28 Aralık 2021 Salı

SÖMÜRGECİ GURBETÇİLER

 


Yıllar geçtikçe daha fazla kişi gurbetçilere antipati besler, eskilerin deyimi ilke gıcık olur. Bunun sebeplerini kendimce tane tane ve gurbetçilerin türüne göre yazmaya karar verdim. En başta şunu söylemeliyim ki, gurbetçi dediğimiz çok kişi, artık göç ettikleri ülkenin vatandaşı-insanı ve Türklükleri ile Türkiye ilgili bağlarını kendi çıkarları için kullanıyor. Türkiye'de para kazanıp, egolarını tatmin edip, yurt dışında harcıyorlar. Bunları gruplara ayırarak inceleyelim;

KLASİK GURBETÇİLER: Aralarında akrabalarımın da olduğu gruptur ve çoğunlukla  Almanya başta olmak üzere, sanayileşmiş batı ülkelerinde yaşar, yazın tatile memlekete gelirler. Memlekette evleri, hatta apartmanları vardır. Bunlardan muazzam kira geliri alırlar. Türkiye'deki akrabalarından kiracılarını gözetmelerini, mülklerini korumalarını, resmi muamelelerini yapmalarını; akrabalık namına isterler. Avrupa'dan getirdikleri hediyeler her sene daha da azalıp, ucuzlar. Buna karşılık akraba evine misafirlik diye çöküp, tatili bedava getirdikleri olduğu gibi, kendi evleri varsa bile tam yemek saatinde misafir olmayı da severler. 

Alevi olanları hariç genelde dinci-milliyetçidirler. Ben Avrupa'daki Alevilerin önemli bir kısmının da  gizlice sağcı partilere oy verdiklerine yemin edebilirim ama ispatlayamam. Zira bu sağ partiler sayesinde,  aldıkları arazilerden imar geçiyor, döviz birikimleri Türk lirası karşısında sürekli değerleniyor, yabancılara mülk satışı özendiriliyor ve bu da mülklerinin kira ve satış gelirlerini arttırıyor. Bankaların yüksek faizi de cabası.

Yaşadıkları batı ülkelerinde sola, hatta en sola oy vermeye dikkat ederken, Türkiye'de en sağa oy vermeye dikkat ederler. Mesela bir Türk, Almanya'da, sosyal demokratlara oy verir, Yeşillerden milletvekili seçilir ama Türkiye'de oy vermek için daima sağ partileri seçer. Hatta sağ partilerin propagandasını yapar.

Dahası Avrupa ülkelerinde Kürtçe eğitimi, Cemevlerinin ibadethane olmasını savunacak kadar demokratken, Türkiye'ye gelip; her türlü ayrımcı-faşizan propagandayı yaparlar. Bunu bir de Türkçe konuşurken zorlanan son nesil gurbetçiler yapınca, hem komik, hem de sinir bozucu oluyor.

FETÖCÜLER: Bunlar bir de mazlum ayağına yatıyorlar. Aslında pek çoğu pasaport çıkarabilecek durumda ama sığınmacı olmak için yurt dışına illegal olarak çıkmaları gerekiyor. Pek çoğunun da ölüme giden hikayesi bu. Bu topluluk, halen Türkiye'den para toplamaya devam ediyor.

YETMEZ AMACILAR VE KUMPASÇILAR: Bu kişilerin çoğunun  halen de cumhuriyet ve Atatürk değerleri ile pek barışmış değil.  Bu kitlenin doksanlardan itibaren yazıp-çizdiklerine bakacak olursak, laikliğin ve demokrasinin yıkılması için özellikle uğraştıklarını görürüz. Bunlar bir kaç ay kadar önce Paris'te bir toplantı yaptılar. Siyasal İslamın ağzına doladığı Beyaz Türk lafının mucidi Nilüfer Göle, en çok ağlayan olmuş. Oysa Nilüfer hanım, pavyona gitmek yerine tiyatroya giden, kitap okuyan, birilerinin dördüncü karısı olmak istemeyen herkesi beyaz Türk ilan etmişti. Benzer bir tavrı Orhan Pamuk yapmış, Atatürkçüleri faşist ilan etmişti. Üstelik bunu doksanların ortalarında bile yapmıştı. Can Dündar'da, gene daha doksanların sonuna doğru ( 1997) Ergenekon kitabını yazdı. Kumpas davasından yargılananlara başka kapıya dedi. Bunları sadece 2010'lu yıllarda değil, daha eski yazdıklarını da incelemek gereklidir. Ben yurt dışına çıkmamış, yabancı dil bilmeyen, yüksek lisans ve doktorası olmayan lise öğretmeni ya da taşra öğretmeninin ve pek çok insanın gördüklerini, o kadar eğitim ve tecrübe ile görmedi? Son olarak, Orhan Pamuk ne cesaretle küçükken karga kovalamış, bıyıkları yukarı kıvrık kolağasını, kötü karakter olarak romanına ekliyor? Son nesilde türbanlı kızlar bile Atatürk resimli-imzalı tişört giyiyor, aynı şekilde telefon kabı falan kullanıyor. Sonra işte böyle bir zamanlar laf soktuğu Atatürkçü Fazıl Say'ın arkasına sığınırsın. Ayrıca: https://onbinkitap.blogspot.com/2017/10/doksanli-yillar-7-yetmez-ama-evetcilik.html

