16 Temmuz 2025 Çarşamba

DEMOKRASİLERDE ÇÖZÜM İKTİDAR DEĞİŞİKLİĞİDİR



Öğretmenlik kariyerim ne yazık ki başarısızlıklarla, yenilgilerle dolu. Bu yenilgilerimin pek çok sebebi var ama  yıllar içinde anladım ki, ilk yıllarda notu bol bir öğretmen olmakla hata yapmışım. Ben iki defa üst üste (şimdiki hesapla 8 ve 9 oluyor, orta son ve lise bir) sınıfta kalmış biri olarak,  not zorbalığını çok yaşamıştım. O yıllarda Dikmen lisesinde öğretmenlerin neredeyse tamamı, ilk derste ne kadar kıt not verdiklerini, öğretmenler kurulunda nasıl öğrenci aleyhine tavır aldıklarını falan anlatırdı. Babam da bana bol not vermemi öğütledi. Kırıkkale Atatürk Sağlık Meslek lisesinden ayrılmak zorunda kalana kadar böyle yaptım. Zorunda kaldım çünkü iki kere mahkemelik olmuştum ve okulun yeni müdürü, tayin isteemzsem, benim için müfettiş isteyeceğini söyledi. Ben de mecburen tayin isteyip, Gazi Endüstüri Meslek lisesine gittim. O sene Anadolu lisesi öğretmenliğini kazandığım için, iki ay kadar sonra, daha ilk sınavları yapmadan, Yıldırım Beyazıt Anadolu lisesine tayin oldum. Orada ilk dönem notu bol bir öğretmen oldum. Öğrenci zorbalığından bunalınca, ikinci dönem dört tane son sınıf öğrencisi, yazılılarının ortalaması 50'nin altında olunca, sözlü, yani performasla desteklemedim ve dersten kalamalarını sağladım. Birisi okul birinciliğinden, takdirden ve şeref listesine girmekten oldu, biri de teşekkürü kaçırdı. Ertesi sene de alan değişikliği ile hemen yanındaki anadolu öğretmen lisesine, öğretmenlik dersi öğretmeni oldum ve ben asla eskisi kadar notu bol olan öğretmen olmadım. Not silahımı kullanmam gerektiğni anlamadım. Tam anlamamışım ki, Hasanoğlan'dan soruşturmalar sonucu sürüldüm. Zaten Anadolu Öğretmen Liseleri, tasfiye sürecindeydi. Mevcut son sınıflara bile öğretmenlik için ek puan verilmiyordu. Ben de eskisi kadar değilse bile bol notluydum.

Ben Yıldırım Beyazıt lisesindeyken, Atatürk sağlık meslek öğrencileri, derslere benim girmem için imza toplayıp, müdüre gitmiş. Zira benim yerime gelen öğretmen arkadaş, 24'ü, 25 yapıp, öğrencinin sıfırını, bir yapmamış. Müdür, son sınıflar için mantık dersi seçmiş (normalde meslek liselerinde bu yapılmaz.), mantık dersinden de kalınmış. Öğrencilerin isyanı ertesi sene, üstelik sene başında da sürmüş, bu seferde edebiyat öğretmeni Mustafa hocanın dersinde olay çıkarmışlar. Ulan madem Sinan hocayı o kadar seviyordunuz, oaradayken niye olay çıkardınız. Hadi olaylar benim suçum,  verdiğim o bol notlara hürmeten, bir 24 Kasım'da çiçek falan alaydınız. Notu kıt, ders saati fazla meslek hocalarına alıyordunuz o güzel hediyeleri. ( O yıllarda sağlık meslekler, şimdikinden iyiydi. Mezun olunca anestezi teknisyeni, hemşire falan olup, memur atanıyor, atanmıyorsanız da özelde gayet iyi maaşlı bir işe giriyordunuz.)

Özet olarak, elinizde bir güç varsa kullanacaksınız, sadece kullanmakla tehdit etmeyeceksiniz, gerçekten kullanacaksınız. Bunu kullanmak için de sabır taşınız ne kadar hızlı dolarsa, o kadar iyi olur. Acıya, zulme uzun süre tahammül etmek, hiç de iyi bir şey değildir.  Zulme, ne kadar çok tahammül ederseniz, o kadar çok sömürülür, istismar edilir ve canı acıtılıtsınız.

Girizgahı bu kadar uzattıktan sonra, konuya gireyim. İktidardan memnun değilse, başka bir partiye, hatta bambaşka bir partiye ve dahası sakın oy verme denilen partiye oy vereceksin. Oy verdiğin partinin genel başkanını baba, partiyi de baba evi bilsen bile, arada bir akıllansın diye bambaşka bir partiye oy vereceksin. Ben kendi hesabıma, düşündüğünüz kadar koyu CHP'li değilm. Başka partilere de oy verdim. E n fazla Kılıçdaroğlu'na tahammül ettim, onun partiyi iktidar yapacağına inandım. Bunun sebebi büyük ölçüde benim de, onun gibi Alevi ve Kürt olmamen ; üstetik bu yüzden hayatım boyunca çok zorbalanmamdı. (Özellikle üniversite de ve Yenişarbademli'de.)

Halkın iktidar değişikliğine yanaşmamasını sağlamanın en iyi yolu kutuplaşmadır. Karşı tarafın öcüleşmesi, üçüncü yolun imkansızlığıdır. Bu zinciri kırmanın yolu, karşı kampa yada üçüncü yola inatla oy vermek, icabında her an, her partiye oy vermeye hazır olmaktır. Zülfü Livaneli, batılıların her seçimde başka partiye oy vermekle, doğuluların da her seçimde aynı partiye oy vermekle övündüklerini söyler. Türkiye'de kitleler, yıllardan beri sola oy vermemekle yada CHP'ye oy vermemekle övünür. Türkiye'de yıllardır iktidar değişse de, ana muhalefet partisi CHP'dir. Tarikatlar, liberaller vesaire, yitip giden bir sağ parti yerine, yeni bir sağ parti yetiştirip, iktidar yaparlar. Zenginlerin siyaset sloganı, benim için hiç bir şeyin değişmemesi için, her şeyin değişmesidir. Bu sloganı  1963 yapımı bir İtalyan filmi olan Leopar (Le Guepard) filminden aldım. Filmde Sicilyalı bir aristokrat, İtalya'nın birleşme süreci ve bu süreçte bir derebeyinin (aristokrat yada senyör), yükselen burjuva sınıfı karşsında konumunu koruma çabasını anlatır. Demokrasileri krize sokan otokratların da ilkesi, bir kişi (yada parti) değişmesin diye, her şeyin değişmesi ve bunun sık sık yapılmasıdır. Özellikle Latin Amerika diktatörlüklerinin en belirgin özelliği, sık sık değişen anayasalarla, çoğu darbeci general olan devlet başkanlarının görev sürelerinin uzatılmasıdır. Değişiklik, her zaman iyidir. Hiç bir kriz iktidar değişikliği olmadan, gerçek anlamda çözülemez.



Buna yakın tarihten ve yakından örnek, komşumuz Yunanistan'dır. Ülke en derin krizinde, seçebileceği en aykırı parti olan Syriza'yı tek başına iktidar yaptı.  Partinin başkanı Aleksis Çipras, Ateist olduğunu ilan edip, İncil üzerine yemin etmedi. Yunanistan gibi bir din devletinde olmayacak bir şeydi. Polonya, Avrupa birliğinin İran'ı, Yunanistan'da Suudi Arabistan'ı gibidir. Askeri araçlar, yeni yapılan binalar, papazlar, kardinaller kutsamadan kullanılmaz. Buna rağmen Çipraz ve Syriza'yi bir kaç seçim arka arkaya seçti. Kriz biraz geçer gibi olunca, Makedonya devleti, Üsküp Cumhuriyeti olmayıp, Kuzey Makedonya olunca, iktidardan indirildi.



Komedyen Ken Dodd'un dediği gibi, politikacılar, bebek bezi gibidir, sık sık değiştirlmelidir.


14 Temmuz 2025 Pazartesi

BİNALARI YIKMADAN YANGINLARI DURDURAMAYIZ

 


Her sene ne çok ormanımız yanıyor. Yanıyor ve nedense söndürülemiyor. Sonra da binalar, madenlerle doluyor ortalık. Bu yangınların devamının gelmemesinin tek bir yolu var, eski orman-tarım arazilerindeki binaları, madenler vesair yapıları yıkmak, ormana, arazisini geri vermek. Atlıyı Üsküdar'dan geri almak. Bu deyiminin kökeni de ilginç. Anadolu, sık sık, özellikle Celali isyanları döneminde denetimden çıkıyormuş. İstanbul'un egemenliğinin doğu sınırı da Üsküdar oluyormuş. Celali lideri Karayazıcı'nın tek idolojisi, Osmanlı, Üsküdar'dan öteye vergi-asker almasın olmuş.Üsküdar'ı geçen kişinin izini aradıysan, bul! Adalet için suçluyu, Üsükadar'ın  ötesinde de kovalamalıyız. Ormanı, sahili, tarım alanlarını, bozkırları, çayırları yağmalıyor ve ardından imar affı çıkarıyorlar. Bolu'daki boş, hayalet villara bile yıkılamıyor. İklim değişikliğine ve su fakirliğine karşı çözüm, çiftçin tarlasına, bahçesine ne ekeceğine karışmak değil, orman yapmaktır. Orman, madenlerden de,  yazlık site ve otellerden de kıymetlidir.

Bolu'da terk edilmiş şatolar demişken: ülkemiz bir terk edilmiş, kullanılmayan, inşaatı bitmeyen yapılar ülkesi oldu. Topraktan al, ucuza al diye yatırımcıyı kandırıyorlar. İnşaaat bitmiyor, çünkü baştan yetersiz sermayeyle başlıyorlar. Baştan yetersiz sermayeyle başlıyorlar, çünkü kurdukları plan gereği,  bina yarım kalsa da kar ediyorlar. Satış gelirlerini tamamen inşaata yatırmıyorlar, çok az, hatta hiç yatırmıyorlar. Görünüşü kurtarmak için, bir iki işçiyi çalıştırıp duruyorlar. Sorsanız tüm inşaat, seneye bitecektir. Daire-dükkan sahipleri, beklemekten yılıp, aldıkları evleri yarı fiyatına başkalarına satmaya çalışıyorlar. Bazen de inşaat öylesine terk ediliyor. Bitmeyen inşaatın giriş katında dükkanlar açılıyor (bitmeyen cami inşaatlarının da giriş-bodrumunda namaz kılınır, bağış toplamak için.), bazı inşaatlarsa neredeyse yarım yüz yıldır yarım kalmış halde, kaderine terk edilmiş. Bu yerler aynı zamanda suç örgütlerinin, evsizlerin, uyuşturucu müptelalarının da yeri.

