30 Ocak 2024 Salı

İSTATİSLİK FELSEFESİNDE HİÇLİK



 Bir dislekis birey olarak matematiği sevsem de, diskakkuli denen illeti de yaşadığımdan, en basit hesaplamalar için hesap makinesine muhtacım. Biraz da bu yüzden, istatisliği uzun süre sevemedim. Sonra fark ettim ki ben sahtekarlığa alet olan istatisliği sevmiyormuşum. İstatislik ve olasılık hikayelerini anlatan bir öykü kitabı, istatisliğe bakış açımı değiştirdi. Hikayelerde İngilzlerin efsanevi dedektifi Sherlock Holmes  ve kendisi kadar ünlü yardımcısı doktor Watson anlatıyordu. (Tani yazarı Sir William Conan Doyle öleli çok olduğu için sınai hakları artık olmayınca, böyle fantaziler yapabiliyorsunuz.) İkili meseleleri istatislik ve olasılık kullanrak çözüyordu.

Anladığım kadarı ile istatislikle genelde her şey çan eğrisi yada Napolyon şapkasına benzer bir çizelgede geçiyor. Verilerimizin çoğu kez bu eğriye uymasını bekliyoruz. Verilerimiz beklenenden azsa,  tablonuz sola çarpık, çoksa sağa çarpık oluyor. Örneğin öğrenciler fazla not almışsa sağa çarpık, az not almışsa sola çarpık oluyor. Bu sınırlı evrende olan bir şey. Devam eden veriler yükselebiliyor yada çocuk kaydırağı gibi düşebiliyor, dalgalanabilip, düz bir çizgi olabiliyor. (https://onbinkitap.blogspot.com/2016/11/nufus-istatisliginincocuk-kaydiragi.html)

Bütün bunlar bir girişti ve iyi bir istatislikçi size çok daha fazlasını anlatacaktır. İnsan haddini zorlamalı ama bilmeli. Muhtemelen şu kadarcık aktarılan bilgide de bir sürü yanlışım vardır ve iyi bir istatislikçi yada matematikçi bir sürü yanlışımı ortaya çıkaracaktır. Kıt matematik bilgimle anlayabildiğim (yanlışım varsa düzeltin) kimyanın aslında fiziğin alt dalı olmasına rağmen konusu çok geniş olduğunda ayrı bir lisans alanı olması gibi, istatislikte benzer bir hale gelmiş.

İstatislikte normal dışı aranıyor, bu da daha önceki verilere veya başka verilere dayanıyor. Bu açıdan da istatislik yaptığı, yani beraber çalıştığı bilimle de ilgili. Mesela epidemiyoloji, yani coğrafi-toplumsal tıp; neden ülkenin belli bölgelerinde bazı hastalıkların çok, bazıların az olduğunu sorgular. Doğum oranları neden birden artıp, azalmaktadır gibi sorular sorar.

Diğer yandan asıl sorulması gerekn bazı verilerin neden hiç yada hiç denecek kadar az olduğu; sonra neden birden çok arttığını falan sorgulamalıdır. Mesela Çernobil nüklüer felaketinden sonra lösemi ve diğer kanserlerin müthiş artışı sorgunalmalıdır.

''Raporun "Türkiye nasıl etkilendi?" bölümünde ise özetle şu ifadeler yer alıyor:

"Türkiye‘de de Karadeniz Teknik Üniversitesi Tıp Fakültesi, İç Hastalıkları ve Pediatri Ana Bilim Dalları‘nın yaptığı çalışmaya göre lösemi vakaları, 1986 öncesi yüzde 0.7‘den, 1986 sonrası yüzde 2‘ye çıktı. Kanserle Savaş Dairesi Başkanlığı‘nın verilerine göre Türkiye‘de 1984 yılında yüz binde 19.2 olan kanser vakaları, 1996 yılında 100 binde 63.46 olarak bildirildi."

(Cumhuriyet-26-04-2017)


Lösemi ve kanser üç kattan fazla artmış, üstelik 2017 sonuçları itibarı ile. Bazı istatisliklerin neden açıklanmadığı da başka bir mesele. Mesela 2016'dan beri Türkiye'de kayıp çocuklar istatisliği yayınlanmadığını Epstein sıkandalından sonra öğrendik.  Türkiye istatislik kurumu TÜİK, uzun zamandır enflasyon sepetinde neler olduğunu açıklamıyor.

Bir  de tarihe istatislikteki hiçler açısından bakalım. Yakın tarihte, 12 Eylül'ün hiçlerine bakalım. Mesela 12 Eylül rejiminin felsefesi hem sağı, hem solu ezmekti. Görünüşte öyle oldu, solu biraz daha fazla ezdi. Altı yüz elli bin kadar göz altına alınan kişiden beş yüz bin kadarı soldu, geri kalanı sağcıydı. Dokuz tane ülkücü astı falan filan.  Eşit derecede de sağdan ve soldan gazete kapatmıştır. Peki kaç tane sağcı gazeteci yazar tutuklanmıştır. Hemen hemen hiç. Hatta 12 Eylül boyunca ideolojisinden tutuklanmış Ülkücü yoktur. Adli suçlar (cinayet ve benzeri) tutuklanmış militanlar vardır. (https://onbinkitap.blogspot.com/2023/07/turk-milliyetciliginin-acinasi-hali.html)

12 Eylül'ü geçtim, 12 Mart ve 27 Mayıs bile çoğunlukla solcu yazar çizerleri tutuklamıştır ve her üç askeri darbe de hiç sağcı akademisyen görevden almamıştır.

Şu yazıyı 2020 Temmuzunda yazmışım (https://onbinkitap.blogspot.com/2020/07/27-mayisi-solcu-sanmak.html).Fazıl Say'ın babası Ahmet Say'ın dergi yazılarından derlenmiş bir kitabı okudum. 27 Mayıs günlerinde bir anti komünizm mitinginde, Fazıl Say'ında aralarında olduğu solcu gençlere saldıryorlar. Sonra da orada bulunan bir subaya bağırıyorlar. 'Bunları siz bu kadar şımarttınız'' diye. Subay da utançla boynunu büküyor. Yani aslında NATO'nun isteği ile verdiği özgürlüklerden dolayı asker de pişman. Zaten 12 Mart olmadan bile bir kısmını geri almıştır. 12 Martta büyük bir kısmını geri alıp, 12 Eylülde de hepsini alacaktır askerler.

12 Eylül, hem sağdan, hem de soldan tüm işçi sendikalarını kapattı. Sadece işçi sendikalarını değil, derneklerini ve vakıflarını da kapattı. Sadece Devrimci İşçi Sendikları Konfederasyonu DİSK'i değil, Milliyetçi İşçi Sendikaları Misk'i, Türk-İş'i ve diğer nice sendikaları, hatta dernekleri, lokalleri kapatıp, mallarına, özellikle de matbaalarına el koydu. Peki işveren sendikalarına da aynısını yaptı mı?

İşveren sendikaları ve derneklerini özellikle ödüllendirdi. Hele TÜSİAD, yeni anayasayı resmen kendisi yazdı sayılabilir. Çünkü 12 Eylül anayasası yazıldığında, işçi sendika ve dernekleri kapalıyken, anayasanın hemen her maddesi TÜSAİD istişare kurulunun onayından geçti. MESS (Metal Sanayicileri Sendikası) başkanı Halit Narin, o meşhur sözünü söylemişti:

-Bu güne kadar hep işçiler gülmüştü, şimdi biz güleceğiz, işçiler ağlayacak.

Halit Narin, TÜSİAD ve MESS, sözünü tuttu ve halen işçileri ağlatmaya devam ediyor. TÜSİAD, MESS ve diğer TÜSİAD üyelerinin, 12 Eylül öncesi yada Seksen Öncesi diye anlatılan kargaşalıkta hiç rolleri yokmuş, sadece mağdurlarmış gibi tavır takınıldı. Oysa bazı iş adamlarının Maraş-Çorum katliamlarına yada Ülkücü komando kamplarına desteği, çok konuşulan iddialardı. (https://onbinkitap.blogspot.com/2023/07/turk-milliyetciliginin-acinasi-hali.html)

Sadece Halit Narin değil, genel anlamda TÜSİAD'da, 12 Eylül öncesi toplumsal gerginliği bilinçli olarak arttıran başrol oyuncularından biridir. Bületn Ecevit'in, Güneş Motel'deki gizli transferlerle, güçlükle kurduğu azınlık hükumetini devirmek için gazetelere sayfalar dolusu ilanlar verip, açıkça devletin sosyal politika belirlemesine düşman olmuşru.

