31 Ağustos 2020 Pazartesi

KAHRAMAN TÜRK KADINI SAİDE

87-children-film-poster (1) - Jewish Film Festivals
Saide Arifova 13 Kasım 1916'da Kırım'ın Bağçasaray kentinde doğdu. Hayatı boyunca ciddi bir siyasi mevkisi olmadı, çok para kazanmadı.
Onu tarihe geçiren, Kırım'ın yaklaşık iki buçuk yıllık süren Nazi işgali sırasında yaptıklarıydı.
Holokost sırasında hayatını tehlikeye atarak 88 Yahudi’nin (Aşkenaz ve Kırımçak) hayatını kurtardı. Bağçasaray Anaokulunda müdür olan Saide, okuldaki çocukların etnik kimliklerini sakladı. Onu sorgulayan, Nazi askerlerinden çocuklar hakkındaki bilgileri saklayarak, onlara sahte belge ve raporlar temin etti, bu şekilde hayatlarını kurtardı
Naziler, karma evlilik yapmış Saliyev Ailesini, Yahudi olarak sınıflandırmak suretiyle katletmek istiyorlardı. Saide Öğretmeni, sorgu sırasında ailesini öldürmekle tehdit etmelerine rağmen, Saliyev Ailesinin tamamen Kırım Türk ailesi oldukları hususunda ifade verdi.
Saide Öğretmen, Yahudi komşusu, Volya Polyakova ve babası Mordehay Zengin’in Karay olduğu konusunda ifade verdi. Saide Öğretmen sayesinde savaş sırasında cephede olan Bay Schwartzman’ın eşi Saide Celilova ve kızları Maya hayatta kaldılar.
Cephede savaşan Moyşe Hovaylo’nun eşi ve küçük çocuğunu, Bağçasaray’a 20 kilometre uzaklıktaki Duvanköy’de sakladı.
Сәидә Арифова — Wikipedia1943 yılının ortalarında, Kırım Partizan Komutanlığı, Saide Arifova adlı bir Kırım Türkü öğretmenin, Yahudileri Nazilerden kurtardığını genel komutanlığa rapor etti. Yalta ormanlarında faaliyet gösteren Kırım Partizanları Güney Birliği Komiseri Mustafa Selimov, Saide Öğretmen’in yanına kendi adamlarından Maye Hurşudova’yı gönderdi.


Naziler çocukları canlı kalkan olarak kullandı

1943 yılının Eylül ayında, Kerçtaş’taki Hacı Muşkay Taş Ocaklarında, Kırımlı partizanların Nazilere karşı mücadeleyi kaybetmesi sonrasında, Naziler ele geçirilen partizanların çocuklarını bir araya topladı. 2 ile 15 yaş arasında 73 çocuk toplanmıştı. Çoğunlukla Yahudi olan çocuklar, Kerç şehrindeki yatılı okula yerleştirdi. Bu çocukları Naziler Kerç, Akyar (Sivastopol) deniz yolu hattında, savaş gemilerinin üzerine yerleştirerek, canlı kalkan olarak kullanıyorlardı.
88 BALANI FAŞİSTLERNİÑ ELİNDEN QURTARĞAN CESÜR QAHRAMAN 'SAYDE ARIFOVA' -  Kırım'ın Sesi GazetesiSovyet uçakları, Nazi savaş gemilerinin üzerindeki bu çocukları gördüklerinde, bu gemileri bombalayamıyordu. Bundan dolayı çocukların sağlık durumları çok kötüydü. Saide Öğretmen bu çocuklara yardımcı olmak için, Bağçasaray şehri sakinlerinden, gıda ve giyecek yardımı sağlamaya çalışıyordu. Herkes elinde ne varsa Saide Öğretmen’e yardımcı oluyordu. Bu sayede çocuklar yavaş yavaş iyileşmeye başlamışlardı.
Сәидә Арифова — WikipediaSaide Öğretmen bütün çocuklara, Kırım Türkçesi, Kırım Türk adet ve dualarını öğretmişti. Hepsine Kırım Türk isimleri vermişti. Ayrıca resmi evraklarını, Kırım Türkleri şeklinde düzenlemişti. Saide Öğretmen’e yardım eden Doktor Fayzullayeva, hasta çocukları ilaçsız bırakmıyordu. Bu şekilde çocuklar, Kırımlı yardım meleklerinin kanatları altında kendilerini toparladı. Saide Arifova sayesinde hepsi hayatta kaldı.
Çocuklar kurtarıldı
Bir gün Bağçasaray Nazi Komutanlığı, çocukların her an Almanya’ya sevkiyatı hususunda hazırlanması gerektiği bilgisini verdi. Bunun üzerine Bağçasaray Partizan Komutanlığı, Saide Öğretmen’e çocukların hayatlarının kesinlikle kurtarılması hususundaki emirini iletti. Doktor Fayzullayeva, çocukların tüberküloz, uyuz ve Nazi askerleri için sakıncalı görülen diğer hastalıklarının olduğu hususunda rapor verdi.
Bu belgeler Nazilere iletilince bulaşıcı hastalıklardan dolayı panik yaşayan Naziler, çocukların Almanya’ya sevkiyatını askıya aldı. Çocukların, Nazi Komutanlığından uzaklaştırılması kararı alındı. Saide Öğretmen’in savaştan önceki tanıdığı Belediye Başkanı Rifat Divanov aracılığıyla, Bağçasaray şehrinden 3 kilometre uzaklıktaki Salacık Kasabındaki, Kırımlı Türk Lideri İsmail Bey Mirza Gasprinskiy’nin eski evine yerleştirilmeleri teklif edildi. O vahşet dolu yıllarda, elindeki tüm imkânları ve bağlantıları kullanarak, dağlarda Nazilere karşı mukavemet gösteren partizanlardan temin ettiği inşaat malzemeleriyle, 23 Şubat 1944 tarihine kadar oğluyla beraber, çocukların sığındıkları evi tamir etti ve çocukları oraya yerleştirdi. Böylece çocukları Naziler ve Gestapodan uzaklaştırmayı başardı. 13 Nisan 1944’te Kırım Partizan Birlikleri, Bağçasaray ve nahiyelerini, Alman Nazilerden temizlemeyi başardı.

Seytablayev'in yeni filminin fragmanı yayınlandı | Kırım Haber Ajansı
Saide Öğretmen ve ailesine sürgün