İnşaat süreçlerini denetlememiz çok zayıf. Bir inşaatın başlangıç ve bitiş süresi belli olmalı. Oysa Keçiören metrosu inşaatı, yirmi yıldan fazla bir zaamn sürdü, Melih Gökçek yönetimindeki belediye, inşaatı Ulaştırma, Haberleşme ve Denizcilik bakanlığına devretti ve gene de ilk iki istasyonu eksik bitti. Özel sektörün inşaatlarını ise denetleyemiyoruz.  Sadece yıllarca bitmeyen inşaatlar sorunumuz yok, terk edilmiş inşaatlar ve binalar sorunumuz da var. Şehirlerdeki bu terk edilmiş, metruk, yarım kalmış alanları yıkıp, yeşil alan yapmalıyız. bunun masrafını da sorumlulardan çıkarmalıyız. Madenleri terk edenler, maden alanlarını tekrar yeşil alan ve tarım arazisi yapmakla sorumlu olmalı. Hem söz verdiği yatırımı yapmayan,  hem de vergi  beyan etmeyen, hem de yangına sebep olan şirketlerin tüm ortaklıklarından bu para tahsil edilmeli.

Doğa, yeşil alani tarım alanları, herkesindir. Hem tüm milletin, hem de tüm insanlığındır. İnsanlığa karşı suçlarda zaman aşımı olmaz, olanlar oldu olmaz.

12 Temmuz 2025 Cumartesi

CÜRETKARLIK İHTİYACI

 


Kızılay'dan otobüse her bindiğimde onu görüyordum. Elinde içinde eski kitap dolu pazar çantaları ile otobüse biniyor, Kurtuluş'ta iniyordu. İki yıllın sonuna doğru nihayet bir kere konuşabildim.  Fırat Eregenokon isimli bu kişi, emekli öğretmen ve sahafmış. Çankaya belediyesi yakınlarında bir dükkanı, Kurtuluş'ta da ikinci bir dükkanı varmış ve elindeki fazla kitapları, arada bir oraya taşıyormuş. Son cümlesi ise bombaydı; yaşayan en büyük Türk şairiyim, dedi. Bu son cümleyi gayet sakince söylemişti. Çok satan ve kibirli olmasıyla meşhur, pek çok şiirini bestelenmiş olduğu için kitlelerce ezbere bilindiği halde, Murathan Mungan bile bu sözü bu kadar kolay söyleyemezdi.  Ben bu ünvanı (yani temmuz 2025 itibarıyla yaşayan) şairler arasında bu ünvanı,  Ataol Behramoğlu, Nihat Behram, Nevzat Çelik, Ahmet Telli ve Haydar Ergülen, Sunay Akın arasında karar veremezdim. ( Listedeki isimlerden Nihat Behram ve Ataol Behramoğlu, kardeştir.)Liste çok solcu olduysa İsmet Özel ve İbrahim Tenekeci'yi ekleyebiliriz. Kadın şair olarak Lale Müldür ve Birsen Tezer'i  (aynı zamanda müzisyen) ekleyebiliriz. Şehrazat ve Ahmet Selçuk İlkan, şairden çok şarkı sözü yazarıdır ama haklarını yememeliyim. Birazcık şiirle ilgilenen biri olarak, benim aklıma gelen, YAŞAYAN şairlerden önemlileri bunlar. Benim bilmediğim, şiirini okuyacağım ve okuduktan sonra, vay be, diyeceğim nice şairler ve adını unuttuğum nice iyi şairler vardı. Hepsinden şimdiden özür dilerim. Bunlar, Türk şiirinin devleri (Temmuz 2025'de yaşayanlar arasında) Sahaf ve emekli öğretmen Fırat Ergenekon'u duyanınız var mı? Ünsüz olunca övünmek çok kolay demek ki.

Ben de ondan farklı değilim. Şu blogu dokuz yıldır yazıyorum. Yazdıklarımın felsefe ve sosyoloji olduğunu iddia ediyor oluşum,  yeterince kibirli olduğumu gösterir. Diğer yandan, şiirde demin saydığım kişiler kadar ünlü olsam, ben de mütevazı olurum diyorum. Beni günlük hayatta tanıyankarın bazıları, üstelikte sürekli burayı sosyal medya hesaplarımda paylaştığım halde, bu yazılarımı bilmiyor. Bilenler de, Aleviliğin köklerini Dedem Korkut'a bağladığım yazıdan dolayı bana Tengrici, Tengir sağolsun falan diyor. Yazılarımın çok fazla okuyucusu yok. Sosyal medyada paulaşım yapa yapa  günde iki yüz civarına ancak ulaşıyorum, yapmazsam yirmiyi pek bulmuyor.

Buna  rağmen yazılarımın etkinliği var. Bu blogu yazmaya başlayalı dokuz yılı geçti. 15 Temmuz'a günler kala yazmaya başlamışım bu blogu. Aslında daha önce de çok yazıyor, yazacak mecra bulamıyordum. Kendi paramla bastırdığım  romanın BAKARA' da ilgi görmüyordu. Arada üyesi olduğum, şimdilerde internet tarihinin mezarlığına gömülmüş olan alkislarlayasiyorum.com'un yazıyorum köşesine de arada bir yazı atıyordum. Bu blogda da seri halde yazmaya yavaş yavaş başladım. Okurlarım az ama yazdıklarımın etkili olduğunu da yavaş yavaş fark ettim. O yazılar yer yer toplamda yirmi yada iki yüzdena az kişi tarafından okunmuştu ama o yazıdan kurduğum hipotezler yada icat ettiğim kavramlar, herkes tarafından kullanılıyordu. Örnek olarak konfor alanı kelimesini ben icat ettim ama ekşicilerin iddia ettiği gibi bundan para kazanmadım. Film ve dizilerin, bir şeyleri normalleştirdiğni  yazdım. Bu fikri önce youtuber Murat Soner, sonra bir Rus, kadın sosyolog yazdı. Hışto'nun Hançeri deyimini, Cumhuriyet gazetesi yazarı Miyase İlknur, benden kopyaladı. (Hışto'nun Hançeri deyimi Kürtker'de yaygınmış ve başka anlamlara da gelebiliyormuş. Onun hançeri-gücü var ama bize zarar vermez gibi)

Buna benzer pek çok şey var ve bu başlangıçta biraz moralimi bozuyordu, bir yazar olarak adım bilinsin ve bundan para kazanayım istiyordum. Sonra böyle de zevkli olmaya başladı, üşkeyi perde arkasından yönetmek gibi bir şeydi bu. Yazıyı okuyanlar, çok az kişinin bildiği bu blogdaki fikirleri, bazen farkında bile olmadan sahipleniyorlar, böylece fikir anonim ve yargılanamaz oluyordu. Fikri üretene ad hoc (bel altı-kişisel ) saldırı yapamıyorlardı. Bu fikirler artık Alevi-Kürt yada boomer değildi, basit bir taşra üniversitesi mezunu, yabancı dil bilmez, yüksek lisansı yok, değildi. Bu yazılardaki fikirleri ilk benim ürettiğimi ben, bazı bazı kendime bile ispat edemezken, beni suçlayanlar nasıl yapacaktı? Hem beni suçlamalar, beni durduk yerde şöhret yapar ve yazdıklarımın doğruluğunun ispatı olurlardı.  Yaşlandıkça ben de şöhreti o kadar arzulamaz oldum. bu devirde şöhret hem geçici, hem de çok düşman kazandırıyor. Youtube yada kağıda bastırma, belki emekli olduktan bir kaç yıl sonrası için olabilir. Şimdilik kendime yetecek kadar para kazanıyorum. Daha fazlasını da şimdilik internetten kazanmayı düşünmüyorum.

Cüretkarlığım bu kadarına yetiyor.



10 Temmuz 2025 Perşembe

BU DEVRİM NAKLEN YAYINLANACAK

 


BU DEVRİM NAKLEN YAYINLANACAK

 

Bu devrim tüm radyolarda, televizyonlarda

İnternet sitelerinde, sosyal medyada

Tüm fenomenler arasında

Canlı yayımlanacak

Penguen belgeseli yarıda kesilerek verilecek

İktidarın değiştiği

Kaçanlar, bavulları toplarken canlı yayın açacak

Kaçamayacak olanlar pişmanlığını anlatacak

Son bir düğüm atacaklar

Çaldıkları paraların, çöktükleri tapuların

Ve bilmem kaç yerden maaşlarının üzerine

Düğüm atacaklar ticari ayrıcalıklarının üzerine

Maden tekellerinin üzerine

Bir gün geri dönecekleri ümidiyle

Tüm dünya canlı izleyecek

O büyük günün görkemindeki şenliği

9 Temmuz 2025 Çarşamba

PİRİNCİN TAŞI-AHLAKSIZLIĞIMIZIN TARİHSELLİĞİ



Pirincin içindeki siyah taştan değil, beyaz taştan kork cümleri ne Japon ne Afrika ne de başka bir memleketin atasözüdür.  Pirinç, normalde içeriği taşlı bir ürün değildir. Oysa Türk halkı olarak, seksenlerin sonuna kadar sadece pirinçten değil,  bulgur, mercimek gibi her türlü küçük taneli gıda ürünlerinden taş ayıklıyorduk. Bizi taş ayıklamaktan ve içi taşlı ürün almaktan Amerikalılar kurtardı. Tam ne zamandı hatırlamıyorum, seksenlerin ortalarıydı, o zamanların tek yada iki (TRT 2) kanallı televizyonlarında bir reklam dönmeye başladı. Pakette Kaliforniya pirinci satılıyordu. Bizler de başta şaşırdık, paketin içinde taş, yok muydu? Yoktu ve pek çok insan, sırf taş ayıklamamak için Kaliforniya pirinci kullanmaya başladı. Sonra yerli zahireciler, pakette ürün satmaya başladı. Sonra normal zahirelik ürünlerde taşsız satılmaya başladı.  Çünkü artık zahireci esnaf,  ürünlerin içinr taş koymaktan vazgeçmişti. Pirincin taşını ayıklamak, pirinçteki beyaz taş kavramları deyim ve atasözü olmuş, benimle mercimeği taşlı yar sözü de türkülerde kalmıştı. Bana bu gerçeği, bir yıl kadar önce, Ankamall (yada Büyük Migros)'in önünde açılan panayırlardan birinde aldığım dağ incirleri hatırlattı. Küçücük ve çok  tatlı bu incirler, una bulanmıştı ve aralarına beyaz taşlar konmuştu. Bu panayıra mal gönderen köylü, eski alışkanlıklarından  kurtulamamıştı. Gene eskiden , marul, lahana gibi sebzeler, diri ve parlak olsun bahanesiyle ıslak, hatta uzun süre suda bekletilerek satılırdı. Bahane  olarak söylenen, diri kalması, parlak görünmesiydi. Oysa gerçek neden, su emen bu bitkileri daha ağır göstermekti. Bu yöntem, zincir marketler yaygınlaşınca, azalarak bitti.

Atatürk inkılaplarının en az konuşulanı,  ölçülerde birlik kanunu. Osmanlı'da ölçülerde bir birlik yoktu ve bu da ticareti çok zorlaştırıyordu. Oysa bu toprakların, Türklerden de önce, hatta yazıdan da öncesine dayanan bir ticaret geleneği yok muydu. Bu ticaret içinde, kendiliğinden bir ortalama ölçüler oluşması gerekmiyor muydu? Çok öğündünüğünüz Ahi teşkilatları, ölçü ve tartıyı standartlaştıramamış mıydı? Ahi geleneği ne zaman bozulmuştu da biz  bu çakal esnaflara kaldık?  Onlrcayı bırak, yüzlerce tarikat, bu ülkeye bir ahlak getirmedi mi?

