faşizm etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
faşizm etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

4 Temmuz 2025 Cuma

MİDSOMMAR (RİTÜEL-2019) FİLMİNDE FAŞİZM



 Korku filmine pek meraklı değişim, bu yüzden de bu filmden yakın zamana kadar habersizdim. Filmi de klasik korku filmi izleyicileri pek beğenmiyor.  Film de korku filmine benzemiyor.  Korku filmlerinde olaylar, karanlık- izbe yerlerde geçken, Midommar'da ortam ışığa boğulmuş durumda. Kuzey ülkelerinde, yılın en uzun günleri olan 22 Haziran ve sonraki günlerde oluyor. Korku filmlerinde kahramanlar genelde yalnız kalır yada küçük gruplara ayrılır, izbe ve karanlık yerlerde de işkenceye uğrar yada katledilirler. Filmin merkezindeki oyuncular, kolay kolay yalnız kalmıyor. Film fazlası ile uzun (148 dakika) ve konuya geç giriyor. Korkuya konu olan grubun, Amerika'dan, İsveç'e, Harga denen komüniteye gelmeleri yarım saat sürüyor. İlk ölümleri görmek için de bir saat beklemek gerekiyor. Sevgilizle karanlıkta, birbirinize sarılarak. çığlık çığlığa izleyebileceğiniz bir film değil. 

Bu tip korku filmlerine, folklorik korku yada pagan(purperest) korku deniliyormuş. Konu da genel olarak yabancı bir kültürün vahşetine maruz kalınması olayı. Bu filmde de Avrupa'da kökleri 19. yüzyıla kadar giden, ata dinine dönme fetişizminin korku unsuru haline getirilmesi ile yapılan filmlerden birisi. Bu filmin asıl amacı, bu tür faşist toplulukların (komünite) tehlikesine dikkat çekmek. Türkiye'de faşistler, Tengriciliğe meyletseler bile, böyle komüniteler kuramıyorlar (şimdilik). Bunun ilk sebebi, Türkiye'de milliyetçilik ve faşizmin temellerinin din ekseninde atılmadı; hatta millet kelimesi Arapça, din-mezhep anlamına geliyor. Kelime bugünkü anlamını Namık Kemal sayesinde almış ve aslında Namık Kemal'in de millet kelimesinden anladığı bu. Herkes Namık Kemal'i, okulda okuduğu vatan şiirleri ve Vatan yahut Silistire oyunuyla tanıyor. Namık Kemal'in sırf Şiiliği kötülemek için yazdığı Cezmi diye bir romanı, harem yaşamını ve siyahileri kötülemek için Kara Bela diye tiyatro oyunu var. Mason locası üyesi ve alkole düşkün de olsa, namazlarını kaçırmayacak kadar dindar ve nefreetini her zaman kusacak kadar mezhepçi. Tengricilikle ilgili bilgilerse fazlasıyla sınırlı. Bazı Arap seyyahlarının gezi notları, bazı Rus antropologların tespitleri gibi az sayıda belgedir. Aslında sorun bu da değil.  Orta Asya Türk inancının Anadolu yansımaları illa Alevilikle çakışıyor ve faşizm, kendi öz kültürü de olsa,  azınlıkları sevmez. Alevilik, Faşizm için çok Hümansit falan diyeceksiniz, buna iki itirazım var. Biri, Aleviler de bazı dönemlerde yeterince vahşileşebilmiştir, diğeri de Faşizm, pragmatist , yani faycadı ve oportünist, yani fırsatçıdır. En hümanist fikirleri biel kendine yonttuğu gibi, baş düşmanı komünist-sosyalist ideolojiyi kullandığı da olmuştur.

Filme dönecek olursak, ilk dikkati çeken, filmdeki bütün karakterler Hristiyan yada Hristiyan adına sahipken, film boyunca, başlangıç yemeğindeki masaların kombinasyonu hariç hiç haç bulunmaması ve hiç bir oyuncunun boynuna haç takmaması. Haç demişken, filmin konusu İsveç'de geçiyor ama üzerinde kocaman haç bulunan İsveç bayrağını hiç bir şekilde görmüyoruz (Çekimleri Macaristan'da yapmışlar) Kuzey ülkeleri, geç tarihlerde, neredeyse Haçlı seferleri ile Hristiyan oldukları için olsa gerek (Lapon diye de bildiğimiz Sami (Samee) toplumu halen çoğunluğu Pagandır), pek çoğunun bayrağında kocaman haç vardır. Filmse tamamen Pagan kültür üzerine konulu ve filmde Hristiyanlıkla ilgili tek şey, Dani'nin erkek arkadaşı Kristi (İsa) ve o da filmin sonunda uyuşrululmuş şekilde, bir ayı postunun içinde, gruptaki Dani ve Pelle hariç diğerleriyle beraber kurban ediliyor.  Cristian, ayı postuna konan tek kurban, adından dolayı simge, ayı ise kuzey paganlığının simgesi, bizdeki bozkurt gibi. Dani'nin Amerika'daki evinde büyükçe bir ayıya sarılan kız çocuğu resmi var. (Maşa ve koca ayı çizgi filmini hatırlayın) Bizde erkeklere nasıl alparslan, bozkurt gibi isimler konuyorsa, Rusya ve İskandinavya'da ayı ismi konuyormuş. Bizde ayı genelde asosyalliğin, pisliğin ve nezaketsizliğin simgesidir be birine ayı demek hakarettir. Kuzey ülkelerinde ise cesaret ve güç simgesi. Dani, her şeyin sonunda bu gruba üye oluyor, Pelle zaten grubun üyesi ve diğerlerini buraya getiriyor, Cristian'dan da döl çalıyorlar. Cristian, Dani'yi Harga'nın yerlisi bir kızla defalarca aldatıyor, en sonunda da törensel bir cima ile bu çocuğu kabulleniyorlar. Törensel cima dediğim sahne, bir çeşit absürt burno sahnesi. Cristian'da, kafa mantarlı çayla güzelleşmiş bir halde, bir sürü yaşlı ve çıplak kadının inlemeleri ile kızla birlikte oluyor. Bir erkek olarak söyleyeyim, böyle absürt bir ortamda, bu kadar göz üzerimdeyken, kafa dumanlı değilse, heyecan ve şaşkınlıktan hiç bir şey yapamam. Pelle, Cristian ve Dani'nin ortak noktası Harga köyü halkı gibi sarışın olması. İskandinav ülkelerindeki bu sarışın yoğunluğunun sebebi tamamen ırsiyet değil. Norveç devletinin açılan gizli bilgilerine göre, otuz küsur yıl içinde, dört buçuk milyonluk ülkede (2025 itibarıyla beş buçuk milyonu aşmış), otuz binden fazla kadını, esmer veya Samee (Lapon)iTater (az nüfuslu bir azınlık)  gibi topluluk insanlarını gizlice kısırlaştırmış. Sarışın derkeni Kıvanç Tatlıtuğ gibi civciv-platin sarısı olacak; Atatürk ve Balkan Türkleri gibi sarımtırak kahverengi değil. 

Filmde pek çok  olay, çeviride elma mantarı denen halüsülojen etkisinde gerçekleşiyor. Harga'ya girerken,  kamera ters dönüyor, göntülerde kayma oluyor. Dikkatli bir izleyiciyseniz, ekibimiz Harga'ya girdikten sonra, kamera lenslerinde dengesizliği görebilirsiniz. Harga'ya gelen  misafirler, filmin sonuna kadar mantarın etkisinde. Filmde ilk cinayet, birinci saatin sonunda ve herkese açık şekilde işleniyor. İntihar ama ihtiyar çiftimiz, topluluğun zorlaması ile atladığı için, bu da bir cinayet. Kadın hemen ölüyor,  erkekse hemen ölmeyince, tahta balyozlarla, kafalarına vurularak ölüyor. Suçları da yetmiş iki yaşlarına gelmeleri. Bu olayın vahşiliğini ve zırvalığını anlayan Connie ve Simon çifti, diğerleri gibi Amerika'dan değil, İngiltere'den gelmiştir. Aralarında çok fazla boy farkı olan çiftimiz, yeterince halüsülojen mantarı kanında biriktirmediği için,  vahşeti anlıyor ve ortamdan kaçmaya karar veriyor. Diğerleri ise olayın vahişiliğini anlamıyor, antropolojik tez yazacağız, bunamak istemiyorlar falan diyor.

Harga tarikatı oluşturulurken, Hristiyanlığın ve diğer tek tanrılı dinlerin, putperestliğe ilişkin mitleri ve dedikodularından faydalanılmış. Uyuşturucu, alkol, grup seks ve cinsel sapkılık gibi dedikodular, Yahudiliğin ortaya çıkışından itibaren, (Sodom ve Gomora) çeşitli topluluklar aleyhinde üretilmiş ve halen üğretilmekte. Filmdeki, akraba evliliği ve ensestten sakat çocuk üretip, kutsal kişi yapma konusu, Jean-Cristophe Grange'ın Kızıl Nehirler romanında da geçiyor. Grange'ın romanı 1999 çıkışlı ve 2000'de film yapılmış, bu filmden önce yani. İnsan kurban etme de insanlık kadar eski bir gelenek. Avrupa'da, özellikle bataklık alanlarda, tunç çağından kalma pek çok insan ölüsünün kurban edildiği düşünülüyor. Putperestliğ u kadar kötüleyen tek tanrılı dinler, çok mu masum, bu da ayrı konu. Roma imparatorluğunun, Hristiyanlığın ilk ortaya çıkışı ile resmi din olması arasındaki üç yüz yıldan fazla sürede katlettiği Hristiyandan daha fazlasını Saint Bartalamay katliamından 1 gecede (25 Ağustos 1572) katletti. Filmin kurgusu, Avrupa'da yaygın olan putperest tarikatların tehlikesine dikkat çekmek için yapılmış gibi geldi bana.

Filmde faşistliği en iyi anlatan sahne, sonda Dani'nin ağlama-panik atak krizinden sonra birden gülümseme sahnesi. Artık topluluğa kabul edilmiştir. Bundan sonra zorbalanan, aşağılana, alay eden, ezilen değildir; artık zorbalayanların, aşağılayanların, alay edilenlerin, ezenlerin safına geçmiştir. Artık o, Polonya'da yada Almanya'da bir Yahudi değildir; Filistiy'de, İsrail'de bir Yahudidir. Bundan sonra filmin evreninde muhtemelen Pelle ile evlenecek, onun gibi tarikata kurbanlar ve yeni döller getirecektir. Burada Kristin'den döl alınması ve tarikata yeni üyeler alınmasının başka bir amacından da bahsedeyim. Akraba evlilikleri ve genetik kilitlenme, ırsi hastalıkları, bedensel dezormasyonları ve zeka özürlülüklerini arttırır. Bence ülkemizde bu saydıklarımın bu kadar çok  olması, halen akraba evliliklerinin çok olması (tahminen yüzde 20, beşte bir). Tarikat, dışarıdan gen alma ihtiyacının da farkında. 