(https://onbinkitap.blogspot.com/2023/12/teflon-tusiad-ve-teflon-kaplamalari.html)

TÜSİAD demişken,  bir dönem TÜSİAD başkanlığını da yapmış olan Cem Boyner'le ayak üstü yarım saatten fazla sohnet etmişliğim vardır. 1994 kışında, Eskişehir'de, şimdilerde çoktan kapanmış olan Kibele kitabevinde karşılaştık. (Kendisi muhtemelen hatırlamıyor) Düşük oy oranları yüzünden kapatacağı Yeni Demokrasi Hareketi partisinin propagandasını yapıyordu ve samimi sohbetimizin sebebi de buydu. (Yoksa koskoca Boyner Şirketler Grubu'nun yönetim kurulu başkanının, üniversitenin ilk yılında olan bir gençle konuşması mümkün müydü? YDH o zamanlar Kürt, Alevi ve diğer azınlıklarla ilgili konularda, bu gün bile bazı kişilerin şimşeklerini üzerine çekecek sözler söylüyor, azınlıkların dil ve ibaadet hakkını savunuyordu.  Konuştuğumuzda bana kırk yıllık sosyal demokrat biriymiş gibi gelmişti. Bu yüzden bir kaç gün önce, kendisinin gençliğinde Ülkücü olduğu, hatta öldürülen MHP milletvekili Emin Sazak'ın kızı ile evli olduğunu öğrenince bayağı şaşırmıştım. Kısa ömürlü partisi, sonradan yetmez amacı olacak gazeteci-aydınları bir araya getirmişti. (https://onbinkitap.blogspot.com/2017/10/doksanli-yillar-7-yetmez-ama-evetcilik.html)

(https://onbinkitap.blogspot.com/2023/05/liberallerin-kurt-ulusalcilarin-alevi.html)


Bu anı paragrafını geride bırakıp, istatislik ve hiçlik konularına geri dönelim. Mesela ülkemizde, cumhuriyet tarihi boyunca kaç tane sağcı-muhafazakar aydın-akademisyen-yazar vesaire suikaste uğramıştır, tahmin edelim. Sıfır, yani hiç. O kadar sağcı genç, politikacı, militan vesair suikaste uğradı ama hiç bir sağcı yazar suikaste uğramadı, ölmek bir yana, buna teşebbüs bile edilmedi. Ülkede dolar milyarderi bir ailenin üyesi (Özdemir Sabancı)  ve Ülkü ocakları genel başkanı bile öldürüldü ama hiç yazar-çizer, sinemacısı falan öldürülmedi. (https://onbinkitap.blogspot.com/2023/01/sinan-ates-ya-da-buyuk-sessizlik.html)

Suikastten sonra öğrendiğime göre önce bir Ülkü Ocakları genel başkanına cinayet teşebbüsü  olmuş ama başarısız olmuş. Eski başbakanlardan Nihat Erim, Cem Boyner'in kayınpederi de olan Emin Sazak'da dahil pek çok sağcı politikacı öldürülür yada sakat kalırken, tek bir sağcı yazar, çizer, oyuncu yada yönetmene dokunulmamıştır. İbrahim Kaypakkaya'yı ihbar eden öğretmen, otuz yıldan fazla bir zaman sonra bulunup, öldürülmüştür ama Maraş Katliamının tetikleyicisi Güneş Ne Zaman Doğacak filminin oyuncu, senaryo ve reji eikbine dokunulmamıştır. Diyarbakır cezaevinin meşhur yüzbaşısı Esat Oktay Yıldıran'ı, estetik ameliyat olduğu halde sesinden tanınıp, öldürülmüş ama Kürtler aleyhine yazı yazan yazarlara dokunulmamıştır.

Ancak solcu ve Atatürkçüler her zaman hedef olmuş, sadece suikastlerle değil,  İlhan Erdost gibi hapishanede dövülerek de öldürülmüşlerdir. Hapislerde uzun yıllar yatmışlardır. Mesela her dizesi hapishane kokan, her şiirinde zindan kelimesi geçen Necip Fazıl Kısakürek, toplamda iki yıl  kadar hapis yatmıştır. 12 Eylül döneminde Nihal Atsız'ın kitapları, resmi olarak yasaklanmamış ama (muhtemelen uyarıyla) bir süre piyasadan kalkmıştır.

Sağcı yazarlara, bunu solcularla kıyaslarsak,  15 temmuzculara bile daha insaflı davranmıştır.  Tutuklalan kırk dört kişinin çoğu serbest bırakılmıştır. Can Atalay, Anayasa Mahkemesinin kararına, hatta kararlarına rağmen halen hapistedir. Osman Kavala ve daha niceleri hapistedirve 20 Ocak 2024 itibarı ile 

Can Atalay demişken, yetmez ama evetçiler ne haldedirler.  2024 Ocak ayı itibarı ile aralarından bir yazarın intihal davasına yüz kusur imza ile desteklemekle meşguller. Hemen hemen hepsi de, Aydın Doğan'ın iktidara yakın Doğan Kitap'ın yazarları olmalarıdır. Basında bazı kişilerin ima ettiğine göre bu yazarlar, bazılarının kitapları yok denecek kadar az satsa biler, Doğan Kitapla, dolayısı ile iktidar ile bir şekilde maddi ilişki içerisinde. (https://onbinkitap.blogspot.com/2023/11/aydin-dogan-kimdir.html)

Aralarında Zülfü Livaneli'yi görmek beni şaşırtmadı. Çünkü kendisinin Mutluluk romanı, Mısırlı yazar Necip Mahfuz'un Dilenci romanından çalıntı. Doksanlı yıllarda filmi de yapılan meşhur Ağır Roman'a, gene Necip Mahfuz'u Cebelkavi Sokağı Çocukları romanı ile çok benzerlikler gösteriyor.

Bu sistemi eleştirirken biraz da istatislikteki hiçliklere bakmalı. Sadece öldürülme değil, görevden alma, atılma konusunda da hep sol akademisyenler ve öğretmenler hedef gözetilmiş. 12 Eylül'ün 1402'likleri arasında ne akademisyen ne de öğretmen olarak bir tane sağcı yoktur. 15 Temmuz sonrasında bile,  bolca solcu-Atatürkçü öğretmen ve akademisyen atıldı.

Sistemi eleştirirken ilk önce yok yada yok denecek kadar az olan şeylere bakmalı.





27 Ocak 2024 Cumartesi

TÜRK'ÜN TÜRKE PROPAGANDASI

 


12 Eylül sonrasında ülkece yaptıımız ilginç işlerden biri, bir konuda uluslar arası ödül veya yarışma düzenleyip, önce kendimize ödül vermekti. Kuşadası ilçesinin Altın Güvercin yarışması ile başladı bu moda. Birinci defa, taze emekli cumhurbaşkanı, genel kurmay başkanı  ve orgeneral olan Kenan Evren'e, uluslar arası  Atatürk dostluk ve barış ödülü verilmesi ile bitmeye başladı. Bu ödül ikinci defa, sonradan Güney Afrika Cumhuriyeti cumhurbaşkanı olacak, insan hakları lideri Nelson Mandela'ya verildi ama Mandela bunu red etti. Sebebi uzun süre Ermeni yada PKK lobisi zannedildi. Oysa sebep, 12 Eylül rejimi ve bu rejimin lideri Kenan Evren'di. Irkçı yönetime tüm dünya silah satmazken, darbe yönetim tüm uluslar arası hukuku tanımazdan gelip, Irkçı Güney Afrika polis ve askerine, üzerine Makina Kimya Endüstürisi damgalı silah ve mermileri satmıştı. 12 Eylül rejiminin bu kurnazlığı, neredeyse tüm Sahra altı Afrika'yı Türklere düşman yapmıştı. Bu ödül üçüncü defa da verilmedi, unutuldu, gitti.

Seksenli yılllafrın unutulan diğer bir modası da, yarışmalarda birinciliğe layık eser bulunmamasıydı.  Kamu kuruluşları arasında başlayan ve muhtemelen birncilik ödülünün iç edilmesi amaçlı bu saçmalık, ikinciliği kabul edenlerin pişkinliğini de içeriyordu. 

Türk'ün Türk'e propagandası sözü bu yıllarda yaygınlaştı. Sonraları ise unutuldu. Oysa Türk'ün, Türk'e propagandası tam gaz devam etti. Yükselen PKK terörü, bunlar baldırı çıplak diye küçümsendi ki, bu küçümseme de Türk'ün, Türk'e propagandasıdır. Sınır ötesi operasyonları da böyle görüyorum. Özellikle de son on yıldır, Kuzey Irak'daki Türk üsleri, tam seçimlere yakın saldırıya uğruyor. Zaten on yirmi yıldır seçimler ve referandumlar öncesinden ülkemde çok acayip şeyler oluyor.  Petrol, doğalgaz, uranyum başta olmak üzere bilumum madenler ülkemizden fışkırıyor. Uluslar arası şirketler dev yatırım planları yapıyor. Milli tank, uçak, elektrikli traktör, ne varsa üretilmeye başlanıyor. 2023 bitmeden aya gidecektik, seçim yaklaşınca yarı turist astronot gönderdik. Bana uluslar arası istasyon, deneyler falan demeyin. TODAİ E(Türkiye ve Orta Doğu, Amme İdaresi Enstitüsü)'yi, Refik Saydam, Hıfzısaha Enstitüsü'nü, daha bilmediğim nice pek çok kurumla beraber daha yeni Boğaziçi Ünüversitesinin bilgisayar progtamlama ve yapay zeka üzerine, Türkiye'in TEK doktoralı mühendis yetiştiren enstitüsünü kapatan iktidarın, uzaya gönderdiği kişi ben,m gözümde turisttir. Kimse kendini kandırmasın.