YURT DIŞINDA YAŞAYAN ŞEYHLER: Sadece darbe teşebbüscülerinin malum efendisi değil, onun gibi bir kaç şeyh daha var yurt dışında, özellikle Amerika Birleşik Devletleri ve özellikle Pennsylvania'da yaşayan. Biri zaten (Pensilvanya değil ama A.B.D'de bir şehirde) orada öldü, kendisini mehdi ilan etmişti. Bir de Nakşibendiliğin Kıbrıs kolu olan Kıbrısileri dergahının şimdiki şeyhi (adını hatırlamak istemiyorum) Önceki şeyhi Nazım Kıbrısi'yi seksenli yıllarda Erol ve Haldun Simavi medyası ( Bu iki kardeş,  doksanlı yılların başlarında medya şirketlerini ya Aydın Doğan ve başkalarına sattı, ya da Günaydın gazetesi gibi iflas etti) öve öve bitiremiyordu. Bu Nazım Kıbrısi'nin özellikle havalimanlarında şöyle beş dakika sohbet edip, Müslümansa müridi, Gayrı Müslümse hem müridi  hem de Müslüman yaptıklarını saya saya bitiremiyorlardı. Kıbrısi meşhur fesli tarihçinin de şeyhidir. Seksenler boyunca 12 Eylül ve Özal yönetimince özellikle korunmuştur. Kıbrıs Türk devleti istihbaratına göre de İngiliz istihbaratının elemanıydı. Kıbrıs mücahitlerine yardım etmediği gibi, İngiliz işgal yönetimini de desteklemiştir. (Burada 12 Eylül'ün gardırop Atatürkçülüğünün ne kadar iki yüzlü olduğunu görüyoruz.

POPÜLER KİTAP SATICISI AKADEMİSYENLER: Yurt dışı üniversitelerinde profesörlük yapıp, Türkiye adına değil de, o ülke adına  bilim üreten, doğru dürüst Türk öğrencisi bile olmayan akademisyenleri kastediyorum. Rahmetli, Oktay Sinanoğlu, Doğan Cüceloğlu ve Said-i Nursi aşığı Şerif Mardin, ilk aklıma gelenler.

BUĞRA  ATSIZ-FAŞİZMİN MİRASYEDİCİSİ: Buğra bey, meşhur Hüseyin Nihal Atsız'ın Kanada'da yaşayan oğlu. Çocukları da, torunları da Kanada'ya yerleşmiş durumda. Kendisi ve ailesi, Kanada'nın demokratik ortamında refah ve mesut içinde yaşarken, babasının hayranı ırkçıları kışkırtmakla meşgul. Zira babası öleli elli yıla yaklaşmış biri olarak çok satan bir yazar. Kanuna göre bir yazar ölünce, mirasçıları yetmiş yıl boyunca telif alabiliyor. Atsız, 1975 Aralık ayında öldüğüne göre mirasçıları da 2045 Aralık ayına kadar telif alacak.

Peki daha geçen gün yakılarak öldürülen üç Suriyeli işçinin canı değer mi tüm dünyanın parasına? İktidar, Alevilere ve Kürtlere karşı Atsızcılığı silah olarak kullanmak için, yedekte tutma çabasında. Zira milliyetçilik adına ondan başka idol-çok satan kuramcı yok (o da bildin Faşist kuramın tekrarı, o başka bir konu.). Milliyetçiliğin kahramanları 1980 öncesi sol örgütlerle, sonra da PKK ile mücadelede ölen gencecik insanlar. Diğer milliyetçi-ırkçı yazarlar da çok satmıyorlar, satsalar da tek atımlık barutları var Atsız gibi idol olamıyorlar. (Bunun sebebi bambaşka bir yazı konusu). 

Atsızcılar, giderek daha fazla dinsizleşip (Atsız'ın kendisi de, iki oğlunun yazdıklarına göre dinsizdi ama pek çok eseri ilk önce, Necip Fazıl Kısakürek'in Büyük Doğu dergisinde (doksanların beşhur İBDA-C (İslam'ın Büyük Doğu Akıncıları Cephesi-terör örgütü adını bu dergiden almıştı) yayımlanmıştı. Bakmayın Atsız, ümmetçiliğe karşıyı deyip durmalarına, faşizm, faşizmdir. ), ana akım milliyetçilikten ayrılıyorlar. İzmir'de yakılan üç Suriyeli ve Ankara Altındağ'da olanlarda, giderek artan Atsızcılığın etkisi yok mu sanıyorsunuz? Yarın bir gün Amerika'daki gibi okul baskını olmayacak ya da bir otel dolusu Katarlı (Dubai ya da Suudi'de olabilir) zenginin de öldürülebileceğini öngörmüyor musunuz? Atısz, Boşnaklara, Çerkezlere, Pomaklara ve benzeri diğer  unsurları (milliyet sorunları olmasa ve kaynaşmış olmasalar bile) düşman olarak görüyordu. (Oğlu Yağmur'a yazdığı meşhur mektuba bakın.) 