Filmin sonunda Dani'nin Mayıs kraliçesi olarak giydiği komik kıyafete bakarak, faşist böyle mi olur diye düşünebilirsiniz. Adorno'da faşizmin her zaman Nazi ünüforması ile gelmeyeceğini söyler. Bizler de Faşist denilince, beyaz gömlek-siyah takım elbise, dev metal tokalı kemer kullanan Ülkücü ağaları anlarız. Oysa insana ait her kötülüğün, en azından başlangıçta, sevimli bir yüzü vardır. Merlin Monroe'nin dediği gibi, iki yüzlü olacaksanız, bir yüzünüz sevimli olacaktır. Propaganda için sevimli değilseniz bile, sizi sevimli gösterecek, yetmez ama evet, onlar tarikat değil, sivil toplum örgütü falan diyecek birilerini kiralarlar. Doksanlı yıllarda 32. Gün programı, bir genç soru sorma kılığında Orhan Pamuk'u övüyor. O genç, daha 20-21 yaşlarındaki R.O.K. Adalet Ağaoğlu, Oya Baydar yada ona benzer kişiler, tarikatların ve siyasal İslamın vahişiğini bilmiyor muydu? Onların şu an akıttıkları timsah gözyaşları bile yalan. Şu an ülkenin 1 tane bile yangın söndürme uçağı yok ama cumhurbaşkanlığının 13 tane uçağı avr. Yetmez amacıların ise tek üzüldüğü, bu 13 uçakta kendilerine yer verilmemesi. Sevimlilik deyin, filmde Harga'nın sevimsiz bir yanı var mı? Tertemiz, yeşillikler içinde, huzulu bir köy. Sevimlilik demişken, şu günlerde tekrar parlatılmaya çalışılan Cem Karaca ve Barış Manço, FÖCÖ tarikatının adamydı.

Filmi kötülüğün sevimli şeylerin arkasında nasıl gizlendiğini anlatıyor. Bu yüzden de klasik korku filmi izleyicisine göre değil.

3 Haziran 2025 Salı

SUSKUNLUK FAŞİZMİ 4-YAĞMA PUSUSU

 






Zulüm karşısında susmanın bir nedeni de, yağmadan pay kapma beklentisidir. Pay kapmasa bile, birileri ölsün, göç etsin, yerim genişlesin arzusudur. Bu arzu öyle büyür ki, sıranın kendisine gelme korkusunu bastırır. Yıllar sonra bie definecilik umutlarını çoğaltır. Yüz yıldan uzun zaman geçtiği halde, o yerler defalarca kazıldığı halde, tekrar tekrar defineci yağmasına uğrar. Bunu Türkiye'ye özgü sanmayın. Esat diktası devrilince, Suriye'de dedektör satışları patlamış, çünkü Esat döneminde yasakmış. Özellike Hicaz demiryolunun altında define olabileceğini düşünüyorlarmış. Cahilliğin hırsı her yerde aynı. Ülkece ekonomik krizlerde define ve petrol rüyalarını sık görüyoruz. Ülkenin üç beş yılda çalışmadan, mucizevi şekilde zengin olmasının rüyaları bunlar. Seçimler öncesi sık sık çıkar, Gabar dağo, Zonguldak açıkları, Trakya vesair...ne çabuk unuttuk? Eskiden bu haberlere, falan ülke yüz bin Türk işçi alacak, filan yere beş bin kişinin işe alınacağı haberleri de eşlik eederdi. Şimdi vize randevusu almak bile mucize. Hani biz Avrupa Birliği üyesi olup, tüm Avrupayı vizesiz geziyorduk? Bu masal, Turgut Özal'ın başbakanlığından kalma, Çiller zamanında doruğundaydı.  Avrupa'ya gidecek ve aldığımız vasat altı eğitime inat, yüksek maaşlar alacaktık. Avrupalılar da ucuz işgücü var diye, altyapısı bozuk sanayi sitelerimize, serbest bölgelerimize fabrika kuracaktı. Hatta bir ara gazetetelerde sık sık, Çin'den yüz bin turist (dolar milyoneri) gelecek veya Güney Kore (Öğretmenlerin en çok kazandığı ülke), Türkiye'den yüz bn öğretmen alacak haberleri, ufak ufak da olsa, gazetelerde yer buldu. 

2010 Yetmez amadan sonra yurt dışı yüz bin göçmen istiyor haberleri kayboldu. Bir yerlerde çıkan değerli maden, bor ve 2023 Lozan bitecek efsaneleri çıkıyor. Yargıyı, siyasetin oyuncağı yaptığı çok açık olan Yetmez ama referandumundan da demokrasi mi bekleniyordu? Sadece iktidarla işbirliği sonrası, yağmadan pay bekleniyordu. Bu pay hırsı,  iktidar tarafından çöpe atılacakları gerçeğini görmelerine engel oldu.

Bir de suskun devasa bir kitle var, ses çıkarmayan, tepki vermeyen, iktidarı sessizce destekleyen ve bu günlerde desteğni sessizce azaltaarak bitiren. İktidar, kendisini destekleyen sessiz çoğunluğu, Gezi'den beri kışkırtıyor. Camide içki içtiler, türbanlı bacımızın üstüne işediler gibi yalanları, yalan oldukları ortaya çıkmasın diye ısrarla savunuyor. Temel amaç, 12 Eylül öncesi çatışma yaratıp,  çatışmayı sonlandırma adına, tıpkı  12 Eylül dönemindeki gibi halkı teslim almak. İktidar yanlısı sıradan insanlar ise, çatışmaya isteksiz. Çünkü daha önce de gördü ki, kendilerine pay değil, kan kalıyor. Herkes kanı başkaları akıtsın, payı ben alayım diyor. İktidarın tabanı küçülürken, tavanı büyüyor. İktidar blogu artık sadece AKP yada AKP+MHP değil. Üzerine Vatan Partisi, DSP, BBP ve bir sürü grupla oluşmuş bir koalisyon. Yeterince beslenemeyen bu koalisyon, harekete geçmeye isteksiz ve her an dağılmaya hazır.



24 Mayıs 2025 Cumartesi

TÜRKİYE'DE SAĞCI YÜZSÜZLÜĞÜ



 Kötü olmanın ilk işareti, suçluluk hissetmemektir, ikincisi de çok rahat yalan söylemektir. Üçüncüsü de çabucak taraf-fikir değiştirmek, dün ne yaptığını unutarak, bu gün de sanki kırk yıllık bu yeni görüşün taraftarıymış gibi yapmak. Son zamanaların sözde barış sürecinde (bu olaydan gerçek bir barış çıkarsa, tesadüfler tesadüfüdür),  takındıkları tavır, bunun son örneği değil mi? Bu kişiler, daha demincek kadar kısa bir süre önce tüm solcuları, Millet (veya kendi deyimleriyle Zillet) ittifakını bölücü, terör başını dışarı çıkarmak için uğraşmakla suçlamamış mıydı? Şimdilerde, 2010Yetmez ama referandumuyla demokrasi geleceğini iddia eden aydınımsılar kadar iddialılar ama kamuoyu artık bu dolmayı yemiyor. Sadık seçmenleri bile her an gelebilecek ani bir iktidar atağına karşı tetikte. Sağın, hele de iktidar cenahının ilk yüzsüzlüğü olmadığı gibi, son yüzsüzlüğü de bu olmayacak, belli. Darbeci tarikat olayında da öyle olmadı mı? Yıllarca, makbule denen İran pilavına kaşık sallayanlar, söz konusu şahsın doğum gününü, kutlu doğum haftası diye okullarda kutlatanlar, şimdi nasıl bu tarikata selam bile vermeyenlere kara çalıyor. Bazı kişiler, hatıra olarak, Türkçe Olimpiyatları 10. Yıl 1 lirasını saklıyormuş. O paraların devlet darphanesindede basanlar da onlar, öyle değil mi?

Türkiye'de sağ, ezelinden beri yüzsüzdür. Necip Fazıl Kısakürek, bizzat Adnan Menderes'in emri ile, İstanbul'da illegal bir kumarhanede (bitirimhane) basılmış, gazetelere manşet olmuş, ama müritlerince kabul edilmemiştir. Necip Fazıl'ın şahsi müzesi, reis ve politikacıların her bahane ile Necip Fazıl şiiri okuduğu, okullarda, hele de imam hatiplerde, bol bol tiyatrolarının oynandığı, pek çok derginin yılda bir Necip Fazıl kapağı yaptığı bu çağda, ilgisizlikten kapandı. Buna rağmen her fırsatta yüzsüzce, ilgisiz bıraktıkları Necip Fazıl'ı överler. 1950'den beri ülkeyi yönetirler ama halen her suçu sebebi CHP'dir. 1977-78 kışındaki, TÜSİAD ve Kıbrıs harekatının tahamülü olmayanların yarattığı yapay yokluğu dillerine dolayanlar, merkez sağ iktidarın nice yokluklarını görmezden gelirler. 1946 seçimleri dillerine dolanmıştır ama 1957 seçimlerinde olanları ve 1960'da Demokrat Partinin CHP'nin mallarına el koymasını, CKMP'nin birinci olduğu Kırşehir'i ilçe yapmasını, meclis tahkikat komisyonlarını hatırlamazlar.

Sağcıların bir özelliği de sürekli dedikodu yapmalarıdır. Köy Enstitüleri ile ilgili onlarca dedikodu yapmış ama tek bir adli olay gösterememişlerdir. Kuran kurslarındakş her türlü rezaleti ve Aladağ yangını gibi olayları hiç konuşmazlar. Sağcılara göre solcuların aile düzeni bozuktur. Oysa o gündüz kuşağı (Müge Anlı vesaire) programlarına bakın. Bu programları sosyal medyadan izliyorum. Malum, absürt olaylar, içerik üreticileri için temel malzemedir. Bu programların konularına eskiden üçümncü sayfa haberi denilirdi. Gazetelerin çoğunlukla kağıt olarak tüketildiğ çağlarda, ilk sayfa, manşet yada sürmanşet denen çok önemli haberler ve siyasi gerilim ile ilgili konuları;  ikinci sayfası magazin denen, ünlülerin özel hayatlatını, üçüncü sayfa da polisiye olayları içerirdi. (Zeki Demirkubuz'un 1999 yapımı güzel bir filminin adıdıdr Üçüncü Sayfa. İzlenmesi tavsiye edilir.) TRT, üçüncü sayfa haberlerini dramatize etmez, düz haber olarak verirdi. Özel televizyon kanalları, ilk defa Sıcağı Sıcağına gibi reality shov denen programlar, üçüncü sayfa haberlerini dıramatize etti. Şimdi de gündüz saatlerini dolduruyor. Bu programlara katılanlara bir dikkatli bakın, her şeyleriyle sağcılık, muhafazakarlık akıyor. Şöyle seküler yaşayan bir tip yok. Alevilere, Kürtlere o kadar laf ettiler, Alevi yada Kürt yok, hepsi muhafazakar Anadolu insanı, hatta tarikatçı. Programlara çıkmış bazı tiplerin tarikatlı olduklarına dair yemin ederim ama ispatlayamam durumundayım. Yıllarca muhafazakar bölgelerde çalışa çalışa,  tarikatçı yada bazı tarikatçı aile yada yurtlarda yaşamış tipleri fark ediyorsun. Giyim tarzları, konuşmalkarı, telaffuzları, belli jest ve mimikleri,  yetiştikleri tarikatı belli ediyor. Tarikatçılarsa sürekli seküler kesimi suçluyor.

Ülkemide doğum oranlarındaki düşüşün, iktidarı paniğe sevk etmesinin asıl nedeni , artık muhafazakar kesimde boşanmaların daha çok olması, çocuk sayısının düşük olması.

Suçlamak demişken; muhafakar kesim, Süleymancılık denen oluş üzerinden de solu karalama derdinde ama bu oluşum, ta kuruluşundan beri so düşmanı yetiştirir. İktidara geldiğinden beri reisle arası limonidir, 2019 'dan beri bu limonun ekşiliği artmış oranda. Bu örgütlenme, 2002 seçimlerinde, barajı aşamayacağı kabak gibi belli olan ANAP'ı, son bir umut desteklemiş, partinin mitinglerine otobüs kiralayarak adam taşımıştı. 2005 gibi Esra'yla birlikteyken bana, ANAP iktidarda olsa müsteşar olacağını söylemişti. O zamanki iktidar ve FÖCÖ sempatizanı (tarikatını ilk terk edenlerden oldu) müdürümün de Süleymacılar aleyhine çok ağır konuştuğunu hatırlıyorum. 2013'de o zaman muhalefette olan MHP'yi desteklemişlerdi. O kadar büyük bir örgüt ki, iktidar toptan uğraşmayı şu ana (mayıs 2025) göze alamadı. Üyelerinin seçim tercihlerini pek etkileyemeyen tarikatta, iktidarla güç gösterisine girmedi. Bundan sonra ne olacağını kestiremiyorum.