Bunun daha ötesi, Müslüman'ın Müslüman'a, Kürt'ün Kürt'e, Alevi'nin Alevi'ye, solcunun sola, sağcının sağa, Ülkücü'nün Ülkücü'ye propagandasıdır. Pek çok olay yada başarının gerçekliği, taraftarlarının bakışı ile ilgilidir. Türkiye'de Alevilerle yıldızı barışmayan Ülkücülülerin Hristiyan, Gagauzlar yada Sibirya'daki diğer topluluklarla gerçekten kardeş olacağına inanıyor musunuz? Turan'ı kuracağını söyleyen Türk Milliyetçiliğinin Türkiye'yi parçalaması da başka bir gerçekliktir. Yıllarca, Türkiye'yi, dönemin nüklüer ve süper askeri gücü Sovyetler Birliği ile savaştırmaya çalışan milliyetçilerimiz, Çin ile çıkacak ticari sorunlaro göze alamayıp, Uyguların yaşadığı zulmü görmezden geliyor.  ile  (https://onbinkitap.blogspot.com/2023/07/turk-milliyetciliginin-acinasi-hali.html) (https://onbinkitap.blogspot.com/2019/08/turk-fasizminin-zulmunde-uygur-turkleri.html)

Diğer yandan Devlet Bahçeli, geçenlerde bir söz söyledi. Türk devleti ile derdin varsa Kandil dağına çık dedi? Neden acaba? (https://onbinkitap.blogspot.com/2023/07/silahli-direnisin-provakasyon-olmasi.html) Neden Istıranca, Menteşe, Karadeniz yada Toros dağları değil de, Irak'daki Kandil dağı? Muhalefeti neden hemen terörize ediyor? İnsanları suça teşvik etmek de, suç değil mi? Kandil dağı yada Kuzey Irak'da, bir akrabası yada yakını olsa, gene de bunu yapar mı? Benim fikrimce şimdilerde adı DEM olan HDP'de, MHP kadar sistemin bir parçasıdır. Benzer şekilde PKK^da, Ülkü Ocakları kadar sistemin bir parçasıdır. Sistemler birbiri ile çatışan, sürtüşen parçalardan da oluşur. Öyle olmasa makinelere yağ konulmaz yada sürülmezdi. Sonuçta çarklar birbiri ile çatışır. Sonuçta çözüm süreci denen saçmalıki her an tekrarlanabilir. Aslında Kürçülük, Kürt'ün, Kürt'e propagandası.

Çok solculuğun da benzer bir durumu var. (https://onbinkitap.blogspot.com/2020/10/cok-solculugun-elestirilemez-sefaleti.html) Marksist-Leninist örgütlerin pek çoğunun provakatör olduğu gezi olayları ile açığa çıkmıştı. TKP, İmamoğlu'nun kazandığı ama elinden alındığı seçimlerde, açıkça AKP'yi desteklemişti. Meşhur komünist başkanları buna itiraz etmişti. Ben, legal yada illegal aşırı sol, radikal sol, Marksist-Leninist yada her ne derseniz deyin, derin devlet kontrolünde oluşumlar olduğuna inanıyorum. Fatih Mehmet Maçoğlu, Kadıköy ilçesine nohut mu ekecek, bal kovanı mı yerleştirecek. Her şey bir yada, bir ideolojinin radikal kanatları öncü olur. Karşı kampa fikirleri anlatır.  Rakip mahalleye girer. Bu ise zor iştir. Örneğin MHP, Alparslan Türkeş'in ölümünden az önce benzer bir işe girişip, pek çok yeni Ülkü Ocağı açtı. Tunceli, Ovacık'da, tehditler yüzünden açıldığı gün kapandı. İstanbul, Heybeliada'da, gayrı müslümlerin çabası ile bir haftada kapandı. Yani Türkiye gibi kutuplaşmış bir ülkede karşı mahalleye girmek zor. Sağcılar komünist başkanın nohut, fasülye ve benzeri ürünlerini bile kolay kolay almıyor. Ben bir Ankaralı olarak kendisini Mamak ilçesinde aday olarak görmek isterdim. Son seçimlerde en fazla CHP'ye oy çıksa da,  belediye halen AKP'li. Merkez ilçe sayılsa da, pek çok bölgesi kırsal, bağlık ve bostanlık. Özellikle Hüseyin Gazi türbesi civarında bolca Alevi ve Kürt seçmen de var.  Aslında bu karar, CHP2den çok, TKP'yi, daha doğrusu Fatih Mehmet Maçoğlu ile başlayan ve CHP'li belediyelere de sıçrayan kamu destekli çiftçi kalkındırma projelerini bitirme çabası.

Can Atalay olayına da değinelim. Seçim öncesi can verircesine TİP'i destekleyenler (Sezen Aksu başta olmak üzere) neredeler?  Peki ya yetmez ama referandumunun tek ciddi hakkı olan, bireysel başvurunun bir işe yaramamasına, eski yetmez amacıların (Sezen Aksu dahil) yorumu nedir?  Can Atalay'ı içeride tutma ısrarı nedir? Tıpkı, Osman Kavala veya Selahattin Demirtaş gibi bir gözdağı verme, güç gösterisinde bulunma çabası.

Aslında diğer bir çaba, daha doğrusu aslı çaba, geziden beri ölmüş olan çok solculuk ve CHP az solcudur düşüncesini tekrar canlandırmak. (https://onbinkitap.blogspot.com/2022/07/son-yillarda-azalip-biten-bazi-solcu.html)

Yazında CHP'yi en sona saklayacağım, zira Türkiye'den son yirmiden daha geriye, neredeyse kırk yıldır muhalefet CHP  (Eskiden SHP)'ye muhalefete  muhalefet etmeye taklıyor. Eskiden sadce CHP'yi az solcu olarak gören, minimal Marksist-Leninist partiler vardı, şimdi ise CHP'yi az Atatürkçü bulan minimal partiler veya resmen partileşmemiş gruplar var. (https://onbinkitap.blogspot.com/2019/08/sahte-muhalefet-muhalefete-muhalefet.html)

Bu milliyetçi, hatta ırkçı Atatükçülük fikrinin mucidi de, Türk siyasetinin en yanar-döner politikacısı Doğu Perinçek'di. (https://onbinkitap.blogspot.com/2020/09/dogu-perincek-kimdir.html) Bu yeni nesil seküler milliyetçiler, belirsiz ve sahte Alevi sevgisini kendilerine kalkan yapıp, faşist olmadıklarını iddia etmekteler. (https://onbinkitap.blogspot.com/2023/05/liberallerin-kurt-ulusalcilarin-alevi.html)

Liberaller, yada yetmez ama evetçiler de, gene belirsiz ve yalancı Kürt  sevgileri ile siyasal İslam'ı özgürlük sevgisi nedeniyle desteklediklerini ve bunda da yanıldıklarını söylüuorlar. Oysa onlar sadece kendileri için yanıldı. Onlar da CHP'yi az özgürlükçü ve hatta faşist buluyor. (https://onbinkitap.blogspot.com/2020/04/yetmez-ama-yanildiniz-kendiniz-icin.html)

Görüldüğü gibi ülkemizde muhalif olmanın yolu, yirmi küsur yıllık tek parti iktidarından çok, yarım yüz yıldan fazladır ana muhalefet partisi olmuş, yetmiş yıldan fazladır da tek parti iktidarı olamamış CHP'ye muhalefetten geçiyor. Hatta CHP içinde bile daha fazla CHP'li olmanın yolu, CHP'ye muhalefetten geçiyor. Bazıları partiyi Alevi düşmanı, bazıları da Alevici buluyor. Bazılarına göre MHP'ye kaymış, bazılarına göre DEM (HDP)'ye kaymış durumda.

Oysa bu düzen sallanıyor. Yıkıldığında sonrasında ne olacağını kestirmediğinden, pek çok kişi, hatta belkide herkes, bu düzenin yıkılmasını istemiyor. Pek çok kişinin istediği AKP'siz AKP yada Tayyip'siz Tayyip rejimi. Beşli çeteler gitsin ama yerine kendi beşli çeteleri gelsin istiyor. (https://onbinkitap.blogspot.com/2022/08/duzenen-cekiduzen-hic-bir-sey.html)

Sonucu bir öğretmen alışkanlığı ile maddeler halinde yazayım:

1)Düzen değişirse CHP başa gelir demek muhalefetlik değildir ve artık yavaş yavaş da işe yaramamktadır.

2)Karanlıktaki ışık Atatürkçülüktür, devletçi-karma ekonomi dahil.

3)Gerçek muhalif, doğrudan iktidara muhalefet eder.

4)Bu düzen yıkıldığında o kokrktuğunu CHP yada slodan daha kötüsü (zenginler için daha kötüsü) olacak. Gelen parti CHP olsa bile bu günkü CHP, hele Kılıçdaroğlu CHP2si hiç olmayacak.

4)Kendi kendimize propaganda yapmak, gerçeğe gözlerimizi kapatmaktır.

https://onbinkitap.blogspot.com/2018/09/kamasma-ve-karanlik-1981nobel-edebiyat.html

https://www.sozcu.com.tr/turk-un-turk-e-propagandasi-p810



26 Ocak 2024 Cuma

Albert Camus'un Nobel konuşması: "Gerçek sanatçı hor görmez"

 



Özgür akademinizin, bu cömert ve onur verici ilgisi karşısında, özellikle de bu ödülün kişisel liyakatlarıma baskın çıktığını dikkate alınca, yoğun bir şükran duygusu hissediyorum. Her insan, ya da daha güçlü nedenlerden dolayı, her sanatçı fark edilmek ister. Ben de istiyorum. Ancak kararınızın sonuçları ile, gerçekte olduğum kişiyi karşılaştırmadan, kararınızın etkisini idrak etmem mümkün olmadı. Genç sayılabilecek, sadece kaygıları söz konusuyken zengin, henüz tamamlanmamış işleri bulunan, işinin yalnızlığında yaşayan ya da kendini dostluklardan inzivaya çekmiş bir adam, onu yalnız ve kendine indirgediği dünyasından alıp, birdenbire göz kamaştırıcı bir aydınlığa taşıyan bu karar karşısında nasıl paniklemez ki? Avrupa'daki en iyi yazarların sessizliğe mahkûm edildiği, doğduğu ülkenin bitmek bilmeyen bir sefaletten geçtiği böylesi bir zamanda, bu onuru hangi duygularla kabul edebilir?