Böyle cinayetler olduğunda da nereden biliyorsunuz demeyin. Pek çok insan, siyasi körlükten, odadaki fili görmüyor. Hem de artık yavru olmayan, gayet yetişkin bir fil.

Bazen siyasi telaştan odada T-Rex olsa görünmez, o da ayrı konu.

23 Aralık 2021 Perşembe

SAÇ TARAMANIN GEREKLİLİĞİ


,

 Köy yanarken saç taramakla ilgili malum atasözü-deyimi eminim herkes biliyordur. Bir de ara ara sosyal medyada çok dillendirilmeye başlandı. Ben bu sözlere karşı çıkacağım, hem de tarihten örnekler vererek.

En başta filozof ve matematikçi Descartes, gördüğü rüyalar (ya da hayaller) üzerine, otuz yıl savaşlarının tam ortasında ordudan ayrıldı ve kendisini bilime ve felsefeye verdi. Albert Camus, Yabancı romanını yazarken, Fransa, Almanya işgali altındaydı. İkinci dünya savaşının tam ortasındaydı. Pek çok sanatsal şaheser, kıyametin koptuğu zamanlarda  yapıldı.



Ne olursa olsun insan yaşamak zorundadır. İnsanca yaşamak içinde kendisini geliştirmek zorundadır. Bu kendini geliştirmek,  yabancı dil öğrenmek kadar,  bağlama-gitar çalmak, başka bir şehri-ülkeyi görmekte ihtiyaçtır. Ahmet Hamdi Tanpınar'ın dediği gibi, Türk gençliğine kendi ile ilgilenmesine izin verilmedi.

Benim kuşağım, yani yetmişlerde ve seksenlerin başında doğmuş olan kuşak (bu nesil Z ise, biz de x yada ü kuşağı oluyoruz) özellikle apolitik olmak için uğraştı. Bu uğurda önce futbola, sonra da pop müziğe sığındı. Sonra her ikisi de politikaya bulaşıp, gençleri de politikaya sürüklemeye çalıştı. Z kuşağı ise garibim, dolar kuru ne olacak diye para politikasını kurulunu takip eden liselilerden oluşuyor, nasıl apolitik olabilsin?

Biz yaşını başını alanlar şunu bilmelidir ki, apolitik olmak da haktır, iktidardan yana olmak da, muhalif olmakta. Bir gencin ilk işi, kendi yönünü seçmek ve bu yön için kendini geliştirmektir.

Genç ya da yaşlı, biz de, kendi kendimizin değerini bilelim. Bize hep kendimizi kurban etmemizi, kendimizi feda etmemizi istenilir. Oysa koyunların bile kurban olması için en azında  üç yaşını doldurması, biraz etlenmesi beklenir. Biz de en azından biraz büyüyelim, yetişelim, kaliteli insanlar olalım.

İnsanların kendisi için bir şeyler istemesi, daha mutlu, huzurlu, müreffeh olmayı istemesi ayıp değildir. Her şeyin internetten ve hatta cep uygulamalarından olduğu bu devirde iyi bir cep telefonu lüks değildir ve çıkar telefonunu diyenin ağzına telefon tıkmak farzdır.

Bizim politikacılarımız, üst düzey bürokratlarımız ve hatta özel sektörde işverenlerimiz,  gelişmiş ülkelerdeki işverenlerden daha düşük yaşam şartlarında çalışıyorlar mı ki bizden daha düşük yaşam standartlarını kabul edelim? Bize diyorlar ki, beğenmiyorsun, çek git. Biz de yurt dışına gidince ya da aniden başka bir yere tayin isteyince ya da iş değiştirince bize neden hain diyorlar?

Sayın okurlarım, tamam köy yanıyor ve artık hangi şerefsiz yaktıysa, o söndürsün, yok mu buralarda bir itfaiyeci. Sürekli her leyden sorumlu olmak sizi bunaltmıyor mu? Twitter'a giriyorsun, herifin biri, bir kadını açıkça tehdit ediyor, tutuklansın diye tweet atıyorsun, oy veriyorsun,  oy veriyorsun, çalınmasın diye sabah kadar bekliyorsun. 

Bir de yoksulluğa mı karşı biz fedakarlık yapacağız? En azından kendimizi fakirlikten koruyalım. Bu fakirlik, fedakarlık kültürünü ret edelim.

Bencil olmak sadece zenginlerin hakkı değildir.



