının (ülke dünyanın en büyük bakır madenlerine sahip) artmasının ve ekonomiyi baltalayan, pek çoğunun kökeni İspanya aristokrasisine dayanan, ülke yüz ölçümünün yarıdan fazlasına tapuyla sahip olan ailelerin yarattığı yapay krizlerin bitmesi ile kısmen düzelmiş, askeri dikta halkın bir kısmının desteğini bile almıştı.

Lakin seksenlerde durum değişmiş, özelleştirmeler, sendikasızlaştırma,bakır fiyatlarının düşüşü ve diğer nedenler sonucu fakirleşen Şili halkı, tüm baskılara rağmen, askeri cunta aleyhine gösteriler yapmaya başlamıştı. (Türkiye'de, 12 Eylül cuntası altında olan bizlerse, Şili'ye hayret ediyorduk.) Derken komşu ülke Arjantin'in cuntası, bozulan ekonomi ve itibarını düzeltmek için, kendisine yakın ama İngiltere'ye ait, tarih boyunca hiç egemen olmadığı, Malvinas adını verdiği Falkland adalarını işgal etti. İngilizler, çok kolay zaferlerle adayı geri aldı. Savaş boyunca Şili cuntası, İngiliz ve Amerikalıların yanında oldu, üslerini kullandırıp, altyapı desteği verdi ama bir kere batılı müttefiklerin beynine solucan girmişti. Pinochet'te, cuntası dönemince şişlenen onlarca cinayet yada insan haklarından değil de, bir kaç İspanyol'un ölümü yüzünden, İngiltere'de ev hapsinde kaldı. Diktatörlükte parça parça tasfiye edildi.

Sonuçta yetmişler boyunca Şili diktasını övmeyen iktisatçılar, Nobel ekonomi ödülü yada başka bir ödül almadılar. Bu destekte tipik yetmez ama desteğiydi.


3 Haziran 2025 Salı

SUSKUNLUK FAŞİZMİ 4-YAĞMA PUSUSU

 






Zulüm karşısında susmanın bir nedeni de, yağmadan pay kapma beklentisidir. Pay kapmasa bile, birileri ölsün, göç etsin, yerim genişlesin arzusudur. Bu arzu öyle büyür ki, sıranın kendisine gelme korkusunu bastırır. Yıllar sonra bie definecilik umutlarını çoğaltır. Yüz yıldan uzun zaman geçtiği halde, o yerler defalarca kazıldığı halde, tekrar tekrar defineci yağmasına uğrar. Bunu Türkiye'ye özgü sanmayın. Esat diktası devrilince, Suriye'de dedektör satışları patlamış, çünkü Esat döneminde yasakmış. Özellike Hicaz demiryolunun altında define olabileceğini düşünüyorlarmış. Cahilliğin hırsı her yerde aynı. Ülkece ekonomik krizlerde define ve petrol rüyalarını sık görüyoruz. Ülkenin üç beş yılda çalışmadan, mucizevi şekilde zengin olmasının rüyaları bunlar. Seçimler öncesi sık sık çıkar, Gabar dağo, Zonguldak açıkları, Trakya vesair...ne çabuk unuttuk? Eskiden bu haberlere, falan ülke yüz bin Türk işçi alacak, filan yere beş bin kişinin işe alınacağı haberleri de eşlik eederdi. Şimdi vize randevusu almak bile mucize. Hani biz Avrupa Birliği üyesi olup, tüm Avrupayı vizesiz geziyorduk? Bu masal, Turgut Özal'ın başbakanlığından kalma, Çiller zamanında doruğundaydı.  Avrupa'ya gidecek ve aldığımız vasat altı eğitime inat, yüksek maaşlar alacaktık. Avrupalılar da ucuz işgücü var diye, altyapısı bozuk sanayi sitelerimize, serbest bölgelerimize fabrika kuracaktı. Hatta bir ara gazetetelerde sık sık, Çin'den yüz bin turist (dolar milyoneri) gelecek veya Güney Kore (Öğretmenlerin en çok kazandığı ülke), Türkiye'den yüz bn öğretmen alacak haberleri, ufak ufak da olsa, gazetelerde yer buldu. 