Naziler geri çekilirlerken, çocukları da beraberlerinde Almanya’ya götürmeyi başaramadı. Bu olaylar sırasında Saide Öğretmen, Naziler tarafından tutuklanarak zindana atıldı. Ağır işkencelere maruz kaldı ama hiçbir şekilde çocukların kimlikleri konusunda bilgi vermedi.
Saide Arifova kendisiyle yapılan bir röportajda, “O sıralarda korkuyor muydunuz?” sorusuna, “Korkmak mı? Kemiklerim kırıktı, defalarca Gestapo’ya gittim. Pasaportuma güvenilmez mührü basılmıştı. Bağçasaray dışına çıkmam saklanmıştı. Hayır, artık korkmuyordum. Böyle zamanlarda insan korkmuyor” diye cevap verdi.
Trailer to the New World-Changing Ukrainian Film “Somebody Else's Prayer”  Is Out - Life in Ukraine. Live, @ first hand.
Naziler, Saide Öğretmen ve ailesini idam edecekti. Ancak onları mucizevi bir şekilde, Romen ordusu komutanlarından, Romanyalı Kırım Türkü din adamı İsmail Efendi Saliyev kurtardı.
Sovyet Rus hâkimiyeti tarafından, 18 Mayıs 1944’te Saide Öğretmen ve ailesi, tüm diğer Kırım Türkleri gibi vatan haini olarak ilan edildiler. Özbekistan’ın Semerkant bölgesine sürgün edildiler.
Ancak Kırım Türklerinin, Sovyet Rus hâkimiyeti sırasındaki sürgünü öncesinde, Saide Öğretmen, sakladığı Yahudi çocuklarının, Kırım Türk’ü olmadıkları konusunda NKVD görevlilerini bilgilendirdi ve belgelerini ibraz etti. Bu şekilde Sovyet hâkimiyeti tarafından tatbik edilen sürgün ve katliamdan Yahudi çocuklarını kurtardı.
Saide Öğretmen’in hayatlarını kurtardığı tüm Yahudiler, Saide Öğretmen ve ailesini, sürgünden kurtarmak için çeşitli resmi makamlara başvurdu. Maalesef bundan hiçbir sonuç elde edemediler.
Ukrainian Canadian Film Festival - Her Heart by Akhtem Seitablayev –  Canadian Premiere in Ottawa – October 30, 2018 | Facebook
Saide Öğretmen NKVD Ajanları tarafından, kamyonla sürgüne götürülürken, kamyonun peşinden koşan Yahudi çocukları, “Saide Annemizi bizi geri verin” diye feryat ederek ağlıyordu.
Perestroyka döneminde, Saide Öğretmen ve oğlu Mustafa Arifov, vatanları Ukrayna, Kırım’a geri döndüler.
Saide Bita (Büyükanne) 91 yaşında, 9 Ağustos 2007’de ebediyete intikal etti. Akmescit (Simferopol) şehrinde Acıkal (Çistinkoye) Müslüman kabristanında toprağa verildi.
Buraya kadar yazdıklarımı büyük ölçüde Türkiye Yahudilerinin gazetesi Şalom'dan aldım, hatta bire bir kopyalayıp, yapıştırdım.
Bu yazının birinci amacı, Saide Arifova'nın kahramanlığını anlatmaktı. Kendisi ile ilgili bilgileri Şalom benzeri Yahudi kaynaklardan veya Vikipedi gibi internet bilgi sitelerinden alabilirsiniz.
Kendisi ile ilgili olarak Ukraynalılar 87 Childiren diye film yapmış. Filmi bayağı uğraştıktan sonra Youtube'da izledim. Türkçe al tyazı olmadığı gibi, filmi yayımlayan Ukrayna televizyonunun tüm reklamları da duruyordu.
Filmde Saide pek az konuşuyor, neredeyse hiç konuşmuyordu ve bence fazla pasif gösterilmişti. (Biri hayrına Türkçe alt yazı eklese görüşlerim değişir belki)
Öte yandan Saide hanımın yaptıkları, başka bir yalanı ortaya çıkarıyor, Kırım Türklerinin sürgününe bahane olan Nazi işbirliği suçlaması.
Resim
Her toplumda hain bulunur ve işgalciler her toplumda işbirlikçilerini bulur. 
Muhtemelen Kırım Tatarları içinde de ciddi anlamda işbirlikçi vardı ama tüm toplumu bununla suçlamak ne kadar ciddi. Sadece ana okulu müdürü seviyesinde bir mevkisi olan Saide Arifova, Tatarların çoğunluğu iş birlikçi olsa bunu başarabilir miydi? Almanları çok önem verdiği Yahudi Holostundan (soy kurutma) bu kadar çok insanı kurtarması, Saide'nin çevresinden önemli bir destek aldığının ispatı olduğu gibi, Tatarların çoğunluğunun Nazilerin anti semitik politikalarına şiddetle karşı olduklarını da göstermektedir.
Almanlar gibi ciddi bir devlet örgütlenmesi olan bir işgalci güçten bu kadar insanı kurtarmak az yiğitlik değildir. Pek çok yörede tek Yahudi bile sağ kalmamıştır.
Demek ki azınlıklar hakkındaki dedikodu ve hakaretlere hemen inanmamalıyız. Zaten faşizm kara propaganda olmadan başlamaz.
Sovyetlerin de azınlıklara karşı faşizan uygulamaları çok oldu (en başta Bulgaristan Türklerine yapılanları hatırlayalım.)
Öte yandan Saide ve onun gibi insanlık kahramanlarını unutmayalım.

28 Ağustos 2020 Cuma

NİHAT GENÇ'İN EZEL DİZİSİ ÜZERİNE İDDİALARI 2




Okuru pek az olan blogumda en fazla okuna yazılardan biri de Nihat Genç'in Ezel dizisi ile yazdığım yazı. Hemen her gün illa bir iki kişi okuyor bu yazıyı.
Bunda dizinin halen süren popülaritesi kadar Fetö örgütünün komplo düzenleme ustalığı da etkili olmakta. Örgütün televizyon dizilerini halkı yönlendirmek için kullandığı da bir sır değil.
Dizilerin yayımlanırken ortaya atılan, halk bunu istiyor yalanını artık yutmamalıyız.  Kenan İmrizalıoğlu'nu ünlü yapan Deli Yürek dizisi bir buçuk yıl boyunca düşük reytingle yayımlandı. Ezel 'in ise ikinci sezonun başında reytingleri hızla düşmüştü. Sonra toparlanır olsa da, eski durumuna gelememişti.
Galiba diziyi en çok izleyenler ekşi sözlükçülerdi. Ben de o zamanlar sözlüğün bayağı sıkı okuyucusuydum. Hatta sözlükte dizi ile ilgili bir tüplü televizyon muhabbeti dönmüş, dizide de buna atıf yapılmıştı.
Diziden komplo teorisi  çıkarmamızın en temel sebebi olan sahneyi bir hatırlayalım:
Temmuz adına bir asker, İstanbul boğazında külotuna kadar soyundurulur, sonra vurulup, boğazı kesilerek denize atılır.
Simpsonlardan bile dehşet bir kehanet.
Bence Simpsonların kehanetinde Fox Compertion ve  onun haber ağındaki onaylanmamış  ve kayıt dışı (off the record) haberleri senaryolaştırdıklarını düşünüyorum.,
1-SENARYONUN ANA YAPISI
atatürk e benzeyen adamın ezel de oynaması - uludağ sözlük galeri
Film, dizi, roman ya da benzeri sanat ürünlerinde,  subliminal ya da gizli mesajlar, öyle geri planda haç, penis, orak çekiç veya ona benzer şeyler değildir, eserin bütünü, çoğu kez olmayan şeydir. Mesela Red Kid çizgi romanında hiç siyahi karakter olmaması, sadece konuşmayan uşaklar olarak görülmesi gibi.
Deli Yürek, Kurtlar Vadisi gibi diziler, mafya ve derin devleti sevimli gösterip, kanun dışı devlet infazlarını kahramanlık gibi gösterdi. Halkın bu tip devlet-mafya ilişkilerini normal görmesini sağladı.
Ezel dizisinde ise sürekli kumpas, dolap çevirme, iki yüzlülük ve dolap çevirme vardı. Kumpas demişken, dizi yayımlandıktan hemen sonra (yetmez ama döneminde yayımlandı dizi) bir dizi kumpas davası ile ordunun masum subaylarının ve pek çok Atatürkçünün haysiyeti çalınmıştı.
Dizide Dayı (Ramiz Karaeski), Ezel, Kenan Birkan, Tevfik hariç hiç bir karakterin safı belli değildir. Dizideki Dayı ile Kenan zaten birer kutup iken, diğerleri her az taraf değiştirmektedir.
Kenan'ın tetikçisi ve sağ kolu Temmuz bile, Kenan ve Cengiz arasında gelip, gitmektedir.
2-KARAKTERLERİN GARİP ADLARI
Fenomen Dizi Ezel'de FETÖ Mesajları mı Verildi - Haber
Dizideki karakterlerin adları da ilginç ve manidar. Bazıları sadece dizide. Mesela Temmuz, Sekiz ve Ocak. Temmuz'un manasını öğrendik. Bence Ocak, ocak ayı değil, başlangıç anlamında. Ocak, dizde Ramiz'in sağ kolu Tevfik'i öldürüyor.
Tevfik denilince sıradan Türk insanının aklına ilk gelen isim, şair ve eğitimci Tevfik Fikret'tir. Nurcuların aklına ise, Sair-i Nursi'nin katibi Tevfik Göksu'dur. Babasının görevi sebebi ile yirmi yıl Şam'da kaldığı için, Şamlı Hafız Tevfik diye anılır. Nur'un birinci katibi unvanı vardır. Yeni nesil, Çay Hause gibi youtubekanalların trol saldırısı ile yeni nesi Fetö'yle beraber, Nurculuktan da uzaklaşmakta.
Ramiz, rumuzla yada ima ile konuşan anlamına gelir ki bu hem Fettullah Gülen'in hem de Said-i Nursi'nin yaptığı iştir. Ramiz'in lakabı dayı'nın ilk akla gelen anlamı annenin erkek kardeşi demektir. Osmanlı'da bölge yöneticilerine de dayı denildiği olmuştur (Cezayir dayıları gibi). Öte yandan dayı kelimesinin kökeni Arapça DAİ'den gelir. Davet Eden demektir ve dine davet eden anlamına da gelir.  Kenan, Nuh'un babasına ve onun haber verdiği tufana inanmayan oğludur. Yani bir taraftan, dinden dönen, inkar eden anlamına gelir. Ezel, sonsuz geçmiş demektir ve İslam'da Allah'ın bir sıfatıdır. Bayraktar ise, bayrak tutmaktan öte, önder, öncü demektir. Eyşan ise, hecelendiği gibidir, ey  şan. Ezel'in gençliğindeki adı ise Ömer,  adaletliliğin ve masumiyetin simgesidir.
Diğer isimler üzerinde yorumlamaların zorlama olacağını inanıyorum, belki bu yaptıklarım da zorlama, hatta fazla zorlama yorum.
3-DİZİDEKİ BAZI GARİP OLAYLAR VE OLGULAR
Fenomen Dizi Ezel'de FETÖ Mesajları mı Verildi - Haber
Dizideki en garip olgu, daha önce de dediğim gibi kumpaslar ve çevrilen dolaplar. Daha ilginci dizideki kişiler kumpas  kurmaktan gurur duyması, bununla övünmesi, kumpasla mahvettikleri kişiler, bak ne güzel yaptım demesi.
Dizinin iki sezonunun birbirinden keskin çizgilerle ayrılması, ilk sezonun Ezel (Ömer)'in öyküsüne yönelikken, 2. sezonunun Ramiz Dayı odaklı olması, ilk sezonunun Monte Cristo Kontu'nun kopyası gibiyken, 2. sezonunun ciddi ciddi derin devleti konu alması
Ramiz dayının sevdiklerine yeğen, sevmediklerine kardeş demesi, kardeşliği bir düşmanlık olgusu olarak tarifi de ilginç. Bir de o kadar kin ve düşmanlıktan sonra bile Kenan Birkan'ın Ramiz'e abi demesi, düşmanlık anında bile saygı göstermesi.
Ramiz'in Sait-i Nursi gibi gençken de, yaşlıyken de bıyıklı ve sakalsız oluşu, Kenan Birkan'ın gençken bıyıklıyken, yaşlandığında Atatürk gibi bıyıklarını kesmesi; Ramiz'in Nursi ve Fetullah gibi bol, cübbemsi şeyler giyerken, Kenan'ın Atatürk gibi üzerine tam oturan takım elbiseler giymesi ve Atatürk gibi saçlarını  geriye taraması.
Kenan Birkan'ın devlet başkanı gibi tüm kamu kuruluşlarını isteğine göre yönetmesi, istediği gibi yönlendirmesi, o ve adamlarının (özellikle Temmuz'un) her yaptığının (Ezel intikamını alana kadar) her yaptığının yanına kar kalması. Bu özelliklerin özellikle 2. sezonda seyircilerin gözüne sokulması.
Kenan Birkan ve ülkenin zengin elitlerinin, kendi lüks dünyaları ve özel anlarını ara ara Eyşan'a sergilemesi sonra şairlerin şiirlerini, ressamların resimlerini yaptıkları özel mekanın gösterimi. İkinci sezon boyunca devlete ve orduya bir sürü kötü kavramın yüklenmesi
Çoğu ikinci sezonda ortaya çıkan tuhaf isimli ( ocak, sekiz, temmuz) kötü karakterlerin ordu kökenli olması, çocukluktan itibaren ordu tarafından yetiştirilmesi
Temmuz'un ölmeden az önce ortaya çıkan her şeyden ikişer tane edinme takıntısı
Ezel'in kendisine düşman kampta olduğu halde ikide bir yardım et Eyşan deyip, durması.
Aslen Ezel'in olan fakat Cengiz tarafından yetiştirilen oğlu Can'ın, kendini yetiştiren ve çok da ilgili olan Cengiz'i çabucak unutması, annesinin başka bir erkekle birlikte yaşamaya başlamasını çabucak kabullenmesi (bence dizinin an mantık dışı kısmı buydu).
Kenan'ın has adamı Kaya'nın önce yanlış anlama ile Kaya'dan kopması; sonra patronu ile barışmış iken  Dayı'nın ölümünün ardından tüm gün depresyona girmiş rolü yapan Ezel tarafından zehirlenerek öldürülmesi (Bana Akp'den ayrılıp, parti kuranları getirdi, bir zamanlar Erdoğan ile kabgalı iken, şimdilerde ortak olan Bahçeli'de akla gelebilir.) Sonra da hep Ezel'in galip gelmesi.
Dayı'nın dizinin finalinden çok önce ölümü, Tuncel Kurtiz'in yaşlılığı ve hastalığı ile açıklanmıştı. Haluk Bilginer sağ olduğu halde, finalden çok önce öldü. Tucel Kurtiz ölmeden az önce de Muhteşem Yüzyıl gibi ciddi bir dizide, ciddi bir tarihsel karakteri canlandırdı. Kenan Birkan'ın kendi odasında, kendi silahı ile intihar etmiş gibi gösterilmesi de (hele de Ezel'in önce bunu açıkça Kenan Birkan'a söylemesi.)
Dizi son bir kaç bölümde Ezel-Cengiz mücadelesi boyutuna iniyor ve filmin sonunda Dayı ve Kenan'ın düzeninden, mal varlığından iz bile kalmıyor.
Ezel'in kendini öldü gibi gösterip, oğlunun yıllar sonra kendisini  bulması ve Sızıntı dergisinin meşhur kapağına benzetilen kavuşma sahnesi de tartışmalı. Dayı, ölmeye bin sebebin olsa bile bunu yutma, yeni bir hayat kuracaksan bunu yut diyor. (Oysa final Kenan Birkan, Cengiz ve benzerlerinin öldürülmesi ve Ezel'in muhteşem zaferi ile bitebilirdi)
Gene Nihat Genç'in iddialarından yola çıkarak dizideki iki ilginç noktayı da hatırlayalım.
Ramiz, hapisten çıktıktan sonra, balık ekmek satıcısı ile sohbet ediyor. Satıcı dışarıda mıydın diye sorunca hayır içerideydim diyor (15 Temmuzda içeride olduğunu gördük)
Kenan Birkan Vurulma Sahnesi - YouTubeBir de Cengiz, Kenan'ın yanına geçtiğinde, ona kumarhanelerin yeniden açılacağını söylüyor. Otel kumarhaneleri açılmadı ama sokaklar ve internet kumarhanelerle doldu. Atlar artık haftada 2 gün değil, her gün koşuyor. Uganda, Paraguay gibi adını haritada bulamayacağınız ülkelerin icabında buz hokeyi gibi ne olduğunu bile bilmediğiniz karşılaşmaları için iddaa (iddia) oynayabiliyorsunuz ve bayide bilemeyeceğimiz çeşit oyun var.
SONUÇ YERİNE
Bu yazıyı yazma sebebim Temmuz'un ölüm sahnesi ve örgütün bu tür yönlendirmeleri çok kullanması. Bir de dizi yayımlandığı zaman, televizyonda biter bitmez youtube'da yayımlanıyordu. Bir şey bedavaysa, ürün sizsiniz sözü aklıma geldi.
 Zorlama olup, olmadığını da yakında anlarız.