19 Aralık 2021 Pazar

DİNZSİZLİK TÜRLERİ 15-PARDESÜ VE DİĞER AYRINTILARLA SİYASAL İSLAMIN ZAYIFLAMASI

 


Geçen sene bu zamanlar ya da geçen sene ekim-kasım ayı falandı. Yıllar önce görmediğim bir şahıs, dediğine göre beni, bir uygulamadan bulmuş. Yıllar sonra tekrar buluştuk, ikimi de geçen yıllar oranında değişmiştik. Ben kısa bir evlilik yapmıştım, o ise evli ve bir çocuk annesiydi. Ben artık tüm dini ve metafizik inançlarımı terk etmiştim, o ise halen dindar ve türbanlıydı. 

Türbanlıydı ama pardösülü değildi. Sonraki günlerde onunla pek görüşmedik. Ancak özel günlerde, kandillerde mesaj attım. son iki aydır onu da unuttum. 

O günden sonra pardösü, daha doğrusu türbanın tamamlayıcısı olan pardösünün yok olduğunu gördüm. Bu pardösü, seksenlerde ortaya çıktı hem de cübbeli pek çok şeyhin fetvasıyla. Gerçekten Türk gibi başlamak ve İngiliz gibi bitirmek gerekliymiş. Pek çok şey nasıl da Türk gibi gümbür gümbür başladı ve gene Türk gibi sessiz sedasız bitti ve bitiyor, farkında mısınız? Mesela lokmacılar, yüzde doksan dokuzu sessiz sedasız kapandı. Okul sütü projesi, FATİH projesi, sessiz sedasız kapandı. Seksenlerin sonlarında, tesettürün (türban değil) olmazsa olmazı denen pardösü de sessiz sedasız ortadan kalktı.

Pardösü halen var ama topuğa kadar uzanan, yaz-kış giyinen, önü hep ilikli ve türbanın bir parçası olarak yok.  Yoksa bu güzel giysi, türbandan önce de vardı.Yaz sıcağında, hele de topuğa kadar uzanan, önü ilikli pardösülü bir kadın görünce, Suriyeli olduğunu anlıyorum. (Bir de siyahiler, özellikle Sudanlılar, Araplar ya kara çarşaflı ya da tesettürsüz; tesettürlü İranlı bulmak ise, tesettürlü Alman bulmak gibi bir şey. İranlılar, ülke sınırı dışına çıkar çıkmaz -en azından Türkiye'ye geldiklerinde tesettürü unutuyor.) Düşünüyorum ve hafızamı zorluyorum da,17-25 Aralık operasyonlarından sonra yavaş yavaş azaldı bu pardösü. 15 Temmuzdan sonra da türban önce hızla, sonra yavaş yavaş azalmaya başladı.

Sadece türban ve pardösü değil, siyasal İslam'ın iktidara gelmek için hayatımıza soktuğu pek çok şey, daha iktidardan düşmeden hayatımızdan azalarak, çıkmaya başlıyor. Doksanları üniversitede yaşamış biri olarak, şimdiki türbanlılar, bana pek türbanlı gelmiyor. Sadece pardösü değil,  ayaklarda yemeni ayakkabısı,  koltuk altlarında Zaman, Milli Gazete gibi gazeteler, Şule Yüksel Şenler, Alev Alatlı, Hekimoğlu İsmail gibi yazarların romanları olurdu. Her yere sekiz on kişilik gruplar halinde gider,  sürekli fısır fısır konuşurlar, erkeklerle uzun süre samimi olmaz, oldukları ile de öyle çok fazla senli-benli olmazdı. Bazıları üçüncü ve dördüncü sınıfta erkek arkadaş edindi, ağzımız beş karış açık kaldı. (Hatta bazıları kocaya kaçıp, okula ara verdi) Kahkaha atmaz, gülmeleri, hatta gülümsemeleri de nadirdi Genelde makyaj yapmadıkları gibi, kaşlarını da aldırmaz,  çalı gibi kaşlarla dolaşırlardı. 

Şimdi bunlar, şimdiki türbanlı kızlar için bile absürt gelecektir. En son ne zaman bir liselinin elinde Şule Yüksel Şenler ya da Hekimoğlu İsmail ya da benzeri bir yazarın kitabını, liseli gençlerin ellerinde görmedim. Doksanların fuarların gözdesi İslamcı yayınevleri şimdilerde kayıp. O yıllardan geriye Orhan Pamuk ve onun gibi yetmez amacıların azalan popülerliği kaldı ( https://onbinkitap.blogspot.com/2017/10/doksanli-yillar-7-yetmez-ama-evetcilik.html ). 

Son günlerdeki Orhan Pamuk,  Fazıl Say buluşması da bu çöküşün bir simgesi. Kitap satışları iyi olmasa Pamuk, Fazıl Say'a selam vermezdi. Öte yandan Say'da, hem ünlü biri olarak ülkede ateşe körükle, kavgaya sırıkla gitmemeli (ben ünsüz olmanın bu nadir lüksünü kullanıyorum), hem de Yapı Kredi bankasının tek kültür işi yayınevi değil. Pek çok konser ve festivalin de ya düzenleyicisi, ya sponsoru. Sadece Orhan Pamuk'un değil, pek çok yazarın da yayınevi.