 

Bu şoku ve içsel çalkantıyı yaşadım ve kısacası, tekrar huzura kavuşabilmek için bu cömert talihle uzlaştım. Yalnızca başarılarıma sığınarak bu huzura ulaşamayacağım için bana hayatım boyunca, en aykırı koşullarda bile hep destek olan, sanatıma ve bir yazar olarak rolüme ilişkin fikirlerimden de güç aldım. Bu fikri, en şükran dolu ve dostane duygularla ve elimden geldiğince açık bir şekilde sizlere de anlatmama izin verin.

 

Kendi adıma konuşmam gerekirse, ben sanatım olmadan yaşayamam. Ama hiçbir zaman onu her şeyin üzerinde tutmadım. Fakat ona ihtiyacım var, bunun nedeni onu dostlarımdan ayıramayacak olmam; sanatımın yaşamama izin vermesi; ona başvurmaksızın şimdiki düzeyde yaşamamın mümkün olmaması. Sanat, çok sayıda insana, ortak keyiflerin ve acıların imtiyazlı bir resmini sunarak, o insanları heyecanlandıran bir araç. Sanat, sanatçıyı, toplumdan uzak kalmamaya mecbur kılar, onu en mütevazı ve en evrensel gerçeğe tabi kılar. Çoğu zaman, kendini toplumdan farklı hissettiği için sanatçı gibi yaşamayı seçen kişi, bir süre sonra, eğer toplumun geri kalanına benzediğini kabul etmezse, ne sanatını ne de farkını koruyabileceğini görür. Sanatçı kendini, onsuz yapamayacağı bir güzellik ile kendini koparamayacağı toplum arasında bir yerde konumlandırır. İşte, bu yüzden gerçek sanatçılar hiç kimseyi ve hiçbir şeyi hor görmezler. İnsanları yargılamaktan ziyade, anlamakla yükümlüdürler. Bu dünyada bir taraf tutmaları gerektiğinde, Nietzsche'nin kelimeleriyle, hâkimin değil, yaratıcının hükmettiği o toplumun tarafını tutarlar; bu yaratıcının işçi veya entelektüel olması ise onun için fark etmez.

 

Aynı sebeple, yazarın rolü zor görevlerden muaf değildir. Tabiatı gereği, yazar kendisini tarih yazanların hizmetine sunamaz; o, tarihten zarar görenlerin hizmetindedir. Aksi takdirde, yalnız ve sanatından mahrum kalır. Zorbalığın milyonlarca kişilik ordularına ayak uydurabilse bile, bu ordular yazarı tecritten kurtaramaz. Ancak dünyanın bir ucunda aşağılanmaya terk edilen o adsız mahkûmun sessizliği, yazarı sürgününden çekip çıkarır. Hatta özgürlüğün sunduğu fırsatların keyfini sürerken bile bu sessizliği göz ardı edemez ve sanatıyla ses vererek bu mahkûmun mesajını iletir.

 

Böyle bir görev için hiçbirimiz yeterince iyi değiliz. Ancak yaşamın sunabileceği her koşulda, bilinmezlikte de, geçici şöhrette de, zorbalar tarafından zincirli veya kendini ifadede özgür bile olsa, yazar bu canlı toplumun desteğini ve kalbini kazanabilir. Bunun için de, kendi yeteneğiyle kapsayacağı ve sanatına yücelik katacak o görevi üstlenmesi gerekir: Kendini gerçeğin ve özgürlüğün hizmetine sunmak. Yazarın görevi, olabilecek en fazla sayıda insanı bir araya getirmek olduğu için, sanatında, yalnızlığı besleyen o yalanlara ve hizmetkarlığa boyun eğmemelidir. Kişisel zaaflarımız ne olursa olsun, sanatta asalet yerine getirmesi zor iki taahhütle kazanılır: Aslını bile bile yalan söylememek ve baskıya direnmek.

 

Geçtiğimiz yirmiyi aşkın çılgın yıl boyunca, kendi neslimdeki diğer insanlar gibi, ben de zamanın çırpınışlarında kayboldum ve yalnızca bir şeyden destek gördüm: Bugünlerde yazmanın sadece yazmaktan ibaret olmaması dolayısıyla taşınan o onurlu, gizli histen. Özellikle, gücüm ve yaradılışım göz önüne alındığında, aynı tarihi yaşayan tüm insanlarla beraber, paylaştığımız umutsuzluğa ve umuda katlanabilmek bir taahhüttü. Bu insanlar; Birinci Dünya Savaşı'nın başlarında doğan, Hitler iktidara geldiğinde ve ilk devrim davaları başladığında yirmi yaşını süren, eğitimleri tamamlandığında İspanya İç Savaşı, İkinci Dünya Savaşı, toplama kampları, bir işkence ve hapishane Avrupası ile karşı karşıya kalan insanlar. Bu insanlar bugün kendi çocuklarını büyütmek ve nükleer yıkım tehdidi altında olan bir ülkede iş kurmak zorundalar. Bana göre kimse onlardan iyimser olmalarını isteyemez. Hatta yine bana göre; umutlarını tamamen kaybettikleri o anda onursuzluk hatasına düşen ve dönemin nihilizm akımına kapılanları da anlamalıyız ancak bu akımla savaşmaktan da vazgeçmemeliyiz. Ülkemde ve Avrupa'da birçok insanın bu nihilizmi reddedip bir meşruiyet arayışına girdikleri bir gerçek. İkinci kez doğabilmek ve çağımızın ölüm sezgisiyle açıkça savaşabilmek için, felaket zamanlarında bir yaşam sanatına sahip çıkmak zorunda kaldılar.

 

"Görevimiz dünyanın kendini yok etmesini engellemek"

 

Her nesil, şüphesiz ki, dünyayı yeniden biçimlendirmek için çağrıldığına inanıyor. Benim neslim ise, onu yeniden şekillendirmeyeceğini ve görevinin bundan daha zor olduğunu biliyor. Bu görev de, dünyanın kendi kendini yok etmesini engellemektir. Bu nesil, karışık ve yenik devrimlerle, ölü tanrılarla ve tarihi geçmiş ideolojilerle dolu, teknolojinin delirdiği ve ikna edilmesi imkânsız, vasat güçlerin her şeyi yok ettiği, nefretin ve baskının hizmetkârı olabilmek için zekânın kendi itibarını düşürdüğü, bu yozlaşmış tarihin mirasçılarıdır. Onlar, içeride ve dışarıda, yaşam ile ölümün itibarını şekillendiren şeyi, kendi olumsuzlamalarıyla yeniden yaratmak zorunda kalıyorlar. Parçalanma tehdidi altındaki bir ülkede, engizitörelerimiz sonsuza kadar hüküm sürecek bir ölüm imparatorluğu kurabilir. Bu risk ile karşı karşıya bulunan bu nesil, zamana karşı çılgın bir yarışta ve bilmesi gerekeni biliyor: Tüm uluslar için hizmetkârlığı barındırmayan bir barışı yeniden tesis etmek; emeği ve kültürü yeniden barıştırmak ve tüm insanlarla Ahit Sandığı'nı yeniden yaratmak. Bu neslin bu muazzam görevi yerine getirebileceği kesin değil, ancak dünyanın her yerinde çoktan gerçeği ve özgürlüğü sorgulamaya başlıyor ve bu uğurda nefret dolu olmadan nasıl ölüneceğini biliyor. Bu yüzden görüldüğü her yerde, özellikle de kendini feda ettiği yerlerde, takdir edilmeyi ve desteklenmeyi hak ediyor. Her halükarda, tam onayınızı almak, bana verdiğiniz onuru bu nesle aktarmak istiyorum.

 

Yazarın asaletini belirttiğime göre, onu da yerine yerleştirmem gerekiyor. Yazarın, silah arkadaşlarıyla paylaştıklarından başka hiç bir iddiası yoktur. Kırılgan ama inatçıdır, adaletsiz ama adalet konusunda coşkuludur, diğer insanların nazarında işini utanç ya da gurur duymadan yapar, keder ve güzellik arasında bölünmekten vazgeçmez ve kendini bu ikili varoluştan sıyırıp, tarihin yıkıcı anlarını ortaya seren ürünler yaratmaya adar. Böyle birinden kim kesin çözümler ve yüksek bir ahlak bekleyebilir ki? Gerçek gizemli, güvenilmez ve her zaman fethedilmeye hazırdır. Özgürlük tehlikeli, onunla yaşamak zordur, ancak bir o kadar da mutluluk vericidir. Bu iki hedefe doğru, acıyla ve azimle ve yol boyunca yapacağımız hataların önceden farkında olarak yürümeliyiz. Hangi yazar bundan sonra vicdanı rahat bir biçimde kendini erdem konusunda bir hatip olarak tanımlayabilir ki? Kendi adıma konuşmam gerekirse, bu türden biri olmadığımı tekrar söylemek istiyorum. Hiç bir zaman aydınlıktan, varoluşun zevkinden ve içinde büyüdüğüm özgürlükten feragat edemedim. Geçmişe duyduğum özlem, hatalarımı ve yanlışlarımı açıklasa da, şüphesiz ki sanatımı daha iyi anlamamı sağladı. O özlem, kendileri için hazırlanan yaşamı sürdüren sessiz adamları sorgusuz bir şekilde desteklerken, öz ve özgür mutluluğun hatırasıyla, bana yardım ediyor.