FÖCÖ'de malum bankanın yöneticileri yada daha nicelerine bir şey olmamışken, bankaya para yatırmış yada havale yatırmış nice kişiler sürüm sürüm süründü yada sürünüyor. Şimdi de tarikatın yurt, kuran kursu ve daha nice kurumunda yöneticilik yapmışlar varken, yimi yıl önceki aşk-meşk hikayemden sonra benim başım derde girerse de şaşırmam.

12 Mayıs 2025 Pazartesi

SUSKUNLUK FAŞİZMİ 3-YALANCI CAHİLLİK VE YALANCI AHMAKLIK

 




Üniversite de sadece bir dönem aldığım Hukuğa Giriş dersinde aklımda en çok kalan kelime hüsnüniyet, yani iyi niyetti. Hüsnüniyet, bir olayda, hukuki engel olan olguyu bilmemektir, yasayı bilmemek hüsnüniyet değildir. Daha asistan olan hocamız, şöyle örnek vermişti. Türk medeni kanunu gereği bir kişi, birden fazla kişiyle evlenemez. Evlenen kişi, evlendiği kişinin, başkası ile evli olduğunu bilmediğini ispat ederse, tazminat ve nafaka alabilir.  Bu durum en fazla hırsızlık mal satışı konusunda olurmuş. Çalıntı mal almak, hırsızlık kadar ağır bir suç, eğer malın  çalıntı olduğunu biliyorsanız.

Benim hukuk bilgim burada bitiyor. Bu yazının  undan sonrası, biraz sosyoloji, biraz felsefe olacak. Hüsnüniyet, yani iyi niyet, hayatın kuralıdır. İnsanlarla ilişkilerimizde her şeyi kontrol etme ihtiyacında olmayabiliriz. Her gün mal aldığımız satıcının,  hırsızlık mal sattığını bilmeyebiliriz. Hüsnü niyet, bizi cezadan kurtarsa da, sorumluluktan kurtarmaz. Sonuçta malın asıl sahibi, malını geri isteyecektir yada evlendiğinizi sandığınız kişiden hamile kalmanız yada eşinize güvenerek yaptığınız yatırımların batması, halen sizin probleminizdir.

Saflığınız kabullenilebilirliği, bulunduğunuz konumla, daha doğrusu sosyal mevkinizle de ilişkilidir. Çocuk yada öğrenciyseniz, hatalarınız daha da hoş görülebilir. Çalışmaya başladığınızda hatalarınıza karşı hoşgörü azalacaktır. (Bill Gates'in dediği gibi, öğretmenleri gadddar mı buluyorsunuz? Bir patronla tanışın.) Eğitiminiz ne kadar düşükse, hatalarınız o kadar affedilmeyecek belki ama o kadar olağan karşılanacaktır. Orta iki terk babam ve ilkokul mezunu annem, üniversite mezunu bize, bu kadar okumuşsunuz, bunu akletmiyor musunuz, derdi hep. Babam, lisede Ülkü Ocağına gitmemi kabul etmedi, benimle yıllarca konuşmadı. Lise mezunu adamsın, o kadar okumuşsun, ben o dağdaki çoban halimle devrimciydim, sense köpekçilere karıştun, dedi. (Şimdilerde demanslı ve hastalığı ilerliyor.)

Bir yöneticinin cahilliği ve ahmaklığı, hele de o yönetici politikacıysa, hiç affedilmez olmalıdır. Yanılmışız, kandırılmışız denilen politikacalara oy verilmemelidir. (Ama nerde?) Aklı başında milletler böyle yapar. Bir ülkede yöneticiler ve politikacılardan daha önemli kişilerde aydınlar, yazarlar, çizerler ve akademisyenlerdir. Yetmez ama evet diyerek, tarikatların, bir zamanlar komünizmle mücadele derneklerinin, devlet için kurşun sıktıran da namusludur diyenlerin (Tansu Çiller'i kastediyorum) ve daha niceleri ile aynı kampta olduktan sonra kandırılıdım, en büyük enayiliğimdi diyemezsiniz. Siz bu ülkenin en iyi okullarında okudunuz, dünyayı gezdiniz, pek çoğunuzun lise diploması, ülkemin taşra şehirlerine açılan üniversitelerin diplomalarından daha kıymetli, Sizinda artık okunmamanız ve dinlenmemeniz gerekli.

22 Nisan 2025 Salı

SUSKUNLUK FAŞİZMİ 1

 


Sükut, ikrardan gelir derler. Her türlü zorbalık, en büyük desteğini susanlardan alır. Almanlar, bir yerde bir NAZİ konuluyor, 10 kişi (bu yüz yada bin de olabilir) konuşuyorsa, orada atın 11 (yada 101, 1001 falan) NAZİ vardır, derlermiş. Kötülüğe karşı susanlar, alkışlayanlardan daha kötüdürler. Alkışlayanların en azından ne olduğu bellidir. Susanların hem ne oldukları, hem de ne olacakları belirsizdir. Faşizm, zorbalık,  yükselirse desteklemeye meyillidirler. Susmaları, tehlikeleri görünmez yapar. Sessiz kalan aydınlar sayesinde, kitleler, diktanın yükselişini görmez. İktidara gelen diktanın ne kadar vahişleşebileceği de uzun süre fark edilmez.

Film yalanlarından en büyüğü, 2. Dünya savaşı, direniş yalanı (özellikle Fransız direnişi) ve Yahudileri saklama-koruma yalanıdır. Filmlerdeki gibi direniş olsa, Avrupa Yahudilerinin üçte ikisine, Dünya Yahudilerinim de yarısına denk gelen altı milyondan fazla Yahudi, katledilemezdi.NAZİ'ler, Yahudi düşmanlığını icat etmemişlerdi. Yahudi düşmanlığı, Roma'da, Hristiyanlıktan eskidir. Yahudi katliamı olan progromlar, iki yüz yıldan fazla boyunca devam edegeliyordu. Her progrom, Yahudilerin malına-mülküne çökmenin bir fırsatuydı, Nazi rejiminde de bu fırsat görüldü.

Egemenler, her zaman suskunluğunuzla yetinmez, özellikle konuşmanızı, desteklemenizi ister. Knut Hamsun'da, Nazi işgalini destekleyen açıklamalar yaptı.  Oysa Naziler, yıkılmaya çok yakındı. 2010 yılında, Tehlikenin Farkında mısınız reklamları ile alay eden liberal tayfa,  2010'da yetmez ama dedi. Daha sonra bu yaptıkları ile ilgili olarak çok az konuştular. Ölmüş bir yazar, en büyük enayiliğimdi dedi. Pek çok yetmez amacı da olayı saflığa verdi. Ben, taşra üniversitesi mezunu, sıradan ve hatta başarısız, yabancı dil bilmeyen ve yurt dışına hiç çıkmamış bir öğretmen olduğum halde, Hakim ve Savcılar Yüksek Kuruluna bakanlık müdahalesinin amacının,  yargının siyasileşmesi olduğunu anlamıştım. Benim zavallı Süleyman Demirel Üniversitesi, Fen Edebiyat Fakültesi, Sosyoloji bölümü diplomam, bu bir dönem her mevzuya toplu (tercihen en az yüz ve üzeri) imza veren aydınların bırakın üniversite, lise diplomalarında bile daha kıymetsiz. Siz, Ekrem başkanın kaydolduğu Yakın Doğu üniversitesine laf ediyorsunu ama o üniversitenin Türkiye dışındaki dünyada bir tanınırlığı var. O diploma ile Avrupa yada Amerika'da yüksek lisansa, doktoraya başvurabiliyorsunuz ve doksanlarda da başvurabiliyordunuz. Doksanlarda bu yeni kurulan üniversitelerin mezunlarını özel sektör, özellikle bankalar, işe almayacaklarını gazete ilanlarında beyan ediyorlardı. Hangi üniversitelerin mezunlarının, hangi bölümlerinin, bankaların uzman yada müfettiş yardımcıları sınavına girebileceği yazıyordu. Buna rağmen Isparta'dan,  Kocaeli, Mimar Sinan ve Hacettepe Sosyolojiye yatay geçişle gidenler olmuştu. O zamanların yönetmelikleri buna izin veriyordu. Halen de İstanbul'un tarihi liselerinin (Galatasaray, Kabataş Erkek, Pertevinyal vesaire) liselerinin diplomaları ve bakolarya belgeleri, bizim kıytırık üniversitelerin diplolamalrından kıymetli. Sizin bu günleri görmemiş olduğunuza inanmıyoruz.

İnsanlar, en büyük baskı dönemlerinde bile her şeye suskun kalmaz, bazı şeylere suskun kalır. Karl Pooper'ın Yahudi kökenli yada kökenlerinde Yahudi ataları olduğunu öğrendiğimde,  faşizmin, kapitalizm için gerekli bir kurum olduğunu anladım. Çünkü felsefe profesörü ve filozof olan bu kişi, Marksizmi eleştirmek için, 2 tuğla kalınlığında kitap yazmıştır. Açık Toplum ve Düşmanları adlı kitabın birinci tuğlası, Karl Marks ve onun felsefe hocası Frederic Engels eleştirlmiş. İkinci cildinde ise Popper'dan iki bin beş yüz yıl önce yaşamış, antik çağ Yunan filozofu Platon'u eleştiriyor. Komünizmi eleştirmek için, iki bin beş yüz yıl önce ölmüş Platon'u eleştimek, tıbbi bir konu ile ilgili olarak İbni Sina'yı eleştirmek gibi bir şeydir. İbni Sina pek çok konuda çağının ötesinde bir hekimdir ama sonuçta bin sene öncesinin hekimidir. Meşhur kitabı Kanun'da, ipe-sapa gelmez bir sürü bilgi ve tavsiye vardır. Kitabın anatomi bölümündeki canlı da insan değil, dişi bir orangutandır. Bütün bunlar, İbni Sina'nın kelam, fıkıh gibi dini bilimler, felsefe, mantık ve ilgilendiği diğer alanların yanında, tıp konusunda bir önder ve döneminin ufkunu açan deha olduğu gerçeğini değiştirmez. Platon için de bu geçerlidir. Bu gün bir yerlerde tesadüfen İbni Sina'ya ait bir tıp risalesi bulunsa, bilim tarihçileri ve felsefeciler kadar, doktorlar da heyecanlanır. Poper'ın, kendisinin Avrupa'yı terk edip, Yeni Zellanda'ya göç etmesine sebep olan faşizm, ırkçılık ve ayrımcılık ve bunların bilim dışılığı üzerine tek bir yazı yazmışlığı yoktur. Kendisi bilir ki, ırkçılık, faşizm ve ayrılıkçılık olmasa, kapitalizm yaşamayaz. Poper, o kadar kapitalisttir ki, Pinochet'in 1973'deki askeri darbesini, özgürlüğü yıkan güçlerin demokrasiyi kullanması sorunu ile ilgili bir makale yazıp, darbeyi de desteklemiştir

İnsanlar konuştıkları kadar, sustuklarından, gördükleri kadar, görmezden geldiklerinden de sorumludur.