Getirmemiş, kalıcı olmayan ahlak, ahlak değildir. Tehdit ile ahlak olmaz.Dini tarafından ölüm sonrası sonsuz cehennemle tehdit edilen kişi, dini kendi arzularına göre değiştirir. Cennete gitmesi için kendi isteği doğrultusunda öğüt verenleri dinler. Haçlı seferleri, Maraş-Sivas katlimları, dindarların eserleridir. Ahlak, biir bilinç eseridir. Ahlaklı davranmamızın sebebi, cehennemden korkmamız, metafizik etkiler değil, o şekilde yaşamamız gerekliğidir.

 Bu iktidar yada iktidarlar, gökte düşmedi. Bu partiler, seçmenlerine benziyor, önceki oy verdikleri partilere bir bakın.  O partilerin skandallarına bakın. Ancak yağmadan kendilerine pay verilmediğinde, partilerini terk etmişler. İktidarın yıllardır kitlesini, muhaliflere karşı kışkırttığının bilmem farkında mısınız? Gezi'de, türbanlı bacımızın üstüne işediler yalanına o kadar sıkı sarıldılar ki, Diliniz Kaba, Kalbiniz Taş diye bir kompozisyon yarışması bile düzenlediler. Her fırsatta dinsizlik diyerek, dinimize saldırılıyor diyerek, muhafazakarları, sekülerlerin üzerine kışkırttı. Muhafazakar kitle, sekülerlerle, sokak röportajlarında telefonunu çıkar benzeri tepkileri saymazsak, çatışmak istemedi. İktidarın özenle koruduğu göçmenlere ise, Altındağ'da olduğu gibi çatıştı. Sorun şu ki muhafazakarlar, sekülerler ile çatışınca, yağmadan pay almayacağını biliyor. Göçmenleri kovup, işsizlik azalsın, kira fiyatları düşsün de istiyor. Yani  karşımızda bilinçsiz bir kitle yok. Ezelinden beri böyle bir kitle. 

Bize de pirincin taşını ayıklamak düşüyor.




8 Temmuz 2025 Salı

NE DEMEK


 

NE DEMEK?

 

Demek ki siz zorbalık ettikçe iktidarınız

Güçlenecek sanıyorsunuz

Demek ki siz muhalefeti tutuklarsak

Başka muhalefet çıkmaz diyorsunuz

Gözaltılar, hapislerle ve yasaklarla

İktidarınızı sağlamlaştırmak istiyorsunuz

Sultan Süleyman’a kalmayan dünya

Demek ki size kalacak

Suçlarınız yargılanmayacak

Bedel ödemeyeceksiniz demek ki

Demek ki siz yaşayacaksınız

Bin küsur odalı saraylarda

Sizin sarayınız müze olmayacak,

Harabe olmayacak,

Kamu binası olmayacak….

Siz ve yandaşlarınız

Masalların prenses ve prensleri gibi

Sonsuza kadar mutlu yaşayacaksınız

 

Öyle mi diyor okuduğunuz tarih, felsefe, sosyoloji

Ve bilumum bilim kitapları?

Öyle mi diyor Allah’ın indirdiği son kitap?

O kitabı tebliği eden peygambere öyle mi dedi?

Peygamberin katledilen damadı ve halifeleri öyle mi dedi size?

Peygamberin susuzluktan öldürülen torunları öyle mi dedi size?

Çarmıha gerilen Mesih ve ondan önceki binlerce peygamber

Size bunu mu müjdeledi

 

Yoksa siz cehenneme bir dakika daha geç girmek için çırpınan

Günahkârlardan mısınız?

 

Öyleyse size hayırlı kâbuslar dilerim

Kaçınılmaz sonunuz için

 

 

5 Temmuz 2025 Cumartesi

İLK KAN (ROCKY 1) FİLMİ (1982) FİLMİ; FİLM NE ANLATIR, İZLEYİCİ NE GÖRÜR



 Sanatçının anlattığıyla, eserde anlaşılan her zaman aynı değildir. Bunun sinema sanatındaki en ünlü örneği, 1982 yapımı İlk Kan yada diğer adıyla Rocy 1 filmdir. Film, İlk Kan diye çıktı ama daha vizyondayken bile, filme Rambo 1 deniliyordu, çünkü gişede patlamıştır. Sinema sektörünün devam filmi gereği 2. kesin gelecekti, ne zaman geleceği sorundu. Filmle ilgili pek çok ayrıntıyı internette bulabilirsiniz. Ben sadece birinci fimden bahsedeceğim. Ben ilk üçünü izledim, 4 ve 5'i izlemediğim gibi, izlemeyi düşünmüyorum. Şiddet-aksiyon bornozu meraklısı değilim. Film, romandan uyarlanmış ama romandan çok uzakmış, normaldir. Sinema, en az yirmi, yer yer binlerce insanın emeği ile yapılan bir iştir ve mecburen ticaridir. Roman 1972'de, savaş halen sürerken ama Kuzey Vietnam'ın zaferi ve Amerika'nın kaçışı kesinken yayınlanmış; film, 1982'dei savaş biteli çok olmuşken yayımlanmış.

İnternette herkes filmde hiç kadın olmamasına değinmiş lakin dikkat ederseniz, açılış kısmı hariç, siyahi (zenci)'de yok. Filmin girişinde tek katlı bir ev ve önünde karavan var. Amerika'da öyle kafanıza göre gecekondu yapamadığınız için, fakir kişiler, karavanda yaşıyor geenlde. Rocky, Vietnam'dan arkadaşını ziyarete gidiyor, orada zenci bir kadınla konuşuyor, kadın da arkadaşının kanserden (muhtemelen uranyum, toryum dahil envai çeşit radyoaktif madde ve zenvai çeşit zehirli kimyasal madde içern mühimmatlardan dolayı) öldüğünü söylüyor. Rocky'de, birlikte çektikleri hatıra resmini kadına verip, ayrılıyor. Bu sahneden sonra kadarajda ne zenci var, ne de kadın. Kasaba, Amerika'da eskiden yaygın olan günbatımı kasabalarından muhtemelen. Bu kasabalar, siyahilerin, hava kararmadan ayrılmak zorunda oldukları kasabalar; eski Amerikan romanlarında bahsedilir bunlardan. Şimdilerde ayrımcılığa karşı yasalar güçlüyken de böyle yerler var mıdır, bilemem. Filmde sadece beyaz Amerikalılar var, Asyalı (.in-Japon), Latin Amerikalı'da yok. Jack Rambo'ya karşı ucuz kahramanlık harekatı yapılıyor ve ucuz kahramanlığı sadece egemen güçler yapar. Rambo'ya saldıranlar, kasaba şerifinin uyduruk bir yeminle işe aldığı, eli silahlı köylüler, kasabalılar. Kasaba şerifinde, Anadolu köylerinde görülen, biz buraların yerlisiyiz kafasıyla, oradan tesadüfen geçen yabancıları ezme yabaniliği var. Zorbalanan Rocky tetiklenince,  olaylar başlıyor. Özetin özeti olarak, eğitimsiz yerel polis, savaş tecrübesi görmüş mavi bereli (Türkiye'de bordo bereli) komandoyla baş edemiyor.

Yerel polis demişken, işi şu tarafını da açıklamak gerek. A.B.D'de federasyon olduğundan, bizdeki yani üniter devletlerdeki gibi ulusal bir polis-jandarma teşkiları yok. Yerel polisler, tıpkı itfaiye, zabıta gibi belediyelere bağlı. Polis teşkilarının tepesinde, doğrudan adalet bakanlığına bağlı meşhur FBI var. FBI, Eyalet polisleri ve büyük şehirlerin (New York, Miami, Houston gibi), ciddi  polis eğitim kurumları var ama olayın geçtiği taşra kasabalarında işler o kadar ciddi değil. Filmlerde ve dizilerde eyalet polislerini pek görmüyoruz. Fimde de şerife, yardımcılarından biri, işi eyalet polisine devretmesi gerektiğini söylüyor. Şerifte ölen-yaralanan kişiyi kaç yıldır tanıdIğını falan söylüyor. Bir kaç sahne sonra, elini havaya kaldırmış, tek başına olduğu ve canlı bomba olmadığı belli olan Rambo'yu teslim alamıyor ve vuramıyor. Vuracaksan en azından biraz daha yakına gelmesini bekle. Nasıl olsa yıl 1982, ne cep telefonu, ne internet, ne de bir kamera kaydı var. Şerif aptalca ateş edip, adamı kaçırtıyor ve ardından kendisi gibi, bir buranın yerlisiyiz kafasında bir sürü aptaldan oluşan ordu toplayıp, en sonunda Rambo'yu bir maden ağzından köşeye sıkıştırıp, roketle patlatıyor. Rambo ise dışarı kaçmak yerine içeri kaçıyor. Vietnam deneyimlerinden, insan yapısı mağaraların, Vietkong tünelleri gibi birden fazla çıkışı olabileceğini biliyor. Kocaman farelerle dolu tünellerden geçip, dışarı çıkıyor ve asıl şenlik o zaman başlıyor.

Filmin en unutulmaz yeri, Roky'in teslim olmadan önceki, savaş ve askerlik karşıtı söylevi.  Filmi izleyenler, Vietnam sendromu, travma sonrası şiddet, sevaşın anlamsızlığı gibi şeyler yerine; tek kişinin, özel eğitimle neler yapabileceğini görüyor ve seksenlerde savaş ve askerlik filmlerinda artış yaşanıyor. Rakibi Arnold Schwarnazeger, savaş filmlerinin ekmeğini kendisinden çok yiyor, Ölüme Koşan Adam, Terminatör, Robocop gibi filmler yapıyor. Bu filmler, asker filmlerinin tipolojisini değiştiriyor. Önceden asker filmleri, vatani hizmet filmleridir. Filmlerde sıradan insan ve sıradan mesleği olan siviller, devletin çağrısı yada emri üzerine askere alınırlar. Filmin başındaki beceriksiz askerler, film ilerledikçe ustalaşırlar. 1987 yapımı Full Metal Jacket, bu tür filmlere en iyi örnektir. Rocy yada Terminatör, mesleği askerlik olan, bunun için özel eğitim almış ve sivilde bir bilmeyen kişilerdir. Rambo ile beraber, prpfesyönel askerlik filmleri başlar. Bu filmler ilk başlarda Rambo yada Terminatör gibi bireysel kahramanlık, askeri süper kahraman filmleridir. Cüneyt Arkın'ın bir kısmı Aytekik Akkaya'yla beraber yaptığı bir seri filmde, bunlardandır. (Bu dönem Cüneyt Arkın-Aytekin Akkaya filmerinin en ünlüsü, Dünyayı Kurtaran Adam'dır.) 1992 yılında yapılan Evrenin Askerleri (Universal Solidier) filminin başarısıyla filmciler, askerliğin bireysel bir spor değil, bir takım işi olduğunu hatırladı. Band Of Brothers, Er Ryan'ı Kurtartmak, Börü gibi özel harekatçı takım-manga-bölük filmeri yapıldı.

