TORPİLLİ EVLİYANIN ŞİZOFREN DÜŞLERİ
Siz hiçbir şizofren tanıdınız mı? Peki
o şizofrenle aynı evi paylaştınız mı? Üstelik bu adam şizofrenliğinin farkında
bile değil. Gördüğü halüsülasyonları da gerçek sanıyor.
Onunla tanışmam, hayatımın en zor
yıllarını geçirdiğim Yenişarbademli' de oldu. İlçede ilk tanıdığım, daha
doğrusu tanımak zorunda kaldığım insanlardan birisiydi Kemal hoca. Ben konuya
önce atanmam ile başlayayım.
Atanmayı, Ankara Beşevler'deki Şura
salonunun camına asılır asılmaz öğrenenlerden birisiydim. O zamanlar internet
vardı ama e-devlet yoktu. Orada göreve başlamam apayrı bir hikâye ve bu
hikayeyi gereksiz yere uzatır. Onunla tanışmam, göreve başladığım gündü. Bana
lojman olduğunu söylediler. Lojman, ilköğretim okulunun bahçesindeydi ama liseye
aitti. İki katlı güzelim bina, bir zamanlar liseymiş. Sekiz yıllık zorunlu
eğitimden evvel yani. Öğretmenevi, halk eğitim merkezi ve ilçe milli eğitim
müdürlüğü olarak kullanılan prefabrik bina (Ki yıkılmadıysa kaymakamlık
inşaatının bahçesindeydi. Şimdi bitmiş
midir acaba?) ortaokulmuş. Lise olarak kullanılan kümse ise, ilkokulmuş. Sanal
alemden takip ettiğim kadarıyla lise, Yenicami mahallesindeki ilkokula taşınmış
Pınarbaşı ve Yenice mahallelerindeki ilk okullar da en nihayetinde
kapanmış. Sonra neler olmuş, bizim köhne
bina ne olmuş, bilmiyorum, çok da bilmek istemiyorum.
İşte ben lisenin lojmanında kalacaktım.
Lojman, girişi de dahil üç katlıydı. Her katta sağda ve solda olmak üzere iki
daire, toplamda altı daire vardı. Benim atandığım gün, lojmandakiler toplantı
yapmışlar ve her dairede en fazla dört bekar (erkek) öğretmen kalmasına karar
vermişler. Dördüncü bizim Kemal Melih. Giriş kattaki sol dairede kalıyorlar.
Ben de gelip, beş olunca, ben ve o, sağdaki dairede kalacaktık. Sol dairede kalanlar,
sınıf öğretmenliği yapan ama aslında ziraat mühendisi olan Kadir hoca, lisenin
İngilizce öğretmeni Burhan hoca, ilköğretimin edebiyat öğretmeni Muammer hoca.
Kadir hoca daha sonra ayrıca eve çıktı. Yani kendine ev kiraladı. Böylece
lojmanın giriş katı, bekarlara ayrılmış oldu.
Ben de bu garip bene eğitimi
öğretmeniyle yaşamak zorunda kaldım. Üniversite biter bitmez atanmıştı ve halen
biraz öğrenci havasındaydım ve o da biraz öyleydi. İlk konuşmamızı hayal meyal
hatırlamaktayım. Ben, tabi halen öğrencilikten tam kurtulamadığım için, ona
solcu olduğumdan bahsettim. Kabul ediyorum, gereksizce bir sohbetti. Hele
Yenişarbademli'de. Oranın siyasi yapısı ayrı bir hikaye söz konusu. Benim
oradaki işlerim biraz uzunca sürdü.
Isparta merkezde, İl Milli Eğitim müdürlüğünde
şube müdürü olan hocam, (Bize bir yıl pedagoji dersi verdi. Ertesi yıl Süleyman
Demirel Üniversitesine öğretim görevlisi oldu. Sonra emekli olup, memleketi
Mersin'e yerleşti) bana otuz eylülden önce başlamamı, yoksa öğretmenlerin
kırtasiye yardımı dedikleri yeni yıla başlama paramı alamayacağımı söyledi.
Bunu söylediğinde yirmi sekiz eylüldü. Ben o gün işlerimi elden takip edip, bu
elden takip, valilik binası ile, milli eğitim binası arasındaki mesafeyi birkaç
kez gezmek demekti, bitirip, saat on beşteki ilçe dolmuşuna yetiştim. Dolmuş,
iki buçuk kadar saat sonra ilçeye vardığında, resmi dairelerin hepsi
kapanmıştı. O yüzden ilk gecemi öğretmenevinde geçirdim. Ertesi günü benzer
koşuşturmayı küçük ilçede yaşadım.