22 Ocak 2025 Çarşamba

ROMANTİK FAŞİZMİN SEFALETİ 5-YAĞMA



 6/7 Eylül progromu ile ilgili pek çok anektor, yağmaya engel olma çabaları ile ilgilidir. Her progrom gibi 6/7 Eylül de, devasa bir yağma operasyonudur. Neredeyse tamamen İstanbul merkezlidir. Demokrat parti merkezlidir ama suç komünistlere atılmıştır. Fener Patrikhanesine, Demokrat Parti bayrakları ile saldırılmış ama ertesi gün bazıları olaydan haberdar bile olmayan solcular toplanmıştır. Aziz Nesin, Salkım Salkım Asılacak adamlar adlı anı kitabında bunları anlatır. Bu tür yağmaları ideolojiye bağlama çabaları çoktur. 6/7 Eylülü, Kıbrıs sorununa bağlama çabası vardır. Oysa on yıl öncesinin Varlık vergisi ve yirmi yıl öncesinin Trakya progromları sırasında Kıbrıs yada başka bir yerle alakası yoktu. Türk tarihi boyunca, azınlıklara karşı progromlar, çoğunlukla ve neredeyse tamamen devlet destekli ve kontrollüydü. Nihal Atsız ve Cevat Rifah Atilhan,  1934 Trakya Progromunu, o yıllarda İzmir ve Ege kıyılarında da kalabalık olan Yahudilere de yönelmesi için uğraşmışlar; hatta Atsız, Trakya Romanlarına karşı da halkı kışkırtmıştı. Olaylar Trakya (Çanakkale dahil) ile sınırlı kaldı. 1944 Varlık vergisi, o zamanlar Ankara'da kalabalık bir nüfus olan Yahudi cemaatini hiç vurmadı. Çünkü şehir başkent olmasına rağmen, ticari açıdan kısırdı ve Ankara Yahudilerinden hemen hiç Varlık vergisi alınmadı. Meşhur Ermeni tehcirinde bile pek çok şehir, bölge Ermenisi tehcirden muhaf tutulmuştu. Diyarbakır'da üç yüz kadar Ermeni esnaf tehcirden muaf tutuldu. Zira o işleri yapacak Müslüman esnaf yoktu. Aslında Ermeni tehciri, Ermeniler ölmesin diye dikkatle planlanmıştı. Osmanlı devleti ve toplumu ise 1915'e gelindiğinde fazlasıyla çürümüştü. Her taraf eşkiya ve haydut, memurların çoğunluğu hırsız yada sahtekardı. Buna bir de savaş koşulları eklendi. Osmanlı devleti onlarca eşkiyayı ve devlet görevlisini cezalandırdı fakat savaş kargaşalığında daha fazlası cezasız kaldı. İstanbul'u işgal eden ve hiç imha edilmemiş Osmanlı arşivini ele geçiren İngilizler, bu yüzden Ermeni tehcirinin soykırım olduğuna dair delil bulamadı. Boğazlıyan Kaymakamı Mehmet Kemal hariç. 

Yağma, hem iç savaşın, hem de ülkeler arası savaşın ana sebebi, askerlerimn ana motivasyonudur. Roma-Bizans tarihi iç savaşlar, Osmanlı tarihi de isyanlar tarihidir. İmparatorluklar, isyanları bir yağma fırsatı olarak görürler. Osmanlı'da isyanlar, özellikle Celali isyanları, hiç de paniğe yol açmadı. 1596 yılında Anadolu'nun her yerini kaplamışlardı. Karayazıcı, Urfa'da kendisini padişah ilan etmişti. Ancak o parişahlığı Tokat valiliği ile değişmişti. Osmanlı pek paniğe kapılmıyordu çünkü ideolojisi yoktu. İdeoloji oluşmuyordu çünkü okuma-yazma azdı ve matbaanın yasak olması bu yüzdendi. Bu şartlar altında ideoloji ancak dinden çıkıyordu ve bu sebeple Osmanlı, küçük de olsa Alevi isyanlarından korkar, sonuna kadar ezerdi. Gene bu sebeple Türkiye'de pek çok kişi, Celali isyanlarını tamamen Alevi isyanı zanneder. Oysa Celali isyanlarının çok azı Alevi isyanıdır. En büyük Celali asileri; Karayazıcı, Kalenderoğlu (Ankara ve Konya olmak üzere 2  ayrı isyan çıkaran Kalenderoğlu vardır.), Canbulatoğlu, Yaşar Paşar ve Çomar Bölükbaşı (Bitlis'te, Van gölü kıyısında türbesi vardır), Sünni'ydi.  Pek çok isyanı ise medrese öğrencileri çıkarmıştı.

Bazen de yağmacılar, yağmayı paylaşamaz. 1595 Yergöğü  savaşında Osmanlı'nın yenilgisinin sebebi,  Koca Sinan Paşa'nın, yağmadaki payını almak için çirkefleşmesi yüzünden çıkmıştı. (Olay anlatmayayım, olay hakkında internette özellikle çok fazla bilgi var. Youtuberların çok sevdiği bir konu.) Olaydan sonra, Sinan Paşa görevden alınsa da, tekrar göreve gelmiş ve seksenlerinde olduğu halde 4 ay kadar sonra eceli ile ölmüş. İşin daha ilginci, Osmanlı'nın bunca rezalete rağmen bu isyanı bastırıp, 283 sene daha Romanya'da egemenliğini sürdürmesi. Bu Yergöğü köyünde, sadece bu savaş değil, bir kaç savaş daha olmuş. 1595 savaşı ise bambaşka açıdan faciadır. Bu savaşla Akıncılar denen kurumsallaşmış askeri sınıfı yok etmiş, daha doğrusu yok denecek kadar azalmıştır. Yergöğü'de kaybedilen otuz bin kadar Akıncı'nın yerine yenisi konmadı. Bu savaştan yüz yıl kadar sonra yapılan bir sayımda sayıları beş bin kadardı. 1514'de Çaldıran savaşında, Şah İsmail'in Venedik'ten aldığı tüfekler yüzünden Yeniçeri sayısı çok azalmıştı. Öyle ki Yavuz Sultan Selim,  zaferin büyüklüğüne rağmen Meşher'e kadar tüm İran'ı istila etmeye cesaret edemedi. Dönüşte Yeniçeri nüfusunu arttırmak için Anadolu Rumlarından devşirmeler alınması kararını aldı. Yergöğü'den sonra böyle tedbirler alınamadı.

Güçlü düşmanlar ve yağmanın azalması, askerlerin savaşma azmini azaltır.  İran, Çaldıran'dan sonra Osmanlı ordusunun karşısına meydan savaşında çıkmamaya özen gösterdi. Rusların yanık toprak stratejisine benzerr olarak Van ile Tebriz arasındaki bölgeyi, insansız, gıdasız bir alanda, su kuyularını da zehirledi. Bu yağma sadece Osmanlı yada doğu ordularının problemi değildi. 1596 Haçova savaşı, kaçan Osmanlı ordusunun geride bıraktıklarını yağmalayan Avusturya ordusu, sonradan toparlanan ve Gericiler denen ordu esnafı tarafından dağıtıldı.  Yağmanın ordu disiplinini bozması yüzünden, modern ordular tarafından sonlandırıldı, yasaklandı. Yağmayı askerler değil de devletler yapar oldu. Naziler yenilince Ruslar, Elbe nehrinin doğusundaki Alman fabrikalarını Urallara taşıdı. Sadece bazı kilit ve hassas ürünlerin üretimi, Amerikalıların kredi ve hibeleri karşılığıında Almanya'da kaldı. Bu seferde yağma, ordu ardından giden siviller ve başka kuruluşlarca yapıldı. Kıbrıs Barış Harekatından sonra, askerin ardından adaya gelen bazı siviller, güneye kaçan Rumların yada Rumlara ait sandıkları kişilerin mülklerine çöktü ve pek çok Kıbrıslının gözünde Anadolu Türk'ü imajı bu oldu.

Yağma, faşizmin de en büyük motivasyonudur. Öyle ki kurbanlar öldükten yada göç ettikten sonra bile bitmez. Yüz yıl önce göç etmiş Ermeni yada Rumların evleri, mezarları ve tüm arazileri defalarca kazılır, taranır. Naziler kurbanlarının altın dişleri ve yüzüklerini, hatta yandıktan sonra bacada kalan yağını (sabun olayı efsane değil) ve kalan küllerini (lahanalara gübre olsun diye) bile kullanmıştır. Bokasa yada İdi Amin gibi en vahşi diktatörlerin bile bazı kişilerce halen hayırla anılma nedeni, pek çok kişiyi yağmaya ortak etmesidir. İdi Amin, Uğanda'ya İngilizlerin yerleştirdiği Hint-Paki insanların mallarına, mülklerine el koydu. Sadece 25 kilo yükle ülkeyi  terk etmelerini istedi. İngiltere hepsini mülteci olarak kabul etti. Amin'in askerleri, o 25 kiloyu da yağmaladı. Hintliler, yedikleri karnında, giydikleri sırtında ülkeyi terk etti. İdi Amin iktidardan düşünce, Ugandalılar bu Hintlileri kırmızı dipli mumla çağurdı ama teki bile gelmedi. Çünkü bu insanlar, Afrikalıların bihaber olduğu pek çok zanaati iyi bilen insanlardı. Sadece Uganda değil, diğer Afrika ülkelerindeki Hintliler de, olası bir İdi Amin'e karşı, İngiltere ve Hindistan'a göç etti. (Eskiden İngilizler tarafından yerleştirilmişlerdi.) Halkın önemli bir kısmı, yağmadan pay umduğu için iktidarı destekler. Çalıyorsa benim paramı çalıyor yada çalıyor ama çalışıyor demenşn anlamı, o çalınandan ben de yakın da pay alacağım demektir.

Gerçekte yağma arttıkça, hırs artar. Bir de yağma azalınca, yağmacılar birbirini yağmalar. Artık kastın üst sınıfları da güvenli değildir. Beş yıldızlı otellerde bile üç kuruşluk ekipman eksikliğinden dolayı yanarak yada dumandan boğularak ölürsün. Otel sahibi, iktidar partisinin üyesidir. Maraş depreminde onlarca kişinin ölümüne sebep olan ve serbest bırakılanların servetinde, 1978 Aralık ayındaki katliam yağmacılarının olduğuna yemin edebilirim ama ispatlayamam. bu katliamla ilgili anlatılarca, bolca yağma hikayesi de vardır. 

Yağma sadece mala-mülke çökerek olmaz. Halkın vergisiyle hak edilmemiş kazançlar, ticari imtiyazlar ve rantlar da yağmadır. İktidar içi savaşlar, bu yağmayı paylaşamama savaşıdır. Föcö ile Reis kavgası da böyleydi. Föcö, Fidan'ın müsteşarlığına karşı çıkıp, reis de dershaneleri kapatma kararı alırken, pek çok kişi, arayı bulmaya çalıştı. Şu günlerdeki Menzil'deki kavga da, yağma kavgasıdır. İktidarın barıştırma, uzlaştırma çabaları aylardır sonuç vermemiş, kavga büyümüştür. Asıl kavgada ilk kan döküldüğünde, ilk ölü mezara girdiğinde kıyamet kopacak, ülke 15 Temmuz'a benzer şeyler yaşayacak, sosyal medya ve arama motorları, Menzil kelimesine de sansür koyacaktır.