20 Ağustos 2020 Perşembe

OSMANLICA HAKKINDA YANLIŞLAR VE GERÇEKLER

Bu harf devrimi ve Osmanlıca meselesi, sık sık kamuoyunun önüne geliyor. Ben üniversitede iki dönem ve iki kredi ve sadece matbu Osmanlıca öğrendim. Aslında kendimi  bu konuda konuşmaya çok da yetkili hissetmiyorum. Lakin Osmanlıca konusunu iyi bilenler, nedense bu konuları kamuoyuna ve gençlere anlatmıyor. Ben de kendi fikrimce bildiklerimi anlatacağım. Yanıldığım noktalar olabilir, birileri düzeltirse sevinirim.
1)Yanlış: 1400 yıl boyunca Türkler aynı yazıyı kullandı.
Doğru: Arap harfleri kullanılmakla beraber, aynı yazı 1400 sene boyunca kullanılmadı. Selçuklu devletinde resmi dil Farsça'ydı. Önceki dönemlerde de yazı dili olarak pek çok kez Arapça ve Farsça tercih edildi.
İspanya'nın Dersaadet Sefaretine yazılmış Osmanlıca belge | Nadir ...Türkçenin yazı dili olarak yerleşmesi, Karamanoğlu Mehmet beyin Türkçeyi resmi dil olarak ilan etmesiyle başladı. Osmanlılarda ise 50-80 yıllık dönemlerde yazı dili değişti. Arapça-Farsça kelimeler araya girdi ve bazıları bazı dönemlerde kullanılıp, unutuldu. Bazı dönemlerde de yazım kuralları büyük ölçüde değişti. Bu yüzden Osmanlıca öğrenme hiç bitmez gibi bir şeydir.

2.Yanlış: Bu nesle eski yazıyı öğretirsek ya da eski yazı ile okuma-yazma öğretirsek, herkes eski belgeleri, mezar taşlarını okuyabilir.
Doğru: Gerçekte Osmanlıda eğitim birliği ''Tevhit ve Tedrisat Birliği'' olmadığından, özellikle el yazısı ve kitabelerin yazımlarında bir standart yoktur. Muhtemelen pek çok kişinin, özellikle orduda çavuşluktan subaylara yükselenlerin yetersiz eğitimleri dolayısı ile pek çok kişi temel yazım kurallarını bile takmamış, mesela en basitinden sonrasında harf bitişmeyen elif, mim  gibi harflere, harf bitiştirmiştir.
Halit Rıfkı Atay, yedek subaylık için bir yazı sınavına girdiklerini ve medreselilerin çoğunun bu sınavı kaybettiğini anlatır. Zira ordunun aradığı 2. Meşrutiyet döneminde kısmen standartlaşmış matbaa Osmanlıcasıdır.
3.Yanlış: Osmanlıca bir harf-yazı diliydi
Doğru: Osmanlıca aslında bir resim-şekil yazı diliyidi.Osmanlıca'da Türkçe'de kullanılmayan peltek s gibi seslerin harfi olduğu gibi, Türkçenin sesli harflerine ait işaretler yoktur. Okudukça kelimleri tanıyor ve yazının gidişinden tanıyorsunuz. Azeri yazar Ahundof, bir oyununda buna örnek verir. Çocuk oldu ve çocuk öldü sözcüğü örneğin, aynı şekilde yazılır. Bu tip sorunları çözmenin de yolu yoktur.
4.Yanlış. Osmanlıca yazısı Arap harfleri ile Türkçe yazıdır.
İbrahim Müteferrika ve İlk Türk Matbaası - Şiraz DuvarıDoğru: En başta Osmanlıcada Fatih zamanı ve belki daha önceden Arapçaya özgü esre-örte-şedde gibi işaretler kullanılmamaya başlanmıştır. Meşrutiyetle beraber matbaa yaygınlaşınca, batı dillerinde kullanılan bazı noktalama işaretleri de yaygınlaşmıştır. Bu işaretlerde batılı anlamda uygulanmamış, virgül ve ünlem işareti, başka harflerle karışmasın diye ters basılmıştır.Arapça'nın orijinal on dokuz harfine İranlılar J harfini, Türkler de  gef, nef ve yef diye üç ayrı harf eklemiştir. Afganistalı bir arkadaş yef harfi hariç bu harflerin Afganistan'da da kullanıldığını söylemiştir.