 

Bu sayede kendimi gerçekten olduğum kişiye indirgedim; sınırlarım, borçları ve zor inançlarıma... Bana verdiğiniz onurun cömertliği karşısında konuşabilmek açısından kendimi şimdi daha özgür addediyorum. Bu ödülü, benimle eş zamanlı olarak aynı kavgayı sürdüren, herhangi bir ayrıcalık tanınmamış hatta aksine acı çekmiş ve zulüm görmüş tüm insanlara hürmetlerimi göstermek için aldığımı söylerken de yine bu özgürlüğü hissediyorum. Size kalbimin en derinliklerinden teşekkür ediyorum ve şükranlarımın en şahsi ifadesi olarak, bütün gerçek sanatçıların her gün kendi kendilerine sessizlik içinde tekrar ettikleri, o kadim sadakat sözünü veriyorum.

 

 


 

 

* Çeviren: Elif İlik

 



23 Ocak 2024 Salı

UĞUR MUMCU'YA ÖVGÜ (ANONİM)



 Yoktu senin eşin, ne de benzerin

Nasıl doldurulur bilmem ki yerin?
Halkına mal oldu bütün eserin
Halkının sevgisin, gör Uğur Mumcu
İsterler ki kimse bir şey sezmesin
Aydın düşünmesin, kalem yazmasın
Halkı uyandırıp işi bozmasın
Yaşatmak isterler kör Uğur Mumcu
Boştan yere yobazlara çatmadın
Elli yıldır yanlış adım atmadın
Onurunu, kalemini satmadın
Yar idin halkına, yar Uğur Mumcu
Şimdi moda her boyaya boyanmak
Solcu yatıp sabah sağcı uyanmak
Ne zor imiş yokluğuna dayanmak
Yanıyor yüreğim kor Uğur Mumcu
Yılanın başını seze gelmiştin
Gerçeği korkmadan yaza gelmiştin
Ne yılmıştın ne de dize gelmiştin
Bir idin dünyada, bir Uğur Mumcu
Çıkarını savunurken halkının
Korkusuydun nice hırsız tilkinin
Duruşunla yüz akıydın ülkenin
Gönüllere ettin yer Uğur Mumcu
Kuvayi Millici, kalpaklı idin
Milletin vicdanı, hem aklı idin
Susturdular, çünkü sen haklı idin
Gerçek aydın olmak zor Uğur Mumcu
Bilgisiz düşünce olamaz derdin
Hakkı arkaladın, haksızı yerdin
Bu kutsal davada canını verdin
Bu davaya aday, her Uğur Mumcu
Ardından verilen namus sözleri
Gelmiyor yerine üzer bizleri
Ortalığa saçtın nice gizleri
Kalemin gençliğe ver Uğur Mumcu
Aydınlı içimi döker söylerim
Acıdan bağrımı söker söylerim
Katillerin belli çıkar söylerim
Susmaktır aydına ar Uğur Mumcu

(https://onbinkitap.blogspot.com/2021/03/ugur-mumcunun-rabita-eseri.html)
(https://onbinkitap.blogspot.com/2020/07/27-mayisi-solcu-sanmak.htm
(https://onbinkitap.blogspot.com/2023/08/2002-secimlerinde-medya-manipulasyonu_28.html)

21 Ocak 2024 Pazar

ASAF HALET ÇELEBİ'NİN BİLİNMEYEN ŞİİRLERİ (#TARİH 2024 OCAK SAYISI)

 


#Tarih dergisi, 2024 Ocak ayı, Emin Ahmet İşli'nin yazısına göre bir sahafta bulunun el yazmasındaki şiirler Asaf Halet Çelebi'nin (asıl adı, Mehmet Ali Asaf'tır.) az da olsa Yapı Kredi yayınevinden çıkan Tüm Şiirleri ile arasında farklar olmakla beraber, şu üç şiir ve son sayfaki beyit , yokmuş. (Derginin 66. sayfasında yayımlanmıştır.)

RÜYASIZ ÖYKÜ

Geceleyin

bacadan düşen umacı

haydi düş de ye beni

ye beni

bir şey görmeyeyim

gözümden ye beni

bir şey duymayayım

kulağımdan ye beni

bir şey düşünmeyeyim

beynimden ye beni

görmeyeyim

işitmeyeyim

düşünmeyeyim

SEVGİLİ

seneleri unuttum

doğmamış gibiyim

unutmadığım sen varsın

ki seni de yutdum

başımı kesseler

içinden başım çıkar

ve gene sanan gülümser

kulaklarımı kesseler

içinden kulakların çıkar

ve sana açılır

bacaklarımı kesseler

içinden bacakların çıkar

ve sonsuzluğa doğru yürür

YER OLMAYAN YERE

neden döüyorlar

döne döne kimden geliyorlar

kime gidiyorlar

ne sağları var

ne solları var

ne altları var

ne üstleri var

nerden geliyorlar

sarhoştan daha sarhoş

deliden daha deli

onlar da bilmiyorlar

at kendini bize

ve bilme

biz

bütün dönenlerle

yer olmayan yere gidiyoruz

yer olmayan yere

SON SAYFADAKİ BEYİT

Peri padişahının kızına gönül verdim

Kendime urba yaptırdım masalları renginden




20 Ocak 2024 Cumartesi

SEMPATİ VEYA ANTiPATİ, DEMOKRAT OLMANIN ÖLÇÜTÜ DEĞİLDİR.




Geçen yazın moda filmi Barbie'de en sevdiğim sahne, Mattel'in başkanının  (CEO, Eskiden genel müdür denilirdi), şirketteki erkek egemenliği savunma çabasında bir ara benim Yahudi arkadaşlarım da var demesiydi. O anda kahkaha attığımı hatırlıyorum. Filmin senaryosunda mı böyleydi, seslendirmede mi eklediler, çok merak ettim. Bazı konularda ne yazsan eksik kalıyor ve yazı bitmek bilmiyor. Yavşak faşizm de bu konulardan biri oldu. ( https://onbinkitap.blogspot.com/2024/01/fasizm-ve-yvsak-fasizm.html) Bizde faşistlerin, benim Kürt, Alevi arkadaşlarım var savunması, birebir alınmış. 

Bunun bir değişik modeli de, o kültürü sevmektir. Pek çok kişi Alevi düşmanı olmadığını, Alevi türkülerini sevdiğini söyleyerek yalanlar. Bir toplumun kültürünü yada kültürünün unsutoplumu sevrlarını sevip, o toplumu sevmeyebilirsiniz. Amerika Birleşik Devletleri halkı, bunun en iyi örneğidir. Japondövüş sanatları, Çin yemeklerini sevseler de, Asyalıları sevmezler. Siz de Alevi deyişlerini sevip, Alevileri sevmeyebilirsiniz.Laz böreğini sevip, Lazları, Çerkez tavuğunu sevip, Çerkezleri sevmek zorunda da değilsiniz. Daha doğrusu başka bir etnik grubu sevmekle demokrat olmadığınız gibi, sevmemekle antidemokrat olmazsınız.

(Bu arada, bazı kültür unsurlarının  o kültürle ilişkisi de dolaylıdır. Mesela eskiden una bulanarak, yağda kızartılan ciğere, Arnavut ciğeri diyorlardı. Şimdilerde adı Edirne tava ciğeri oldu ve hatta yöresel belge aldı. Bu yemeğin, Arnavut adını almasının sebebi, küçük taşlardan oluşan parke yollara Arnavut kaldırımı denmesi ile aynı, yani Arnavut işçilermiş. Eskiden Türkler koyun etini daha çok yer, dana etini de sert diye sevmezdi. Şimdilerde tam tersi, şimdi de kokuyır diye, koyun etini sevmiyorlar.  Dana ciğeri kızartması bu sebeple uzun süre Arnavut ciğeri olarak anılmış. İskenderunluların Kürt böreği de, benzer  bir isme sahip olabilir. Çünkü pek çok Kürt, bu böreği ilk defa büyük şehirlerde falan yemiştir ve evinde yapmamıştır.)

Demokrat olmak, her toplumu, her kültürü sevmek ve deyim yerindeyse bir sevgi kelebeği olmak anlamına gelmez, gelmemelidir. Nasıl ki her yemeği, müziği, dansı, tiyatroyu, meyveyi, sebzeyi ve daha pek çok şeyi sevmek yada sevmemek bizi demokrat yada antidemokrat yapmazsa, her toplumu sevmemekte de aynı durum söz konusudur. Zira onlarda seni sevmemektedir. Sen başka dinden, ırktan, mezhepten insanları sevmek için de yaşamıyorsundur. 

Demokrat olmak, onlara karşı davranışınızda, özellikle nasıl davranacağımız vicdanımıza kalmışken, adil olmak, adil olup, olmadığımızı sorgulamaktır. Acaba antipatim yüzünden mi yada başka bir nedenden mi böyle karar verdim diye kendinizi sorgulamaktır. Öte yandan bir dinin dört dörtlük bireyi olmak imkansız olduğu gibi, dört  dörtlük demokrat bir birey olmak da imkansızdır.

Ek olarak, asıl marifet antipati duyduğunuz, hatta nefret ettiğiniz kişi ve gruplara karşı demokrat ve adil olabilmektir. Sempati bizi biraz da o topluluktan yapar. Eğer siyahilere (zencilere) sempati duyuyorsanız,  kireç beyazı teninize rağmen, hatta sarı-kızıl-kumral saçlarınıza, yeşil-mavi-ela gözlerinize rağmen bir parça zencisinizdir.