2010 Yetmez amadan sonra yurt dışı yüz bin göçmen istiyor haberleri kayboldu. Bir yerlerde çıkan değerli maden, bor ve 2023 Lozan bitecek efsaneleri çıkıyor. Yargıyı, siyasetin oyuncağı yaptığı çok açık olan Yetmez ama referandumundan da demokrasi mi bekleniyordu? Sadece iktidarla işbirliği sonrası, yağmadan pay bekleniyordu. Bu pay hırsı,  iktidar tarafından çöpe atılacakları gerçeğini görmelerine engel oldu.

Bir de suskun devasa bir kitle var, ses çıkarmayan, tepki vermeyen, iktidarı sessizce destekleyen ve bu günlerde desteğni sessizce azaltaarak bitiren. İktidar, kendisini destekleyen sessiz çoğunluğu, Gezi'den beri kışkırtıyor. Camide içki içtiler, türbanlı bacımızın üstüne işediler gibi yalanları, yalan oldukları ortaya çıkmasın diye ısrarla savunuyor. Temel amaç, 12 Eylül öncesi çatışma yaratıp,  çatışmayı sonlandırma adına, tıpkı  12 Eylül dönemindeki gibi halkı teslim almak. İktidar yanlısı sıradan insanlar ise, çatışmaya isteksiz. Çünkü daha önce de gördü ki, kendilerine pay değil, kan kalıyor. Herkes kanı başkaları akıtsın, payı ben alayım diyor. İktidarın tabanı küçülürken, tavanı büyüyor. İktidar blogu artık sadece AKP yada AKP+MHP değil. Üzerine Vatan Partisi, DSP, BBP ve bir sürü grupla oluşmuş bir koalisyon. Yeterince beslenemeyen bu koalisyon, harekete geçmeye isteksiz ve her an dağılmaya hazır.



25 Mayıs 2025 Pazar

UĞUR MUMCU'NUN KALEMİNDEN DÖNEKLER VE PROVAKATÖRLER



 Vedat Türkali'nin, Bir Gün Tek Başına romanını okudğumda,  illegal sol pariler de, 1960 yılında bile provakatör-ajanların çokluğuna bakıp, hayret etmiştim. Bu yüzden Büyüklerimiz adlı kitabını okuyunca hayret etmedim ama bu günü daha iyi anlatacak bazı konuları da yazmak istedim. Bu konular, hem aradan geçen yıllar, hem de öğrendiğim başka şeylerle birleşince, yeni anlamlar kazandı kafamda. Kitabın ilk kısmı Adalet Partisinin kurucuları ve büyükleri ile ilgili (Süleyman Demirel ve Saadettin Elverdi gibi.) Bir kısmı da 68 kuşağının sosyalisti yada en büyük sosyal demokrat-ortanın solcusu olup, darbe zamanı birdenbire sağcı olanlarla ilgili. Kitapta, İsmet İnönü'nün damadı Metin Toker'de eleştirilmiş. Toker, meşhur Akis dergisi sayesinde çok para kazanmış. Derginin satışları düşünce, dergiyi kapatmış. İsmet paşanın anılarını kitap yapıp, bir de oradan parayı kapmış. İnönü ailesinin Pembe Köşkün devasa arazisini parsel parsl satması konusunda da Metin Toker suçlanmakta. Toker, uzun süre Adalet partisi ile CHP'yi birleştirmeye çalışmış. meşhur MİT ajanı Mahir Kaynak, harbiyeden beşinci olarak mezun olduğu halde, ajan olabilmesi için ordudan atılmış ve sürekli aşırı solculuk provakatörlüğü yapmış.