Ben de itiraf edeyim, türbanlı sevgili edindim ama türbana hiç sempati duymadım. Ülkücü, Türkçü oldum ama siyasal İslam'a hiç sempati duymadım. En sonunda dinsiz oldum ve dinsizliğin sosyolojisi amatör de olsa yaptım. Pardösü, İslamcı romanlar, Sırlar Dünyası ya da Minyeli Abdullar gibi dinci  filmler-dizilerin ve diğer simgelerin insanlar tarından benimsenmemesini de, insanların metafizikten uzaklaştıran sebeplerden biri olarak gördüm.

12 Aralık 2021 Pazar

ÇALIKUŞU'NU FEMİNİSTÇE OKUMAK



 Reşat Nuri Güntekin'in Çalıkuşu romanı, seksenli yıllarda bir kaç defa televizyon dizisi yapıldığından ( hatta Aydan Şener,  bir kaç defa Feride rolünde oynadığı için, bir adı da Feride olmuştu), seksenli yıllarda çocuk ve genç olanların iyi bildiği bir romandır. Öte yandan Atatürk'ün, Sakarya savaşı sırasında okuduğu ve beğendiği roman olması, onu daha da önemli yapıyor.

Bense bu romanın feminist yanını ele alacağım. Romanın bu yönünün görülmemesinin iki ana sebebi var. Birincisi roman kamuoyuna idealist öğretmen romanı ile sunulup, öyle tanıtıldı. İkincisi de Güntekin ve Milli Edebiyatçıların, edebiyatı bir eğitim aracı olarak görüp, sınıfta öğretmenin küfürlü ve argo konuşmaması gereğine inancı, roman ve hikayelerine de yansıtmalarıdır. 

Aslında bu tavır, Osmanlı yazı kültürünün  kökeninde, yazıda hele de yazılı edebiyatta argo ve küfrü kullanmama alışkanlığı vardır. Şair Eşref,  Neyzen Tevfik gibi Melami şairleri saymazsak, yazılı kültüre argoyu getirenler, Köy Enstitülü yazarlardır. ( Mahmut Makal, Fakir Baykurt, Talip Apaydın, Yusuf Ziya Bahadınlı, Mehmet Başaran, Dursun Akçam, Ümit Kaftancıoğlu, Ali Yüce, Adnan Binyazar, Samir Gürel, Osman Bolulu, Osman Şahin, Hasan Kıyafet vs ) Yaşar Kemal'in de dediği gibi küfür ve argo köyde günlük konuşmadır ve şehirliler gibi kadınların yanında ya da çocukların yanına küfürlü konuşmama gibi hassasiyetler, kırsalda pek az vardır ya da vardı. Radyo, televizyon ve internet gibi kitle iletişim araçları, şehir-köy kültürü farkını azalttı.

Diğer yandan ülkemizin eskisine göre çok daha az erkek egemen olması da, romanın asıl içeriğinin anlaşılmasını zorlaştıran başka bir unsur. 

Hikayede bolca spolier vereceğim. Yayımlanalı yüz yılı geçmiş, defalarca film ve dizi yapılmış bir roman için böyle şeyler normal olmalı.

Olayı en başından değil de, Feride'nin Kamuran'ı ve İstanbul'u terk etmeye karar verme anından başlayarak inceleyelim romanı. Feride nişanlısını sadece kaçamak yaptığı için terk etmez. Kamuran genel anlamda zamparadır ve evlenince de durum değişmeyecektir. Kendisi erkek egemenliğin tüm haklarını kullanacak, evliliği boyunca da keyfine bakacaktır. Hatta Feride ile flört ya da ona benzer bir durumdan sonra evlenmesini de, ona bir silah olarak kullanıp, onu suçlayarak zeytinyağı gibi su üstüne çıkacaktır. Belki de otel bulamadığı zaman, o kadınları eve getirecektir.

Sonra birden bire diplomasını görür ve onu çözüm yolunu kendince bulur, bir kız okuluna öğretmen olacaktır. Artık İstanbul'da duramaz. Çünkü o zamanları İstanbul'u hem çok büyük değildir, hem de bürokrasiyi oluşturan aileler birbirlerini tanıyordur.

Sonuçta Bursa ile Feride'nin Anadolu macerası başlar. Daha ilk adımda, il merkezinde bir okula tayini çıkmışken kumpasa uğrar ve bir köye gitmek zorunda kalır. Köyde ise Anadolu softalığının zorbalığını görür. Pek çok şey yaşar ve bu arada fuhşa zorlanan bir kadının, kız çocuğunu evlat edinir.