5 Yanlış.Osmanlıda matbaa Lale devri ile başladı.
Murat CEVAHİR - Göktürk AlfabesiDoğru: İbrahim Müferrika ile başlayan matbaa çok az kitabı basabildi. Gerçek anlamda yazının matbaa ile basılması, Tanzimat dönemi ile başladı. Tanzimata kadar kitaplar genelde el yazması olarak üretiliyordu.
6.Yanlış: Osmanlıca veya Arap alfabesi ile Türkçe yazım denenmedi, hemen Latin harflerine geçildi: 2. Meşrutiyet ile Dünya savaşı arasında, harflerin Latince harfler gibi birleşmediği, Enveri yazı denen bir yazı çeşidi denendi. Pek çok şey denendi ama Arap harfleri Türkçenin sesleri için yetersiz kalıyordu.

7.Yanlış: Latin harflerinin başlangıcı 1928 yazı devrimdir.
Aslında Azerbaycan,  Türkiye'den önce Latin harflerine geçmişti, Rusların baskısı ile Kril alfabesine geçtiler. Rus egemenliği bitince tekrar Latin alfabesine geçtiler. Osmanlıda da tabelalarda, etiketlerde Latin alfabesi ile Türkçe yazma çabalarını görmek mümkündü.
8.Yanlış, İskilipli Atıf Efendi Latin harflerine karşı olduğu için asıldı..
Doğru: İskilipli Atıf'ın Latin harflerine karşı yazısı, harf devriminden öncedir ve hukuka göre bir insan, bir kanunun çıkışından önce çiğneyemez. (Nümberg mahkemelerinde İnsanlığa Karşı Suçlar tanımlaması yapılarak, bu suç istisna sayılmıştır.) Atatürk düşmanları bu durumu çok kullanmıştır. Oysa İskilipli Atıf, İngiliz Muhipler derneği üyesidir ve aslında Kurtuluş Savaşı aleyhine propagandası yüzünden asılmıştır.
9. Yanlış Göktürk veya Uygur harfleri denenmedi.
Japonya Meiji restorasyonu - yenilik/aydınlanma hareketleriDoğru: Uygur yazısı aslında Sogd yazısıdır. Komünist rejimlerin yıkılışının  ardından bu gün Moğolistan'da uygulanmaktadır. Batı, yani Oğuz Türkçesinin seslerine Arap alfabesi kadar yabancıdır. Göktürkçe üzerinden ize çok zaman geçmiş, bir kaç kitabe dışında elimizde veri kalmamıştır. Göktürkçe deki bazı sesler unutulmuş, Türkçeye de bazı yabancı sesler gelmiştir. En çok kullanılanı da Arapça kökenli Ş sesidir ki bu gün bile Ş harfi ile başlayan veya içinde Ş harfi geçen çoğu kelimenin orijinali Arapçadır.
10. Yanlış, Latin harflerinin avantajları yoktu.
Doğru: Gerçi bu avantajlar teknoloji ile gündemden düştü. Arapça matbaa yazısı için dokuz yüzden fazla klişe harf gerekirdi zira harflerin kelime başı, ortası, sonu ve tek başına halleri farklıdır. Latin harfleri ile Türkçe yazarken de doksan civarı klişe gerekliydi. O dönem için ciddi bir masraf kalemdidir.

11.Yanlış. Tek harf devrimi olmamız (Özellikle Japonlar örnek gösterilir.)
Doğru: Pek çok millet harf ve dil devrimi yapmıştır. Japonlar 1863'de beş bin kadar karakteri dillerinden atmış, batı dillerindeki sesleri alabilmek için yeni harfler icat etmiştir.
Türk harf devriminde ise harfler batıdan ve bazıları da değiştirilerek (Meşhur internette kullanılmayan noktalı ü, ö, ş. ve küçük i ) kullanılmış, yabancı dillerden ses alınmamasına özen gösterilmiştir. Falih Rıfkı Atay, Q harfinin Türkçeye girmemesini sağlaması ile övünmüştür.  Şahsi fikrimce yazık olmuştur. Q harfi Türkçede olsaydı Tatar Türkçesi, Azeri Türkçesi, Kürtçe ve bazı diller daha kolay anlaşılabilirdi. Vietnamlılar ise Doğu Asya'da Latin harflerini kullanan tek millet olarak kalmıştır.
Japonlar harf devrimini yaparken, en azından erkeklerin en az  %40' ı çok iyi okuma-yazma biliyordu. Türk yazı devrimi sırasında ise bu oran % 5 civarı idi. (Tarih kitaplarında yazan %10-13 rakamına sadece okuyanlar da dahildir)
Aslında pek çok millet tarihlerinde çeşitli dönemlerde yazı ve dil devrimi yapmıştır. Örneğin Reform hareketi aynı zamanda Almanya'da bir dil devrimi olmuş, Luther'in İncil  çevirisi ve Roma kilisesi ile yaptığı broşür savaşları, Almanlarda ortak dil ve harf kullanımını sağlamıştır. Örneğin Almancada cins isimlerin yazımına da büyük harfle başlanması Luther'in tanrını  yarattığı tüm isimlerin önemli olduğu ve büyük harfle başlaması düşüncesine dayanır. Modern Almanya kurulurken de, Gotik denen  ve Latin harflerinin bol kıvrımlı-süslü tipi denen yazılardan vazgeçilmiştir.
Osmanlı Arşivi'nde 95 milyon belge var - Son Dakika Haberler
12.Yanlış. Muhteşem Osmanlı arşivi:
Doğru. Osmanlı arşivi yüz binlerce belge barındırır ama bu belgelerin hepsi bir çeşit rastgele yığın halindedir. Çoğu belge de el yazısıdır ve kataloglanmamıştır.
13.Yanlış. Bir gece cahil kaldık.Osmanlıda zaten okuma-yazma asla %10'u bulmaması bir yana,  Osmanlı hiç bir zaman bir bilim ve sanat ülkesi olmadı. Koca Osmanlı imparatorluğunun bir tane bile matematikçisi, fizikçisi olmamıştır. (Bir Cahit Arf, Feza Görsev, Ali Kurşunoğlu, Erdal İnönü gibi bilim adamı yetiştirmemiştir) Son dönemlerinde Avrupa'ya eğitime gidenlerden bir kaç ciddi tıp bilgini çıkmıştır.
Osmanlı'nın bilime ilgisizliğinin en belirgin özelliği Mısır'da dört yüz yıl kalıp,  piramitler veya mumyalar ile ilgi tek belge bırakmaması, Fransızların üç sene kalıp Mısır hiyerografisini çözmeleridir.
Nazilerin önünden kaçıp, Türkiye'ye gelen bilim adamlarından Ernst von Hirsh, ilgin bir olay anlatır. 1908'de Almanlar İstanbul tıp üniversitesi kütüphanesine bir sandık kitap gönderir. Sandığı 1933 yılında Nazilerden kaçan Alman doktorlar açar. Osmanlının bilime ilgisizliği hastalığını Türkiye halen tam olarak üzerinden atamamıştır.
Öte yandan Osmanlının ebebiyata ilgisi de çok iyi değildir. Nefi gibi hicivciler katledilirken, Nedim gibi zevk ve sefa düşkünleri baş tacı edilmiş, Mesnevi ve Yunus Emre divanı uzun yıllar yasaklanmıştır.
Bir ara divan edebiyatına merak salmıştım. Gayet muhafazakar bir edebiyat öğretmeni arkadaşın, teyzesi defterdar olanın faytonu damda dolanır esprisini yapınca, bu merakımın ahmakça olduğuna karar verdim.
14.Yanlış. Eski yazıya dönülebilinir:
Osmanlıda okuma yazmayı bırakın, sadece okuyabilme noranı  bile %10'u geçmiyordu. Kadınlarda ise %1'in altıydı. Şimdi bütün toplumu dönüştürme güçlüğü bir yana, sesli harflere alışmış topluma tekrar nasıl sesli harflerin olmadığı bir yazıyı kabul ettirmek imkansızdır.
Bence Latin harflerine düşmanlığı  temel sebebi, okuma yazma oranlarındaki artıştır. Eğitim oranlarını gördükçe kendilerine afakanlar basanlar, kolay öğrenilen yazı sistemine düşman olmasıdır.
Gotik alfabesi Çıkartması Pixerstick • Pixers® - Haydi dünyanızı ...