Müdürle anlaşamadım. Onunla anlaşabileceğimi
de sanmıyordum. Orada olduğu sürece kimseyle anlaşmamıştı. Sonrada oradan
tayinini çıkardı. Bu tayin bayağı gürültülü oldu. Buranın hikayesi değil bu
konu.
İki oda, bir salondu lojmanımız. Bir
mutfağı, banyosu, banyodan ayrı tuvaleti vardı. Bunların hepside leş gibiydi.
Önce Kemal'in ana-babası, sonra da benim annem ara ara temizledi buraları.
İlk geldiğim günlerde Kemal'in ana
babası ortalıkta yoktu. Antalya'da evde, Isparta'da torpil peşinde falandılar.
İkisi de emekli idareciydi. Baba, il gençlik ve spor müdürlüğünde şube
müdürlüğünden, annesi de aynı kurumda benzeri bir idarecilikten emekliydi.
Kemal'de, Akdeniz Üniversitesinin, Beden Eğitimi bölümünden mezundu. Beden
eğitimi, Resim ve Müzik bölümleri, normal merkezi seçme sınavıyla değil de,
yetenek sınavıyla öğrenci alır. Bu kadar yıllık öğretmenliğimde, bu branştan
arkadaşlarım, torpilsiz ve haklarıyla bu bölümleri kazandıklarını söyledilerse
de, ben hep bu konuya şüpheyle baktım. Çünkü öğrenciliğim boyunca tanıdığım tüm
Güzel Sanatlar fakültesi öğrencileri torpilleriyle öğündüler. Mezunlarıysa
torpilsizliğiyle öğünür hep. Ben ona bir kere sordum bunu.
-Babam dekanla konuşmuş. Dekan,
'Oğlunuzun sadece hakkının yenmeyeceğini garanti edebilirim demiş.
Göreve başladığımın ilk haftasıydı. Bir
gün evde oturuyoruz. Birden bana döndü ve dedi ki,
-Alevi olduğunu biliyorum.
-Solcuyum demiştim, oradan
anlamışsındır dedim, ondan değilmiş. Biz Aleviler gusül abesti almıyormuşuz,
yüzümüz nursuzmuş, oradan anlamış. Bu aşamadan sonra bizim arkadaşlığımız,
didişme tarzı bir arkadaşlık oldu. Sebepli, sebepsiz benimle din tartışır oldu.
Sürekli bana din öğretmeye kalkıyordu. Bu da beni sıkıyordu. Anlattığına göre,
öğrencilere de bene eğitimi dersinde de din anlatıyormuş. Gerçektende beden
derslerinde bağdaş kuruyor ve öğrencilerle sohbet ediyordu.
Bir de sürekli dinlediği dini sohbet
kasetleri ve ilahi kasetleri vardı. Hepsi de çekme kasetlerdi. Büyük çoğunluğu,
Antalya'da, dini bir radyodan çekmişti. Bir tanesini net hatırlıyorum. Nasıl
bir ortamsa, dinleyen insanlar ağlıyor. Sesinden yaşlı olduğunu tahmin ettiğim
bir erkek konuşuyor.
-Sahabenin sorusu yerindeydi
deyip,duruyor. Şimdikiler gibi gerekli-gereksi şeyler sormamıştı. Sahabenin
sorusu yerindeydi. Bayramda tatile gidelim mi diye sormamıştı, sahabenin sorusu
haklıydı deyip duruyor. Kaseti mecburen yarım saat dinledim. Sahabenin
sorusunun yerinde olduğunu belki eli yüz defa öğrendik. Sahabenin sorusu neydi,
ona verdiği cevap neydi, öğrenemiyorduk. Bu süre içinde, dinleyenlerin
ağlamaları devam ediyordu. Anlatan kişide, muhtemelen on beşinci dakikadan
sonra kendisini kaybediyordu.sesi sayıklamaya dönüşüyordu.
Bana ilahi kasetleri de verdi. Ben de
ona sema kasetlerini verdim. Cem semaları olduğunu öğrenince, panikle,
gerçekten panikle, bana geri verdi. Mevlevi semaları sanıyormuş. Wolkmenden
ilahi ve Kuran kasetleri dinliyormuş. Köyde millet Wolkmenine sataşınca, bir
gün birisine Kuran sesini dinletmiş.