Anadolu'da yalnız yaşayan bir kadına bakış açısını görürüz roman boyunca. Kadınlar hep baskı altındadır oysa erkekler rahattır. Evli bile olsalar, umarsızca ona kur yapar, teklif götürürler. Bizzat karısını haberci yapıp, kuma yapmak isterler. Ret edilince kadın bile şaşırır, o kadar altın takıya rağmen, kumalığı ret ettiği için. İlden ile dolaşır, hatta bu arada İstanbul'dan bir arkadaşı ile karşılaşıp, onunla Fransızca konuştuğu için, il merkezindeki kız lisesine Fransızca öğretmeni olur. Oradan oraya sürüklenir. 

Bir yerde il eğitim müdürü, ona makyajını yıkamasını söyler, oysa makyajsızdır. Makyajlı zannedilmesinin nedeni, yüzünün genç ve parlak olmadı değil, yalnız bir kadın olmasıdır. Bir başka yerde ona gülbeşeker adını takarlar. Bu adı almasının sebebi de, güzel olmasından çok, yalnız bir kadın olarak hedefte olmasıdır. O okula atanınca, kızını bizzat almaya gelen baba, abi, dayı vesaire çoğalır.

En sonunda bu erkek egemenliğin tuzaklarından birine düşmekten son anda kurtulur., evlatlığı onun da annesi gibi olmasından korkmaktadır. Gene de adı çıkmıştır ve bu durumdan, babası, hatta dedesi yaşta biri ile evlenerek kurtulur. Romanın bu bölümü, Türk toplumunun ahlakının iki yüzlülüğünü, erkeğin elinin kınası, kadının yüzünün karası durumunu çok iyi anlatır.

Kitabın bundan sonrası Güntekin'in kitabı genç kızlara okutma çabası ile zoraki bir mutlu sondur. Ferdide, evlendiği erkek ile cinsel ilişkiye girmez zira dönemin erkekleri, hele de beyzadeleri, bakire olmayan kızla evlenmez. Güntekin gene bu amaçla acımasızca evlatlık kızı da verem (ya da öyle bir ateşli hastalık) sebebi ile öldürüp, onlarca yıl sonra Feride ve Kamuran'ı evlendirir. Güntekin de bilir ki kızlar mutlu son sever ve kitabın hedefinde kızlar vardır. Romanı toplumsal gerçekçi bir yazar yazsaydı muhtemelen Feride, Kamuran'ı acımasızca ret edecekti.

Son olarak diyeceğim o ki, Çalıkuşu, her nesle okutulması gereken bir kitap.

8 Aralık 2021 Çarşamba

KÜÇÜK BURJUVA YATIRIMCILAR İÇİN GEREKLİ SINIF BİLGİSİ

 


Yıllar önce, ilk çalıştığım okula, il milli eğitim müdürlüğünden bir şube müdürü gelmişti. O zamanlar öğretmen odalarında televizyonlar olur, öğretmenler de NTV'de altyazılardan borsadaki hisse senetlerinin değerlerini takip ederdi. Küçük okulumuzun yedi (7) öğretmeninden ikisi de borsa ile ilgileniyordu. Yıllar içinde borsa ile ilgilenen pek çok arkadaşım oldu. Hiç biride ciddi para kazanmadı, kazandılarsa da, ani bir çöküşle kaybettiler.

Şimdilerde de bitcoin var ve ben buna da güvenmiyorum. Geleceğin parası diyorlar. Birincisi hangi geleceğin. Ben yirmi beş, hatta  otuz sene önce sosyoloji geleceğin mesleğiydi, yaşa takılmasaydım, emekli olacak konuma geldim, halen geleceğin mesleği. Değerli metallerin yerini kağıt paranın alması neredeyse yedi yüz yıl aldı. İlk kağıt paralar ve arkasındaki bankerler, sık sık batıp, arkalarında sayısız mağdur bıraktılar.

Doksanlar ve iki binli yıllar boyunca borsaya para yatırmış arkadaşlarımın çok bilmiş tavırlarını dinlerdim. Bilanço okumaktan, düşerken satıp, daha düşükken alıp, düşüşte kazanmaya kadar bir sürü akıl sattılar bana. Şimdiki coinciler'de benzer akıllar satıyorlar. Dün bankamatikten para çekerken, benzer muhabbeti, bankanın güvenlik görevlileri yapıyordu. 

Bana bitcoin ya da benzer yatırımlara geç kalma diyorlar ama benim için çok geç. Banka güvenlik görevlilerinden sonra gireceksem, iyice yaygınlaşana kadar girmeyeyim diye düşünüyorum.

Bu coin piyasındaki işler, doksanlar ve iki binler boyunca borsada olanlara benziyor. O yıllarda ara ara borsa aracı şirketleri batar, borsa çakılır, yatırımcılar el ele, el başa kalırdı. Şimdilerde de coinler ara ara çöküyor, coin borsaları ara ara çöküyor. 20046 gibiydi yanılmıyorsam, o zamanlar 6-7 tane borsa dergisi vardı. Pek çok gazetenin de borsa köşesi vardı. Bunların bazı borsa vurguncuları için yatırımcıları yönlendirdiği ortaya çıkmıştı. Şimdiki yorumculardan da böyle bir skandal bekliyorum.,

Hem geçmişteki borsacı arkadaşlarımın, hem de şimdiki coinci arkadaşlarımın borsa bilgisinden hepsinin de iktisat bilgisinin tam olduğundan şüphelenmiyorum. Onlarda eksik olan sınıf bilgisidir.