18 Ocak 2024 Perşembe

TEPKİ VEREN İNSAN

 


12 Eylül Türk insanından en fazla, devlete ve iktidara karşı tepki verme gücünü aldı. Tepki vermeyi bir suç olarak görmesine sebep oldu. Darbe generalleri bunu ustalıkla uyguladı ve halka suçluluk duygusu aşıladı.  (https://onbinkitap.blogspot.com/search?q=su%C3%A7luluk)

Gelişmiş, daha doğrusu demokratik olmanın ilk ölçütlerinden biri, devlete, daha doğrusu politikacılara tepki gösterebilmektir.  Zira demokratik ülkelerde politikacılar, devlet memurudur, devlet büyüğü değildir. Hatta çoğu kez devlet memurları, yani bürokratlar, kendilerini devletin asıl sahibi olarak görür.  Gerçi devlet memurları da bir çikolata yüzünden kolayca yargılanır. İktidarlar da kolayca değişir. En radikalleri bile böyledir. Yunanistan'da, ultra solcu Syriza  tek başına iktidara geldi ne ne oldu? Avrupa Birliğinin kemer sıkma politikalarını, Yunanlılara yönelik biraz gevşettiler, o kadar. Makedonya ile, Kuzey Makedonya olarak tanıma antlaşmasını yaptı ve halkın tepkisi ile istifa etmek zorunda kaldı. O zamanki başbakan Aleksis Çipras, Yunanşstan gibi bir din devletinde, İncil'e el basmayacak kadar ateistti. (Yunanistan'da Aynaroz ve Metreora bölgesindeki bazı manastırlar, dünya işi, putperestlik diye Yunan bayrağı dalgalandırmaz. Askeri araçlar bile papazlar tarafından kutsandıktan sonra kullanıma başlar.) Gene de Yunan kilisesi gücünden bir şey kaybetmedi. Yunanistan'da hiç kimse, bu dinsiz İncil'e el basmadı, din elden gidiyor, diye bağırmadı. Genel anlamda dindar olan Yunan milleti de Syriza ve dinsiz başkanı Çipras'a oy verdiği için bir suçluluk duygusu duymadı.

https://onbinkitap.blogspot.com/2021/07/12-eylulun-sucluluk-duygusu-4-devlet.html

Devlet adamları  ise halkını yoksullaştırdığı için suçluluk duygusu hissetmez. PKK'nın 1984'de Eruh ve Şırnak'ta ilk saldırısını yaptığı gün, dönemin başbakanı, dönemin cumhurbaşkanı Kenan Evren'den sonra cumhurbaşkanı olacak olan Turgut Özal, havuzdan çıkmadı. Sonra seksenlerin dile dolanan sözünü söyledi. Bunlar bir avuç baldırı çıplaktır. Az kaldı, bitecektir. Seksenli yıllar böyle geçti. Sahte ateşkes ve otuz üç erin öldürülmesi ile bu baldırı çıplaklar lafı unutuldu. Türk halkı, bu sahte ateşkese neden uyuldu, neden tuzağa düştü diye sorsa da, bu soruyu soranların sesi çok cılız oldu. Tıpkı çözüm sürecine tepkinin de çok cılız olması gibi. Yada ordunun kozmik odasına girişin ve en son koca cumhurbaşkanının bazı istihbarat yöneticilerini ifşa etmesi gibi. Kimse de nedenini sorgulamadı.

https://onbinkitap.blogspot.com/2023/07/silahli-direnisin-provakasyon-olmasi.html

Oysa herkes Kürtleri sorguladı ve     Kürtlere düşman oldu. Sonra  onları meclise taşıyan SHP'lilere (sonradan SHP, CHP ile birleşti ve halk CHP'ye düşman oldu.) Çünkü 12 Eylül medyası, sola düşman olmayı öğretmişti. Oysa o milletvekilleri, yaka-paça sürüklenerek meclisten atılmasaydı, HADEP (Şimdilerde DEM parti) kurulmayacaktı. Çözüm süreci olmasaydı HDP, %10 barajını geçemeyecekti. Gene de öfke iktidar partisine yönelmedi. Diğer yandan meşhur yazar kasa atma olayına bakalım. O olayın sonrasına değil, öncesine bakalım. Ülke ekonomisi Turgut Özal, Süleyman Demirel,  Mesut Yılmaz ve Tansu Çiller zamanında daha kötü krizler yaşamıştı. O zamnki liderlere, iktidardan düştükten sonra bile, yüzlerine karşı böyle tepkiler veren olmamıştı. Mesut Yılmaz'a, Macaristan'ın başkenti Budapeşte'de yumruk atılmıştı ama olayın krizle alakası yoktu. Kriz bir yana, Süleyman Demirel, onlarca yıl üzerinden siyaset yaptığı muhafazakar-sağcı halkı, 28 Şubat sürecinde, Türbanlılar okumaya Suudi Arabistan'a gitsin diye aşağılamıştı.İşin gerçeği o esnafın öfkesi ekonomik krize değildi. Bir solcunun başbakan olmasıydı. Yoksa Mesut Yılmaz'ın abisinin aracılığı ile  Gazprom'la yapılan antlaşma sonucu doğal gazı tüm dünyadan daha fazla ödememize kızan da yok.

Bu arada, bu adını andıklarımla ilgili olarak bu blogda yazdıklarıma bir bakalım:

https://onbinkitap.blogspot.com/2022/07/turgut-nereye-kostu.html

https://onbinkitap.blogspot.com/2022/08/yildirim-akbulut-ve-mesut-yilmaz.html

https://onbinkitap.blogspot.com/2022/04/tansu-cillerin-siyasi-tarihi.html

https://onbinkitap.blogspot.com/2022/07/suleyman-demirel-kimdir.html

Pek çok insanın yanlış tepkisinin sebebi, yanlış tarafta yer almasıdır. Bunun sebebi kendisini payidar sanmasıdır. İktidardan yana olursa, sıranın kendisine geleceğini sanmasıdır. Çünkü kendisine, sağcı ve Sünni olduğu için üstün olduğu ve bir gün sıranın kendisine geleceği söylenmiştir. Bu yüzden pek çok kişi,  muhalefete muhalefet ederek, sisteme bağlılığını ilan ederek, adaletsiz sistemin ürt katlarına çıkmaya çalışır.

https://onbinkitap.blogspot.com/2023/09/fasizan-ustunluk-duygusu.html

Oysa adalersiz bir sistemde üst tabaka her gün artmaz, azalır. Düşenler yerine çıkanlar daha az olur.  Nasılözgür olunur sorusunun pek çok cevabı vardır. Aristo, düşünerek; Nietsche, kendin kalarak; Platon, öğrenerek; Camus, başkaldırarak, Sarte, eyleme geçerek, İbni Rüşt, vicdanlı kalarak; Farabi, kalbini dinleyerek;  Hazrerti Ali, minnet etmeyecek ve daha nice kişiler neler diyerek tarif etmişlerdir. Peki düşündüğümüzü, öğrendiğimizi ve başka başka şeylerimizi nasıl belli edeceğiz, tepki vermekten başka.

Binbir gece masallarının az bilinen bir hikayesi de, çıngırağı çalan eşek hikayesidir. Kadı'nın biri, bulunduğu yöredeki şikayet sahipleri bizzat kendisi ile konuşsun diye evinin kapısına bir çıngırak koymuş. Fakat bu çıngırağı eşeğin biri dişleri ile oynayarak, çaşıyormuş. Sürekli çan sesine maruz kalıp, aynı cevabı alan kadı en sonunda bu eşeğin kime ait olduğunu sorar. Ona hayvanın, yaşlandığı ve artık yük çekemediği için terk edildiğini söylerler. Kadı da söz konusu köylüyü yanına çağırır, eşeği de kendi ahırına alır. Köylüye de, eşeğin yem ve tımar masrafını ödeme cezası verir.

Masal da olsa, eşek, eşek haliyle şehrin kadısına şikayette bulunmayı, yani tepki vermeyi öğrenmiş. Devletle ilgili bir sorununuz varsa ki devlet kadının da sahibidir, devlete, dolaysı ile iktidara tepki vermeyi öğrenmeliyiz.

Yoksa her esçimden sonra ellerim kırılaydı nakarakları dinleriz. (Bazen elimde balyoz, o elleri sahiden kırmak istiyorum)


Ne Utanmaz Köpekleriz "Namık KEMAL

 


Edepsizlikte tekleriz

Kimi görsek etekleriz

Hakk'tan da yardım bekleriz
Ne utanmaz köpekleriz.
Biz bakmadan sağa sola
Düşman girdi İstanbul'a
Vatanı sattık bir pula
Ne utanmaz köpekleriz.
Dalkavuklukla irtikap
İşte etti bizi harap
Sen söyle ey Şevketmeab
Ne utanmaz köpekleriz.
İnsan mı neyiz seçilmez
Bir zehiriz ki içilmez
Tavrımızdan da geçilmez
Ne utanmaz köpekleriz
Gitme vatan kavgasına
Yetiş rütbe yağmasına
Daldık dünya sefasına
Ne utanmaz köpekleriz
Vatanın girdik kanına
Leke getirdik şanına
Topumuzun bok canına
Ne utanmaz köpekleriz
Kimi görsek etekleriz

NAMIK KEMAL

12 Ocak 2024 Cuma

O OTELLERİ VE EVLERİ DE ORMAN YAPACAĞIZ

 


Bu yangınların sabotaj olduğu ve iktidarın sabotajı olduğu kabak gibi belli artık. Bu iktidarın sonunun hızla yaklaştığı da o kadar belli. Ormanlar başta olmak üzere, bu iktidarın yıkımlarını nasıl onarırız diye şimdiden düşünmeliyiz. Bu onarımın sadece bu iktidarın değil, 12 Eylül 1980 sabahından beri yapılan yıkımların onarımı olmalı. 