Her aşırı başarılı film gibi, yaşama-modaya yön verdi. Komandoluk, askerlik kavramının merkezine yerleşti. Rambo'nun film için özel (daha sonra serinin diğer filmleri içinde ayrı ve özel) tasarladığı bıçak yok sattı. Milliyet gazetesinin uzun yıllar her pazar kendisi ile birlikte verdiği Oscar TV adlı ekinde, yıllarca Rambo, Yaşam Savaşı Verme Bıçağı'nın reklamı yayımlandı. Askeri botlar ve kamufulaj desenli paltolar, parkeler, doksanların sonuna kadar moda oldu. Rambo'nun alnına, kanama dursun diye sardığı bez bile moda oldu. 1993'de, televizyonlarda Rambo'nun çizgi filmi vardı (Sezai Aydın seslendiriyordu, kaçınılmaz olarak)  Rambo, aksiyona geçmeden evvel botunu ve alın bezini bağlıyordu. Bu bez, uzun süre komandoların, sporcuların, fitnes-yoga yapanların ve hatta bir ara gayların simgesi oldu. Saçların ön kısmını bir baş örtü gibi örten bandana denen bezler de uzun süre moda oldu.

Romanın ve filmin amacı, militaristliğin ve savaşın kötülüğünü göstermekti, en azından ilk filmin amacı oydu. Savaş karşıtı bir filmde, aksiyonu ve askerin karşıtlığını fazla abarttığınızda, militarizm propagandasına döner. Serinin geri kalan filmleri de askiyon ve şiddet bornosudur. Serinin diğer filmleri de çizgi roman-süper kahraman tadındadır. En komiği de Afganistan'da geçen 3. filmdir. Film vizyona girmeden, Sovyetler, Afganistan'dan çekilmiş; sonraki yıllarda Afganistan'da, Sovyetlerin yenilgisinin  benzerini Amerikalılar yaşamıştır. 

4 Temmuz 2025 Cuma

MİDSOMMAR (RİTÜEL-2019) FİLMİNDE FAŞİZM



 Korku filmine pek meraklı değişim, bu yüzden de bu filmden yakın zamana kadar habersizdim. Filmi de klasik korku filmi izleyicileri pek beğenmiyor.  Film de korku filmine benzemiyor.  Korku filmlerinde olaylar, karanlık- izbe yerlerde geçken, Midommar'da ortam ışığa boğulmuş durumda. Kuzey ülkelerinde, yılın en uzun günleri olan 22 Haziran ve sonraki günlerde oluyor. Korku filmlerinde kahramanlar genelde yalnız kalır yada küçük gruplara ayrılır, izbe ve karanlık yerlerde de işkenceye uğrar yada katledilirler. Filmin merkezindeki oyuncular, kolay kolay yalnız kalmıyor. Film fazlası ile uzun (148 dakika) ve konuya geç giriyor. Korkuya konu olan grubun, Amerika'dan, İsveç'e, Harga denen komüniteye gelmeleri yarım saat sürüyor. İlk ölümleri görmek için de bir saat beklemek gerekiyor. Sevgilizle karanlıkta, birbirinize sarılarak. çığlık çığlığa izleyebileceğiniz bir film değil. 

Bu tip korku filmlerine, folklorik korku yada pagan(purperest) korku deniliyormuş. Konu da genel olarak yabancı bir kültürün vahşetine maruz kalınması olayı. Bu filmde de Avrupa'da kökleri 19. yüzyıla kadar giden, ata dinine dönme fetişizminin korku unsuru haline getirilmesi ile yapılan filmlerden birisi. Bu filmin asıl amacı, bu tür faşist toplulukların (komünite) tehlikesine dikkat çekmek. Türkiye'de faşistler, Tengriciliğe meyletseler bile, böyle komüniteler kuramıyorlar (şimdilik). Bunun ilk sebebi, Türkiye'de milliyetçilik ve faşizmin temellerinin din ekseninde atılmadı; hatta millet kelimesi Arapça, din-mezhep anlamına geliyor. Kelime bugünkü anlamını Namık Kemal sayesinde almış ve aslında Namık Kemal'in de millet kelimesinden anladığı bu. Herkes Namık Kemal'i, okulda okuduğu vatan şiirleri ve Vatan yahut Silistire oyunuyla tanıyor. Namık Kemal'in sırf Şiiliği kötülemek için yazdığı Cezmi diye bir romanı, harem yaşamını ve siyahileri kötülemek için Kara Bela diye tiyatro oyunu var. Mason locası üyesi ve alkole düşkün de olsa, namazlarını kaçırmayacak kadar dindar ve nefreetini her zaman kusacak kadar mezhepçi. Tengricilikle ilgili bilgilerse fazlasıyla sınırlı. Bazı Arap seyyahlarının gezi notları, bazı Rus antropologların tespitleri gibi az sayıda belgedir. Aslında sorun bu da değil.  Orta Asya Türk inancının Anadolu yansımaları illa Alevilikle çakışıyor ve faşizm, kendi öz kültürü de olsa,  azınlıkları sevmez. Alevilik, Faşizm için çok Hümansit falan diyeceksiniz, buna iki itirazım var. Biri, Aleviler de bazı dönemlerde yeterince vahşileşebilmiştir, diğeri de Faşizm, pragmatist , yani faycadı ve oportünist, yani fırsatçıdır. En hümanist fikirleri biel kendine yonttuğu gibi, baş düşmanı komünist-sosyalist ideolojiyi kullandığı da olmuştur.

Filme dönecek olursak, ilk dikkati çeken, filmdeki bütün karakterler Hristiyan yada Hristiyan adına sahipken, film boyunca, başlangıç yemeğindeki masaların kombinasyonu hariç hiç haç bulunmaması ve hiç bir oyuncunun boynuna haç takmaması. Haç demişken, filmin konusu İsveç'de geçiyor ama üzerinde kocaman haç bulunan İsveç bayrağını hiç bir şekilde görmüyoruz (Çekimleri Macaristan'da yapmışlar) Kuzey ülkeleri, geç tarihlerde, neredeyse Haçlı seferleri ile Hristiyan oldukları için olsa gerek (Lapon diye de bildiğimiz Sami (Samee) toplumu halen çoğunluğu Pagandır), pek çoğunun bayrağında kocaman haç vardır. Filmse tamamen Pagan kültür üzerine konulu ve filmde Hristiyanlıkla ilgili tek şey, Dani'nin erkek arkadaşı Kristi (İsa) ve o da filmin sonunda uyuşrululmuş şekilde, bir ayı postunun içinde, gruptaki Dani ve Pelle hariç diğerleriyle beraber kurban ediliyor.  Cristian, ayı postuna konan tek kurban, adından dolayı simge, ayı ise kuzey paganlığının simgesi, bizdeki bozkurt gibi. Dani'nin Amerika'daki evinde büyükçe bir ayıya sarılan kız çocuğu resmi var. (Maşa ve koca ayı çizgi filmini hatırlayın) Bizde erkeklere nasıl alparslan, bozkurt gibi isimler konuyorsa, Rusya ve İskandinavya'da ayı ismi konuyormuş. Bizde ayı genelde asosyalliğin, pisliğin ve nezaketsizliğin simgesidir be birine ayı demek hakarettir. Kuzey ülkelerinde ise cesaret ve güç simgesi. Dani, her şeyin sonunda bu gruba üye oluyor, Pelle zaten grubun üyesi ve diğerlerini buraya getiriyor, Cristian'dan da döl çalıyorlar. Cristian, Dani'yi Harga'nın yerlisi bir kızla defalarca aldatıyor, en sonunda da törensel bir cima ile bu çocuğu kabulleniyorlar. Törensel cima dediğim sahne, bir çeşit absürt burno sahnesi. Cristian'da, kafa mantarlı çayla güzelleşmiş bir halde, bir sürü yaşlı ve çıplak kadının inlemeleri ile kızla birlikte oluyor. Bir erkek olarak söyleyeyim, böyle absürt bir ortamda, bu kadar göz üzerimdeyken, kafa dumanlı değilse, heyecan ve şaşkınlıktan hiç bir şey yapamam. Pelle, Cristian ve Dani'nin ortak noktası Harga köyü halkı gibi sarışın olması. İskandinav ülkelerindeki bu sarışın yoğunluğunun sebebi tamamen ırsiyet değil. Norveç devletinin açılan gizli bilgilerine göre, otuz küsur yıl içinde, dört buçuk milyonluk ülkede (2025 itibarıyla beş buçuk milyonu aşmış), otuz binden fazla kadını, esmer veya Samee (Lapon)iTater (az nüfuslu bir azınlık)  gibi topluluk insanlarını gizlice kısırlaştırmış. Sarışın derkeni Kıvanç Tatlıtuğ gibi civciv-platin sarısı olacak; Atatürk ve Balkan Türkleri gibi sarımtırak kahverengi değil. 

Filmde pek çok  olay, çeviride elma mantarı denen halüsülojen etkisinde gerçekleşiyor. Harga'ya girerken,  kamera ters dönüyor, göntülerde kayma oluyor. Dikkatli bir izleyiciyseniz, ekibimiz Harga'ya girdikten sonra, kamera lenslerinde dengesizliği görebilirsiniz. Harga'ya gelen  misafirler, filmin sonuna kadar mantarın etkisinde. Filmde ilk cinayet, birinci saatin sonunda ve herkese açık şekilde işleniyor. İntihar ama ihtiyar çiftimiz, topluluğun zorlaması ile atladığı için, bu da bir cinayet. Kadın hemen ölüyor,  erkekse hemen ölmeyince, tahta balyozlarla, kafalarına vurularak ölüyor. Suçları da yetmiş iki yaşlarına gelmeleri. Bu olayın vahşiliğini ve zırvalığını anlayan Connie ve Simon çifti, diğerleri gibi Amerika'dan değil, İngiltere'den gelmiştir. Aralarında çok fazla boy farkı olan çiftimiz, yeterince halüsülojen mantarı kanında biriktirmediği için,  vahşeti anlıyor ve ortamdan kaçmaya karar veriyor. Diğerleri ise olayın vahişiliğini anlamıyor, antropolojik tez yazacağız, bunamak istemiyorlar falan diyor.

Harga tarikatı oluşturulurken, Hristiyanlığın ve diğer tek tanrılı dinlerin, putperestliğe ilişkin mitleri ve dedikodularından faydalanılmış. Uyuşturucu, alkol, grup seks ve cinsel sapkılık gibi dedikodular, Yahudiliğin ortaya çıkışından itibaren, (Sodom ve Gomora) çeşitli topluluklar aleyhinde üretilmiş ve halen üğretilmekte. Filmdeki, akraba evliliği ve ensestten sakat çocuk üretip, kutsal kişi yapma konusu, Jean-Cristophe Grange'ın Kızıl Nehirler romanında da geçiyor. Grange'ın romanı 1999 çıkışlı ve 2000'de film yapılmış, bu filmden önce yani. İnsan kurban etme de insanlık kadar eski bir gelenek. Avrupa'da, özellikle bataklık alanlarda, tunç çağından kalma pek çok insan ölüsünün kurban edildiği düşünülüyor. Putperestliğ u kadar kötüleyen tek tanrılı dinler, çok mu masum, bu da ayrı konu. Roma imparatorluğunun, Hristiyanlığın ilk ortaya çıkışı ile resmi din olması arasındaki üç yüz yıldan fazla sürede katlettiği Hristiyandan daha fazlasını Saint Bartalamay katliamından 1 gecede (25 Ağustos 1572) katletti. Filmin kurgusu, Avrupa'da yaygın olan putperest tarikatların tehlikesine dikkat çekmek için yapılmış gibi geldi bana.