10 Ocak 2025 Cuma

ROMANTİK FAŞİZMİN SEFALETİ 4-PAYİDARLIK YANILGISI (İLYAS SALMAN FİLMLERİYLE)


İlyas Salman, Kemal Sunal kadar önemli bir komedyen ve aktör. Buna rağmen ölümü, Kemal Sunal etkisi yaratmayacak. Bunun ilk sebebi, Salman'ın açık bir aktivist olması, Sunal'ınsa açık siyasi görüşmekten hep çekinmesi; ikincisi ise Sunal'ın oynadığı karakterlerin genelde saf iyi olması (karikatürize kötüyü anlattığı Zübük harici, benim bildiğim), Salman'ın oynadığı karakterin saflığının içinde genelde kurnazlık ve sinsilikte bulunmasıdır. Genelde Türk halkı da Salman'ın canlandırdığına benzer kişilikte insanlar olmasıdır. Özellikle 1980 yapımı Banker Bilo filmi, bunun en iyi örneğidir. Aslında Türk halkı, büyük ölçüde Salman'ın  çoğu filmindeki saf görünen kurnaz, kurnaz görünen saf tiplere benzer.

(Parantez olarak not etmezsem olmaz. Kemal Sunal, uzun süre mafya lideri Dündar Kılıç'ın gizli patronluğu-koruması altında film yaptı ve bu süre içinde, Zübük hariç, tamamen  masum kahramanları oynadı. Dündar Kılıç'ın kucağına da, Çiçek Filmle yaptığı ağır sözleşmeden kurtulmak için düşmüştü. Ünlü bir sinema-tiyatro uyumcusu  olduğu halde, o kadar düşük maaş alıyordu ki, bodrum kattaa ve sobalı bir evde yaşıyordu. Yani bir mafyadan, öteki mafyaya geçmişti. Bu yüzden filmleri haricinde apolitik kaldı. İlyas Salman ise, Yeşilçam piyasasında iş kovaladı. Açıkça siyasi tavır aldı ve halen de alıyor. Bu yüzden de uzun aralar işsiz kaldı, hatta bir ara babası Yeşilkart aldı)

Banker Bilo  filminde Maho (Şener Şen) tarafından sürekli kandırılır. Her seferinde ikna edilir. En sonunda Maho, Bilo'nun nişanlısını da elinden alıp, ikna eder ve bu seferde tüm servetini emanet eder. Sonra filmin sürpriz sonu; Bilo,  Maho'nun tüm servetini zimmetine geçirir, karısını da elinden alır. Filmi izleyenlerin de yüreğinin yağı erir. Oysa filmi bilinçli bir şekilde, baştan izlersek, Bilo, en baştan beri bu anı beklemiştir. En başından beri Maho'ya itaatinin, her seferinde ikna edilmesinin amacı, Maho'nun bu boş anını yakalamaktır. Bu açıdan baktığımızda, 2002'e kadar onlarca ekonomik kriz, siyasi karışıklığa rağmen ANAP ve DYP'ye oy veren seçmenleri; türbanlılar okumaya Suudi Arabistan'a gitsin dediği güne kadar Süleyman Demirel'e baba diyen kitleleri anlayabilirsiniz. Olguyu sadece Banker Bilo filmi ile sınırlandırmayalım. Çiçek Abbas filminde Abbas'ın patronu Şakir'e hayranlığı ve bağlılığı mesela. Şakir'in nişanlısına platonik aşıktır ve bunu çok belli etmektedir. Şakir'in zamparalıklarını saklamaktadır. Şakir'in son zamparalığını saklayamaz ve bu ayrılığı fırsat bilip,  kendisi kıza talip olur ve borçla da olsa bir dolmuş alır, daha doğrusu dolmuşun taksitine girer.  Dolmuş sahibi olur olmaz, Şakir'le ilk karşılaşma sahneleri çok dramatiktir. Birebir Şakir gibi giyinmekten öte, tavırları da Şakir'i taklit eder. Nefretinin içinde bir hayranlık vardır.  Kemal Sunal ile iki ortak filminden biri olan Kibar Feyzo filminde, Kemal Sunal, klasik Kemal Sunal; İlyas Salman'da klasik İlyas Salman rolündedir. Gülo için, Feyzo ile rekabeti kaybedince, ağanın yanaşması olur ve Feyzo'ya gaddarlık eder. Kemal Sunal, klasik Kemal Sunal olarak sınıf savaşına girerek, kahramanlaşır. 

Türk halkı ise genelde İlyas Salman'ın çoğu filminde oynadığı  karakterler gibi saf görünse de her şeyin yada bir şeylerin farkındadır ve sistemden bir şeyler ummaktadır. Talihli Amele filmi, komedi filmi olarak başlar, trajedi olarak biter. Filmdeki İlyas Salman, sadece reklam yüzü olduğu için , işçisi olarak çalıştığı lüks siteden bir eve sahibi olacağına inanır. Tıplı seçimlere yakın patrol, doğal gaz ve bilumum maden yada Lozan'ın gizli maddelerine inananlar gibi. Salman'ın çoğu filmindeki karakter, benim Timur Selçuk'un, Nereye Payidar şarkısından esinlenerek Payidarlık Yanılgısı dediğim durum içindedir. Film bence bir şaheserdir, hele de final sahnesi.  John Steinbeck'in dediği gibi, bazı ülkelerde Sosyalizm imkansızdır çünkü insanlar kendilerini fakir değil, sırasını bekleyen zengin olarak görür.

Bu payidarlık yanılgısının zirvesi  1992 yapımı Sarı Mercedes filmindeki Bayram karakteridir. Filmin en başında sevimsizleşir. Solmaz adında kadın karakterle, eşyalarını arabamla taşıyacağım diye cinsel ilişkiye girer ve kadını orada bırakır. Almanya'dan Türkiye'ye ve gelişi boyunca, yer yer geri dönüşlerle karakterin çocukluğuna da giderek, nasıl kötüleştiğini de gösterir. Araba da yol boyunca ufalanıp, köye metreler kala yok olur.

Faşizm, kitleleri payidar olma vaadiyle kandırır. Bu payidarlık vaadi, bir kısmı da yerine getirildiğinden, sadece faşist değil, tüm diktatörler Şener Şen gibi,  taraftarlarına sevimli görünürken, taraftarları da İlyas Salan gibi sevimsizleşir. Faşizme gönül veren kitleler, sistemden bir şeyler koparma ve sınıf atlama çabası içindedirler. Ancak payidar olamadıklarını anladıklarında liderlerinden koparlar.

4 Ocak 2025 Cumartesi

ROMANTİK FAŞİZMİN SEFALETİ 3-KAPİTALİST MAŞALIĞI



Jack London, 1907 basımı Demir Ökçe romanında faşizmi en az 15 yıl öncesinden görmüştü. Romanda sosyalist devrimin geldiğini gören oligarşi, milliyetçiliğe dayali diktatörlük kuracağını yazar. Burada London'ın fütüristlik zekasını görürüz. Daha faşizme adını veren rejimin İtalya'da iktidara gelişine on beş yıl vardır. Gerçekten de Mussolini, bizzat burjuvanın ataması ile iktidara gelir, İtalya'da bir Bolşevik devrimine engel olmak için. Faşist birliklerin dört koldan Roma'ya yürüyüşü sadece iktidarı meşrulaştırma aracıdır. Portekiz'de iktisat profesörü Salazar,  yavaş yavaş yetkilerini arttırıp, en nihayet ülkenin diktatörü olur. Her ülkede faşizm, burjuvazinin hizmetindedir, işgal ve fetihleri, onun karı içindir. Hitler, daha birahane darbesi sonrası hapisteyken, Kavgam kitabını yazdığında, imparatorluğumuz doğuya doğru, kara imparatorluğu olacak demiştir. Alman burjuvaizisi ise, 1941'de Dünya petrolünün dörtte birinden fazlasını üreten Bakü'yü fethetmesi için onu Sovyetler Birliği ile savaşa yönlendirir. Yapması gereken, Kırım'ı almakla bile uğraşman, Bakü'ye gitmektir. Oysa Hitler, her diktatöt gibi kibirden aptallaşmış, Lenin'in adını taşıyan Leningrad'ı, başkent Moskova'yı, her ikisi de olmayınca Stalin'in adını taşıyan Stalingrad'ın fethine kafayı taktı. Sonrası malum, büyük yıkım.

1943'de, Amerikalılar, Sicilya adasının fethinde bazı mafya babalarını kullanınca, faşizmin ikinci dönemi başladı. Faşizmin, sosyalizmi engel olma görevi gene değişmemişti ama bu sefer mümkün olduğunca iktidardan uzak duracaktı.  Ülkücülerin meşhur türkücüsünün deyimiyle artık 'Yardımcı Güç Devlete' 'ydi. (Doksanlarda bu sözleri dinlediğimi hatırlıyorum ama interneti o kadar karıştırmama rağmen bu türküyü bulamıyorum) Zaten iktidarda olan faşist liderlere de (Franco ve Salazar) dokunulmadı. Onlar zaten burjuvaya hizmet ediyordu. Onların kendi kendine yıkılmasını bekledi. Mevcut faşsit oluşumlarsa, hem komünist militanlara karşı savaşmak, hem de demokrasiden pek hazzetmeyen burjuvalar için darbelere uygun zaman yaratacaklardı.  Darbeciler, iç savaşı  engelleyen kahramanlar olacaktır. Burada amaç sadece komünist  yada sol iktidarları engellemek değil,  aynı zamanda büyük şirketlerin ve uluslar arası şirketlerin karların artmasını sağlayacaklardı. Son yetmiş yılın askeri darbelere bakın. 27 Mayıs darbesinden sonra, Yassıada mahkemelerinde yolsuzluk diye sadece örtülü ödenekler yargılandı, ihaleler hiç incelenmedi. Demokrat  parti döneminde  kimler zenginleşti hiç incelenmedi. 12 Eylül DİSK'i (Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu) ve MİSK'i (Milliyetçi İşçi Sendikaları Konfederasyonu ) ve dahi bilumum işçi sendikalarını kapattı, tüm mallarına da el koydu. Kenan Evren, bir konuşmasında, DİSK'in matbaasından nefretle bahseder. (İnternetin bilim kurgu olduğu, radyo ve televizyonun da devletin olduğu çağda,  matbaa çok önemliydi.) MESS (Metal iş verenleri sendikası) ve diğer işveren sendikaları kapanmıyor. İşçi dernekleri ardı ardına kapanırken, TÜSİAD ve diğer işveren derneklerini kapatmak bir yana,  daha da büyütür. Halit Narin, o meşhur lafını etti:

-Bu güne kadar hep işçiler gülmüş, biz ağlamıştık; bundan sonra işçiler ağlayacak, biz güleceğiz.

Bu gülme bedava değildi elbet. 12 Eylül generallerinin hepsi bir şekilde TÜSİAD holdinglerinin, bankalarının, şirketlerinin yönetim kurulu üyesi, başkanı falan olur.    27 Mayıstan itibaren zaten, pek çoğu Özal ve sonrasında özelleştirilen kamu iktisadi teşebbüslerinde, özellikle bu gün son kuşağın adını bilmediği kamu bankalarının (Pamukbank, Tönbank, Türkbank vs) yönetim kurumlarında yada gümrük kapısı müdürü falan oluyordu. 12 Eylülle de TÜSİAD üyeleri arasına emekli general ve albay istihdamı, zorunlu gibi bir şey oldu. 12 Eylül'ün baş planlayıcısı Haydar Saltık, Koç Holdinge yanaştı. Sabancı ondan fazla general istihdam etmiş. Tahsin Şahinkaya, Kale holdingle hem ortak, hem dünürdü. Tüm Petrol Ofisi istasyonlarını, Kale Bodur seramikleriyle döşetti. Seksenlerin sonuna kadar, Özal'ın o meşhur generalleri emekli etme operasyonundan çok sonra bile askerlerin bürokrasi ve özel sektör yönetimindeki egemenliği devam etti. Hem de ne ediş. Mesut Yılmaz'ın Maliye ve Gümrük bakanı olduğu zamanda, Kapıkule gümrüğünde ülkeye sokulmaya çalışılan bol miktarda Amerikan dövizi ele geçirildi. Sonra dövizim sahibi ele geçirilen paranın çok daha fazla olduğunu ve yağmalandığını söyledi.Mesut Yılmaz soruşturma açacakken, diğer generaller araya girdi, soruşturma kapatıldı. Çünkü Kapıkule'nin o dönemki müdürü, emekli bir albaydı. (12 Eylül öncesi, Ecevit'in, Adalet Partisinden CHP'ye bakanlık vaadi ile trasnfer ettiği Maliye ve Gümrük Bakanı Tuncay Mataracı'nın görevden alınmasına sebep olan İpsala Gümrük Kapısının müdürü de emekli astsubaydı) Bu generallerin özel sektöre sadece emeklerini mi verdiklerini, çalışanların bile lastik damga dedikleri şahısların şahane özel sektör yöneticileri olduğunu mu sanıyorsunuz?

