29 Eylül 2020 Salı

REŞAT NURİ GÜNTEKİN'İN DEHASI



 Reşat Nuri Güntekin, Türk Edebiyatının hem şanslı, hem de şanssız yazarıdır. Şanslıdır çünkü çok okunmuş, sinemaya, tiyatroya, televizyon dizisi gibi popüler görsel sanatlara çok uyarlanmış, okullarda tavsiye edilmiştir.

Şanssızdır çünkü genelde lise öğrencisi iken okunur daha sona pek ele alınmaz. Edebiyat otoriteleri Güntekin'i incelemeye değer bulmaz. Pek çok kişi için de edebiyat zevki Reşat Nuri Güntekin'de kalmış diye küçümser tabir kullanılır. Onun eserlerindeki derinlik anlaşılmaz.

Bunun bir sebebi de Güntekin'in, Milli Edebiyat (Türkçü) akımına hayatının sonuna kadar bağlı kalıp, o yıllarda yeni okuma-yazma öğrenen halkı bilgilendirme ve edebiyattan ürkütmeme adına yazım tarzını basit tutmasıdır. Uzun tasvirlerden, aforizmalardan, öğütlerden sakınmış (Aslına burada milli edebiyattan ortak bir tavır yoktur. Bazı yazarlar uzun uzun öğüt, akıl verirken, bazıları da Güntekin gibi okurun olaydan sonuç çıkarmasını ister), kısa cümleler kurmuştur.

Eserlerinin çoğunu okudum ama itiraf edeyim hepsini değil. Bu yazıyı yazdığıma göre bundan sonra elime geçtikçe okumam gerekir.

Güntekin'in dehası, amacına en uygun eserleri vermesidir. Eserlerinde iki hedef vardır. İlki toplumdaki çarpıklıkları anlatma, sonra da çözüm yollarını göstermek. Bunu anlamak için en önemli üç eseri (Çalıkuşu, Acımak, Yaprak Dökümü)

Çalıkuşu ya da Feride, çağından altmış, yetmiş yıl sonrası için bile çok gözü kara bir kadındır. Kendisini aldatan nişanlısı ile evlenmemek için evi terk eder ve bir İstanbul hanım efendisi için hiç değeri olmayan diplomasına sığınarak Anadolu'ya gider. Oysa romanın ilk yayımından (1922) elli sene sonra bile ufak tefek kaçamaklardan dolayı kadın, kocasından ayrılmaz, yuvasını yıkmazdı. Seksenlerde bile bu böyleydi. Doksanlarda ekonomik krizlerle beraber boşanmalar patlama yapıp, her aileden boşanmış birileri olmaya başlayınca, kadınlar aldatılmalara tahammül edemez oldu.

Nişanlısından kaçan Feride, Anadolu'ya, Bursa'ya gider. (Güntekin sadece B. ve Ç der açıkça yazmış olmamak için. Ancak bazı basit tasvirler bile bize gerçeği anlatır) O dönemde bir İstanbul kadını için, hele de yanında erkek olmadan gideceği en uzak yer Bursa'dır. Orada şehir merkezinde Anadolu gerçeği ile karşılaşır. Şehir merkezinde güzel bir okula tayini çıkmıştır. Ancak bir rakibi vardır ve onu yolun ortasında tüm çirkefliği ile rezil eder. İhtiyar bir adam da vazgeçmesini öğütler ve mecburen vazgeçerek, tayinin bir köye aldırır.

Bu Anadolu'nun kumpas kurma, dolap çevirme ve iki yüzlülük gibi özellikleri ile ilk tanışmasıdır. Aslında kadının illa Bursa'da yaşaması gerekmemektedir ve o tiyatalitro için çok hazırlık yapılmıştır. Öğüt veren ihtiyar bile önceden ayarlanmıştır.