Filmde faşistliği en iyi anlatan sahne, sonda Dani'nin ağlama-panik atak krizinden sonra birden gülümseme sahnesi. Artık topluluğa kabul edilmiştir. Bundan sonra zorbalanan, aşağılana, alay eden, ezilen değildir; artık zorbalayanların, aşağılayanların, alay edilenlerin, ezenlerin safına geçmiştir. Artık o, Polonya'da yada Almanya'da bir Yahudi değildir; Filistiy'de, İsrail'de bir Yahudidir. Bundan sonra filmin evreninde muhtemelen Pelle ile evlenecek, onun gibi tarikata kurbanlar ve yeni döller getirecektir. Burada Kristin'den döl alınması ve tarikata yeni üyeler alınmasının başka bir amacından da bahsedeyim. Akraba evlilikleri ve genetik kilitlenme, ırsi hastalıkları, bedensel dezormasyonları ve zeka özürlülüklerini arttırır. Bence ülkemizde bu saydıklarımın bu kadar çok  olması, halen akraba evliliklerinin çok olması (tahminen yüzde 20, beşte bir). Tarikat, dışarıdan gen alma ihtiyacının da farkında. 

Filmin sonunda Dani'nin Mayıs kraliçesi olarak giydiği komik kıyafete bakarak, faşist böyle mi olur diye düşünebilirsiniz. Adorno'da faşizmin her zaman Nazi ünüforması ile gelmeyeceğini söyler. Bizler de Faşist denilince, beyaz gömlek-siyah takım elbise, dev metal tokalı kemer kullanan Ülkücü ağaları anlarız. Oysa insana ait her kötülüğün, en azından başlangıçta, sevimli bir yüzü vardır. Merlin Monroe'nin dediği gibi, iki yüzlü olacaksanız, bir yüzünüz sevimli olacaktır. Propaganda için sevimli değilseniz bile, sizi sevimli gösterecek, yetmez ama evet, onlar tarikat değil, sivil toplum örgütü falan diyecek birilerini kiralarlar. Doksanlı yıllarda 32. Gün programı, bir genç soru sorma kılığında Orhan Pamuk'u övüyor. O genç, daha 20-21 yaşlarındaki R.O.K. Adalet Ağaoğlu, Oya Baydar yada ona benzer kişiler, tarikatların ve siyasal İslamın vahişiğini bilmiyor muydu? Onların şu an akıttıkları timsah gözyaşları bile yalan. Şu an ülkenin 1 tane bile yangın söndürme uçağı yok ama cumhurbaşkanlığının 13 tane uçağı avr. Yetmez amacıların ise tek üzüldüğü, bu 13 uçakta kendilerine yer verilmemesi. Sevimlilik deyin, filmde Harga'nın sevimsiz bir yanı var mı? Tertemiz, yeşillikler içinde, huzulu bir köy. Sevimlilik demişken, şu günlerde tekrar parlatılmaya çalışılan Cem Karaca ve Barış Manço, FÖCÖ tarikatının adamydı.

Filmi kötülüğün sevimli şeylerin arkasında nasıl gizlendiğini anlatıyor. Bu yüzden de klasik korku filmi izleyicisine göre değil.

2 Temmuz 2025 Çarşamba

ERMENİ KIYIMI-TEK SUÇLU TALAT PAŞA MI?

 


Nuri Dersimi'nin anılarını okurken, ani bir aydınlanma anı yaşadım. 1915'de Dersim'de, Ali Boğazında gördüklerini anlatamayacağını söylüyordu. Neden anlatamıyordu? Kendisi gerçek bir Türk düşmanı ve Tükler aleyhine her şeyi ballandıra ballandıra anlatıyor. Bu olayı anlatmama sebebi, olayın vahşetinden çok, olayın faillerinin Dersimliler olması. Atatürk'de Ermeni kırımı diyor. Osmanlı sıkı yönetim (Örfi İdare) ve Divan-ı Harp mahkemeleri 1500 kadar (yuvarlak hesap) vatandaş ve memurunu yargılayıp, cezalandırmış,  Ermenilerin mallarını yağmalamaktan idam edilenler bile var. Meşhur, Boğazlıyan Kaymakamı Ali Kemal'de, yargılanıp (göç eden Ermenilerin mallarına el koymaktan), beraat ediyor ama savaştan sonra kurulan Nemrut Mustafa Paşa (Kürt Mustafa Paşa) mahkemesince idam ediliyor.

Burada başka bir gizeme ulaşıyoruz. İngilizler, Malta adasına doldurdukları 145 Türk devlet görevlisini (biri emir eri, çoğu asker ve politikacı) neden yargılamadıklardıır, zira oraya toplanma amaçları budur. Malta, tarihin ilk Nümberg mahkemesi olacaktı. Bu kadar kişinin, adaya getirilme sebebi Ermeni kıyımıdır. Planlanan şey, tarihin ilk savaş suçları mahkemesini kurmaktır. Ancak bir mahkeme yada soruşturma olmaz. Türklerin iddiasına göre  İngilizler, delil bulamamıştır. Oysa İngilizler, zaten yargılanıp, suçsuz bulunmuş Ali Kemal, yeniden yargılanıp, idam edilmezdi. İngilizler, somut bir imha-infaz emri bulmasalar bile, sağ kalan kurbanların ifadeleri yeterli olabilirdi. Yahudi soykırımı (Holokost) öyle olmuştu. Naziler, sona yakın pek çok belgeyi, yapıyı, özel hatırayı, itina ile yok etmiş, sağ kalan kurbanların ifadeleri ile soruşturmalar yapılmıştı. İngilizlere göre Ankara hükumetinin (İngilizlerin deyimiyle Kemalistlerin) rehin aldığı İngiliz askerleri ve vatandaşları sebebi ile bu yargılamalar yapılmamıştı. Bu doğru olsa bile, İngilizler ön soruşturmalarını raporlarını kamuoyuna verebilir, bakın, vatandaşlarımız rehindi, yargılayamadık, diyebilirlerdi.

İngilizlerin yada müttefiklerin, asıl canını sıkan, tehcir ve katliamların hem karşılıklı, hem de kitlesel  olmasıydı. İngiliz diplomarlarının dediği gibi, Ermeniler de sekiz yaşında kız çocuğu değildi. Osmanlı tökezledikten sonra, ilk Sırplar isyan edip, ilk Yunanlar bağımsızlık kazanmıştı. Ermeniler de (en azından bir bölümü) kendi paylarını istiyordu. İngiliz, Fransız ve Amerika başta olmak üzere batılı ülkelerin kolejleri ve misyoner okulları, orta doğuyu bir ağ gibi sarmıştı. Pek çok Ermeni, Ortodoksluğu bırakıp, Katolik ve Protestan olmuştu. 1915'de isyan çoktan başlamıştı ve silahlı Ermeni çeteler, isyana katılmak istemeyenler başta olmak üzere, katliamlara çoktan başlamıştı. Pek çok Ermeni toplumu, Ermenice'yi unutmuştu ama Türkleşemişyordu da. Ermeni kıyımı da aslında çoktan başlamıştı. Hatta 2. Abdülhamit'e, meşhur Kızıl Sultan lakabını Ermeniler takmıştı. Özellikle 21 Temmuz 1905 günü, cuma selamlığı sırasında tesadüfen (camiden çıkmadan evvel, imamın kendisini lafa tutmasından dolayı dışarı geç çıktığı için) sağ kurtulduğu suikastten sonraki günlerde o kadar çok Ermeni öldürüldü ki, kendisi yeter, yapmayın dedi. (Kemal Tahir, Esir Şehrin İnsanları'nda bahsediyor.) Aksini ispat gibi, Abdülhamir döneminde önemli bakan ve danışmanların pek çoğu da Ermeni'ydi. (Ermeni meselesi ve pek çok vahşi olayda pek çok aksini ispat (oksimoron) durum vardır. İngilizler bu ve benzeri pek çok işin içinde sıyrılamayacakalarını bildikleri için, Ermeni kıyımını yargılamak yerine, zamana yaymaya karar verdiler. Kıyımı katılan Hamidiye alayları başta olmak üzere Kürtleri, Arapları yada diğer Hristiyan unsurları, yer yer tehcire uğramayan Ermenilerin de yargılanması gerekecekti. Bu, İngilizlerin meşhur böl-yönet ilkesine aykırıydı. Bu yargılayacağı kitleler, daha sonra kendisi ile mütefik olmayabilirdi.

Kıyım-isyan fazlası ile karışıktı. Bu günkü Ermenistan, Rus çarlığındaki 1905 isyanından sonra, bölgedeki Azeri Türkleri (o zamanın tanımıyla Kafkasya Tatarları) katledip, Rusların desteği ile kurmuşlardı. 1990'da Sovyetler yıkılır yıkılmaz Ermenistan, komşusu Azerbaycan'a saldırdığında da 1915'i bahane etmişti. 1915'de Azerbaycan, Osmanlı'ya değil, Rusya'ya bağlıydı ve Azeriler, Osmanlı için Türk değil, Acem (İran-Fars) ulusunun bir parçasıydı. Osmanlı'da halklar, birbirine de düşmandı. Teknolojiyi kabul etmemeleriyle ünlü olan Amiş mezhebinin pek çok üyesi, bir zamanlar Osmanlı'ya yerleşmişti. Kars'ın gravyer peynirini ilk üretenler de Ruslar değil, anavatanları İsviçre olan bu toplumdu. Bu topluluk Yunan ve Ermenilerin kendilerine olan saldırıları yüzünden Amerika-Kanada ve Meksika'ya tekrar göç etmişti. Gene aksini ispat gibi, Ermeni kıyımı, Dersimlilerin daha sonra, özellikle Tertele dedikleri 1938'de yaşayacaklarına sebep olmuş, göç kafilelerini soyan dersimliler, eşkiya, haydut ve devletin sözünü dinleyemeyen Dersimliler imajına sebep olmuştu. Buna rağmen Dersimliler, kendi yerli Ermenilerini korumuşlar, Ovacık-Pülümür ilçe sınırındaki yasak bölgedeki bir yada bir kaç Ermeni köyü, 1938'e kadar varlığını sürdürdü. Hem Dersim'de, hem de ülkemizin coğrafyasında pek çok Ermeni, kendisini gizleyerek bu günlere geldi ve pek çoğu da halen gizleniyor.

Sonuçta İngilizler amacına ulaştı. Anadolu ve Osmanlı coğrafyasındaki haaydutlar, komşularının felaketinden fayda umanlar, tüm suçu önce  Türklere, sonra İttihat ve Terakki'ye yükledi. Şimdilerde de tek bir kişiye, Talat Paşa'ya yüklenmek isteniyor. Paşa, kolay hedef, en başta İttihatçıların üç başından (Enver ve Cemal ile beraber) en sevilmeyeni; doğum yeri sebebiyle Pomak, esmerliği sebebi ile Roman olduğu iddiası var (Nüfus kayıtlarına göre Türk). Bektaşi tarikatı ve Mason locası üyesi, sıradan bir posta çalışanıyken, ülkenşn en güçlü adamlarından ve İttihat iktidarının baskılarının simgesi oluyor, görevdeyken de pek seveni yok.  Neyzen Teyfik, hakkındaki şu dörtlüğü yazıyor:

Fırka, parti diye halkın boğazından sıkarak
Milletin on senedir olmuş idi mengenesi
Kazdığı cah-ı belaya yine kendi düştü
Örsünü, kıskacını (...) tiğimin çingenesi

Talat Paşa'nın başka bir özellliği de infaz edilmesi, Paşa'yi düpedüz infaz etmişler. Katili, Soğomın Tehliryan, iki günlük bir yargıalandan sonra, Türk tarafının tanıkları bile dinlenmeden, tehcir travması bahanesi ile beraat etmiş. Muhtemelen infazı, Berlin'deki Türkler hariç, herkes biliyordu. Bütün bunlar olurken, Adolf Hitler, siyasete yeni atılıyordu. Bunu gören Hitler'in, Yahudiler',i katletmeye hazırlanırken, Ermeniler'e yapılanları kim hatırlıyor demiş olma ihtimali var mı? (New York'daki Ermeni Soykırımı müzesinin kapısında yazıyormuş.

