14 Temmuz 2017 Cuma

GALİP TEKİN

Bizim kuşağımıza işlemiş önemli çizeri Galip Tekin’i ardından bir şeyler yazmazsam eksik olurdu. Kendisini seksenli yıllardan itibaren kesintisiz değilse bile, sıkı bir şekilde takip ettim. O zamanların Gırgır’ı tüm zamanların en çok satan dergisiydi. Bir ara 750 bini aşan satışı, pek çok günlük gazetenin bile hayallerinin ötesindeydi. Oğuz Aral yönetimindeki dergide, en fazla alan ona aitti. Temelinde güldürü olan derginin bir buçuk sayfasını çizen Galip Tekin, hiç de komik şeyler çizmezdi. Çizdikleri genelde korku hikâyeleriydi.
Bunlar bir korku hikâyesinin çok ötesinde, aynı zamanda bilim kurgu hikâyeleriydi. Diz üstü bilgisayarların ve genetik kopya insanları da ilk olarak Galip Tekin çizmişti. Uzaylıların Dünyaya yerleşmesi, uzay yolculukları, tuhaf canavarlar, boyut kapıları, Galip Tekin’in bolca çizdiği şeylerdi. Buraya kadar Galip Tekin, Stephan King ile Jules Werne karışımı bir şeydir,  bu ikisini karıştırıp, çizgi romancı yaparsanız, ortaya çıkacak kişidir. Bence Galip Tekin, pek çok öyküsüyle bunları bile aşmıştır. Öykülerde kadın erkek ilişkileri, sınıflar arası ilişkiler, çocuk pedagojisi ve benzeri her şey, bırakın seksenli yıllar olan çağının, yazıyı yazdığım 2017 yılının, bu çağın bile ötesindedir. Kendi başına karar veren, uygulayan cesur kadınlar, hakkını atayan emekçiler vardır.,
Diğer taraftan Galip Tekin çizgi romanlarının, öykülerinin karanlık bir tarafı da vardır. Hikâye boyunca bolca uyuşturucu kullanımı ve cinsellik vardır. Öyle ki bir ara çizer Galip Tekin’in de uyuşturucu kullandığı ve çizdiği o garip yaratıkları halüsülasyon olarak gördüğü dedikoduları çıkmıştır.  Kendisinin bunları yalanlaması bir yana, bir müptelanın böyle kaliteli çizimleri, uzun süre ve istikrarlı yapması imkânsızdır. Kendisinin daha sonra Boğaziçi üniversitesinde ders verdiğini, hatta ölmeseydi bu derslere devam edecek olmasını da hatırlatmakta fayda var. 

Çizerliğinin ve hocalığının yanı sıra Kemancı barında ortaklarındandı. Eserlerinde türlü çeşit silah kullanmasına rağmen,  ilk kez silah aldığına dair bir şeyler çizmişti ölmeden kısa zaman önce.  İnsanı şoka soksa da, iğrendirse de Galip Tekin’in çizgi romanları, insanların ufkunu açan eserlerdir. Yeni nesillere tanıtılmalıdır. Her ne kadar çoğunlukla yetişkinler için olsa da.

6 Temmuz 2017 Perşembe


İFRİT AVI (Tarzie Vittachi ) ENDONEZYA SOLCU KATLİAMI
                Bu yazımda yeni baskısı olmayan ve az bilinen bir kitaptan bahsedeceğim. Kitabı sağcı bir yayınevi basmış, Atatürk ve sol düşmanlığı ile bilinen Mehmet Şevket Eygi’de önsöz yazmış.  Eygi, baskılardan dolayı Ramazan ayını Paris’te geçirdiğinden,  Paris’te de hiç Eyfel kulesine çıkmadığından, hep kitapçılarda, kütüphanelerde gezdiğinden bahsetmiş. Muhafazakârların genel özelliğidir, hep batıya gider, oralarda yaşar, paraları varsa oralarda okur, çocuklarını oralarda okutur, sonra da batı toplumlarını kötüler. Bunu bir de Cahit Zarifoğlu’nun düzyazılarından oluşmuş bir kitabında görmüştüm.  Zarifoğlu hep batıyı geziyor ve batıyı kötü, mutsuz insanlarla dolu bir ülkeymiş gibi gösteriyor.  Kendisi hiç Müslüman bir ülke gezmiyor, daha doğrusu gezemiyor ama Avrupa ülkelerini her gezisinden sonra, tü, kaka, mutsuz Avrupa yazıları yazıyor.  Müslüman ülkeleri, hacca ve umreye gitme ve son on-on beş yıldır tatil ve alışveriş cenneti olan Abu Dabi, Katar ve Bahreyn gibi yerler hariç gezmiyorlar. O ülkeler ile ilgili bilgileri batılı gazetecilerden öğreniyorlar.