Köyde bir anda İstanbul'la alakası olmayan ilkellik ve vahşilikle karşılaşır. Çocuklar bile cenaze oyunu oynamaktadır. Sonra Egenin batısını, Marmara'nın güneyini dolaşır, pek çok şey yaşar. Sırf Fransızca bildiği için bir okula atanır, müdür Fransızca bildiğini tesadüfen öğrenir. Oysa yabancı dil doksanlarda bile üniversite bitirmeye eşdeğerdi. 

Gittiği yerlerde ise olağan üstü bir ilgi ile karşılanır. Müdür, makyajını silmesini iste, Çanakkaleliler gülbeşeker diye ona lakap takar. Ona bu ilginin sebebinin güzelliği olduğunu söylerler, oysa sebebi kimsesiz, daha doğrusu erkeksiz bir kadın olmasıdır. Zamparalar tuzağa düşürmek için çırpınmaktadır. Derken biri kısmen de olsa başarır. Aile ziyareti, Feride'nin rezilliği ile son bulmuştur, zampara Feride  ile yatmasa da, yatmış kadar olmuştur. Onu bu durumdan, yaşlanmaktan erkekliğini bile unutmuş babacan bir ihtiyarla evlenerek kurtulur.

Bu sürede Güntekin, başka kadınların yaşadıklarından da kadının halini ortaya koyar. Bir tanesi onca talibi varken kılıçlı zabite (subay) varacağım diye taliplerini tepmiş, zabitte onu çocukları ile yüz üstü bırakıp, gitmiştir. Bir kadın,  zamparanın birinin vaadine uymuş, bir çocukla ortada kalmıştır, Feride o çocuğu evlat edinmiştir, o evlat ölünce, Feride evlat acısını da yaşar.

Romanın sonunda, hemen her Reşat Nuri öyküsünde olduğu gibi yanlış anlama vardır ve nişanlısı masumdur. Kendisi yıllarca eğitim müfettişliği yapan Reşat Nuri, muhtemelen iftiraya uğrayan çok kişinin soruşturmasını yapmıştır. Roman ve hikayelerindeki kişiler çoğunlukla ya babası gibi doktor, ya da kendisi gibi öğretmendir.

Acımak romanının kahramanı da öğretmendir ve bu roman da, Çalıkuşu gibi günlük halinde yazılmıştır. Yıllar sonra babasının günlüğünü okur ve babasının aslında hiç de annesinin anlattığı gibi olmadığını anlar. Çalıkuşu hep bir öğretmenlik, idealize öğretmen romanı olarak okunmuştur, oysa derinde bir kadın-erkek eşitsizliğinin irdelenmesidir. Çalıkuşu olaya kadın tarafından bakarken, Acımak, erkek tarafından bakar. Roman kahramanı baba da, Çalıkuşu kimsesizdir. Yalnız Çalıkuşu kimsesizliği gurur sebebi ile kendisi seçmişken, baba doğuştan kimsesiz, sıradan bir evrak memurudur (Sonra kızı öğretmen, hatta müdür olacaktır.) Burada erkek egemen topluma mağdur olan erkektir. Ölen mesai arkadaşının kızı ile tanışır. Romanı uzun uzun anlatmayayım, anne kız zavallıyı hem mağdur, hem de perişan ederler. O ise son bir gayretle kızını, annesinin yolundan gitmesin diye yatılı okula gönderip, öğretmen yapar. Erkek egemen gibi görünen sistemin, iyi niyetli ve kimsesiz olunca, bir erkeği bile nasıl ezdiğini gösterir romanında Reşat Nuri.

Yaprak Dökümünde ise, değişen kültüre ayak uyduramayan karı kocanın sistemde ezilişini gösterir. Küçük memur ailesinin sınıf atlama hevesi ile maceralara atılarak çürüyüşünü ve çöküşünü okuruz.