Bir akşam, çok korkunç bir böbrek
ağrısı yaşadım. En yakınımda o vardı. Ev iki oda bir salon demiştim. Salon
boştu. Benim taksitle aldığım üç koli kitaptan başka bir şey yoktu. Onun odası,
salonun yanında, benim odam en dipteydi. Müthiş böbrek ağrımla, iki oda
arasındaki azıcık mesafeyi güçlükle yürüdüm ve kapısını yumrukladım. Uzun süre
kapıyı açmadı. Neden sonra kapıyı açtı da, Ülkübey hocanın arabasıyla sağlık
ocağına yetiştik. Namaz kılıyormuş o sırada, namazını bölemezmiş.
Hans von Ayberg denen adamın
kitaplarını yutarcasına okuyordu. Bu adamın NASA'da uzman veya başka
özellikleri olan birisi olmadığını, ilkokul mezunu bir Türk sahtekarı olduğunu,
saçlarının sarılığının boya, gözlerinin maviliğinin lens olduğunu biliyordu.
buna rağmen onun kitaplarını okuyup, bir de üstüne çıkardığı sonuçları bana
söylüyordu. O dönemlerde ortadan kaybolan (Daha sonra Hizbullah'ın mezar
evlerinin birinde cesedi bulunmuştu), tesettürlü feminist Konca Kuriş'e de
düşmandı.
-Şimdi ona müsait bir yerde İslam'ı
anlatıyorlar hocam demişti. Son bir ayrıntı da, bu evliyamızın, birkaç yıl
öncesine kadar yaşadığı hızlı Antalya hayatı. Kendilerine vurucu güç derlermiş.
Üniversitenin ikinci yılından itibaren, hidayete ermeye başlamış. Ermesini de
tesadüfen öğrendim.
Bir sabah odama daldı. Çok ani bir
dalmaydı. Çok önemli bir önemli bir olay sandım. Yüzü bembeyazdı.
-Sinan hocam, sen cinlisin dedi. Uyanır
uyanmaz, böyle acayip bir ithamla karşılaşan herkes gibi afalladım. O günlerde,
oda arkadaşımın ne kadar tehlikeli olduğunu daha idrak edemediğim için, kapımı
kilitlemiyordum.
-Ya, nerden çıkardın diye sordum.
Rüyasında görmüş. Ben kendimi yönetemiyormuşum, beni cinler yönetiyormuş. Bazı
insanlar, özellikle sara (Epilepsi) hastaları cinlerce yönetiliyormuş.
Rüyasında benim odama girmiş. Sonra bir ses, ona karışma demiş. (Bu sese hiç
uymadı.) birden odam tuvalete dönmüş. Bu cin milleti tuvalette yaşarmış,
falanmış, filanmış.
Bir de bu cin hikayesine Atatürk'ü
kattı. Atatürk, benim zıddımmış. O, cinlerini yönetir, gaipten ilim öğrenirmiş,
düşmanların niyetinden haberdar olurmuş. Bir gün düşmanları toplantıdayken,
toplantı salonundaki telefon çalmış. Arayan Atatürk'müş.
-Bak bu işi yapmayın, kötü olur demiş.
-İyi de hocam, dedim. o zamanlar
telefonlar şimdiki gibi numaralı, doğrudan aranabilir değilmiş ki, santral
varmış, Türkiye'den Avrupa'ya telefon saatler sürermiş, diye itiraz ettim.
-O zaman Atatürk, saatler önce
başlamış, telefon etmeye, diyerek kendisini savundu.
Kemal'i benim gözümde asıl bitiren ise,
onun sağda, solda gördüğü evliyalar oldu. Bir gün odasına girdim. Namaz
durumunda, dizleri üzerinde duruyordu, ama namaz kılmıyordu. Trans hali gibi
bir durumdaydı. Gözleri bazen açık, bazen kapalıydı. Sessizce bir kenara
oturdum.
-Hocam, şu an yanımdan sakallı, cüppeli
birisi geçti, gördün mü? Dedi.