 Bu kitabı yazan gazeteci batılı değilse bile Sri Lanka’lı ve muhtemelen yazarın Türkçeye çevirtilmiş tek kitabı. BBC, Newsweek, The Economist ve  The Sunday Times  gibi İngiliz yayın kuruluşları adına da çalışmış. Hakkında internetten yaptığım araştırmada, Birleşmiş Milletlerde, Nüfus fonu ve Çocuk Fonunda yöneticilik yapmış. Sri Lanka’da doğmuş ve İngiltere’de ölmüş.
Kitap, 1965-66 solcu katliamıyla ilgili olarak internette, Türkçe sitelerden yazılanlardan farklı olarak anlatıyor.  Endonezya komünist partisi, 19655-66 yıllarında, 3 milyonluk, bir iddiaya göre 5 milyonluk nüfusuyla, İslam dünyasının en büyük komünist partisi olan EKP, Sukharno öncülüğünde Endonezya’nın Hollanda ve bir ara Japonya’ya karşı bağımsızlık savaşını kazanmış ve ülkeyi yönetmekte olan NASACOM’un bir parçası. Nas, nasyonalist, a, İslamcı parti, Com’da EKP, yani komünist parti.  Bakanlıklar ve bürokrasi bu üç parti arasında paylaştırılmış olsa da,  gerçek güç ordu ve başkan Sukharno’nun elinde. Sukharno’nun tek başarısı, bin kadarı insansız, on üç bin adadan oluşan ve yüzden fazla dil konuşan ülkeyi, tek millet yapmak. Bunun içinde kendisinin de üye olduğu ve en büyük etnik grup olan Java dili yerine, küçük bir topluluğun dilini resmi dil yapmak. Ülke, Japonların çekilişinden hemen sonra bağımsızlığını ilan ediyorsa da, küçük Hollanda devleti, zenginliğinin en büyük kaynağı olan bu koca ülkeye (iç denizleri ile A.B.D büyüklüğüne, yani 5 milyon kilometrekareye ulaşıyor,  dünyanın 4, en kalabalık ve en kalabalık İslam ülkesi) özgürlüğünü kolay vermiyor. Fiilen ancak 1949’da bağımsız oluyor ve Hollanda’da ülkeyi 1950’de tanıyor ama İrian denen batı Papua Yeni Gine’den çıkmıyor. Endonezya’da burayı işgal ediyor.  Bölge, ülkenin en doğusunda ve belki de bu yüzden İslamiyet ve Hristiyanlık yok denecek kadar az. Hollandalılar, Endonezya başta olmak üzere sömürgelerine ne Portekizliler gibi dinlerini (Katolik Hristiyan), ne de İngilizler gibi dillerini bırakmışlar. Hatta orayı gezenlere göre, doğru dürüst koloni binaları ya da benzer imar eserleri bile yok. İlkel yaşam süren İrian halkı, Endonezya devletinin katliamlarına ve sömürüsüne karşı yıllardır direnmekte. Adanın madenlerini cömertçe batı şirketlerine açılması sebebi ile bunu umursayan batı medyası yok. Kitapta bu olay sadece İrian seferi diye, birkaç satırda geçiyor. Olay, solcu katliamını anlatıyor. Batı devletleri bu konuda gerçek anlamda ikiyüzlü. Kuveyt’in işgalinde yer, gök inlerken, eski Portekiz sömürgesi olan ve çoğunluğu Katolik olan Doğu Timor’un 1975’de işgalini be 2000 yılına kadar ada halkının üçte birinin katledilmesine bile ses çıkarmıyor. Ha, 2000 yılına doğru güney komşu Avusturalya’nın aklına, Timor denizindeki petrol rezervleri geliyor, o zaman aklına Endonezya’ya baskı yapıp, bu küçük ülkeyi bağımsızlaştırmak geliyor.