Son olarak, Ermeni kıyımı konusunda, o dönem Osmanlı devletini para yardımı ile yöneten Alman imparatorluğunun, Çanakkale, Kut-ul Amara gibi zaferleri sahiplenirken, Ermeni kıyımı konusunda susması da ayrı bir konu. Bu büyük (ve başarısız) operasyonun Almanlara danışılmadan yapılması, olası mıydı? Almanlar, Kafkasya yakınlarında, Ruslar'a yakın, Ortodoks bir topluluğu, Araplar arasında bir Hristiyan topluluğa dönüştürme çabası da ihtimaller arasında değil miydi? Toplama kampı ve tehcir uygulamalarını icad eden de İngilzler'di.  İlk defa 1899-1902 yıllarında yaşanan 2. Boer savaşında (İngilzlerin en çok can kaybettiği 3-4 savaştan biridir), Hollanda kökenli Boer çiftçilerine karşı yaptılar. Naziler, Japonlar ve hatta Ruslar, pek çok vahşi uygulamayı, İngilzlerden öğrenmişti.

Son olarak, yazıyı bitirdiğim gün 2 Temmuz, Sivas katliamının yıl dönümü. Bu yazıyı da insanlık tarihinde katledilen tüm masumlara adıyorum.

29 Haziran 2025 Pazar

İRAN-İSRAİL SAVAŞI VE MAVİ VATAN



 12 gün süren son İran-İsrail savaşından çıkarılacak pek çok ders var. Pek çok İsrail hayranı ve Sünnici, İran'ın yenildiği fikrinde. İran, zafer kazanmadı, daha doğrusu her iki tarafta zarar etti ama İsrail, daha çok zarar etti. İran'dan beklentiler düşüktü. Ben şahsen Kürtlerin ve Belucilerin (İran'daki en büyük Sünni grup) isyan değilse bile, infial halinde olacaklarını bekledim, PJAK'ın orta doğu halklarını tüm Kürtlede düşman etmekten başka bir işe yaramayan açıklaması (o da muhtemelen İsrail'in isteğiyle oldu) haricinde ciddi bir olay olmadı. Ben bir karamsar olarak, İsrail'in bu ani saldırısı sonrası İran'ın 1967, 6 gün savaşı sonrası tüm hava kuvvetlerini kaybetmesini falan bekledim. Ben dahil pek çok kişi, yüz binlerce, hatta milyonlarca İranlı'nın Türkiye dahil çevre ülkelere göç etmesini, iltica etmesini bekledi. Tam tersine, Türkiye'de yaşayan pek çok İranlı, ülkesine döndü. İran'ın yaraları ağırdı ama ben dahil herkesten daha azdır muhtemelen. İsrail, maddi kayıptan çok, güvenli ülke imajını kaybetti. Bu açıdan İsrail'in kaybı, uzun vadede daha büyük. Beyin göçü ve vasıflı emek için ideal göç ülkesi olmayacak. İsrail, turizm ülkesi de olamayacak artık. Turizmde kaybeden başka bir ülke de Dubai başta olmak üzere, körfez ülkeleri, artık vurulabilecek bir hedef oldular ve buralara giden turistler, aynı zamanda savaş durumunda kaçma rotasını da öğrenmeli veya buralara turist getiren tur şirketleri, acil durumda misafirlerini kaçırmanın yollarına bakmalı.



Savaşın bitişi, İran'ın, Hürmüz boğazı kapatma tehdidi ile oldu. Çok geniş olmayan Hürmüz boğazı, dünya petrol yolunun can damarı ve alternatifi de yok. İran'ın desteklediği Yemen'li Husi milisler, Babülmendep boğazını kısmen de olsa kapatmaları, hem İsrail, hem de Dünya ticaretini yaralamıştı. Pek çok gemi ve armatör, Babülmendep-Süveyş kanalı yerine, Afrika'nın güneyini, Ümit burnunu dolaşmayı tercih etmişti. Tam da burada İran'ın, bence en büyük güçsüzlüğü olan, denizci bir millet olmaması, tarih boyunca da ciddi bir deniz kültürü olmamasıdır. Bunun en başta sebebi, İran coğrafyasının denize düşmanlığıdır. İran, tarih boyunca sınırları değişmekle beraber, genel anlamda batıda Fırat-Dicle nehirleri, doğuda en fazla İndus nehri, genelde Afgan-Hindikuş dağları, kuzeyde Kafkasya dağları, Hazar denizi, Sirdeya-Amuderya nehirleri, güneyinde de Arap veya İran denizi, bazen de Basra körfezi denen deniz bulunur. Hazar, Dünya'nın tek kapalı denizi olması bir yana,  Elburuz  dağları yüzünden İranlıların bu denize yada bu denizden İran'a ulaşım zordur.  Güney kıyıları ile Şiraz dağları arasında, Bedevileri ve develeri bile yıldıran acımasız bir çöl vardır. Bu sebeple İran, tarihi boyunca denizden istila görmemiş, deniz ticareti de İranlıların ilgisini çekmemiştir. Başka bir sebepte, meşhur İpek yolunun İran'dan mutlaka geçmesi, Kırım'ın Kefe ve Kerç limanlarında düğümlenen kuzey rotasından  çoğu kez güvenli olmamasıdır. İran, güney dahilinden sadece bir ara Sasani imparatorluğu döneminde Yemen'in güneyi, Arap yarım adasının doğusunu fetetmiş, ama Justinyanus vebasından sonra bu bölgeleri terk etmiştir. İlk çağda Akhameniş (Pers )imparatorluğu döneminde İran'ın Akdeniz donanması, Fenike medeniyetinin Sur (Tir) şehir devleti, Halikarnasos (Bodrum) şehir devleti donanması ve Miletos şehir devletlerinin denizcilerinin kontrolündeydi. Bu şehirler Bütük İskender'in ordularının kuşatmalarına aylarca dayandıktan sonra acımasızca yakılıp, yıkıldı,  erkekleri katledilip, kadın ve çocukları köle yapıldı. Denizcilik bu kadar önemlidir. Sasani imparatorluğu ve Büyük Selçuklu Devleti (İranlılar , Selçuk devletini de sahiplenirler)'de Akdeniz'de bir  donanma gücü olmadı. Osmanlı ise bir Akdeniz gücü oldu ancak bir okyanus gücü olmadı.

Modern İran, sınuçta bu günlere deniz gücü olmadı ve bir denizcilik kültürü de olmadı. Bu sorun nerederyse tüm İslam aleminin sorunu. 1967 Altı Gün savaşı öncesinde, ciddi bir deniz-denizaltı gücü, İsrail kıyılarını abluka altına alsaydı, yenilgi bu kadar ağır olmadı. İsrail'in saldırısı da, Mısır ve Suudi Arabistan-Ürdün'ün Akabe körfezi girişini ve İsrail'in güneydeki tek limanı Eliat limanını kapatması tehdidi üzerine başladı. 

Deniz gücü olmak, parasını verip, donanma inşa etmekle (Abdülmecid böyle bir donanma yaptı, Abdülhamit bu donanmayı Haliç'de çürüttü) olmuyor. Denizcilik yapan bir toplum olması, denizcilik geleneği de gerekiyor.

Ek olarak: Bu son saldırıda İran'daki Afganların, muhtemelen Sünnicilik uğruna İsrail ajanı oldukları görüldü. Ülkemize son on yıldır doluşan Afgan, Somali ve Suriyelilerden; üzerine de üniversitelerimize doluşan yabancu öğrencilerden ne kadar eminiz, bu bambaşka bir yazının konusu.



27 Haziran 2025 Cuma

AZINLIK SİYASETİNE MACERAPERESTLİK

 


Dikta-otokrat yönetimlerinin bir özelliği de maceraperestliğidir. Zira tek adam rejimleri, hele de uzun süre  iktidarda kalmışlarsa, kabadayı gibi düşünmeye başlarlar. Bir suikastin arka arkaya Birinci Dünya Savaşını başlatma sebebi, Avrupa'yı saran ve artık iyive çürümüş olan monarşilerdi. Hiç bir kral, yiğitliğine leke sürdürmek istemedi, gerçi çekilmedi ve savaş başladı. İkincisinide de aynı kabadayı kişiliğinde olan diktatörler başlattı. 20. ve 21 yüz yılın pek çok diktatörü asker olmadığı halde, hep ünüforma ile gezdi ve üniforma ile pozlar verdi. Başkomutanlık ünvanlarını zevkle kullandılar. Pek çoğunun başkumandanlığı, orduyu yönetmekten çok, orduyu kullanarak ülkeyi nasıl maceralara sürükleneceğine karar vermekten ibarettir. Saddam Hüseyin mesela, hiç askerlik yapmamış, sırtından ünüformayı da hiç çıkarmamıştır. Ülkesini İran, Kuvey, A.B.D ile savaşa sokmuş, bir ara elindeki fi tarihinden kalma, Sovyet yapımı Scud füzelerini İsrail'e fırlatmayı akıl etti. İran, ciddi ciddi hedef tespiti yapıyor, Mosad merkezini, Microsoft tesisini falan vuruyor; Saddam körlemesine sallardı. Küçücük İsrail coğrafyasına büyük hasarlar vermişti, zira o zamanlar Demir Kubbe yoktu, Saddam'dan sonra inşa edildi. 

Sadece Saddam yada Arap coğrafyası değil, dikta-otokrasi olan her ülkede siyaset, maceraya döner. Yeterince denetlenmeyen liderler, zamanla delirip, gerçeklikten uzaklaşır. Yetki paylaşımını da bırakırlar. Ülke ellerinde oyuncak olur, savaş, içsavaş, yıkımlar vesaire. Bazıları da savaşamaz, savaşmayı göze alamaz yada savaştan dersini almıştır. Bu sefer de çılgın inşaat projelerine girişir. Bunlar ilk başta pratik ihtiyaca yönelik işlerken, daha sonra hiç birişlevi olmayan inşaatlara döner. Bol bol yeni kamu binaları yapılır. Dış politikada ise sürekli gel-gitler vardır. Diğer ülkeler, özellikle komşular, bir dost, bir düşman, en nihayetinde hepsi düşman olur.

Maceraperest siyaset, geri kalmış, okuma-yazması az ve demokrasi kültürü olmayan ülkelerde yaygındır. Sebebi en temelde din ve dinlerin kendini adama kültürüdür bence. Manastıra, tekkeye saklananları, hayatını Allah'a adamış sanmak, tarikat üyelerini daha dindar sanmak hatasıdır. Bunun ileri dereceside radikal ve ani kararlar, cesaretmiş gibi görülür.