-Yok hocam, ne görmesi dedim. o,
görüyormuş. Sürekli böyle sakallı, cüppeli adamları etrafında dolaşırken
görüyormuş. Üniversitenin ikinci yılında başlamış bu hayalleri görmeye. Önce
yavaş yavaş, sonra süratle mbu hızlı dünyadan kopmuş. Bu garip olay neden
sadece bana anlattı bilmiyorum. Ben, Kemal oradayken ve ben oradayken kimseye
anlatmadım bunları. Tayinim başka bir ilçeye çıktıktan, o ilçeye yerleştikten
aylar sonra birilerine anlattım bunları.
Aramız gittikçe kötüleşti. Sürekli
tartılır olduk. Beni Sünni yapmaya çalışıyordu. Bun u yüzüne söylediğinde,
-Ben şimdiye kadar hiçbir Alevinin,
Müslüman olduğunu görmedim dedi. Ohalık durumdu bu. Ben ortaokuldayken,
yakınlarımızdaki Sokulu lisesinde bir din öğretmeni,
-Alevilerin, Müslüman olması için, önce
Hıristiyan olması gerekir diye bir laf savurmuşu. O laf, Dikmen'de,
Alev'siyle,Sünni'siyle bir sürü ateist genç. Bu lafta, benle, Kemal arasındaki
alakayı kopardı. Son bir ay hiç konuşmuyorduk. Aramızdaki tartışma ve kavgaları
hiç yazmak istemiyorum.
Yenişarbademli'de bunlar olurken,
kemal'in ana babası da, oğullarını zorla ilçe yapılmış bu dağ köyünden
kurtarmanın yollarını arıyordu. Dediğine göre bu teşebbüsler, il emrine atamada
başlamış. Ancak baştan iş sıkı tutulmayınca, takipte edilmeyince, atama böyle
olmuş. Karı koca, atama için il milli eğitim müdürlüğünde adam ararken, il
milli eğitim müdür yardımcısını bulmuşlar. Kemal'in annesi gibi Yozgatlıymış.
(Babası Afyonluydu) O da,
-Siz gidin, ben ilk fırsatta sizin
çocuğun işini halledeceğim, demiş. Halletti de.
Ben oraya eylül ayında gelmiştim. Kemal
mart ayında. Aralık ayında da, Kemal'in, Isparta il merkezine çıktı. Ailecek
zaten Antalya'da oturuyor. Yerine de başka bir beden eğitimi öğretmeni gelmiş.
Meğer ilçeye yeni bir beden eğitimi
öğretmeninin atanmasını bekliyorlarmış. Çünkü ilçede 19 mayıs, 23 nisan, 29
ekim gibi kutlamalar için bir beden eğitimi öğretmeni gerekliymiş.
Bizim evliya, o kadar insanın tayin
hakkı varken, ben kayrılmayı kabullenmem, demedi. Zaten babasına yalvararak
torpilini yaptırmıştı. Güle oynaya gitti Isparta merkeze.
Isparta merkezde, bir ilk öğretime
beden eğitimi öğretmeni, Isparta Süleyman Demirel Fen Lisesine de, belletmen
atandı. Bu belletmenlik, yatılı okullara özgü bir kurumdur. Bu öğretmen, okulun
yatakhanesinde, öğrencilerle beraber kalır. Öğrencilere kahvaltılarını ve akşam
yemeklerini yedirir. Ders çalıştırır, göz kulak olur. Ek ders ücreti fazladır
ama çok zordur; bu yüzden öğretmenlerin çoğu istemez. Genelde öğretmenler
sırayla nöbetçi kalır yatakhanede.
Bizim evliya, bu konuda da,
kandırılmıştı. İki haftada bir cumartesi veya pazar günü, nöbetçi oluyordu. Bu
yüzden Antalya'ya daha az gidebiliyordu.
Orada da evliyalığı tutmuş.
Öğrencilerin aşk-flört ilişkilerine karışınca, otuz kadar öğrenciden toplu
dayak yemiş.
Aylar sonra, Isparta'ya gittiğimiz bir
gün, fen lisesinde onu ziyaret ettik. Bayağı uysallaşmıştı. Epey laf değdirdim
inceden, espriyle ve alttan alarak karşıladı. Oysa hiç huyu değildi alttan
almak.
Sonra birkaç kere daha rastladım ona.
Isparta'da işim olduğunda. O arada Körfez ve Düzce depremleri oldu. Kemal'inde,
Yenişarbademli'de kalan kel kilimi, televizyon sehpası ve çok ucuz oyun
makinesi vardı. Önce onları istedi, sonra depremzedelere göndermek istedi, tabi
olmadı.