Ülke, bağımsızlık sonrasında ekonomik olarak sürekli krizde ve sürekli yoksul. Günümüzde de aynı.  Endonezya Rupi’si sürekli değer kaybediyor, halk sürekli yoksullaşıyor. Devlet ise sürekli inşaat yapıyor, özellikle başkent Jakarta’ya dev kamu binaları dikiyor. Dr. Lawrence Britt’in meşhur Faşizm’in 14 ortak noktasında eksik kalmış 2 şey var. Biri inşaatçılık, faşizan yönetimler ve genelde de tüm diktatörlükler inşaat heveslisidir.  Sukharno rejimi de devletin bütçesini inşaatlara harcanıyor, Sukharno, ben iktisatçı değilim diye övünüyor (meşhur 14 maddede vardır zekâ ve bilgiyi küçümsemek) ve iktisatçılara, inşaatlarıma karışmayın diyor. Diğer madde de başka ülkelere karışmak ve fırsat buldukça istilacılık. Endonezya, İranian’ın işgali ile yetinmeyip, sürekli Malezya ile uğraşıyor.  Amerikan şirketleri, Endonezya madenlerini yağmalarken, Sukharno, Bağlantısızlar paktının liderliğine oynuyor. Malezya ile ülke sürekli gergin ve muhtemelen bu komşusunu işgal etme hayalleri kuruyor. Ülkeyi oluşturan birleşmeye karşı, Filipinler ile beraber tehdit ediyor ülkeyi. (Ek bilgi, Malezya, 4 İngiliz sömürge eyaletinin, Malaya, Savarak, Sabah ve Singapur’un 1961’de birleşmesi ile oluşmuş, Çinlilerin çoğunlukta olduğu Singapıur, 1965’de birlikten ayrılmıştır.) Singapur birlikten ayrılınca da, Borneo adasındaki Savarak ve Sabah’ın da ayrılmasını ümit ediyor. Sukharno, madenleri Amerikan şirketlerine devrederken, diplomaside Bağlantısızlara oynuyor.
Bir parantez olarak da Bağlantısızlar Hareketi ile ilgili eleştiri yazayım. Günümüzde de devam etse bile, sesi çıkmayan bu oluşum, gerçek anlamda bir siyasi tavır almakta aciz kaldı ve fazlası ile
 etkisizdi. Tarihçesine baktığımızda Bağlantısızlarda Hareketinin üyeleri itibarı ile, Türk sinemasının meşhur Neşeli Günler filmindeki Ziya karakteri gibi, her iki taraftan (SSCB ve A.B.D) fayda sağlamak amacı güden ülkeler ile, Amerikan yanlısı olup, Rusya’da yedekte olsun fikrinde olan politikacıların oluşturduğu bir birlik.  En son doksanlarda bir tarihte, Kıbrıs Rum Kesimi lehinde, Türkiye ve KKTC’ni kınayınca, ülkemizde giderek gözden düştü.
Konumuza geri dönelim. Sukharno’nun yönetiminde ülke ve parti hızla kargaşalığa ve ayrışmaya gidiyor. Ülkenin para birimi olan Endonezya para birimi rupinin 3 ayrı kuru var, 3.de de hızla değeri düşüyor. Ülkede resmi ve karaborsanın yanı sıra, başkent Jakarta’da Otel Endonezya’nın da kendi kuru var. İşsizlik hızla artıyor ve halkın temel besini pirinç olmak üzere gıda fiyatları da hızla artıyor. Ülkede ticaretle uğraşan Çinli azınlığa karşı düşmanlıkta artıyor. Çinli azınlıkta, Çin devletinin de komünist olmasının da etkisiyle EKP’ye yakınlaşıyor. Çinli azınlık nüfusun %3’nü oluşturmalarına rağmen ekonomide çok daha büyük çok daha büyükler. EKP’ise ülkenin hâkim partisi NASACOM’daki diğer hiziplerden giderek ayrışıyor. Tüm hizipler, o sıralar çok hasta olduğu söylenen Sukharno’nun ölümünü bekliyor. EKP, üye sayısını arttırmaya ve kitleleşmeye çalışırken, Sukharno’ya, partiye ve dine bağlılığını sürekli tekrar ediyor. Ülkenin dincileşme sürecine katkıda bulunuyor, dini liderlerle arayı iyi tutmaya çalışıyorlar. Sonradan da anlatacağımız gibi bu çaba boşa çıkıyor.