Konuyu son günlerin (2025 Haziran itibarı ile) konusu olan son sözde çözüm sürecininin macera oluşuna getireyim. Tekrar tekrar Saddam ile anlaşan, Amerika yada İran isteği ile isyan çıkaran Irak Kürtlerine benziyorlar. Her seferine Amerika, İran ve Saddam'ın ihanetine uğradılar. Bu son çözüm sürecimsi dönemin sonu, baştan belli değil mi?

Temel sorun, hafıza sorunu. Cumhuriyetin ilk yıllarında olanları çok iyi hatırlayan ve her fırsatta ana muhalefeti suçlayan Kürt siyasetçliler, bir kaç yıl önce olanları neden hatırlamıyor yada hatırlamazdan geliyor. Kolbani düştü düşecek diyen şahsın ağzından sular akmıyor, geriden Erol Taş, Hayati Hamzaoğlu kahkahaları gelmiyor muydu? Şehirde pek çok kadın ve çocuk, şu anki Suriye'yi yöneten grupların katliamını beklemiyor muydu? Şu an Suriye'li Kürtler de her an tetikte değil mi? Ana muhalefetin cumhurbaşkanı adayını üç aydır delilsiz ve iddanamesiz hapiste tutan ve pek çok belediye başkanına benzer muameleler yapan iktidar, gerçekten barış istiyor olabilir mi? İktidarın diğer ortağının geçmişinde Maraş-Çorum katilamları yok mu? Bu parti yada parti yandaşı-sempatizanı kalemler,  seksen öncesi yada 12 eylül öncesi denen durum için bir özeleştiri yapmış mıdır?

Azınlık liderleri, azınlıkları maceraya atmamalıdır.

20 Haziran 2025 Cuma

İNSANIN ARILIĞI VE AYILIĞI

 







İnsanlar, çizgi filmler yüzünden ayıları yanlış biliyor. Ayılar, hantal ve sevimli yaratıklar değildir. Aksine çok hızlı ve çok uzun süre koşabilen canlılardır. Belki tamamen otçul bir tür olan pandalar hariç. Pandaların da çoğu günümüzde koruma altında, özel rezervlerde yaşamakta, gene de saldırgan olabiliyor. Ülkemizde tüm yabani ayıların tamamı ve dünya üzerindeki ayıların çoğu bozayı. Ayılar üzerine ansiklopedik bilgi vermeyeceğim. Ayıların tamamının ortak özelliği, bireyci canlılar olmaları, kendi kendilerine yetmeleri, kendilerine arkadaş aramamaları, o koca gövdelerine (bazı türleri küçük te olsa, ayı denilince ilk akla gelen bozayı, karaayı, kahverengi ayı, kutup ayısı, panda gibi türler, genelde yüz elli ve daha üstü kiloda, iki ayak üzerinde de iki metre kadar boydadırlar.) rağmen tokgözlü olmalarıdır. Yiyecek bolsa onlarca, hatta yüzlerce ayı, bir arada yaşayabilir. 

Ayıların en büyük güçsüzlüğü, sürü olamamalarıdır. Bu yüzden sürü hayvanlarının yoğun olduğu düz arazilerde ve orman olmayan bozkır-savana iklimlerinde  nadiren görülürler. Hatta Afrika'da hiç ayı türü yoktur. Güney Amerika'da, And dağları boyuniytica, bölgeye özgü gözlüklü ayı görülür. Ayıların, insanalardan sonraki en büyük düşmanı, sürü hayvanlarıdır. Çünkü ayılar asla sürü olamazlar.

Bazı hayvanlar da birey olarak yaşayamazlar. Arılar, karıncalar, termitler gibi böcekler böyledir. Erkekleri, kraliçeyle bir kere çiftleştikten sonra ölür, kraliçe ise sürekli yeni yavru yumurtlayan bir köledir. Yuvanın güvenliği için her birey kendisini feda eder.

İşte insan, her ikisine de uyamayan bir canlı. Tek başına her işini halledemediği gibi, duygusal açıdan da topluma yada sürüsüne muhtaç. Sadece güzel bir kadınla birlikte olmamalı, ayrıca zamparalığını cümle aleme yada  yakın arkadaşlarına ballandıra ballandıra anlatmalıdır. Yakışıklı ve zengin bir erkekle evlenmek yetmez, düğün yapmalı, eşi-dostu çağırmalı, hatta sosyal medyadan tüm dünyaya duyurmalıdır. Buna karşın kendisini topluma kayıtsız-şartsız adayamaz yada bunu nadiren yapar. Bu fedaları için şehit sayılmalıdır. İnsan topluluklarında herkesin kişiliği aynı değildir. Çok fedakar bireyler kadaar, çok bencil bireylerde vardır. İnsan toplumlarındaki karışıklık, çatışma ve kargaşalıkların temel sebebi budur. Bu yüzden toplum sözleşmeleri kolay kurulmaz ve çok hassasdır. 

İlkel toplumların pek azı Jane-Jacques Rousseau'nun düşlediği gibi barış içerisinde yaşar. Rousseau'nun yaşadığı yıllarda antropoloji ilmi çok fazla gelişmemiş, yeterince gözlem yapmamıştı. Karl Marks'ın ilkel komünal toplum tanımına ilham olan ve tarihin başlangıcında tüm insan topluluklarında var olduğunu bahsettiği bu barış toplumu, gerek doğal gözlemler, gerek arkeolojik veriler, gerek se veri taramaları ile nadiren gözlemlenmiştir. Arkeologlara göre Çatalhöyük antik yerleşimi, ilkel komünal toplumdu, ancak yazı olmadığı için bilmiyoruz. Burada antik Mısır'dan daha eski bir ekmek kalıntısı (hem de en az 5500 beş bin beş yüz yıl) daha eski bir ekmek kalıntısı daha yeni bulundu.

Ben de naçizane bir ukala olarak, toplum sözleşmesi ve onun üç kademeli aşaması ve neden pek çok toplumun ikinci kademede kaldığı üzerine tezlerimi yazmadan evvel, insanın öyle toplumcu, paylaşımcı olmadığı, arı kovanında yaşamaya mahkum olmuş ayılar olduğunu söylemeliyim.




19 Haziran 2025 Perşembe

“Arızayı onarın. Fırsatların Kilidini Açın!” Prof. Dr. Murat Türkeş


17 Haziran 2025 Çölleşme ve Kuraklık Günü: “Arızayı onarın. Fırsatların Kilidini Açın!” Prof. Dr. Murat Türkeş
BOĞAZIÇI ÜNIVERSITESI İKLIM DEĞIŞIKLIĞI VE POLITIKALARI UYGULAMA VE ARAŞTIRMA MERKEZI

Bu yılki Çölleşme ve Kuraklık Günü, en acil küresel zorluklardan birine odaklanıyor: 1.5 milyar hektarlık bozulmuş araziyi restore etmek (onarıp daha sağlıklı eski durumuna döndürmek) ve 2030 yılına kadar trilyon dolarlık bir arazirestorasyonu ekonomisini başlatmak.” “Araziyi Onarın. Fırsatları Açığa Çıkarın“ teması altında, 2025 kutlaması doğanın temeli olan araziyi onarmanın nasıl iş yaratabileceği, gıda ve su güvenliğini artırabileceği, iklim eylemini destekleyebileceği ve ekonomik dayanıklılığı nasıl inşa edebileceği konusunda ışık tutuyor.

Ana mesaj şöyle özetlenebilir: “Bozulmuş arazileri (yeryüzünü ve toprağı içerir) yeniden yaşama döndürme gücümüz var. Onarılmış bir arazi, sonsuz fırsatlar ülkesidir. Şimdi onları açığa çıkarma zamanı.”

Arazi Restorasyonu Gezegen İçin Bir Dönüm Noktası Olabilir

Küresel Gayri Safi Yurtiçi Hasıla’nın (GSYİH) yarısından fazlası sağlıklı ekosistemlere dayanmaktadır. Yine de her yıl Mısır büyüklüğünde bir alan bozulmakta, biyolojik çeşitlilik kaybı, artan kuraklık riski ve toplulukların yerinden edilmesine yol açmaktadır. Bağlantılı dalga etkileri küresel olmakla birlikte, artan gıda fiyatlarından istikrarsızlığa ve göçe kadar yerel, ülkesel ve bölgesel etkileri de olmaktadır. Ancak arazi restorasyonu bu olumsuz senaryoyu tersine çevirebilir. Yapılan çalışmalar, restorasyona yatırılan her doların 7 ila 30 ABD doları getiri sağladığını gösteriyor. Araziyi canlandırmak üretkenliği geri kazandırır, su döngülerini güçlendirir, iklimi ve biyoçeşitliliği korur ve milyonlarca kırsal geçim kaynağını destekler.

BM Ekosistem Restorasyonu On Yılı’nın (2021–2030) orta noktasına ulaştığımıza göre, restorasyon eylemi her zamankinden daha acildir. Küresel hedeflere ulaşmak için 2030 yılına kadar çoğunluğu az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde bulunan 1.5 milyar hektar arazinin onarılması gerekiyor. Şimdiye kadar G20 Küresel Arazi Restorasyonu Girişimi ve Büyük Yeşil Duvar Girişimi gibi girişimler aracılığıyla 1 milyar hektar için sözler verilmiş durumda.
Bazı Önemli Bilgi ve Hedefler
• Her saniye, dört futbol sahası büyüklüğünde sağlıklı arazi bozuluyor ve bozulan arazilere her yıl 100 milyon hektara kadar ekleniyor.
• Dünyadaki arazilerin yaklaşık %40’a kadarı bozuluyor ve arazi bozulumu küresel ölçekte 3 milyardan fazla insanı etkiliyor; iklimimiz, biyolojik çeşitliliğimiz ve geçim kaynaklarımız için çok tehlikeli sonuçlar doğuruyor.
• 25 yaşın altındaki bir milyar insan, iş ve geçim kaynakları için doğrudan araziye ve doğal kaynaklara bağımlı bölgelerde yaşıyor.
• Mevcut eğilimler devam ederse, arazi bozulması açısından nötr (arazi bozulmasının dengelendiği) bir Dünya elde etmek için 2030 yılına kadar 1.5 milyar hektar arazinin geri kazanılması gerekecek.
• Her yıl, arazi bozulması, çölleşme ve kuraklığın birleşik etkileri küresel ekonomiye yıllık 878 milyar ABD dolarına mal oluyor.
Arazi – Yaşamın, Her Şeyin Temeli
Sağlıklı ve üretken topraklar, küresel GSYİH’nın yarısından fazlasının doğal sermayeye bağlı olduğu gelişen ekonomilerin temelini oluşturur. %51’lik bir orana sahip olan toprağın besin döngüsü, her yıl sağlanan tüm ekosistem hizmetlerinin toplam değerine en büyük katkıyı sağlar. Yine de bu kaynağı endişe verici bir oranda tüketiyoruz; her yıl yaklaşık 1 milyon km2 sağlıklı ve üretken toprak bozuluyor.