Bu üç şaheser Güntekin'in dehasını anlamak için sadece bir başlangıçtır. Harabelerin Çiçeğinde örneğin. Küçük yaşta yüzü yanmış, tanınmayacak hale gelmiş bir insanın hayatını anlatırken, şu tespiti toplumun yüzüne vurur. ''İş istediğimde kimse iş vermiyordu ama istemediğim halde hemen herkes cebime üç  beş kuruş sıkıştırıyordu'' Roman, yüzü yandıktan sonra ailenizin bile size nasıl adım adım düşman olduğunu, adım adım nasıl yalnız kaldığınızı anlatır. Dudaktan kalbe romanında ise zengin sınıfın zevkleri için çevresini nasıl acımasızca sömürdüğünü görürüz. Bütün o zengin erkek, fakir kız masallarının yalanını, gene böyle bir masalı bize anlatarak gösterir. Balıkesir Muhasebecisi adlı oyunu ise bence gözden kaçmış bir şaheserdir. Ahlakta iki yüzlülüğü gözler önüne serer.

Burada okuduğum tüm Reşat Nuri eserlerinin özetini verecek değilim. Kendisi Anadolu gericiliğinin modern yaşamdan daha fazla özgürlüğe düşmanlığını, iki yüzlülüğünü çok güzel anlatır. Şeyhlere kanaat önderi, gerici şiddete mahalle baskısı diyen yetmez amacı güruhun kafasına Reşat Nuri kitaplarını zorla okutmak ya da kafalarına çalmayı çok istedim. Yeni nesle Reşat Nuri kitaplarını tanıtmalıyız.



25 Eylül 2020 Cuma

DOĞU PERİNÇEK KİMDİR?




 En başta söylemeliyim ki, aktif bir siyasetçi, gazeteci ve siyasi tarihçi değilim. Perinçek üzerime bu yazdıklarıma da inanmayabilirsiniz.  Yazdıklarımda eksik vardır, fazla yoktur. 

,Bu yazının amacı Perinçek hakkında internette pek az bulacağınız bilgileri vermektir. Türkiye'nin en hızlı döneği, en sık fikir değiştiren şahsıdır. Ayrıca en fazla insanın tutuklanmasına sebep olan şahıstır da. Onlarca yıl yok denecek kadar az satan gazete ve dergileri; gene yok denecek kadar az oy alan, adı sık sık değişen partileri ile ortalığı karıştırmayı, toplumu yönlendirmeyi başarmıştır.







İlk toplumsal yönlendirmesini, Türk Marksizm'ini Atatürk düşmanı çizgiye çekerek yapmıştır. Atatürk'e küçük burjuva devrimcisi demek, Atatürkçülüğü faşizm olarak görmek, Perinçek'ten yayılan bir düşünce hastalığı olmuştur. Perinçek uzun yıllar Marksizm'e dayanarak Atatürk düşmanlığı yapmıştır.

Yetmişli yıllarda Marksist-Leninist olmayı bırakmış, Maoist olmuş, küçük grubu ile Türkiye'de Maoizmin tek temsilcisi olmuştur. 12 Mart muhtırasından sonra, sola muhalefet olan sol olmuştur. CHP'ye az solcu, sağcı, faşist; Marksistlere de devlet düşmanı, Sovyet Rusya işbirlikçisi demiştir. 

12 Eylül yaklaşırken de, o ve Aydınlık dergisi-gazetesi önce kurtarılmış bölgeler yazı dizisi ile Dev-Yol'u (12 Eylül öncesi Türkiye'nin en büyük Marksist-Leninist örgütüydü. Rivayete göre o yıllarda kırk milyon olan Türkiye'de beş yüz bin üyesi vardı ki, o zamanlar ordunun asker sayısından da fazlaydı) hedef aldı. Özellikle Fatsa'yı uzun uzun yazdı. Fatsa operasyonlarında, ilçedeki Ülkücüler, askere-polise yol gösterecekti ama Perinçek, Ülkücüleri de yakacaktı. Fatsa davası iddianamesi, olduğu gibi Aydınlığın yazı dizisinden alınmıştı.