Biz küçük burjuvayız ve burjuva bizim ne olduğumuzu ister, ne öldüğümüzü. Önce bu küçük burjuvalık nedir açıklayayım.

Küçük burjuva, proletarya olmanın kıyısındaki müreffeh  zümredir.. Karnı doyar, ihtiyaçlarını karşılar, az da olsa birikim yapar, hatta biraz lüks bile yaşar. Gelişmemiş ülkelerde sınıf; büyük ölçüde beyaz yakalılardan (mühendis, subay, astsubay, polis ve benzeri devlet memurlarından, mühendisler, teknikerler, teknisyenler vesaire),  küçük esnaf ve küçük tüccardan ve kısmen de kalifiye işçilerden oluşur. Gelişmiş ülkelerde proletarya genelde göçmenler ve mültecilerden oluşur, işçi sınıfı da büyük ölçüde küçük burjuvalaşmıştır. 

Küçük burjuvanın da kendi içinde sınıflaşması vardır. Örneğin öğretmenden başlayarak, okul müdürü, yönetim kademesi ve il milli eğitim müdürüne kadar küçük burjuvadır. Mahalle bakkalından, yerel market zinciri sahibine ya da emlakçıdan, sıva işleri yapan taşerondan, yılda bir kaç apartman yapıp, satan inşaatçıya kadar geniş bir alt kademe küçük burjuvalar vardır. Yani tüm küçük burjuvalar birbirinin dengi değildir. 

Hepsinin de ortak noktası, büyüklükten çok, bu refahın kırılganlığıdır. Onu proler yapmaya sektördeki ufak bir kriz, şirketin küçülmeye girmesi, mahalleye zincir marketin yeni bir şubesinin açılması, döviz kurundaki yükseliş, kanun hükmünde kararname, müteahhit karnesini yada avukatlık lisansını kaybetmesi falan yeterlidir.

Bu yüzden küçük burjuva, yatırımını dikkatli yapmalı, yatırım adı altında kumar oynamamalıdır. Fakat gelişmemiş toplumlarda (örneğin Türkiye), parasını arttırmak adına kumar oynar. Dolandırıcılar, vurguncular, kumarbazlar bu yüzden küçük burjuvanın parasını sever. Nasıl ki puanlı koşu bülteni ile altılı ganyan yakalanmazsa, yorumcular dinlenerek de borsa yada coinlerden büyük para kazanılmaz. Ben borsada çok para kazananı tanımadım (elbette duydum ama duyumlar güvenilmezdir). Benzer şekilde borsaya para yatıran kadını da ne tanıdım ne de gördüm. Kadınlar daima sağlamcıdır. Çalıştığım okulda öğretmenlerin dörtte üçü kadın, hiç biri bitcoin muhabbeti yapmıyor.

Sonuçta küçük burjuva, büyük yatırımcılara, yani gerçek burjuvalara ve onlara da kanmamalıdır. Burjuva medyası bize yıllarca özelleştirmeleri övdü ve özelleştirmeler sonucu üretimin artacağını, fiyatların ucuzlayacağını söyledi. O kadar özelleştirmeden sonra, özelleşen fabrikaların çoğu kapandı, elektrikte kayıp-kaçak payı bile kalkmadı. Biraz da geçmişten ders alın.

 

4 Aralık 2021 Cumartesi

KAPTI-KAÇTI OKULLARA DİKKAT

 


Kaptıkaçtı artık unutulmuş bir kelime ama ben bu durum için en uygun olarak bunu buldum. Aslında korsan taksileri, dolmuşlara, minibüs-otobüs arası büyüklükte toplu taşıma araçlarına verilen ad.  Eskiden üzerinde şehir içi-dışı taşımacılık yapılır yazan, Anadol marka kamyonetler vardı. Bunlar aslında Anadol marka otomobiller olup, arka tarafın kesilerek kasa haline getirilen,  dingile de şoförlerin makas dediği amortisörler takılan araçlardı.

Kaptıkaçtının başka bir anlamı da açıldıktan kısa süre sonra piyasayı dolandırarak batan işletmelerdir. Bunlar her sektörden olmakla beraber, galericilik ve emlakçılık alanlarında  sık görülür çünkü bu sektörlerde kısa sürede çok para toplamak mümkündür. Bir ara seyahat acentelerinde de çoktu, yasal açık olan sektörlerde özellikle beliriyorlar.

Sermayesi zayıf,  tüketicilerin ani kararlarına karlı zayıf firmaların da, bazı finans kuruluşları ya da sokak tefecileri tarafından,  finansal katakulileri için bir kaptı-kaçtı kurumu olarak kullanılabilmekte.