Buraya kadar yaptığımız kısa değerlendirmelerden anlaşılabileceği gibi, arazi bozulmasının ciddiyetini gösteren tüm olumsuz göstergeler yalnızca iklimimiz için ciddi zorluklar sunmakla kalmıyor, aynı zamanda küresel ölçekte ülkeler üzerinde muazzam sosyal ve ekonomik yükler yaratıyor. Kuraklık, arazi bozulması ve çölleşme, küresel olarak her yıl tahmini 878 milyar ABD dolarına mal oluyor.

Tüm bu nedenlerle, şimdi, Birleşmiş Milletler Çölleşme ile Savaşım Sözleşmesi (UNCCD) gibi hükümetlerarası ya da ikili ve bölgesel antlaşmalar kapsamında bugüne değin kabul edilmiş ve yakın bir gelecekte belirlenecek olan daha kuvvetli söz ve yükümlülükleri eyleme dönüştürme zamanıdır.

17 Haziran 2025 Salı

GİZLİ İŞLEVLER DEĞİL, İKİNCİL İŞLEVLER PEDAGOJİSİNE İHTİYAÇ

 




Yapay zekanın öğretmenliği bitireceği iddiasına çok gülüyorum. Bu iddiayı ortaya atanlar, öğretmenlerin ve okulun tek işlevinin bir şeyler öğretmek olduğunu sananlar. Öyle olsa, korona salgınından sonra okullar kapanırdı. Hangi yapay zeka, öğrenciye rol model olabilir? Günümüzde üç kuruş maaşlı öğretmenler, rol model olmaz diyeceksiniz. Okullar, kariyer günleri diye mesleğinde başarılı kilileri, öğrencilerin karşısına çıkarıyorlar. Sayın okurlarım, rol model olma, sadece meslek seçimi değildir. Çocuk yada genç kişinin edebiyat, müzik,  yemek zevki,  tuttuğu takım gibi konular, yemek yeme, yürüme şekli gibi pek çok davranışı, rol modellerle ilgili bir konudur. Mesela ben Nurcuların erkeklerini çoğu kez(Föcöcü olsun-olmasın) yürüyüşleri veya ses tonları gibi özelliklerinden anlayabiliyorum. Sadece ben değil,  pek çok kişi bunu fark etmekte. Kısa bir süre Ankara'da, bir kız meslek lisesinde görev yapmıştım. Bazı sınıfta tüm öğrenciler, davranış ve konuşma açısından birbirine benziyordu. O okulda meslek öğretmenleri çoğu kez, genel anlamda lisenin ilk yılından, son yılına kadar, sınıfı tek başlarına götürüyordu. Yıllarca, haftada yirmi saate yakın zamanlarını aynı öğretmenle geçiren öğrenciler,  öğretmenlerinin her davranışını kopyalıyordu.

Aristo'nun, İskender'i yetiştirmesi için istediği parayı çok bulan Filip'in, okur-yazar bir köle bulurum sözüne, o zaman iki tane kölen olur cevabının anlamı da burada gizlidir. Yoksa pek çok okulda-eğitimde ters-yüz edilmiş eğitim modeline geçilmiş durumda. Öğrenci evde 2 ila 20 dakikalık (idelai 5-6 dakika) ders anlatım videosunu inceliyor, sınıfta da ödev, araştırma ve tartışma yapıyor. Burada öğretmenin temel rolü, dersi anlatmak değil, rol model olmak, öğrencinin araştırmasındaki olası hataları önlemek.

Görüldüğü gibi yapay zeka,  en basit öğretmen görevi olan rol model olmayı bile yapamıyor. Ek olarak, bu ters-yüz eğitim için öğrenci, hem üstün zekalı, hem de her türlü kaynağa erişebilecek kadar varlıklı olması gerekiyor; öğretmen de bu alanda ciddi anlamda yeterli, en azından yüksek lisanslı olmalı.

Gizli işlevler, açık işlevler kadar, hem öğrenciye, hem veliye, hem de devlete ihtiyaçtır. Günümüzde pek çok şehirde, gençlerin ve çocukların, yaşıtları ile sosyalleşebileceği en iyi yer, hatta çoğu kez tek yer, okullar. Okullar aynu zamanda pek çok ailenin, çocuğun güven içinde bakımı için emanet edebileceği tek kurum. Devlet açısından gençleri sokaktan uzak tutmanın en güvenli yolu okullardır. Pk'ya katılan gençlerin çoğunun okuldan atılmalar olduğu tespit edilince, okuldan atılma zorlaştırıldı. Öğrencilerin en fazla izinsiz devamsızlık yaptıkları günlerce suç işledikleri fark edilip, izinsiz devamsızlıkları azaltıldı, izinli devamsızlıkları arttırıldı, öğrenci okulda değilse, ailesinin yanında olsun diyerek. İtalya'da felaketlerde okul tatili değil, ders tatili varmış, zira çoğu çift çalıştığı için, çocukları güvenle bırakcak akraba falan da olmadığı için, bu uygulama yaygınmış. Bu yıl da bazı son an okul tatillerinde veliler sosyal medyadan isyan etmişti. Ülkemizde de bu uygulama yakında gelebilir.

Bu işlevler öyle büyük ihtiyaç ama gizli diyoruz, çünkü bunların ihtiyaç olduğunu kabullenmek istemiyoruz. Biz derken, tüm eğitimcileri kast ediyorum. Bu işlevler, özellikle çocuk bakımı, fazlasıyla açık bir  ihtiyaçtır. Bu konuda, en azından benim bildiğim ne akademik çalışma var, ne de öğretmen eğitimi. Üniversiteden yıllar sonra, Anadolu lisesi öğretmenliği sınavlarına hazırlanırken (sınavı kazandım), Anadolu Öğretmen Liselerinde, öğretmenlik meslek bilgisi öğretmeni olurken, uzman-baş öğretmenliğe hazırlanırken ve kurum içi çeşit sınavlara hazırlanırken, tekrar ve tekrar pedagoji dersleri aldım, vidolarını izledim, makalelerini okudum; bu ikincil işlevlerle ilgili bir konuya rastlamadım.  Üniversitede pedagoji derleri alırken de böyle konuların anlatıldığını hatırlamıyorum. Eğitimciler bunlara gizli işlevler deyip, geçiyor. Akademik araştırma yapsa da, öğretmen yada öğretmen adaylarına bir şey öğretmiyor.

Oysa öğretmenleri bu  gizli işlevlerden çocuk bakımı ve ana-baba yerine geçmeyi öğrenmeye ne çok ihtiyacı var, bilmiyorlar. Yatılı okullar, pek çok kere gizli yetimhaneler işlevi görür. Çocukların bir ana-babası vardır ama onlar, ana-babalık yapmak bir yana, çocuğu evde görmek bile istemezler. Çocuğun ailesi,  caddenin karşısında oturuyor ve aile okula doğru düzgün uğramıyor bile. Ben, anadolu öğretmen liseleri ve fen liselerinde öğretmenlik yaptım. Bu okullar, devlet okulları da olsa,  aileler genelde varlıklı oluyor, çünkü bu puanlar kolay alınmıyor. Burjuvalarda bile ciddi aile sorunları görebiliyorsunuz. Bazı ailelerdeki sorunları para yokluğu ile ilgili olmayabiliyor. Asıl bakım görevi yatılı ilkokullarda oluyor, oradaki öğrencilerin hem yaşları çok küçük, hem de çok daha zor koşullardan gelmiş olabiliyor. Şimdi de dört yıldır pansiyonda çalışan öğretmenlere verilen ekstra hizmet puanları (erkeklere ayda 1, kadınlara 2) kaldırılmış. Gene pek çok okul, pansiyoner öğretmen arayacak. Ben kadrom olmayan okulda pansiyoncu olmamam gerektiğini öğrendim, anlatması uzun sürer.

Çocuk bakımı ve ana-baba yerine geçme görevine karşı en hazırlıksız olanlar lise öğretmenleri; çocukların boyları, posları ve yer yer zekaları bizleri kandırıyor; onlar halen çocuk. Mesela lise dizilerinde çocuklar, genelde yetişkin oyuncular oynadığından, dizi boyunca hiç uzamaz; gerçekte dört yılda bazı öğrenciler bir metre uzayabilir.  Duygusal dalgalanmalarında, saçma kararlar alıp, sonra birden yardım isteyebilir. Başka bir sorun da lise öğrencilerini sözle kandıramamız ve onlara güç yetirememizdir. Liseye gelmiş öğrenci, öğretmenlerin zaaflarını fark edip, öğretmenlere karşı kullanabilir. Lise öğrencisi ile mücadele, bambaşka mücadele gerektirir.

Okulların sosyal öğrenme, toplum içine karıştırma görevi de çok küçümseniyor. Pek çok okul, okul gezisi, sergilere, fuarlara götürme, okul piyesi, oyunu, okul takımı kurma gibi etkinlikleri küçümsüyor yada yapmıyor. Çünkü çoğu kez yapmadığınızda, neden yapmadığınız sorgulanmıyor. Yapıp, sorun yaşarsanız, o sorun sorgulanıyor, icabında ceza alınıyor. Bu yüzden özellikle küçük okullarda bu tür işlere pek girilmiyor.  Resmi törenlerde de, okulun kamuoyuna rezil olmaması adına aynı öğrencilere görev veriliyor.

Oysa öğrencilerin ekip-takım çalışmasını öğrenmeyi, vali-kaymakam yada benzeri üst düzey bürokrat-politikacılar ile aynı ortamda olup, prtokolü öğrenerek yaşamayı, gezide disipli şekilde gexzmeye, otelde kalmayı da öğrenmesi, bunu çok erken yaşlarda deneyimlemesi de önemli. Bu sadece para-pul işi değil, zihniyet işi. Bu zihniyetin aileler, öğretmenler, eğitim bürokratları ve hatta politikacılardan önce, eğitim akademisyenlerinden başlayarak değiştirmek gerek. Staj eğitimleri üzerine hemen hemen hiç araştırma yok, staj ucuz işçilik kaynağı olmaya başladı. Stajdaki öğrenme faaliyetlerini gözlemleyip, tez yazan yok. Bir kaç yıldır müze eğitimi üzerine tezler yazılıyor, onda da böğrencileri serbest keşfetmeye teşvik yok, sunumun müzede yapılanı gibi. Oysa müzeler, gelenlerin bir şeyleri kendisi keşfetsin diye vardur.

Bulunduğu şehir, hatta kasabadaki ören yerleri, tarihi mekanları bilmeden ölüp, giden bir sürü insan var. İl, ilçe milli eğitimleri, o şehrin önemli müze, tarihi alan ve ören yerlerinin gezilmesi ve tanıtılması için, bölgedeki okulları plan dahilinde gezdirmeli. Devlet tiyatroları ve belediye tiyatroları, bölgelerindeki her okula en az bir gösterim yapabilmeli, öğrenciler benzer şekilde düzenli olarak konserlere de götürülmeli. Hem böyle bir mekanı ve eylemi erken yaşta yaşamış olmaları, hem de ilerleyen yaşlarda bunu ihtiyaç hissetmeleri için gerekli bu. Okulalarda da problemli öğrenciler dahil, tüm öğrenciler, yıl yada okulda bulundukları süre boyunca bir sosyal etkinlik yada törende görev almış olmalılar.

John Dewey'in dediği gibi, okul, yaşama hazırlanılan yer değil, yaşamın kendisi olmalıdır.