Derken GESTAPU geliyor. Endonezya dilinde 30 Eylül akşamı kelimelerinin ilk hecelerinden türetilmiş. 30 Eylül 1965’de, sürekli hasta olduğu söylenen Sukharno, bir törende konuşurken aniden fenalaşıyor. Derken öldüğüne dair dedikodu çıkıyor ve dedikodu hızla yayılıyor. Oysa Sukharno olaydan, hatta görevden indirildikten çok sonra, 1970’ e kadar yaşıyor.  Onu öldü bilen Komünist Partisi, darbeye teşebbüs ediyor. Bazı birliklerde isyan çıkıyorsa da, isyan çabuk bastırılıyor, birkaç küçük topluluk Java adasının dağlarına çıkıyor. Asıl olay, 30 Eylül gecesi, altı generalin evlerinden kaçırılarak, Komünist partili kadınlarca, işkence edilerek öldürülmesi. Bu generaller aynı zamanda bağımsızlık savaşı kahramanları ve bir gecede neredeyse tüm Endonezya, Komünist partisine düşman oluyor. Generallerin saatler süren işkenceler ile öldürülmesi de bu nefreti körüklüyor. Merak ettiğim şey, aynı parti-devlet örgütü içinde, üstelik de ülkenin bağımsızlık savaşı generallere böylesi bir nefretin nedeni. Endonezya’da 1965-66 olanlarla ilgili internet siteleri de doğru dürüst bir bilgi vermiyor. Verilen bilgilerde bu kitapla çelişiyor.
Sonrasında seri cinayetler, insanlar geceleri fener ışığında boğazları kesilerek öldürülüyor. Katliam tüm ülkeye yayılsa da daha çok Cava adasında, özellikle batı ve orta Cava’da oluyor.  Pek çok insan soğukkanlılıkla ölümü bekliyor, katillerine direnmediği gibi, kaçmıyor da. İlk başlarda sessizce ölümü beklerken, parti genel merkezi kelime-i şahadet önerince,  ölmeden evvel kelime-işahadet getiriyorlar. Bu sefer din adamlarına soruyorlar, onlar da katliama onay veriyor. Katliamlar sürerken, aylar boyunca EKP, kapatılmıyor. Cava’yı aşan katliamlar, diğer adalara yayılıyor ama ölenlerin ezici çoğunluğu, en kalabalık ada olan Cava’dan.
Burada gene bazı konular için parantez açayım. Endonezya, bir mürekkep lekesi gibi darmadağın yayılmış ve pek çoğu eciş-bücüş şekilli pek çok adadan oluşuyor. Beş tanesi çok büyük, Sumatra, Cava, Borneo , Yeni Gine ve Selebes. Siyasette özellikle Cavalılar hâkim, Sumatralılarla az da olsa çekişme var. İkinci parantez konum da, bu katliamın olduğu aylar boyunca ülke dışına bir mülteci akınından kitap boyunca bahsetmemesi. Canı tehlikede olan insanın kaçması en doğal şeydir. Ne yazık ki Endonezya katliamları ile ilgili Türkçede kitap bütünlüğündeki tek kaynak bu.
Bu arada darbe girişimine karışan kaçaklarda var, bir tanesi aylar boyunca, bir evde asla iki kere kalmayarak kaçıyor. En sonunda saklandığı bir dolaba girerken terliklerini çıkardığı için ve o terliklerde bir askerin dikkatini çektiği için yakalanıyor. Bir komünist generalde Java dağlarında iki yüz kadar gerillasıyla birkaç ay direniyor. E sonunda Sukharno ve hükumet, EKP’yi illegal ilan ediyor. Bu sürede yüzbinlerce insan ölmüş, iki milyon civarı çocuk anasız, babasız kalmıştır.
Öfkenin tek hedefi Komünist parti değildir. Komünistlere yakın olduğu düşünülen ve hemen hepsi ticaretle uğraşan Çinli azınlıkta hedefe giriyor.