12 Eylül boyunca binlerce Ülkücünün tutuklanması, Ülkücülere şok oldu. Her şeyi devlet için yapmışlardı, öyleyse neden ceza alıyorlardı? Oysa darbe rejiminin, ülkeyi iç savaştan kurtardı görünümü vermesi gerekiyordu. Diğer yandan Ülkücüler, 12 Eylülün hemen sonrası devletteki görevlerine geri döndü. Doksanların sonlarından, 2015'lere kadar devletteki pek çok mevziyi tarikatlara kaptırdılar. Şimdilerde bir kısmını aldılarda da, pek çoğu da artık gelmez.

Bu son açılım sürecine getireyim konuyu. Devlet bey neden birden bire açılım sevdalısı oldu? Biraz geriye gidelim. Fenerbahçe başkanı ve ülkeminin en büyük sanayi burjuvası ailesinin üyesi Ali Koç'un ani ve nedeni belirsiz olarak  Bahçeli'yi ziyaretini ne çabuk unuttuk? Koç holdingin veya diğer holdinglerin belirli günlerdeki Atatürkçüyüz şovları, 8 Mart'ta kadınlardan yanayız şovu kadar sahtedir. (Hamile çalışanları hemen işten çıkarırlar yada kıdemini düşürürler.) Koç holding, dünya kadar kamu iktisadi teşebbüsünü özelleştirmelerle aldı. 12 Eylülün en büyük destekçilerindendi. Ragmetli Mustafa Koç'un Gezi zamanında göstericileri Divan oteline alması da sizi kandırmasın. Son açılımda sizi kandırmasın, umutlandırmasın. Örgüt bitse bile başımıza daha büyük bela gelecektir. Şu anda en az beş AKP, beş de DEM mebusu, ana-baba bir, öz kardeştirler. Her seçim sonrasında bu gerçeklik değişmez. Güney Doğuda seçimler büyük ölçüde feodal bağlarla ilgilidir. 

Diğer yandan siz hiç şehit TÜSİAD'lının, MÜSİAD'lın çocuğunun şehit olduğunu gördünüz mü sorusunu çok duymuşsunuzdur. Dağda ölen DEM-HDP-HADEP mebusunu yakınını da duymazsınız. Örgütün bir zamanlar iki numarası olan Şemdin Sakık'ta tutuklandığında, bir sürü kişiyi suçladı ve yargılanmasına sebep oldu. Bu sözde suçlamalar, Türk basının amiral linç edicisi, Ertuğrul Özkök Hürriyetinde manşetten verildi, sonra da yalan olduğu ortaya çıktı. Şimdi de pek çok yalan söyleniyor ve söylenecek. Şüpheci olmak en iyisidir. Savaştan incinmemiş olanların, savaşı bitireceklerine inanmayın. 


29 Aralık 2024 Pazar

ROMANTİK FAŞİZMİN SEFALETİ 2 OPORTÜNİST REZİLLİK

Başlığı yovşokluk falan yapacaktım ama gizli sansüre uğramaması içn oportünist dedim. Oportünizm, Makrsist-Leninist yazarlar tarafından siyaset bilimine eklenmiştim ve Türkçe'ye çevirirsek, fırsatçılık veya fırsattan faydacılık demektir. Y.vşalığın bilimsel adı yani. Bavyera Halk cumhuriyetinin ve Münih Sovyetinin kurucusu, Sosyalist ve Yahudi siyasetçi Kurt Eisner'ın, 1919'daki cenazesinde resmini taşıyan tanıdık biri var. Tahmin edeceğiniz gibi daha sonra o dönemde dünyada yaşayan Yahudilerin yarsıını katleden fırça bıyıklı kişi. Einster'ı sırtından vurarak öldüren  de aşırı sağcı bir Alman'dı. Diyeceksiniz ki siyaset eninde sonunda Makyavelizm'e bulaşır, sosyalizm yada diğer ideolojilerden de bahsedebiliriz. Faşizm ise daha en romantik halinde bile oportünisttir. Özünde kötülük rejimidir ve hedef aldığı insanları gafil avlama peşindedir. Kıbrıslı Rum Faşist, Nikos Sampson, elinde Türk bayrağı ile, Türk köyüne, sizi kurtarmaya geldik diye gelip, katliam yapmıştı. Özellikle iktidara giden yolda halkı teskin etmek, yetmez ama evet demek lazımdır. Kendiniz ideolojik sebeplerden diyemiyorsanız, bunu diyecek birilerini kiralamanız lazımdır.

İktidara çok uzak Faşist teorisyenlerde bile bu oportünizm görülür. Nihal Atsız'ı ve Atsızcıları ele alalım. Atsız, Atatürk'le alay etmek için Dalkavuklar Gecesi romancığını yazmıştır. Romanda bazı isimleri tersten okuduğunuzda bile Atatürk'e yakın kişilere düşmanlığını görürüz. Atsızcılar cevap olarak, Atsız'ın Atatürk'e övgü dolu sözlerini size sunar. Neyse ki Atsız'ın tüm yazdıkları internette mevcut. Kendisi 1950'li yıllarda yazdığı bir dergide, devlet 1950'de kuruldu, önceki 27 yıllık (İnönü+Atatürk dönemi) esaret falan demiş. Böylesi bir kaç yazısı da var, Atatürk aleyhine. Dalkavuklar Gecesi, İnönü aleyhine yazıldı falan diyorlar. Atsız, İnönü aleyhine, 27 Mayıs sonrasında Z Vitamini diye başka bir romancık yazmıştır. Romancıkta İsmet paşa yüz yaşından fazladır ve halen ülkeyi yönetmektedir. Döneminö nemli CHP liderleri de hayattadır ve onları hayatta tutan Zvitamidir. Bu romacıkta bile Atatürk'e laf değidrme çabası vardır. Atsız'ın oğulları da benzer sefillikleri yaşamıştır.  İki oğlu, Atsız Almanya'da can çekişirken, son bir helalleşme için olsun Türkiye'ye gelmemişler, bir telefo etmemiş, hatta dönemin teknolojisi gereği telgraf bile çekmemişlerdir. Atsız, çok mu kötü babadır? Hiç kimse Sonrasında her iki kardeşte sola dümen kırdı, Faşist babanın, Komünist oğulları olarak ün saldırlar. Yağmur, Almanya'ya; Buğra'da Kanada'ya yerleşti. Yağmur, Cumhuriyet gazetesinin Almanya temsilcisi oldu. Uğur Mumcu ve pek çok Cumhuriyet yazarı, Frankfurt şehrinde, Yağmur ve eşi Tuğçe Atsız'ın evinde kaldı. Yağmur Atsız, 12 Eylül döneminde 142. maddeden ( Komünizm propagandası) bile yargılanmıştı.  Yağmur Atsız, doksanlarda, Sovyetler dağılınca Liberalislet kervanına katıldı. 2002'den sonra solla çatışmaya başladı. Ölümüne kadar solla çatışması o kadar şiddetlendi ki, Zülfü Livaneli'nin Yağmur Atsız'ın şiirlerinden bestelediği şarkılar, dijital ortamlardan kayboldu. Kobani (Ayn el Arap)'de direnen Kürtlere, tam da babasının tarzında hakaret etti. Solcularal iyice düşman oduktan sonra köşe yazarlığı yaptığı gazeteden atıldı. Sağcılar da aleyhine yazdı ve geçen yıl, yalnızlık içinde öldü. Kardeşi Buğra ise Kanada'da Türk tarihi ve Türkçe profesörlüğü yaptı ve yapıyor. Bir ara Türkiye'ye gelmiş, Çanakkale 18 Mart üniversitesinde de çalıştı ama sonra geri döndü. Bir ara Turan Dursun gibi Ateizm peygamberliği yaptı. Almanya'da abisi ile beraber Cumhuriyet gazetesinde çalıştı. Kanada'da bir süre sonra Türkçü oldu. Kendisi Türkçülük yaparken, kızı Kanadalı bir Rak şarkıcısı ile evlendi yada birlikte yaşamaya başladı.Maya Atsız,  Şamanizm, şifalı taşlar üzerine dersler veriyor,  sosyal medya hesaplarında aktif ve asla Türkçe iletişime geçmiyor. Kendisi ile Türkçe konuşmaya çalışanları engelliyor. Kendisi ise Z. Partisinin kuruluşuna Kanada'dan katıldı ve göçmen düşmanı laflar etti. Altındağ progromundan sonra da sustu. Kendisi zavallı bir göçmenken, göçmen düşmanlığı yapmaktadır. 

Faşizmin çelişkileri sadece kendi düşman topluluklar, kişiler yada ideoojilere karşı değildir. Faşizm, kendi ideoljisine karşı da çelişkidir. Din konusunu gene Atsız'ın ve diğer Faşist teorisye veya iderlerin oportünist veya iki yüzlü olduğu alanlardan biridir. Atsız, İsla için kah Arapların dini, kah Türklerin yüce dini der. Oğlu, Yağmur, babasının dinsiz olduğunu söylüyor. Torunu Maya ise demin söylediğim gibi Şamanist. Atsız, Alevilik üzerine de iki yüzlüdür. Deli Kurt romanında, Şeyh Bedrettin isyanı aracılığıyla Alevi düşmanlığı yapar. Ali Balseven'in ardından da timsah göz yaşları döker. Genel anlamda Türk milliyetçiliğinin, daha doğrusu Türk faşizminin dinci rolü, NATO'nun ona  biçtiği rolle ilgilidir. Daha 1943 yılında, yani meşhur Irkçılık-Turancılık davasından bir yıl önce'de, Sicilya çıkarmasında, bazı mafya örgütlerinin müttefik ordularına yardımı için kullanıldığında, faşizmin yeni rolü belirlenmişti. Faşizm, artık iktidara gelmeyecek, sosyalizmin-komünizmin iktidara gelmesini engellemek için kullanılacaktı. 1945'den itibaren de fiilen uygulanmaya başlandı. Türkiye'de, antikominizmin temel motoru siyasal din ve tarikatlar olduğundan, Türk faşizmi Atsız'ın çizdiği yoldan çıkıp, dini bir zemine geçti. Daha Türkeş, Delhi'de büyükelçi olarak sürgündeyken, başında Osman Bölükbaşı'nın bulundığu CKMP (Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi- 1965'de başına Alparslan Türkeş geçti, 1969'de adı Milliyetçi Hareket Partisi oldu), iç Anadolu boyunca komando kamplarını kurmuş  ve Alevilere yönelik saldırılarına başlamıştı. Bu yüzden MHP, iktidarların elinde bir aparat oldu. Özellikle İç anadolu ve Karadeniz sahili boyunca solun yerleşmesini engelledi. Kendisi ise hep düşük oy ve bir kaç küçük belediyede kaldı. Buna karşın polis teşkilatı başta olmak üzere kamu kuruluşlarında Ülkü ocakları birer paralel yapı durumundaydı. 12 Eylülden sonra kurulan merkez sağ DYP ve ANAP'ın içi, Ülkücü kökenliyim diyenlerle doluydu. 1995'de Türkeş, ölümüne yakın, o zamanlar %10 olan seçim barajını tek başına katılmaya kalktı ama %8,18'de kaldı. Pati teşkilatları açıkça başbuğlarına tavır almıştı. Türkeş ölünce, sandalyelerin havada uçuştuğu 1. turda başbuğun oğlu Tuğrul Türkes seçilemedi. Kayyum atanan ikinci kongrede başkan olan Devlet Bahçeli, iktidara gelmeye teşebbüs etmedi, hatta defalarca, özellikle de 7 Haziran 2015 seçimlerinde başbakanlığı red etti. 15 temmuzdan sonra da diğer bazı tarikatlarla beraber tekrar kamu kuruluşlarına yerleşti.