Bu yazıyı yazma zahmetimin asıl sebebi, bakanlık da yapmış olan Doçent doktor Yılmaz Ergenekon. Kendisi, Emin Çölaşan'ın, Turgut Nereden Koşuyor kitabında da bahsettiği, İngiltere'de gazoz fabrikası kurma macerasının baş aktörlerinden. Bu macera paraların, Mumcu'nun deyimiyle yengen olması, yani yatırıın batmasıyla sonuçlanıyor. Devletin milyonlarca sterlini, İngiltere'de yok oluyor. Krizin ardından Ergenekon, istifa ediyor ve kredi verdiği Kadir Has holdingte işe başlıyor. Has holdinten yüksek bir maaş almakla kalmıyor, evinin kirasını da holdinge ödetiyor. Olayı, Emin Çölaşan'da , seksenli yılların çok satan kitabı, Turgut Nereden Koşuyor'da anlatıyor. Çölaşan bu olayı, Turgut Özal'ın müsteşarlığında olmuş yada Özal'ın etkisi olmuş gibi anlatıyor. Özal, Devlet Planlama Teşkilatına müsteşar olduğunda, Çölaşan orada çalışan bir elemandır. Anlattığına göre Özal müsteşar olunca müsteşarlık, TÜSİAD'ın ucuz kredi kaynağı haline gelir. TÜSİAD üyeleri koridorlarda sakınarak gezer, bacak bacak üstüne atar, ayaklarıyla yerde sigara söndürürler. Özal onlara paşa muamelesi yapar. (Çölaşan, kurumda olanları Milliyet gazetesine sızdırınca ve Özal ile arası bozulunca, müsteşarlıktan kovulur ama babasının torpiliyle bir tavsiye mektubu alır. Ardından TÜPRAŞ ve Maliye bakanlıklarında da çalışır ve en nihayetinde, 1977'de 35 yaşında gazeteciliğe başlar. Özal ile ilk karşılaşması, 1960 yılında ODTÜ'de öğrenciyken olur. Ankara'da askerliğini yapan Özal, ODTÜ'de matematik dersleri vermektedir. Özal, Çölaşan'ı kopya çekerken yakalar. Bu olayları da Çölaşan'ın Önce İnsanım Sonr Gazeteciyim kitabında okuyabilirsiniz.)

Özal'da TÜSİAD tarafından ödüllendirilir. Özal, bir çok ile girer-çıkar. Özal olunca bu işler, TÜSİAD, MESS, Dünya Bankarı ve Sabancı Holding gibi kurumlar olur. Hatta Özal 1977'de MSP (Milli Selamet Partisi-Necmettin Erbakan başkanlığında)'den İzmir milletvekili adayı olur ve kaybeder. Kazansaydı, 1983 anayasası gereği parti kuramayacak ve aday olamayacaktı.

Devlet Planlama Teşkilatındaki bu olay bize TÜSİAD'ın neden Ecevit hükumetini düşürmek için paralı ilanlara başvurduğunu,  12 Eylülü nasıl hararetle desteklediğini, tüm işçi-memur  örgütlerini, sendikaları, baroları, odaları kapatan yada zorbalıyan 12 Eylül generallerinin TÜSİAD'ı el üstünde tutmasını, TÜSİAD'ın da emekli gererallere lastik damga yönetim kurulu üyelikleriyle maaş bağlamasını açıklıyor.  CHP ve Ecevit, Devlet Planlama'yı, kurulduğu zamanki gibi devlet yatırımlarını planlayan kurum haline getirmeye çalışıyor ve TÜSİAD'ın bedavadan ucuz faizli teşvik kredilerini kesiyor. Ecevit'in Güneş Motel trasnferleri ile kurabildiği hükumet düşse de, Demirel hükumeti de teşvikleri dağıtmakta çekingen davranıyor. Derken 12 Eylül darbesi geliyor. Özal, önce başbakanlık müsteşarı, sonra Anavatan partisi genel başkanı, Başbakan ve Cumhurbaşkanı oluyor. TÜSİAD'da teşviklerine kavuşuyor.