19 Ağustos 2020 Çarşamba

KULLANIŞLI APTALLAR , UKALALAR VE GÖREVLER

Kullanışlı aptalların süren inadı – Coşkun Adalı
Felsefenin bir sürü tanımı vardır. Bir felsefe öğretmeni olarak ben, uzun yıllar sonunda felsefenin ukalalık olduğu sonucuna vardım.
Öyle lafı bölme, laf çakma gibisinden basit bir ukalalık değil. Ciddi ciddi kitap yazma, yazı yazma, iddiada bulunma anlamında ukalalık.
Modern anlamda Türklerde böyle bir filozof olarak Rıza Teyfik Bölükbaşı karşımıza çıkar. Yazılarını Filozof Rıza Teyfik diye imzalar. Arkasından alay edilir, eskiden Arnavut taklidi yapardı (O yıllarda bu yılların Laz taklidi ve fıkraları, Arnavutlar için yapılırmış), şimdi filozof taklidi yapıyor diye yazılar yazılır. Sevr antlaşmasını imzalayan heyette yer alması da, üstüne tuz biber olmuştur.
Sadece felsefe değil, her alanda başarısızlar ve başarısızlıklar, başarılardan daha fazladır. Başarılı insanların da başarıya giden yolu öyle düz bir çizgide ilerlememiştir. Sık sık başarısızlıklar yaşanmıştır.
Filozof olarak  çalışmalarınız matematik ile ifade edilip,  deney ve sistematik gözlemlerle ifade ederseniz de, adı bilim oluyor.
Ukalalık yapmak için de bazı kriterler lazımdır yoksa çok doğru şeyler anlatsanız bile sizi dinlemez ve okumazlar. Benim de başıma gelen bu oldu.
Tarihte de çok olmuştur. Mesela elektromanyetizma biliminin kurucusu Faraday, sonuçları matematikle anlatamayınca, teori Maxwell'e ait olmuş.
Belli durumlarda ise, iş başa düşer, kendiniz bir icat çıkarmak zorunda kalırsınız. İlk otomatik operatörü icat edende bir tesisatcıymış. Rakibi esnafın karısı santral operatörü olup, işleri kendi kocasına yönlendirince, mecbur kalmış.
Ben de böyle bir durumda icat değilse bile, kendi yapmamam gereken tehlikeli bir iş yaptım, baca temizledim. Hem de üç katlı bir apartmanın bacasında. Kışın ortasında soba yakamıyordum, kimlere gitmedim  bacayı temizletmeye. İstedikleri her parayı da vermeye hazırdım.
Sonuçta çatıya çıktım be bacayı temizledim. Temizliğin nasıl yapılacağını teorik olarak öğrenmiştim. Bütün baca havalandırması kadar ip ve ucuna demir bir ağırlık, tercihen terazi ağırlığı alacak, çatıya çıkacak ve bacadan sallayacaktım. Döküntüleri de havalandırma deliğinden toplayacaktım.
Ankara'da yıllarca ailemle kömür sobalı evlerde yaşadım, hiç ben ya da babam baca temizlemedik. Apartman halkı olarak yılda bir kere baca temizleme parası verirdik. O baca temizlediğim ilçeden ayrıldıktan sonra da sobalı evlerde oturdum ama hiç baca temizlemediğim gibi, baca temizleme parası da vermedim. Sadece arada bir şimdilerde galiba şirketi Fetöden dolayı kapatıldığı için üretilmediğini duyduğum bacasil kullandım.
Bu baca temizlemeyi uzun uzun anlatma sebebim,  uzmanlık alanı olmadığımız işleri yapma mecburiyetini anlatabilmektir.
Neyse ben işin nasıl yapıldığını anlatayım. En başta çatıda 2 tane baca görünse de o baca birbirinden ince tuğlalarla ayrılmış. Önce az bir ateş yakıp, o dilimlerden hangisi senin dairene ait, onu öğreniyorsun.
Sonra ucuna balyoz kafası ya da demir ağırlık eklediğiniz ipi sallayıp, bırakarak o kiremiti kırıp, temizliyorsunuz.  Sonra havalandırma deliğinden kiremit ve kurumu temizliyorsunuz.
Kiremiti temizlerken bir defa daha o dağ başındaki ilçeden ayrılmaya karar verdim. Zira kırılmış haliyle bile o bacadan içeri doğal olarak girmezdi.
Bazen ülkeniz içinde böyle üzerinize vazife olmayan şeyleri yapmanız gerekir, özellikle internet ortamlarında. Mesela kadın katilleri tutuklansın diye twitter tabelalarına, rt ile bile olsa destek olmak gibi.
2010 Yetmez ama sonrası olacakları, Kürt açılım ve çözüm süreçlerinin çökeceği bence baştan belliydi. Yetmez amaya (sözde) boykotla destek veren Selahaddin Demirtaş'ı da her zaman sistemin bir parçası olarak gördüm. Zaten kendisi Gezi'de darbeyi görmüştü. ( 15 Temmuzu görmemişti o ayrı )
Bence 2016 Nisan-Mayıs aylarında 15 Temmuz darbe girişiminin geleceği, davul-zurna ile belliydi.  İktidarın da bunu bildiği de belliydi bence. Altan kardeşler ve Nazlı Ilıcak'ın saldırganlığı bile tek başına delildi. Fetöcü tüm yayınlar da bir şekilde susturuluyordu. Çünkü halk darbelere propaganda yolu ile hazırlanır. Öte yandan milli eğitimde bile il-ilçe-bölge imamı gibi önemli konumdaki fetöcülerin hemen hepsi pasif görevlere gönderilmiş, çoğu yöneticilikten alınmıştı.
Ben darbeyi askeriyeden debilde, AKP içinden bekliyordum çünkü o 17 Aralık öncesinde AKP'li olup da hoca efendiyi (o zamanlar öyle deniliyordu) sevmeyen yoktu. (17-25 Aralık operasyonlarını da bu kadar erken beklemiyordum ama Hakan Fidan'ın Mit müsteşarlığına ve dershanelerin kapanmasına itiraz sürecinin ipleri koparacağı belliydi ama kimse bu kadar erken beklemiyordu.
2016'ın yaz aylarında Fetöcülerin büyük çapta bir darbe girişiminde alacakları belliydi. Olayın askeri yanını tahmin etmeme sebebini, 17-25  Aralıktan sonra okullara ve neredeyse her yere beleş gelen örgüt yayınlarını,  para verip almayı kendime zul olarak görmekle açıkladım. Oysa Zaman gazetesinin meşhur sirenli-bebekli reklamı bile darbeyi haber veriyordu.
Askeri darbe olsa bile önce AKP içi bir kalkışma olmalıydı zira tek parti iktidarına karşı isyanın bir meşruluğu olmalıydı.
Darbeden sonra bu blogu yazmaya karar verdim. Zira baktım doktora bir yana, yurt dışında  yaşamış, eğitim almış kişilerden ola ola kullanışlı aptal oluyor. Ben yabancı dil bilmeyen, taşra üniversitesinden mezun bir lise öğretmeni olarak, görevini yapmayanlara karşı üzerime görev edinmeye karar verdim.
Tıpkı baca temizlemediğim gibi.
Bu blogun çok okuru yok ama ben buraya yazarak görevimi yaptığımı düşünüyorum. Çok okunmayı isterim ama okunmama sorununu da göze aldım