Son bir kaç yıldır da bu oportünizm içinde debelenmekte, ne iktidar olabilmekte, ne de muhalefet yapmakta.

2 Aralık 2024 Pazartesi

Sosyal Demokrat Otto Wels'in "Yetki Yasası"nın Kabulüne Karşı Konuşması (23 Mart 1933) (Google çevirisi)

 


Sosyal Demokrat Otto Wels'in "Yetki Yasası"nın Kabulüne Karşı Konuşması (23 Mart 1933)

Hitler "Yetkilendirme Yasası"nı önerdiğinde, Nasyonal Sosyalistler Komünist muhalefeti neredeyse ezmişti. Pek çok Sosyal Demokrat delege "koruyucu gözaltındaydı" ve Merkez Parti tedbire desteğini zaten açıklamıştı. Bununla birlikte, 23 Mart 1933'te, yani Reichstag'da oylamanın yapıldığı gün, Kroll Opera Binası'nda potansiyel muhalifleri ve kararsız olanları korkutmak için hâlâ çok sayıda SA görevlisi hazır bulunuyordu. Yalnızca Sosyal Demokrat delegeler (en azından gözaltında olmayanlar) Hitler diktatörlüğünün yasal dayanağı haline gelen yasaya karşı oy kullandı. Ancak Reichstag yasama yetkisinden vazgeçmeden önce, SPD Başkanı Otto Wels (1873-1939) bir kez daha Weimar'ın demokratik ideallerini desteklediğini söyledi.

Bayanlar ve baylar! Biz Sosyal Demokratlar, Reich Şansölyesi'nin Almanya'ya eşit muamele edilmesi yönündeki dış politika talebine katılıyoruz ve bunu her zaman temelde savunduğumuz için daha da vurgulu bir şekilde yapıyoruz. Bu bağlamda, 3 Şubat 1919'daki Bern Konferansı'nda uluslararası bir forum öncesinde, Almanya'nın dünya savaşının patlak vermesindeki suçluluğunun gerçek dışı olduğuna karşı çıkan ilk Alman olduğuma dair kişisel bir açıklama yapmama izin verilebilir. Partimizin bir ilkesi, Alman ulusunun haklı taleplerini dünyanın diğer halklarına temsil etmemizi mümkün kıldı ya da engelledi.
Önceki gün de Reich Şansölyesi Potsdam'da bizim de katıldığımız bir açıklama yaptı. Şöyle diyor: "Ebedi kazananlar ve kaybedenler teorisinin çılgınlığından tazminat çılgınlığı ve ardından dünya ekonomisinin felaketi geldi." Bu ifade dış politika için de geçerlidir; iç politika için de aynı durum geçerli. Burada da, ebedi kazananlar ve kaybedenler teorisi, Reich Şansölyesi'nin dediği gibi, çılgınlıktır.
Ancak Reich Şansölyesi'nin sözleri bize 23 Temmuz 1919'da Ulusal Meclis'te söylenenleri hatırlatıyor. O dönemde şöyle deniyordu: “Biz savunmasızız; savunmasız ama onursuz değil. Elbette düşmanlar bizim namusumuzun peşindedir, buna hiç şüphe yok. Ancak bu karalama girişiminin bir gün azmettirenlere de yansıyacağına, bu küresel felaketle yok edilenin onurumuz olmadığına, son nefesimize kadar inancımız budur.”
(Nasyonal Sosyalistlerin itirazı: Bunu kim söyledi?)Bu, o dönemde sosyal demokratların önderliğindeki bir hükümetin, düşmanların daha fazla ilerlemesini önlemek amacıyla, ateşkesin sona ermesinden dört saat önce tüm dünyanın önünde Alman halkı adına yayınladığı bir deklarasyonda da görülüyor. – Bu beyan, Reich Şansölyesi'nin beyanına değerli bir ektir.

Zorunlu bir barışın ardından çok az bereket gelir, en azından evde. Gerçek bir ulusal topluluk buna dayanamaz. Bunun ilk şartı eşit hukuktur. Hükümet kendisini aşırı polemiklere karşı koruyabilir; şiddet eylemlerine teşviki ve başlı başına şiddet eylemlerini titizlikle önleyebilir. Bu, her tarafa eşit ve tarafsız bir şekilde yapılırsa ve mağlup olmuş rakiplere sanki yasaklanmış gibi davranmaktan vazgeçilirse gerçekleşebilir. Özgürlük ve yaşam elimizden alınabilir ama onurumuz alınamaz.
Sosyal Demokrat Parti'nin yakın zamanda maruz kaldığı zulümlerden sonra, hiç kimse onun burada teklif edilen Yetkilendirme Yasasına oy vermesini makul bir şekilde talep etmeyecek veya beklemeyecektir. 5 Mart seçimleri iktidardaki partilere çoğunluk ve dolayısıyla anayasanın sözlerine ve anlamına sıkı sıkıya bağlı kalarak yönetme olanağını verdi. Böyle bir ihtimalin mevcut olduğu yerde onu alma zorunluluğu da vardır. Eleştiri yararlı ve gereklidir. Daha önce, Alman Reichstag'ı kurulduğundan bu yana, halkın seçilmiş temsilcileri tarafından kamu işlerinin kontrolü şu anda olduğu kadar ortadan kaldırılmamıştı ve yeni Yetki Yasası ile daha da fazlasının gerçekleşmesi bekleniyor. Basının da herhangi bir ifade özgürlüğünden yoksun olması nedeniyle hükümetin bu kadar her şeye kadir olması çok daha ciddi sonuçlara yol açmalıdır.
Bayanlar ve baylar! Bugün Almanya'da hüküm süren durum çoğu zaman göz kamaştırıcı renklerle anlatılıyor. Ancak bu gibi durumlarda her zaman olduğu gibi abartıdan da hiçbir eksiklik yoktur. Partime gelince, buradan şunu ilan ediyorum: Biz ne Paris'e müdahale talebinde bulunduk, ne milyonları Prag'a taşıdık, ne de yurt dışına abartılı haberler yaydık. Gerçeği yalandan ayıran türden bir habercilik evde mümkün olsaydı, bu tür abartılara karşı koymak daha kolay olurdu. Herkes için adaletin tam korumasının sağlandığını vicdan rahatlığıyla ifade edebilseydik daha da iyi olurdu. Bu size kalmış beyler
Nasyonal Sosyalist partinin beyleri, başlattıkları hareketi Nasyonal Sosyalist değil, ulusal devrim olarak adlandırıyorlar. Devrimlerinin sosyalizmle ilişkisi şu ana kadar iki kuşaktan fazla bir süredir sosyalist fikirlerin taşıyıcısı olan ve öyle kalacak olan sosyal demokrat hareketi yok etme girişimiyle sınırlıydı. Eğer Nasyonal Sosyalist Parti'nin beyleri sosyalist eylemlerde bulunmak isteseydiler, Yetki Yasasına ihtiyaçları olmayacaktı. Bu evde ezici bir çoğunluğun olacağından emin olacaklardı. İşçilerin, çiftçilerin, beyaz yakalı çalışanların, devlet memurlarının ya da orta sınıfın çıkarına olacak şekilde sundukları her önergenin, oybirliğiyle olmasa da kesinlikle büyük bir çoğunlukla onaylanması beklenebilirdi.
Ama yine de devrimlerini sürdürmek için önce Reichstag'ı ortadan kaldırmak istiyorlar. Ancak var olanın yok edilmesi devrim yaratmaz. İnsanlar olumlu başarılar bekliyor. Sadece Almanya'da değil, tüm dünyada var olan korkunç ekonomik sefalete karşı etkili önlemlerin alınmasını bekliyorlar. Biz Sosyal Demokratlar en zor zamanların sorumluluğunu üstlendik ve bunun için üzerimize taş atıldı. Devletin ve ekonominin yeniden inşası, işgal altındaki toprakların kurtarılması yönündeki başarılarımız tarihin sınavına girecek. Herkes için eşit adaleti ve sosyal iş yasasını tesis ettik. Devlet liderliğine giden yolun sadece prenslere ve baronlara değil, aynı zamanda işçi sınıfından erkeklere de açık olduğu bir Almanya'nın yaratılmasına yardımcı olduk. Kendi liderinizden vazgeçmeden bundan vazgeçemezsiniz. Tarihin çarkını geriye döndürme girişimi boşuna olacaktır. Biz Sosyal Demokratlar, güç siyasetinin gerçeklerini salt yasal protestolarla ortadan kaldıramayacağımızı biliyoruz. Mevcut iktidarınızın iktidar-politik gerçeğini görüyoruz. Ama halkın adalet duygusu aynı zamanda siyasi bir güçtür ve biz bu adalet duygusuna başvurmaktan vazgeçmeyeceğiz.
Weimar Anayasası sosyalist bir anayasa değildir. Ancak biz burada kutsal sayılan ilkelerin, hukukun üstünlüğüne, eşit haklara ve sosyal adalete dayalı bir devletin ilkelerinin arkasında duruyoruz. Bu tarihi saatte, biz Alman Sosyal Demokratları, insanlık ve adalet, özgürlük ve sosyalizm ilkelerine ciddi bir şekilde söz veriyoruz. Hiçbir Etkinleştirme Yasası size ebedi ve yok edilemez fikirleri yok etme gücü vermez. Sonuçta siz bizzat Sosyalizme bağlılığınızı beyan ettiniz. Sosyalist Yasa sosyal demokrasiyi yok etmedi. Alman sosyal demokrasisi son zulümlerden de yeni bir güç alacaktır.
Zulme uğrayanları ve mazlumları selamlıyoruz. Reich'taki dostlarımızı selamlıyoruz. Kararlılığınız ve sadakatiniz hayranlığı hak ediyor. İnançlarınızın cesareti ve kesintisiz iyimserliğiniz daha parlak bir geleceğin garantisidir.
Orijinal Almanca metnin kaynağı: Otto Wels'in Etkinleştirme Yasasının Geçişine Karşı Konuşması (23 Mart 1933), Paul Meier-Benneckenstein, ed., Dokumente der deutschen Politik, Cilt 1: Die Nationalsozialistische Revolution 1933, Axel Friedrichs tarafından düzenlendi. Berlin, 1935, s. 36-38.