TÜSİAD'ın, iktidarla olan son krizini de, devlet teşviklerinden eskisi gibi nasiplenmemekle ilgili olma ihtimali var.



24 Mayıs 2025 Cumartesi

TÜRKİYE'DE SAĞCI YÜZSÜZLÜĞÜ



 Kötü olmanın ilk işareti, suçluluk hissetmemektir, ikincisi de çok rahat yalan söylemektir. Üçüncüsü de çabucak taraf-fikir değiştirmek, dün ne yaptığını unutarak, bu gün de sanki kırk yıllık bu yeni görüşün taraftarıymış gibi yapmak. Son zamanaların sözde barış sürecinde (bu olaydan gerçek bir barış çıkarsa, tesadüfler tesadüfüdür),  takındıkları tavır, bunun son örneği değil mi? Bu kişiler, daha demincek kadar kısa bir süre önce tüm solcuları, Millet (veya kendi deyimleriyle Zillet) ittifakını bölücü, terör başını dışarı çıkarmak için uğraşmakla suçlamamış mıydı? Şimdilerde, 2010Yetmez ama referandumuyla demokrasi geleceğini iddia eden aydınımsılar kadar iddialılar ama kamuoyu artık bu dolmayı yemiyor. Sadık seçmenleri bile her an gelebilecek ani bir iktidar atağına karşı tetikte. Sağın, hele de iktidar cenahının ilk yüzsüzlüğü olmadığı gibi, son yüzsüzlüğü de bu olmayacak, belli. Darbeci tarikat olayında da öyle olmadı mı? Yıllarca, makbule denen İran pilavına kaşık sallayanlar, söz konusu şahsın doğum gününü, kutlu doğum haftası diye okullarda kutlatanlar, şimdi nasıl bu tarikata selam bile vermeyenlere kara çalıyor. Bazı kişiler, hatıra olarak, Türkçe Olimpiyatları 10. Yıl 1 lirasını saklıyormuş. O paraların devlet darphanesindede basanlar da onlar, öyle değil mi?

Türkiye'de sağ, ezelinden beri yüzsüzdür. Necip Fazıl Kısakürek, bizzat Adnan Menderes'in emri ile, İstanbul'da illegal bir kumarhanede (bitirimhane) basılmış, gazetelere manşet olmuş, ama müritlerince kabul edilmemiştir. Necip Fazıl'ın şahsi müzesi, reis ve politikacıların her bahane ile Necip Fazıl şiiri okuduğu, okullarda, hele de imam hatiplerde, bol bol tiyatrolarının oynandığı, pek çok derginin yılda bir Necip Fazıl kapağı yaptığı bu çağda, ilgisizlikten kapandı. Buna rağmen her fırsatta yüzsüzce, ilgisiz bıraktıkları Necip Fazıl'ı överler. 1950'den beri ülkeyi yönetirler ama halen her suçu sebebi CHP'dir. 1977-78 kışındaki, TÜSİAD ve Kıbrıs harekatının tahamülü olmayanların yarattığı yapay yokluğu dillerine dolayanlar, merkez sağ iktidarın nice yokluklarını görmezden gelirler. 1946 seçimleri dillerine dolanmıştır ama 1957 seçimlerinde olanları ve 1960'da Demokrat Partinin CHP'nin mallarına el koymasını, CKMP'nin birinci olduğu Kırşehir'i ilçe yapmasını, meclis tahkikat komisyonlarını hatırlamazlar.