16 Ağustos 2020 Pazar

GAZALİ'NİN OMUZUNDAN ATILAN TÜFEKLER


Şimdi sen  sahaflardan bulduğun kitaplara yazı yazıyorsun diyeceksiniz ama bazı kitapların hakikatten keşfedilmesi gerekiyor.
Bu kitap ise bir sahte kitap, üstelik ünlü bir din adamının, ünlü bir kitabının sahtesi.
Önce bu kitabın elime nasıl geçtiğinden bahsedeyim. Malumunuz kitap düşmanı bir iktidarımız var ve kendisi pek çok belde-köy kütüphanesini kapattı. O kapanan kütüphanelerden biri çalıştığım ilçedeydi. Personel kadrosu sebebi ile kapanan kütüphanenin kitapları, ilçe merkezindeki kütüphaneye taşındı. Devletin aldığı kitaplar, ilçe kütüphanesine katılırken, halkın kütüphaneye bağışladığı kitaplar da hurda kağıda gidecekti.
Bunu tesadüfen öğrendim. Önce kendim, sonra okuldaki öğrencilerimle beraber, mümkün olduğunca çok kitabı kurtardık. Önemli bir kısmını da okul kütüphanesine bağışladık.
 Lakin giden de gitti.
Kitabı neden bu şekilde edindiğimi anlatmamın sebebini, kitabın içeriğinden bahsedince anlayacaksınız.
Kitaplar çeşitli tarihlerde, çeşitli kişilerce kasaba kütüphanesine bağışlanmış. Galiba çoğunluğu öğretmen. Bir de bazı kurumlar, kitapları tüm kütüphanelerde olsun diye doğrudan kargo ile göndermiş.
IŞIK, Hüseyin Hilmi - TDV İslâm Ansiklopedisi
Sık sık da çeşitli sebeplerden tek tek ya da topluca kitap alan birisi olduğumdan, pek çok kitaba uzun süre sıra gelmedi. Aralarında İmam Gazali'nin bir kaç kitabı da vardı. (Ayrıca başka bir İmam Gazali kitabını da başka bir yerden bulup, okumuştum.)
Derken korona hastalığı, karantina süreci derken, yeni kitap almaktansa, bu kitapları okumaya karar verdim.
Sıra nihayet İmam Gazali'nin Hüccet-ül İslam adlı eserine geldi.
Bu arada not, tam da bu kitapları aldığım zaman bir yerde Gazali'nin lakabının Ulum-u Din olduğunu ve Sünni İslam'a göre peygamberden sonra en yetkin din otoritesi kabul edildiğini okumuştum.
Peygamberin ölümünden dört yüz yıl kadar sonra doğmuş bir kişiye böyle bir unvan verilmesi çok garibime gitti.
Son okuduğum Gazali'ye ait kitabın şok eden özelliği ise Hüccet-ül İslam olmaması,  hatta Gazali'ye ait bile olmaması.
Benim bir tezim vardır, özellikle Türkiye'de dini kitaplar çok satılır, az okunur. Bu kitap da onun delili gibi.
Kitap 1967 yılında, Salah Bilici Kitabevi tarafından, 1967'de İstanbul'da basılmış. Tercümeyi Işıkçılar tarikatının kurucusu, İhlas Holding Ceo'su Enver Ören'in kayınpederi Süleyman Hilmi Işık yapmış.
Kitabı kaydeden kütüphaneciye göre ( artık her kimse) yazarı da Süleyman Hilmi Işık (bence de öyle).
Kitap, arka iç sayfasında yapıştırılan ve muhtıra denen kağıda göre 1981'de bir kere ödünç alınmış. Kütüphaneye ne zaman bağışlanmış bilmiyorum ama benim elime 2013'de geçti. (Yüz civarı kitapla beraber)
Sorun kitabın Hüccet-ül İslam olmaması ve hatta Gazali ile alakasının olmaması.
İlk önce vapurda ve trende de kıbleye dikkat etmelidir sözleri kafamı karıştırdı. Hadi gemi kelimesini Türkçe'ye vapur diye çevirdi, Gazali zamanında tren mi vardı?
Sonra kitapta ilerledikçe, kitabın Gazali tarafından yazılmadığını, 20. yüz yılda, tahminen de 1960'lı yıllarda bir Türk tarafından yazıldığı çok belliydi. O yazan da muhtemelen Süleyman Hilmi Işık'dı.
Bir kere Gazali,  benim bildiğim Şafi'ydi, kitapta size Hanefiliğin kurallarını anlatacağım diyordu. Sonra Mevlana müzik ve raks etmezdi, bunlar sonradan uydrululmuş deyip, kendince Mevleviliği anlatıyor. Anlattığının Mevlevilikle alakası yok. Sonra bir yerde Vahabilik aleyhine bir şeyler yazıyor.
Sonra birbirini tutmayan bir sürü saçmalığı din adına anlatıyor. Sonra iki yerde Kimyayı Saadet'ten (Gazali'nin başka bir kitabı) alıntı yapacağım diye Gazali ile alakası olmayan şeyler yazıyor.
İhlas suresine kafayı takmış, her halde ezbere bildiği tek sure olmasından dolayı.
Peki bu kadar saçmalığı yazıp, İslamın ünlü aliminin adına yayımlayan Süleyman Hilmi Işık'a sen ne yapıyorsun diyen olmamış mı?
Aksine, aslında bir kimya mühendisi olan Süleyman Hilmi Işık, ışıkçılar diye bilinen tarikatı kurmuş ve etrafına pek çok mürit toplamış.
Ben de bir yandan daha önce okuduğum diğer Gazali kitapları da böyle miydi diye düşündüm. Ne kadarı gerçekten Gazali'ye, ne kadarı Gazali'nin omuzundan tüfek atışıydı.
İslam filozoflarından Meşailerin  (İbni Rüşt, Farabi, İbni Sina, El Kındi vs) kitapları piyasada bulunuyor. Az da olsa felsefe meraklıları için basılıyor.
Tasavvuf kitapları ile, din ve mezhep liderlerinin (Ebu Hanife, İmam Şafi, Bayezid-i Bistami, Abdülkadir Geylani vs) kitapları ya bulunmuyor ya da tarikatlar tarafından basılıyor.
Halkı din konusunda bilgilendirmek olan Diyanet İşleri başkanlığının koca bir yayınevi ve gene devasa matbaası var. Böyle kitapları kendisi basabilir veya hemen her ile yayılmış ilahiyat fakülteleri bunu yapabilir.
Öte yandan da asıl sorun, halkımızın kitap okumaması. İşin ilginç yanı, dini kitapları da satın alıyor ama okumuyor.
Ancak içine şüphe duymaya başladığında okuyor. Yoksa dinliyor. Zaten çoğu din kitabı (bu yazıda anlattığım da dahil) şeyhlerin konuşmalarının kağıda aktarılması.
Oysa baştan sona okuduğunuzda, Süleyman Hilmi Işık gibilerinin bir lise öğrencisi kadar dini bilgisi olmadığını görüyorsunuz. Oysa ortamda sohbeti dinlerken ağlamalar ve şeyhin yardakçılkarı yüzünden bambaşka bir psikolojiye kendinizi kaptırıyorsunuz.
Oysa altı bin yıldır insan öğrenmesinin temeli okumadır. Din konusunda da okuma yaygınlaşmalıdır. Dini kitapların orijinal kaynaklarından sorumlu akademisyenlerce ya da iyi Arapça bilenlerce çevirileri yapılmalıdır.
Kütüphane üzerine de not. Milli Kütüphaneden de yirmi bin civarı kitap kayıp.

12 Ağustos 2020 Çarşamba

DİN VE İKİ YÜZLÜLÜK




Bu iktidarın en azından bir sonu olduğu belli oldu dostlarım. İnsanların ölümlü  olacaklarını sık sık unutması gibi, iktidarlar da biteceklerini unuturlar.

Hayatın ve iktidarın diğer bir özelliği de bitişinin çoğu kez ani ve beklenmedik olması (en azından hayatın ve iktidarın sahibi tarafından)