Bir de, merak ettiniz mi, neden hiç yanan lüks otel yok? Onlar yangından nasıl kurtuluyor?

  Onarmamız gereken şeylerin başında da, doğamız gelmekte. Sadece ormanlar değil, kırlar, tarlalar, sulak alanlar ve vahşi sulama ile aşırı sömürülen doğamızı da tedavi etmeliyiz. Bunun için sadece ağaç dikmek yetmez, ağaç dikme politikamızı da gözden geçirmeliyiz. TEMA'nın aklına uyup, makilikleri çamlık yaptık, sonucu görüyoruz.

https://onbinkitap.blogspot.com/2019/04/tema-ihaneti.html

Olmayan tarım ve hayvancılık politikamız da başka bir sorunumuz. Mera ve yaylaların, lüks villalar olmak üzere imara, şenlik adı altında, ortalığa bir sürü çöp bırakan kalabalık etkinliklere maruz kalması da bir sorundur. Bu tür etkinlikler sıkı denetlenmelidir.

En büyük sorun ise, bir sürü imar affı ile işgal edilmiş binaları ve inşaatları yıkmak ve araziyi temizlemek. Tarım ve doğa, sadece bizim değil, doğanın da geleceği.

Bunun için iktidarı devirmek yetmez. Sonrasında da kararlı, korkusuz ve hatta acımasız olmalıyız.

10 Ocak 2024 Çarşamba

FAŞİZM VE Y.VŞAK FAŞİZM

 


Bu blogda iki yüzlülük üzerine nice yazılar yazdım, haddi hesabı yok. Mesela:

https://onbinkitap.blogspot.com/2020/08/din-ve-iki-yuzluluk.html

https://onbinkitap.blogspot.com/2020/10/bakara-makara.html

https://onbinkitap.blogspot.com/2019/06/fasizmin-farkli-davranis-bicimleri-2.html

https://onbinkitap.blogspot.com/2022/01/ozelde-turk-fasizminin-genelde-fasizmin.html

https://onbinkitap.blogspot.com/2019/07/fasizmin-degisik-davranis-bicimleri-3.html

https://onbinkitap.blogspot.com/2021/05/harper-leenin-iki-romaninda-fasizm.html

Ben şimdi homoseksüellerden ve bit yavrularından özür dileyerek bu tür faşizme yavşak faşizm diyeceğim. Bu kelime, Türkçedeki pek çok kelime gibi pasif homoseksüel anlamına gelse de, iki yüzlü, sinsiz ve güvenilmez insanları daha çok anlatmakta. Cinsel zevk yöneliminin karakterle doğrudan bağlantısını öğrenecek kadar yaşlandım. Erkek egemenlik faşizmin on dört temel kuralından biri. (https://onbinkitap.blogspot.com/2023/03/ozde-fasizmin-14-temel-ozelligi-dr.html) Doğu toplumlarında erkeklilk, erkek cinsen organına çok fazla değer yüklendiğinden,  aktif homoseksüellik, yani oğlancılık da erkeklikten sayılır. Bu yüzden Türkçe^de erkekten erkeğe edilen bir küfür veya hakaret kelimesi öncelikle, ya pasif eşcinsel yada kadın satıcısı anlamına gelir. Bu kelime de yan bir anlam olarak iki yüzlü ve güvenilmez olmanın da ötesinde aşırı sinsi ve kurnaz insanlar için kullanımı yaygınlaşmıştır. Ben de son Gazze olaylarından sonra iktidar yanlılarının tavırlarından sonra bu duruma artık gizli, sinsi yada iki yüzlü demek yerine, doğrudan yavşak faşizm demeye karar verdim.  Sen İsrail askerinin içliğini, İsrail ordusunun çeliğini, kablosunu kendin at, İsrail'in çöpünü bie al; sonra yok kahveciye neden gittin, yok hamburgerciye neden gittin, nedne kola içtin muhabbeti. Bir de Filistin bahanesi ile halifelik mitingleri var.

Faşizmin özü egomuz, benlik sevgimizdir. Bu benlik sevgisi, bizlik kavramını da içerir (milliyet ve din gibi). Bunu politikaya uyguladığımızda faşizm olur. Politika genelde kaypak ve iki yüzlü olduğu için, genelde faşizm de böyledir. Basit faşizm için, hor gördüğünüz topluluk çok güçsüz ve örgütsüzolmalı, mümkünde köleleştirilmelidir. Örgütlü ve güçlü bir topluma karşı nefret, daha ziayde belli progrom dönemlerinde ortaya çıkar. (1978 Maraşi 1980 Çorum, 6-7 Eylül 1955 vesaire) Bildik faşizmin yaygınlaşmsı, coğrafi keşifler ve Avrupa deniz imparatorluklarının kurulması ile oldu.  (https://onbinkitap.blogspot.com/2023/03/ozde-fasizmin-14-temel-ozelligi-dr.html) 

Avrupalılar, gemilerine binip, dünyayı önce keşfetti, sonra işgal etti. Çoğu kez de kolayca işgal etti. Vardıkları yerlerdeki halklar hem teknolojik açıdan geriydiler (İnkalar ve Mayalar, demiri-bakırı bile bilmiyordu, Top-tüfek kullanan İspanyollara karşı taş baltalarla kendilerini savunuyorlardı) hem de bir millet duygusna sahip değillerdi. Kabilelere, dinlere ve mezheplere bölünmüşlerdi. Çabucak birbirlerine karşı kışkırtılıyorlardı. Bu yüzden Avrupa ülkelerinin deniz aşırı ülkeleri fethi çoğu kez komik denecek kadar kolay olmuştu. Çoğu kez sadece yürüyerek fethetmişler, doğal engeller, yerli halktan daha büyük bir direnç oluşturmuştu. Arjantin ve Şili devletleri, 19. yüzyılın ikinci yarısı Patagonya'yı fethedebildi. Batılı devletler, beyaz insanların sıtma ve hummaya karşı dayanıksızlığı yüzünden  kinin ve BCG aşısının icadına kadar Afrika'nın içlerine giremediler. Bunun yerine milyonlarca Afrikalı'yı köle yaparak Kuzey ve Güney Amerika kıtasındaki çiftlik ve madenlerinde köle yaptılar. Bu köleler çoğunlukla savaşan kabilelerin birbirlerinden aldıkları esirleri, saçma sapan Avrupa malı süslerlerle (cam boncuk, tüylü şapka vesaire) değişmeleri sonucunda elde ediliyordu.  Pek çok işgali, batılı devletler değil, şirketler yaptı. Koca, Hindistan'ı, İngiliz,    İngiliz Hindistan şirketi önce kontrol altına aldı. Son, Babür devleti kralını, şirketin memuru haline getirdi. (Son, İran Şahı Rıza Pehlevi'de BP petrol şirketinin yerel memurundan başka bir şey değildi.) Sonra ülkeyi bizzat işgal etti ama başedemeyince İngiltere kraliçesine, Hindistan kraliçesi tacı taktı. Aynısını Hollahnda Doğu Hindistan kumpanyası, ücretli Filipinli ve Japon askerleri kullanıp, bu günkü Endonezya adalarında yaptı. Ülkeye de adını Hollandalılar verdi. Bu isim, bir Latince İndo (iç), bir de Yunanca Asya kelimelerinden oluşuyordu. Şirket iflas edince de, tüm borçlarını ve mülklerini Hollanda devleti satın aldı.

Avrupalıların egemenlikleri, özellikle Afrika ve Amerika kıtalarında sadece siyasi olmadı, kültürel de oldu. Afrika kıtasında sadece Etiyopya,  yalnızca kendi yerel dilini resmi dil olarak konuşuyor. (Mali ve Burkina Faso, Fransızca'yı resmi dilden, çalışma dili statsüsüne düşürdüler ama Fransızca, pratikte resmi dil olmaya devam ediyor) Diğerlerinde Arapça, İnglizce, Fransızca, Portekizce ve sadece Ekvator Ginesi'nde İspanyoca resmi dil. Batılı sömürgecilerin kültürel hegamonyaları o kadar yaygun ki, Afrika'da İspanyolca konuşan tek ülke Ekvator Ginesi'dir diye bir cümle kurabiliyoruz. Mesela Japonca konuşan tek Afrika ülkesi yada Türkçe konuşan Amerika ülkesi diyemiyoruz.