Bütün bunlar olurken halkın öfkesi hızla Sukharno üzerine yöneliyor. Özellikle eşlerinden Japon olanının müsrifliği daha çok göze batıyor. Duvarlara ‘Japonya’dan metres ithaline son’ yazıyorlar.  Sukharno’nun cinsel iştahı, Türk kamuoyunca da malumdur. 1959’da Türkiye’de, Adnan Menderes’ten kadın istemiş, Menderes’te İstanbul’da Lüks Nermin namı ile bilinen, asıl adı Şaziye Zeren Topçu adlı muhabbet tellalı aracılığı ile ilişkiye girdiği kadından frengi kapmıştır. Olay bir çeşit diplomasi skandalına yol açmış, Lüks Nermin’in görmezden gelinen illegal genelevi kapatılmış, kendisi de döviz kaçakçılığından hapse girmiştir. Kendisi de sokaklar karışır, katliamlar olur, ekonomi dibe çökerken, Japon eşine uğrar illa. Pek çok önemli kişi de işini bitirmesini bekler. Suharto bu süreçte her şeyin kendi aleyhine döndüğünü fark etmez. Bu arada asıl muhalefet silahlı kuvvetlerden yükselir. Ordu için Sukharno ve uçuk kararları artık bağ ağrısıdır. Derken Sukharno’nun ordunun başına geçirdiği Sukharto, askeri darbe yapıyor ve ülkeyi 1998’e kadar yönetiyor.  
Kitap, katliamları beş yüz bin civarı olarak tahmin ediyor. İnternette iki yüz elli bin ile beş milyona kadar çıkan rakamlar var. Kitap, darbeden sonrasını anlatmıyor. Ordu, daha doğrusu Suharto başa geçince, katliamları hapisler ve işten atılmalar izliyor. Yıllar sonra olayı araştıran Avrupalı bir gazeteci, sanki Hitler elli yıl sonra bile iktidardaydı diye özetliyor. Katliama uğrayanları ve hapse girenlerin soyundan gelenler, gazetecilik ve öğretmenlik başta olmak üzere, pek çok mesleğe giremiyor. Katliama katılanlar, birer kahraman, ülkenin kurtarıcısı gibi görülüyor. Bundan sonra en güçlü Müslüman ülke sol partisi olan EKP, belini bir daha doğrultamayacak şekilde bükülüyor.
Kitap, darbe sonrasını anlatmıyor ama internetten kısa bir araştırma bile tüm Müslüman ülkelerde darbeden sonra ne olmuşsa, kabaca aynı şeyler olduğunu gösteriyor. Askeri darbenin ardından eğitim hızla dincileşiyor ve devlet dairelerinde köşe başlarını tarikatlar tutuyor. Mesela 12 Eylül rejimi ve onunla gelen zorunlu din dersleri. Polis teşkilatı başta olmak üzere pek çok kurumda, Fetö ve diğer tarikatların kümelenmesine hoş görü.  Kitapta olan pek çok şeyi, Doğunun Kızı Butto kitabında okuduklarıma benziyordu. Buttoların partisi de, Pakistan’ın sol partisiymiş.   Benzer kargaşalıklarla Zülfikar Ali Butto devriliyor, hapsediliyor. Arkasından ardı ardına kuran kursları, devlet kurumlarını paylaşan tarikatlar, mollalar ve bildik hikâye üç aşağı, beş yukarı sürüyor.
Dincileşen toplumlar, yoksulluk kadar, yolsuzluk ve ahlaksızlığa da alışıyor. Giderek tepkisizleşiyor. Dincileşme aynı zamanda Amerikanlaşmayı da getiriyor. Dinci hükumetler, Amerika ve batı ülkeleri ne derse yapıyor. Batılı ülkeler, İslamcı hükumeti düşürmek istediğinde, yerine yeni bir İslamcı hükumet getirmeye çalışıyor. 11 Eylül katliamına ABD’nin tepkisi, Ilımlı İslam olmuştur. Ilımlı İslam da ne uyduruk ve mantıksız bir kavramdır, o da ayrı konu.  Ardından devletin politikaları ile küçük çiftçi ve esnaf bitiyor, ülke ulusal ve uluslararası holdinglerin cirit attığı bir arenaya dönüyor.
Müslüman toplumlardaki sol örgütlenmelerin ve partilerin, birbirlerinin tecrübelerine ihtiyacı var. Oysa bu konuda yeterli kaynak yok. Peru, Aydınlık Yol ile ilgili olarak bile piyasada bayağı bir kitap varken, bu konularda hemen hemen hiç kitap yok. Sol yayımlarda ağıza sakız olan bu olayla ilgili olarak bile sadece sağcı bir yayınevi, oh olsun, komünistler ahan da böyle ezilmelidir manasında bu kitabı yayımlamış. Cesur çevirmenler keşke başka kitaplar da yayımlasa.