Buna ne yazık ki, öğrencilerin geleceğini aradıkları okullar da katıldı. Bu eskiden uluslar arası olarak arada bir görünen bir şeydi. Mesela 2000 yılında er eğitim alayında, çavuş olarak askerken, 1980-1 devra kaybı denen ve celp boşluğu dediğimiz dönemde kalabalık bir grup gelmişti. Biri hariç hepsi, üniversite terkti ve bu üniversite de Açıköğretim Fakültesiydi. Bir üniversite mezunu vardı, Kuzey Kıbrıs'ta, şimdilerde olmayan bir üniversitenin mezunlarındandı. Sahte diploma skandalı yüzünden, tüm mezunların diplomaları  incelemeye  alınmış, askerlikleri de devre kaybı olarak er eğitim alaylarına verilmişti. Diploma gerçek çıkarsa, sekiz ay sonra terhis olacaktı. ( O zamanlar üniversite mezunları ya asteğmen olarak 16 ay, ya da er olarak (kısa dönem-çavuş) olarak 8 ay yapıyorlardı.) Kıbrıs'ta okumuş başka birine bunu sorduğumda, o üniversite skandalına, şimdilerde çok popüler bir mafya babasının  da adının karıştığını söyledi.

Şu günlerde ise bu iş, ülke içinde ilk ve orta öğretime, özellikle de özel liselere düşmüş durumda. Pek çok lise, öğrencilerini sokakta bırakıp, velilerin parasını da ceplerine alarak, ortadan kayboluyor. Bunlardan biri, okulu satıyor, okul başka bir ile taşınıyor, İstanbul'daki öğrenciler devamsızlıktan kalıyor. 

İşin kötüsü böyle olaylar sık görülmekle beraber, manşetten duyurulmaması,  devletin bu tir durumlar için gençlerin mağduriyetine karşı bir tedbir almıyor.

Ülkemiz özel okul çöplüğüne dönüyor.

2 Aralık 2021 Perşembe

CARANCHO FİLMİ VE TRAFİK AKBABALARI

 


2010 yılı, Arjantin yapımı Akbaba (Charancho) filmi, bana trafik sigortası akbabaları üzerine bir yazı yazmayı istememe sebep oldu.

Film, öyle aile ile izlenecek bir film değil. Çok fazla ceset görüntüsü var. Olayın ikinci kahramanı kadın, kendisine morfin iğneleri yapıp, duruyor. Filmde bolca ceset görüyoruz, bir de ağır yaralı insan. (Manken ya da makyaj olduğunu bilseniz de, bir zaman sonra sizi rahatsız ediyor.) Yemek yerken falan izlemeyin, ciddi ciddi insanda kusma isteği yaratıyor.

Film, Arjantin'de her yıl trafik kazalarında sekiz binden fazla insanın öldüğü bilgisi ile başlıyor. Ne kadar tanıdık, öyle değil mi? Sonuçta geri kalmışlık, geri kalmışlıktır ve geri kalmış ülkeler pek çok açıdan birbirine benzer. Baş karakter, ruhsatı bir kaç yıllığına elinden alınmış (belli ki yüz kızartıcı nedenlerle) bir avukat. Trafik sigortasından para alma davaları açmak için, acil servislerde av aramakla meşgul. Bütün bunları yaparken de, acilde görevli ve narkoz bağımlısı doktorla tanışıyor, ardından da olaylar gelişiyor diyelim.

Filmde benim dikkatimi çeken, bu trafik sigortası akbabalarının, sigorta şirketinden aldıkları paranın sadece yüzde on civarını müşterilerine vermesi. Dikkatimi çekti çünkü ben de böyle bir şirket sayesinde, bir miktar sigorta parası almıştım.

Şunu söyleyebilirim ki, Türkiye'nin trafik sigorta akbabaları, bu filmdeki gibi geceleri acil servislerde müşteri avına çıkmıyor. Birileri onlara adli ve polis-jandarma arşivindeki bilgileri tıkır tıkır veriyor. Babam da geçenlerde ufak bir kaza geçirdi. Hemen tanıdık bir avukat bulduk ama aradan haftalar geçtiği halde halen bu akbabalardan biri benim telefonumu buluyor.

Ben de böyle bir şirket sayesinde paramı aldım dedim ya, aldıktan sonra başka akbaba şirketleri de sık sık beni aradı. Hatta paramı almamı sağlayan şirket de ara ara yanlışlıkla aradı. Bu başkalarından biri de çok ısrar etti, neyse görüştük. Öğrendiğime göre, almam gereken paranın onda birini aldığımı, akbabalarınsa, sigorta şirketi ile uzlaştığı için tekrar dava açma hakkımın olmadığını öğrendim.

İşin doğrusu hem Arjantin'de, hem de Türkiye'de ve daha pek çok ülkede, trafik akbabaları çok.  Bunlar ne kadar parayı kazazedeler yerine, kendi cebine indirdi belirsiz. Devlet bu konuda bir çalışma yapmadığı gibi, barolar ve sigorta şirketleri de sessiz.