30 Ekim 2024 Çarşamba

ROMANTİK ATATÜRKÇÜLÜK VE FAŞİZAN ATATÜRKÇÜLÜK

 


Her felsefe, ideoloji yada akım gibi, Atatürkçülüğün, daha doğrusu Atatürkçülerin kendi aralarında farkları var, kendileri çok farkında olmasa da. İkisinin de kaynağı 12 Eylül rejimi. Romantik Atatürkçülük, 12 Eylülün gardırop Atatürkçülüğünün yeni hali. En tipik örneği, Yılmaz Özdil. Kendisi zor bela kurulan muhalefet bloğunun kısa süreli de olsa dağılmasına sebep olarak, mevcut iktidarın son cumhurbaşkanlığı seçimlerini kazanmasının en büyük sebebi oldu. Sonra gazetesinden istifa edip, işsiz kalmak zorunda kaldı. Ondaki Atatürkçülük, Atatürk'ün özel hayatıyla ilgili biraz. Tüm gömleklerinin beyaz olması, giyimine büyük özen göstetmesi, rakıya düşkünlüğü, en çok zeybek dansını sevmesi falan filan. Buna bir Nasrettin Hoca fıkrasıyla örnek vereyim. Adamın biri bir gün hocaya demiş ki: Peygamber efendimiz gibi kefiye (Arap başlığı) takıp, onun gibi elbiseler ve takunya giyiyorum. Her yere onun gibi develerle gidiyorum.  Hoca da cevap olarak: Bu halinle benzesen benzesen Ebu Cehil'e benzersin, demiştir. Ona kalırsa Atatürk, çokca sigara içer ve poker oyununu çok severdi. Oyundan sonra da herkesin paralarını geri almalarını isterdi. Atatürk rakıyı çok severdi ama etrafındaki diğer kişiler, özellikle generaller, hemen hemen hiç içmezdi. Fevzi Çakmak ve Kazım Karabekir, ağzına sürmezdi. İsmet İnönü, bu konuda Atatürkle sık sık tartışırdı. İsmet İnönü, biriçe düşkündü. Herkesin özel hayatı ve bazı ilginç alışkanlıkları vardır. Newton ciddi ciddi büyüyle ilgileniyordu. Üzerindeki politik baskılardan kurtulması için kral onu darphanenin  başına getirdi, o da bazı kalpazanları idam ettirdi. Albert Einstein, el sabunu ile traş da olurdu, çok iyi keman çalardı ve Hint edebiyatına meraklıydı. İyi bir fizikçi olmak için büyüye, idama, Hint edebiyatına yada el sabunuyla traş olmanıza ihtiyaç yok. İyi bir Müslüman olmak için Arap olmanıza yada 1400 sene önceki Arap  toplumu gibi yaşamanıza gerek olmadığı gibi. Ben de rakıyı sevemiyorum, o ne pis koku öyle? En son 5 kasım dünya öğretmenler günü yemeğinde bir arkadaş ikram etti, bir kadehi zor içtim. Ataürk gibi siyah-beyaz giyinmem. Türk ve Alman erkeklerin, kırk yaş sonrası rengarenk giyinme alışkanlığındayım (muhtemelen Almancılar'dan Türkiye'ye bulaştı.) Takım elbise giymeyi de sevmiyorum. Romantik Atatürkçülerin Atatürkçülüğü, Can Dündar'ın Atatürkçlüğü gibidir. Kendisi sekiz tane Atatürk belgeseli yapıp, Atatürk'ün hiç bir başarısını anlatmamayı başarmış biridir.

https://onbinkitap.blogspot.com/2021/02/sahtecilik-ve-can-dundarin-sahte.html

Romantik Atatürkçülerin iyi yanı muhafazakarlara, tarikatlara güzel laf sokar. Zaten Romantizm en çok sanatta geçerlidir. Bütün ideolojiler propaganda için Romantizmi kullanır. Fedakarlık yapmasalar bile, başkalarının fedakarlıkları ve kahramanlıkları üzerinden paye alırlar. Onları anlatarak para kazanırlar. Konuşurken de anırsınız ki tek başlarına ordu olmuşlardır. Oysa genelde evlerinden, köşelerinden dışarı çıkamazlar. Romantik Atatürkçülerle, faşist Atatürkçülerin ortak noktası CHP düşmanlığıdır. Önce Romantiklerin CHP düşmanlığına bakalım. Genelde bir önceki CHP başkanının kıymetinin bilmemekten muzdariptirler. Son dönemde İmamoğlu ve Mansur Yavaş hayranlıkları da sallantıdadır zira son anda oy vermekten vaz geçerler.  En ufak krizde benim için CHP bitmiştir diye feryat-figan ederler.Genelde de oy vermezler, yazlıklarına tatile giderler. (Üstelik seçimler genelde martta yapılırken.)

Sosyal medyada, özellikle X.com'da görülen ve Atatürkçü kılığında CHP düşmanlığı yapanların tamamına yakını iktidar trolleridir. Hadi takipleşelim gönderilerine cevap verirseniz, hemen sizi ekliyorlar, siz onları ekleyince, sizi siliyorlar. Bunlar Facebook'da ara ara din-iman paylaşımı da yapıyorlar. Bunlardan biri din paylaşmı diye Sai-i Kürdi paylaşımı yapınca engellemiştim. 

Romantizim, sözlüklerde Türkçeye coşumculuk diye çevriliyor. Coşkunlukla iş yapmaya kalkmak. Ben duygusallıkta diyorum. İyi bir romantik, ya sanatçıdır, ya iki yüzlüdür, ya da ölüdür. İnsan, akılcı canlıdır ve sonuca ulaşmak için akıllla hareket etmelidir.

Faşizan Atatürkçüler ile  faşizan Atatürkçüler birbirlerine çok benzerler ve aslında pek çok faşist, hayalci ve her hayalci gibi romantiktir. Haritaları boyar, devasa imparatorlukların hayalini kurar. Türkiye'de faşizmin Atatürk ile ilgili ikilemi vardır. Atatürkçülüğün rasyonalist, yani akılcı yanı, onların romatik hayallerine dar gelmekten öte, onların ideolojisine terstir. Bunlardan bazıları Atsızcıdır ki, Nihal Atsız, Atatürk'ü aşağılamak için Dalkavuklar Gecesi diye bir romancık (novalla) yazmıştır ve bu romandaki bazı temaları Orhan Pamuk, Veba Geceleri romanında birebir kullanmıştır. Pamuk okurları Atsız okumadığı, Atsız okurları ise Pamuk okumadığı için farkedilmemektir. Atsız ve Pamuk'un diğer bir ortak özelliği ise, bu kadar açık (hele ki Dalkavukalr Gecesi'ndeki isimleri tersten okuduğunuzda bunu en aptal biri bile anlar) bir nefret ifadelerine rağmen her iki yazar ve her iki yazarın hayranları ve fanatikleri, bu düşmanlığı kabullenmezler.

https://onbinkitap.blogspot.com/2022/09/veba-geceleri-ve-dalkavuklar-gecesi.html

Buna rağme Atatürk'ten, tarihteki yeri yüzünden vazgeçemezler. Fazisanlar CHP'yi doğrudan red edip, MHP'den kopan  İyi-Zafer gibi partilerin etrafında toplanırlar. Sosyal medya profilini Atatürk yapma, Atatürk resimli-imzalı tişört, eşya (telefo kılıfı, kalem, çakmak falan) taşıma, bunlarda da vardır. Üzerine Kürt ve Arap nefreti vardır. Aleviler konusunda Kürt Alevi-Türk Alevi ayrımı yapar yada tüm Alevilerin Türk asıllı olduğunu savunurar bazen.  Şu anki iktidar düşsün ama sol da iktidara gelmesin isterler. Bu yüzden son cumhurbaşkanlığı seçiminde 2. turda reislerine oy vermişlerdir. Yani ayranım dökülmesin derdindedirler. 

Romantikler ve faşistler için Atatürk sadece bir idol ve slogandırve ideolojileri zayıftır.


1 Ağustos 2024 Perşembe

DEMİRTAŞ'IN İKTİDAR YANDAŞLIĞI



 Adam yıllardır hapiste ne işbirliği diyeceksiniz. Adam iktidarı iki defa direkten aldı. Biri Yetmez de, diğeri de gezide. Ben yetmez amacıların hiç birinin masum olduğuna inanmıyorum. Sözde boykotu, aslında destekti. Bunu çocuklar bile anlayabilir. Boykot olmasaydı yetmez ama geçmezdi. Açıkça desteklememe sebebi, çözüm sürecinin çok sürmeyeceğinin belli olmasıydı. 2010'da CHMHP YADA CMHP esprilerini hatırlıyor musunuz? Uzun süredir CHPKK esprilerinin kökü aslında bu. 

Seçimden sonra iktidar, liberal yazarlar ve Kürtlere çabucak sırtını döndü Daha referandumun ertesinde gerçek niyetini belli etti. Sonra da Seni başkan yaptırmayacağız sloganları geldi. Adama yapacağınız iyiliği yapmış, tüm kapıları açmışsınız, sonradan sonraya bu ne gürlemesi?

Demirtaş ve partisi iktidara ikinci büyük desteğini Gezide darbeyi görerek verdi. O sözleri Gezi'nin enerjisini yarı yarıya azalttı. Gezi bite bitmez de Demirtaş içeri alındı. Sonra bu parti de, muhalefetin oylarını bölerken, kimse bunlara, iktidarla iş birliği yapıyorsun demiyor.

Bunun sebebi, radikalleri o düşüncenin en sağlamı, en iyisi olduğuna dair inanmamızdır. Ekşisözlük'te eskiden çok sevdiğim bir başlık vardı; Adam Olamazsan, Radikal Ol, diye. Siyasi yelpaze, aşırı sağ, aşırı sol gibi tanımlarda bu düşüncemize yardımcı oluyor. Tarikat üyelerini daha dindar sanmakla aynı şey. Bir Nakşibendi yada Nurcu, sıradan bir Müslümandan daha Müslüman değildir. Bir Amiş yada Mormon,  sıradan Hristiyan'dan daha Hristiyan değildir. Bir Hasidi yada Siyonist'te sıradan bir Yahudi'den daha Yahudi değildir. Tanımlamalarda Aristo mantığı geçerlidir. Yani bir şey ne ise odur, kendisi olmayan olamaz, hem kendisi, hem de kendisi olmayan olamaz. Dördüz bekleyen, sekiz aylık hamile kadın, bir çocuk bekleyen, bir aylık kadın daha hamile kadından daha hamile değildir. Siyasette de bu böyledir. Bir Faşist, bir merkez sağcıdan daha sağcı değildir. Bir Komünist 'de, bir Sosyal Demokrattan daha solcu değildir. Hatta radikal yaşamın sebebi,  inancındaki zaafları gizleme çabası da olabilir.  

İktidarda olmadığı yıllarda Htler, Koümnistlerin Nzi olmaya,   Sosyal Demokratlardan daha meyilli olduğunu söylemiştir partililerine. Çünkü adam olamadığı için radikal olanlar için çıkış, başka bir radikalliktedir. Radikallik ihtiyacı, aynı zamanda sivrilme ihtiyacıdır. Diğer bir sebepte, yapılacak hainliği gizleme çabasıdır. Sistem, muhalefete muhalefet etsin diye bunları el altından besler. Bir diğer konu da, sistemler,  kronik muhalefeti ile bir bütündür. En radikalleri ile mutlaka bütündür.

Referandumu boykot adı ile el altından yol veren, Gezi'de darbeyi gören, Kılıçdar olsa, şimdiye çoktan gömülmüştü. Şu son hayvan uyutma yasasında, hem iktidar, hem de muhalefet cephesi fire verdi. En çok fire veren muhalefet partisi (hem sayı, hem oran) bilin hangi partiydi? 

Öyleyse bu partinin ve yandaşlarının iktidarla işbirliğini neden göremiyoruz? Bir sebebi iktidar ile görünüşte kavgası, ödediği bedeller, kayyumlar falan. Diğeri de çok solcu dediğimiz partilerle işbirliği. Bir kitleyi, kendi yandaşları ile kandırabilirsin. Solcuları solculukla, dindarları Allahla, milliyetçileri ırkçılıkla, çevrecileri, çevrecilikle kandırabilirsin. Bu günkü orman ve doğa tahribatına sebep olan pek çok yasanın öncüsü Hayrettin Karaca ve Tema vakfıydı, unutmayalım.

https://onbinkitap.blogspot.com/2019/04/tema-ihaneti.html