Bu sebeple Avrupalılar, yani beyaz adam, doya doya ayrımcılık ve ırkçılık yaptı. Egemenliği altına aldığı halklar ile fiziksel ayrılığı da belirgindi. (Deri renkleri, gözler başta olmak üzere yüz hatları çok farklıydı.) Sömürgelere gitmeyen Avrupalılar da bu zenginlik için elinin altındaki Yahudilere yöneldi. Coğrafi keşifler ve sömürgeleşmeyle beraber, antisemitizm yani Yahudi düşmanlığı da arttı. Hitler, Kavgam kitabında, bizim imparatorluğumuz, doğuda ve kara imparatorluğu olacak, diyor. Bize tarih derslerinde, birinci dünya savaşının asıl nedeninin Alsas Lorine bölgesindeki kömür yatakları olduğu yazılmıştı. Oysa, Hitler, Kavgam'da iki defa Kamerun'dan bahsederken, hiç Alsas demiyor. ( https://onbinkitap.blogspot.com/2018/05/kavgam-incelemesi-2-kitabin-genel.html)

Diğer toplumlarda, özellike Araplar, Türkler ve Ruslar'da faşizm normal yollardan ilerlemedi. Çünkü bu toplumlar,  kendilerinden daha gelişmiş ve güçlü toplumlara hükmetmek zorundaydılar. Araplar, Karolenj imparatorluğuna karşı Puvatya yenilgisi aldıktan sonra, tek başlarına bir zafer kazanamadılar. Meşhur Ayn Callud zaferi, Memluk, yani köle askerlerin zaferdir. Bu köle askerler de Türk, Kürt ve Çerkezlerden oluşmaktadır. 1040 Dandanakan savaşından sonra ise Türklerin koruyuculığna girdiler. Barbaros Hayrettin Paşayı da bizzat Cezayir'e kendileri davet etti.  Türkler olmasaydı, Afrika'nın kuzeyi Müslüman kalmayabilirdi. Türkler ise Araplara egemen olduklarında dünyada Matematik, Kimya, Geometri ve Tıp bilimlerinde öncü güç Araplardı ve bu bilimlerde ilerlemek için Arapça bilmek şarttı. Türkler, çoğunluka göçebeydi ve genelde egemen oldukları milletlerin okuma-yazma oranları, Türklerden daha yüksekti. Osmanlı yıkılana kadar da genelde öyle oldu. Cumhuriyet döneminde de Kürtler'de okullaşma oranı düşük kaldı. Alevilerde ise Sünnilere göre yüksek oldu. Ruslar ise Tatar -Moğol egemenliğinden çıkıp,  efendilerinin egemenliğini devraldılar. Bu yüzden Ruslar, Yahudiler haricinde yavşak faşizmde kaldılar, sadece Yahudilere karşı açık faşizm ve progromlar yaptılar. Sovyet ihtilalinden sonra Yahudi düşmanlığı da yavşaklaştı. Troçki'nin Bolşevik partisinden atılma ve ülkeden sürülmesinin asıl sebebi Yahudi kökenli olmasıydı. Menşevik partisindeki Yahudi düşmanlığı açıktı. Rus iç savaşı boyunca Menşevikler, bir milyon kadar Yahudi öldürdü. Stalin ise Yahudileri ve Müslümanları Bolşevik partisinden temizledi. Sultangaliyef'in yazdıklarını (Türkçe'ye çevrildiği kadar) okudum. Kendisinin Turancılık yada İslamcılık düşünceleri yoktu. Sonuçta Stalin'de, ateist olduğu halde, Yahudi ve Müslüman kişilerden nefret ediyordu. Gücü eline alınca, partide üst düzey mevkileri Gürcü ve Ermenilerle doldurdu. Sonra Kruşçev geldi ve üst düzey kadroları Rus olmayanlardan temizledi. 

Faşizm, köle de olsa azınlıklara her zaman güç yetiremez. Azınlıklar içinden kompradorlar (https://onbinkitap.blogspot.com/2023/10/kompradorlar-isgalciler-kadar.html), işbirlikçiler yetiştirilmelidir. Nazi kampları bile büyük ölçüde kapo (capo) denen işbirlikçi mahkumlara emanetti. 1930' larda bir İngiliz Binbaşısı, bir sebepten Hintlilere öfkelendi ve binlece Hintliyi, İngilzi bayrağının altından geçirdi. İsyan tehlikesi yüzünden meslekten atıldı ama bu sefer de İngiliz halkının bağışlarıyla zengin oldu, lüks içinde yaşadı. İngiliz subayları bölgeye zengin olmak için gidiyordu çünkü. Yoksa Kraliçe bir daha savaşmaya subay bulamayabilirdi. Fakat olay gene de Hintlilerin gururnu yaralamıştı. Zengin bir Hintli genç, Oxfort'a okumaya İngiltere'ye gitmişken,  emekliliğinin tadını çıkaran binbaşıyı öldürüp, kahraman oldu. İmgilizler olayı saklamaya çalışırken, Nazi Almanyası manşet yaptı. İngilizlerin, Hindistanı ciddi anlamda terk etmeye bu aşamda başladıklarına inanıyorum. Çünkü Rajaları, Ağa Hanları, Şeyhleri ve bilumum üst kast Hintlileri yanlarına çekmeden Hindistan'ı yönetemezlerdi. Gene de gerçek faşizmde, net ırk ayrımları, o ırkların yaşadığı getto mahalleleri vardır. Yavşak faşizmde ise, yağma zamanları haricinde azınlıklarla iyi geçinilinir. O azınlık üyelerinden dost ve arkadaş edinilmeye dikkat edinilir. Hatta progromlar yaklaşırken, hem kurbanları gafil avlamak, hem de katliamın suçunu kurbanlara atmak için yapılınır bu. Onlar bizi kışkırttı, aramız aslında çok iyiydi, demek için bunu yaparlar. Kendi aralarında azınlık yada ötekileştirdikleri kişiler için kendi aralarında en rezil dedikoduları yaparlar. (https://onbinkitap.blogspot.com/2023/02/dedikodu-cihadi.html)

Dedikodu, her türlü yavşaklığın ama malzemesidir. Dedikodu, Goebbels ilkelerinin temelini oluşturur. 

(https://onbinkitap.blogspot.com/2021/09/duygu-egitimi-nasil-olur-1goebbels.html) Dedikoduların en büyük delili kendisidir. Herkesin bunu konuşmasıdır. Olayı çoğu kez gören olmamıştır ama bir görenden duymuşlardır. Dedikodular hem linç ve progromdan önce, hem de sonra yaygınlaşır. Öncesi progroma hazırlık, sonrası da progromu haklı çıkarma çabasıdır. Böylece linç edilen azıklıklara suç yüklenmiş olunur.

https://onbinkitap.blogspot.com/2018/09/azinlik-suclari-koku-ve-azinlik-ateizmi.html

https://onbinkitap.blogspot.com/2018/08/azinlik-suclari-siyasi.html

https://onbinkitap.blogspot.com/2019/12/maras-corum-sivas-ve-diger-katliamlar_21.html

https://onbinkitap.blogspot.com/2018/08/kavgam-elestirisi-8-otekilerin-ve.html

Faşizanca tavırlar sadece progromlardan ibaret değildir. Faşizan ayrımcılık da vardır ama yavşakça, yani çoğu çok açıkça değildir. Genelde ya suç başkasına atılır, yada başka bir bahane bulunur. Mesela, Kılıçdaroğlu'na Alevi olduğu için oy vermem demez, Kılıçdaroğlu'na Alevi diye oy vermeyecekler, başka aday bulalım denir. 

(Buraya gelecek için öngörü notu: Biz solcular, doksanlarda Necmettin Erbakan'ın başbakanığını istememiştik. Aslında, Erbakan'ı merkez sağ da istememişti. Onunla yapılan koalisyonlar hep kehren olmuştu. Sonuçta onun yerine daha beteri gelip, öncelikle onunla koalisyonları sürdürmeyen merkez sağı yok etti. Ocakzade, Tuncellili bir Alevi olduğu için Kılıçdaroğlu'nu istemeyen sağcıların, daha beterini göreceğine dair bir his var içimde. Kılıçdaroğlu uzlaşma adamıydı, hatta bence fazla uzlaşma adamıydı ve sonuçta bir iderai maslahatçı olarak anılacak) (https://onbinkitap.blogspot.com/2023/07/neden-kilicdaroglu-istifasini-istemek.html)

Aslına bakarsanız azınlıklar güçlendikçe, demokrasi bilinci arttıkça,  nefret duygusu sinsileşiyor. ve yavşaklaşıyor.  İçimizde başkalarına karşı nefret oldukça, hiç birimiz masum değiliz.

6 Ocak 2024 Cumartesi

Yer İzmir-Bornova, 13 Mayıs 2022, Konu: Suriye Uyruklu AİLELER (çocuk cinsel istismarı)

 


Yer İzmir-Bornova, 13 Mayıs 2022,
Konu: Suriye Uyruklu AİLELER

Bornova'da yaşayan Suriye Uyruklu Aile bir çocuğun cinsel istismarı olayına karışıyor. Olay göç idaresi Başkanlığı'na intikal ettiriliyor ve söz konusu yabancıların Geçici Koruma Yönetmeliğinin 34. Maddesinin ilgili fıkrası kapsamında İl Göç İdaresi'ne DAVET ediliyor. çocuk cinsel istismara uğruyor, Suriyeli aile davet ediliyor.

Daha sonra geçici koruma kaydına açık iller arasından öncelikli gitmek istedikleri iller soruluyor ve paşa gönüllerinin istediği ile sevk işlemleri başlatılıyor.

İl müdürlüğüne DAVET edilen tacizci sapıklar Kırşehir ilimize gitmek istediklerini belirtiyor ve bu sapıklara yol izin belgesi düzenleniyor ve skandalın üzeri kapatılıyor.
Tıplı ensar vakfı daha birçok çoçuk Dosyasında olduğu gibi!
Not; ırkçılık olarak algıyanın ağzının üstüne kürekle vururum. Tacize uğrayan Türk vatandaşı bdeğilde mültecide bir çoçukta olsa aynı tepkiyi veririm.
Asıl olay devlet kurumlarının rezilliğidir.
Çocuk istismarı ödüllendirilecek bir suç değildir.

Kaynak: x.com  

Rose(Gül Şahin,Gül’ce)