Koronadan bir kaç ay önce makamından istifa eden müdürümüz, istifasından bir hafta öncesine kadar ben beş sene daha buradayım, ona göre vaziyet alın demişti. Gene okullar tatil olmadan bir kaç gün önce bir arkadaş, 26 yaşında gripten ölen akrabasından bahsetti.
İktidar ve hayat bittikten sonra soru, ne olarak anılacaksınız, nelerle anılacaksınız olmalıdır.
En kötü anılma, iki yüzlülükle anılma olacaktır.
Çok değil, on sene kadar geriye gidelim yavaş yavaş. Günter Grass'ın deyimi ile soğanı soyalım. Kendisinin anılarını yazdığı kitabın adı Soğanı Soyarken. Anıları tazelemek soğanı soymak gibi katlara inmek gibidir de ve daha alt katlara gittikçe insanı ağlatır.
Bu dönemde iki şeyin yalanları ortaya çıktı, serbest piyasa ekonomisinin ve siyasal islam.
Hani özelleştirilen fabrikalar daha da verimli çalışacaktı. Çoğunun yerinde koca koca apartman var. Fiyatlar düşmedi. Elektrik dağıtımı özelleşti ama biz Ankara'da oturup, Batman'da kaçak elektrik kullananların Dicle elektrik dağıtım şirketine zararını ödüyoruz.
Sonra Cemil İpekçi veya Madam Marika gibiler bile AKP'li iken çabucak bu homofobik ortam kuruldu.
Oysa reis hazretleri belediye başkanıyken gay partilere çelen gönderiyordu. Reis Kürtçe Kuran'ı meydanlarda elinde sallıyordu. Şimdi o kitabın yeni baskısı yok.
Aslına bu yazıda hükumetle uğraşmaktan daha önemli konulardan bahsedeceğim, bu sadece başlangıçtı çünkü politikacılar dürüstlükleri ile bilinen kimseler değil. Hatta ikiyi bırakın iki bin yüzlülükte politika için normal.
Asıl değinmek istediğim dinlerin de politika yapması, gücü ele geçirmek için yalan söylemesi.
Bunu benim gibi artık yaşlanmaya başlayanlar (ya da yaşlanmış olanlar) daha iyi anlarlar.
Ben de o kadar yıl zorunlu din dersi gördüm. Orta birden, lise sona kadar haftada bir saat din dersi gördüm. O zamanlar Müslümanlar olarak Allah ile kul arasına girilmeyeceği ile övünür, günah çıkaran, endülüjans satan papazlarla alay ederdik. İslamda Allah ile kul arasına kimse giremez sözünün söylenmediği din dersi olmazdı.
Şimdi ise birileri tövbe tutmak için otobüsle saatlerce ülkenin öbür ucunda bir köye, şeyhine gidiyor, tövbesinin kabul olması için. Cübbeli şeyhler aracı olacak, olmazsa sapıtırsın diyorlar.
Sonra uzun yıllar kızlar türbanı ile okula gitsin diye  mücadele verenler, kızlar okula gitmesin demeye başladı. Türbanlı caz piyanisti, muhafazakarlarca lince uğradı; kızcağıza destek çıkmak da, laiklik şövalyesi Fazıl Say'a düştü.
Doksanlara İslam ve eşitlik, emeğin karşının kurumadan verilmesi, hak yememe ne kadar çok konuşulurdu; şimdilerde Müslümanlar mültecileri ucuz ve sigortasız çalıştırma peşinde.
Dinin bu yapısı, dinin iktidarı ile daha net görünse de, çok yeni bir durum değil.
Gazali ve şimdi adını hatırlamadığım bir din adamı, Kuran ayetlerinin anlamını  barış zamanı ayrı, savaş zamanı ayrı olduğunu söylemişlerdi. Sonra bu görüşü, Zeki Velidi Togan'ın anılarında da okudum. (Kendisi bir ara Şamanist olmuş diyorlar ama anılarını yazdığı zamanlarda basbayağı Müslümanmış.)
Gene eskiden Müslümanlar yeşili sever, ağaç dikerdi; şimdilerde orman yakıp, bina yapıyorlar. Sokak hayvanlarını zehirliyorlar.
O zamanlar da çok da iyi değildiler. Sivas katliamı falan halen akıldaydı, üstelik bununla övünüyorlardı zira Aziz Nesin diye bahaneleri vardı.
Gene de Alevi ya da başka dinden olmayanlara gösterecek sempatik bir yüzleri bulunurdu. Şimdilerde sempatik yüzleri de kalmadı, sadece öfkeleri, hiddetleri ve para hırsları var.
Galata Kulesi'nde 'restorasyon' tahribatı

4 Ağustos 2020 Salı

Z DEĞİL 15 TEMMUZ KUŞAĞI




Bu dislike ile gündeme gelen Z kuşağı olgusunu, bir öğretmen olarak kendim yorumlamak istedim. Özellikle okullarda son dört yıldır gördüklerim ve özellikle yarıda kesilen bu eğitim-öğretim yılında gördüklerim üzerine de yorum yapmak istedim.
Bu sene öğretmen olarak, sadece mart ayına kadar bile bayağı şaşırtıcı oldu.
Beni Ateist diye CİMER'e şikayet eden veliler, müdürlükten şaşırtıcı bir istekte bulundu. Din derslerinde konu işlenmemesi, evet bunu istediler. Okulun iki din öğretmeni çok sinirliydi.
Bunun sebebini ilk önce ailelerin küçük burjuva diyeceğimiz varlıklı aileler olmasına bağladım. Varlıklı insanlar dini anlatmayı, fakirler de dinlemeyi sever. 
Diğer yandan ben bu okula gelene kadar hep fakir mahallelerde öğretmenlik yapmamıştım. Daha önce çalıştığım bir iki okulun veli profili, şu anki okulumdan daha iyiydi.
Ardından müdür yardımcılarımızdan biri, başka bir okula geçici görevle gidince, onun 9. sınıflara girdiği dersleri de ben aldım. Bir zaman sonra 15 temmuzdan beri gençlikteki değişimin daha da görülür olduğunu gördüm.
Müdür yardımcım gidene kadar lise üç ve ikilere giriyordum. Lise üç ve ikiler arasındaki fark hafif de olsa hissedilir düzeydeydi ama üçler ile birler arasındaki fark anlamlandırılabilir (dramatik) durumdaydı.
Bu fark aslında önce yavaş yavaş, sonra birden oldu, daha doğrusu oluyor.
Bence her şey 15 temmuzdan sonra başladı. Zaten internetten yayılan dinsizlik (deizm-ateizm), 15 temmudan bir kaç ay sonra birden artmaya başladı.
15 temmuz olduğunda başka bir okula atanmıştım.15 temmuzdan sonraki ilk bir kaç ay ilçede Fetö'nün yerini Menzil almış gibiydi. İlçeye kocaman bir külliye yapmışlar, ilçede cuma namazı en fazla orada kılınmaktaydı.
15 Temmuz sonrasında toplumda ilk fark edilen değişiklik, türbanlı kadın sayısında ani azalma oldu. Bunun görünürde iki nedeni vardı. İlki pek çok aile ve kadın, olağan üstü hal döneminde kanun hükmünde kararnamelerle pek çok kişi işinden olurken, kendinin Fetöcü olmadığını ispatlama çabasıydı.
Z kuşağı kimdir, hangi yaşlar oluşturuyor? Z kuşağı özellikleri ve ...
İkincisi ise ailelerin üzerinde tarikat baskısının kalkmasıydı. Doksanlarda tarikatlara yağ çeken sosyologların taktığı isimle mahalle baskısının kalkmasıydı.
Muhalefetin dillendirdiği, iktidarın inkar ettiği sebep ise, diğer tarikatlara da operasyon yapılacağıydı.
Bazılarına doğrudan operasyon yapıldı ve dağıtıldı.
Doğrudan operasyonla dağıtılanlar malum Fetö ve Fetö'ün istetme lastiği (z kuşağının deyimi ile yan çarı) Alpaslan Kuytul, zaten muhalif olan Haydar Baş ve Adnan Oktar.
Diğer bazılarına da dolaylı operasyon yapıldı. İsmail Ağa'nın Beykoz'da orman içine yapmak istediği külliyenin bir kısmı, gayet olaylı şekilde yıkıldı. İmail Ağa'ya fazla olmayın mesajı verildi. Geçen yılda Süleymancılara ait bir yurt, gece vakti gürültüyle ve polis eşliğinde bir baskınla boşaltılıp, yıkıldı. Süleymancılık azalarak bitmeye bırakıldı. Aladağ yangını ile yitirilmeyen itibar, bu baskınla yitirildi. Önceden evine iki atım ötede olan çocuklar eve masrafı azalsın diye yurda bırakılan çocuklar, yurtta kalmaktansa iki otobüs değiştirir oldular.
Son operasyon ise, Sözler Köşkü ve Çayhause gibi bir kaç kanala Twitter ve sosyal medya üzerinden yapıldı. Bu grupların Zaman gazetesi kökenli oldukları ezelinden beri biliniyordu zaten.
Bence şu an için devlete yerleşmeye çalışan Menzil ve İsmailağa tarikatları, Said-i Nursi'yi silmek istiyorlar.
Biz konuya geri dönelim. 15 Temmuz sonrasında çalıştığım ilçede Menzil, Fetöcülerin yerini almış gibiydi. Ancak daha sonra, sanki halın ilgisi azalıyor gibiydi. O sene yazın, Menzilcilerin kermesine gittim, benden başka müşteri yoktu. Bunu daha önce 17-25'den sonra Fetöcü kermeslerde görmüştüm, devletle ilişkisi iyi olan tarikat kermeslerinin durumu iyiydi oysa.
Kermes deyip, geçmeyin. Tarikat için sadece bir gelir kapısı değildir. Tarikat üyeleri arasında bir dayanışma,  tarikatında dış dünyaya karşı reklamıdır. Uzun süredir tarikatlar pek kermes yapmıyor.
Ayrıca  o ile AKP' nin Ankara'da en çok oy kaybettiği ilçelerden biri oldu.
Sadece bu kadar değil. Bir sene dolmadan, özellikle gençlerin gittiği mekanlarda Atatürk resimleri görülmeye başlandı. Eskiden Zaman, Akit, Türkiye gibi gazeteleri gözümüze sokan esnaf, şimdi duvardaki Atatürk resimlerini gözümüze sokmaya başladı.
2017-18 eğitim öğretim yılında ikinci dönem tayinim Ankara'nın merkezinde, şu anda çalıştığım fen lisesine çıktı.
Bu okulda da 2 çalışabildim çünkü mart ayında birden korona baş gösterdi.
Bu iki yılda, özellikle bu sene,  gençliğin değişiminin hızını daha net görebildim. Bir kaç yıl önce kazara iktidar aleyhine konuşmaktan çekinirken (çünkü bayağı ateşli taraftarları vardı), bu sene lehinde de konuşmamaya dikkat ettiğimi anladım.
Değişen sadece gençler değildi. Velileri de Din dersleri işlenmesi diye söylenmeye başladı. Halk da bu sürekli gerilim, kutuplaşma bir yana, tarikatlardan ve tarikatların konumunu takip etmekten bıktı.
Tarikatlar da, Mason locaları gibi zenginler arası dayanışma kurumlarına dönüştü. Özel hastanelerin çoğu tarikatların elinde ama çok azında türbanlı sağlık personeli görebilirsin. Cumhuriyet, Birgün ve Sözcü gibi gazetelere çarşaf çarşaf reklam veren, bol Atatürk resimli afiş bastıran okullar da tarikatların yönetiminde.
Tarikatların ise tek beklentisi para kazanmak ve devlet kadrolarını parsellemek.
Devlet giderek din merkezli olurken, halk, özellikle gençler dinden uzaklaşıyor. Cumhurbaşkanı da önüne düşen raporların gerçekliğini, dislike ile görmüş olmalı. Sosyal medya sansür yasası ve Ayasofya'nın ibadete açılması da bunları gösteriyor.
AKP,  seksenler sonu, doksanlar başında daha Refah partisi zamanında kendisini iktidara getiren süreci bu sefer tersinden yaşıyor.
Aslında bu başlığa yazmak istediğim çok daha fazla şey var ama şu anda bile yazı fazlası ile uzun. Türk toplumu din ile kandırılmaktan, gerilmekten yoruldu.
Gerçek şu ki Fetö, Türk toplumuna fazlası ile nüfuz etmiş bir örgüttü. Onunla ilişkiniz olmaması için benim gibi  Alevi, Atatürkçü bir ailede yetişseniz bile çok zordu. Ben hiç örgütün yurtlarında kalmadım, okullarında okumadım,  (çocuğum yok) bu okullarda okuyan bir yakınım da olmadı. Bankasya veya benzer kuruluşlar işim de olmadı.
Şimdi herkes, darbeden dört yıl sonra bile diken üzerinde. Bankasya'dan kredi çekip, villa alanlar hükumetin baş tacı, bir kere havale yapmış olanlar işinden olmuş durumda.
Ne zaman Sözcü gazetesi ve Odatv.com'dan Soner Yalçın, iktidarı Fetö ile işbirliği ile suçlasa, ardından bir Gayvubet evleri  ve asker-polis-adliye operasyonu yapılıyor.
Bu okula ilk geldiğimde bir kaç öğrenci ile Meşai-Gazali tartışması yapmıştım. Cübbeli hayranı ve Gazali taraftarıydılar. Yalnız çocukların her tarafında Atatürk imzası, resmi falan vardı.
Gençlerdeki Atatürklü tişörtler, sosyal medya profilindeki Atatürk resimleri biraz da bizi özel hayatımızda rahat bırakın anlamına geliyor.
Ayasofya'nın ibadete açılması, diyanet işleri başkanının kılıçlı şovu, ekonomik çöküş durmayacak ve gençlere gelecek sunmayacaklarsa gelecekte Türkiye; cem evlerine gidenlerin, camilere gidenlerden çok olacağı, hac kotalarının dolmayacağı bir ülke haline gelebilir.
İktidarın korkusu ikici bir GEZİ isyanı. Gezi'ye katılan gençlerin tamamına yakını solcu ailelerin çocuklarıydı. Tutuklananların yarısı Alevi, üçte biri Tuncelili, ölen altı kişi de erkek ve Aleviydi.
Peki iktidar, bizzat kendi ellerinde büyüttüğü gençliğin kendisine dönme tehlikesine hazır mı?