Sağcıların bir özelliği de sürekli dedikodu yapmalarıdır. Köy Enstitüleri ile ilgili onlarca dedikodu yapmış ama tek bir adli olay gösterememişlerdir. Kuran kurslarındakş her türlü rezaleti ve Aladağ yangını gibi olayları hiç konuşmazlar. Sağcılara göre solcuların aile düzeni bozuktur. Oysa o gündüz kuşağı (Müge Anlı vesaire) programlarına bakın. Bu programları sosyal medyadan izliyorum. Malum, absürt olaylar, içerik üreticileri için temel malzemedir. Bu programların konularına eskiden üçümncü sayfa haberi denilirdi. Gazetelerin çoğunlukla kağıt olarak tüketildiğ çağlarda, ilk sayfa, manşet yada sürmanşet denen çok önemli haberler ve siyasi gerilim ile ilgili konuları;  ikinci sayfası magazin denen, ünlülerin özel hayatlatını, üçüncü sayfa da polisiye olayları içerirdi. (Zeki Demirkubuz'un 1999 yapımı güzel bir filminin adıdıdr Üçüncü Sayfa. İzlenmesi tavsiye edilir.) TRT, üçüncü sayfa haberlerini dramatize etmez, düz haber olarak verirdi. Özel televizyon kanalları, ilk defa Sıcağı Sıcağına gibi reality shov denen programlar, üçüncü sayfa haberlerini dıramatize etti. Şimdi de gündüz saatlerini dolduruyor. Bu programlara katılanlara bir dikkatli bakın, her şeyleriyle sağcılık, muhafazakarlık akıyor. Şöyle seküler yaşayan bir tip yok. Alevilere, Kürtlere o kadar laf ettiler, Alevi yada Kürt yok, hepsi muhafazakar Anadolu insanı, hatta tarikatçı. Programlara çıkmış bazı tiplerin tarikatlı olduklarına dair yemin ederim ama ispatlayamam durumundayım. Yıllarca muhafazakar bölgelerde çalışa çalışa,  tarikatçı yada bazı tarikatçı aile yada yurtlarda yaşamış tipleri fark ediyorsun. Giyim tarzları, konuşmalkarı, telaffuzları, belli jest ve mimikleri,  yetiştikleri tarikatı belli ediyor. Tarikatçılarsa sürekli seküler kesimi suçluyor.

Ülkemide doğum oranlarındaki düşüşün, iktidarı paniğe sevk etmesinin asıl nedeni , artık muhafazakar kesimde boşanmaların daha çok olması, çocuk sayısının düşük olması.

Suçlamak demişken; muhafakar kesim, Süleymancılık denen oluş üzerinden de solu karalama derdinde ama bu oluşum, ta kuruluşundan beri so düşmanı yetiştirir. İktidara geldiğinden beri reisle arası limonidir, 2019 'dan beri bu limonun ekşiliği artmış oranda. Bu örgütlenme, 2002 seçimlerinde, barajı aşamayacağı kabak gibi belli olan ANAP'ı, son bir umut desteklemiş, partinin mitinglerine otobüs kiralayarak adam taşımıştı. 2005 gibi Esra'yla birlikteyken bana, ANAP iktidarda olsa müsteşar olacağını söylemişti. O zamanki iktidar ve FÖCÖ sempatizanı (tarikatını ilk terk edenlerden oldu) müdürümün de Süleymacılar aleyhine çok ağır konuştuğunu hatırlıyorum. 2013'de o zaman muhalefette olan MHP'yi desteklemişlerdi. O kadar büyük bir örgüt ki, iktidar toptan uğraşmayı şu ana (mayıs 2025) göze alamadı. Üyelerinin seçim tercihlerini pek etkileyemeyen tarikatta, iktidarla güç gösterisine girmedi. Bundan sonra ne olacağını kestiremiyorum.

FÖCÖ'de malum bankanın yöneticileri yada daha nicelerine bir şey olmamışken, bankaya para yatırmış yada havale yatırmış nice kişiler sürüm sürüm süründü yada sürünüyor. Şimdi de tarikatın yurt, kuran kursu ve daha nice kurumunda yöneticilik yapmışlar varken, yimi yıl önceki aşk-meşk hikayemden sonra benim başım derde girerse de şaşırmam.