1 Ağustos 2020 Cumartesi

ADALET AĞAOĞLU VE AFFETMEME ÖZGÜRLÜĞÜMÜZ

Taksim'de \"Yetmez ama Evet\" yürüyüşü! Onbinler katıldı ...
Bilim adamları, filozoflar, sporcular ve sanatçılar pek çok kez alanlarındaki yetenekleri kadar ahlaklı değiller. Tarih, bunların örnekleri ile doludur ama ben konuya giriş olarak bir kaç tanesini yazayım.
En basitinden Hakan Şükür'de kötü futbolcu diyebilir miyiz? Heisenberg kimyada Heidigger'de felsefede çok iyiydi. Bunlar onları masum yapmadı.
Sonra pişman oldular ama pişmanlıklarının sebebi neydi? 15 Temmuz başarılı olsaydı Hakan Şükür, Naziler devrilmeseydi Heisenberg, Heidigger ve hatta Norveç'in haini Knut Hamsun pişman olacak mıydı?
Peki şu anki iktidarımız yetmez ama evet güruhunu 13 eylülde referandum sonuçları belli olur olmaz kapının önüne koymasaydı, İran'da mollaların TUDEH'in bazı birimlerine yaptığı gibi makam ve istikbal verseydi pişman olacaklar mıydı?
Muhafazakar homoseksüel modacımız Cemil İpekçi ne kadar ateşli bir iktidar yanlısıydı ve iktidar da onu ne kadar çok seviyordu, hatırlar mısınız? Hani üzerindeki İstikbal Göklerdedir yazısı kaldırıldıktan sonra Türk Hava Yolları hosteslerinin üniformaları, İstanbul simitçilerinin kıyafetlerini falan tasarlamıştı. O tasarlanan kıyafetleri giymeyi bırak, hatırlayan var mı? Cemil İpekçi'yi geçtim,  eski İngilizce öğretmeni, trans sokak şarkıcısı Madam Marika'da bir ara ateşli AKP'liydi.
Adalet hanımı bu inan enayliler yığınına katıldığı (bu kelimeyi kendisi başta olmak üzere,  T24'e doluşmuş tüm yetmez amacılar kullanıyor) için affetmeli miyiz?
Önce bir 2010 yılını hatırlayalım. AKP medyanın çoğunu ele geçirmişti ve yavaş yavaş o cicim ayları bitiyordu. Hatırlarsanız hayvanat bahçesi müdürü TÜBİTAK'a müdür yapılmış, kurumun Darvin'in 100. doğum gününü konu edinen dergisi toplatılmıştı.
O zamanlar kırk yıllık komünistlerin, komünizmle mücadele derneği kurmuş Fettullah Gülen ile birlik olmasına ne demeli? Üstelik Gülen, mezardan ölüleri kaldırın, onlara bile oy verdirin demişti Dincilerin yıllarca Müslümanlar öldürmesin diye Demirel'e oy verdik, yoksa Erbakan'a  oy verirdik demelerini de mi duymadılar.
Hadi bütün bunlara rağmen enayilik ettiler, ya gene o günlerde yetmez amacıların koro halinde Atatürkçülüğe hakaret etmesi ve Atatürkçülükte bulamadıkları özgürlüğü sağcılarda aramaları nedir?
Aziz Nesin, Türkan Saylan, Uğur Mumcu, Kamer  Genç ve daha nice aydınların uyarılarını da mı duymadılar.
İran'da komünist Tudeh Partisi'nin son kurucu üyesi vefat etti | NTV
Yetmez amacıların bazılarını, özellikle de Adalet Ağaoğlu'nu ama o  (onlar)12 Mart ve 12  Eylül'e direndi diye savunanlar var. 27 Mayıs hariç askeri diktalar saf devlet kudreti idi. Hele 12 Eylül, itirafçıları bile kendi yanına çekmeye kalkmadı, onların gönlünü kazanmayı denemedi. Emel Sayın, Nazlı Ilıcak ve Hülya Koçyiğit gibi açıktan yardakçıları vardı. Koçyiğit ha bire TRT dizilerinde oynuyor, haftada en az bir tane Emel Sayın konseri oluyordu. Gene de Kenan Evren'in bu kişileri öven sözlerine denk gelinmiyordu.
Oysa Erdoğan, yetmez amacıları övgüye boğuyor, Abdullah Gül, Çankaya köşkünde misafir ediyordu.
Demir fiziksel şiddete dayanır ama kolay paslanır. Onlar da övgüye aldanmışlardır.
Onları başkaları, toplumun çoğunluğu ve benden başka herkes affedebilir. Benim ise o ve onun gibileri affetmemek için sonsuz sebebim var.
Yıllardır bir devlet memuru olarak  %2+2  ;4+4 gibi zamlarla geçinmeye çalışıyorum. Bir Alevi olarak, her geçen gün daha da küstahlaşan faşistlerle (özellikle sosyal medyada), devlet kadrolarını parsellemiş tarikatlarla uğraşıyorum.
O ise yetmişinden sonra bolca okur kaybetmekle beraber, zaten Nallıhan'ın hali hazırda varlıklı ailesi ve varlıklı kocası ve mirası sayesinde düşen okur miktarına rağmen maddi sorun olmadan yaşadı. Kimse yüzüne karşı kolay kolay bir şey demedi.
Ben de o ve onun gibi yandaşları kalbimden ve yüreğimden sildim. Böyle kişileri, okumayacağım, dinlemeyeceğim, izlemeyeceğim gibi, tavsiye de etmeyeceğim. Ateş olsan, cürmün kadar yer yakarsın diyeceksiniz bana ama o da benim kararım.