12 Eylüle aylar kala Aydınlık bu sefer de MHP'yi hedef aldı. MHP ve Yan Örgütleri yazı dizisi, 12 Eylülden az önce yayımlandı. 12 Eylül sürecinde açılan MHP ve Yan Örgütleri davasının iddianamesi, Aydınlıkta yayımlanan yazı dizisinin kopyasıydı. Tutuklamaların, cezaların hemen hepsi Aydınlık yazıları yüzünden oldu.

İdam edilen DEV-YOL, MHP   ve  Fatsa sanıklarının hepsinin tek delili Aydınlık dergisi-gazetesi yazı dizisiydi.

Kendisi ve ekibi 12 Eylülde yargılananlardandı. Yalnız ilginç bir nokta, darbe yönetiminin işkenceleri sır değildi ama hep kameraların, şahitlerin  gözü önünde de değildi. O işkencelerden geriye tek bir video, tek bir fotoğraf zor bulunur. Perinçek ise, hapishane ziyaretçilerinin gözü önünde hazırolda durma cezası aldı.

12 Eylülden sonra haftalık 2000'e Doğru dergisini yayımladı ve sonradan adı Vatan Partisi olacak İşçi Partisini kurdu. Dergisi çok satmadı ama çok ses getirdi. Çünkü hem pek çok bilgi ve belge nedense doğrudan ona ulaşıyordu, hem de merkez medya denen holding medyası bu dergiyi doğrudan takip ediyor, haberini haber yapıyordu. Adından (iki bin) daha az satan dergisi, Çin Hava Yolları başta olmak üzere bazı garip reklam veren buluyordu.

Bu dönemde Perinçek ileri derecede Kürtçü ve asker düşmanıydı. Az oy alan partisinin pek çok üyesi vardı. Madımak otelinde öldürülenlerin dördü ( biri de Hasret Gültekin'di) İşçi partisi üyesiydi. Dergi sürekli askere saldırıyordu. Bekaa Vadisine gitme (Yeni nesil bilmez, ben de yazıyı uzatmayayım, Bekaa vadisi ve PKK kampları ile ilgili bir araştırma yapın) ve Abdullah Öcalan'ı ziyaret etme modasını yanılmıyorsam (Emin değilim, Mehmet Ali Birand'da olabilir) o başlatmıştı. Öcalan'ın Perinçek'e gül uzattığı meşhur fotoğrafı da internette görebilirsiniz. Bana nedense gay sevgililer fotoğrafı gibi gelir.

Bu dönemde Perinçek ve ekibi, İlhan Arsel, Muazzez İlmiye Çığ ve Turan Dursun gibi Ateist yazarlara dergisinin ve yayım evinin (o zamanlar Kaynak yayımları) kapılarını açtı. Turan Dursun vurulduğu zaman, 2000'e Doğru yazarıydı. ( Derginin kapağında da iki bin yazı değil, rakamla gösterilirdi.)

Doksanların ortalarında Perinçek gene döndü ve bu sefer bir anda Atatürkçü olup, kimselerin Atatürkçüğünü beğenmedi. Yıllarca insanları Atatürkçü olduğu için insanlara sağcı, faşist diyen Perinçek, bu sefer en Atatürkçü oldu. Atatürkçülüğü de faşizme varan bir milliyetçilikle yorumladı. Bir zaman Kürtlere özerklik, ana dilde eğitim ve benzeri şeyler için savaşan Perinçek, bir ara Kürt böreği yenmesin çağrısı yaptı kebap düşmanlığı yaptı (şaka değil). Gene bu dönemde radikal laik, hatta Fetöcülerin deyimi ile laikçiyidi. Bu döneme kadar Çin'in Türkiye'deki avukatı gibiydi. Bu dönemde Maoculuğu ve Çin hayranlığını da bıraktı.






Perinçek'in adamı diyebileceğim Faik Bulut vardı. Doksanlarda Orta Doğuda Şeriatçı Örgütler diye bir kitap yazdı,  sonra polis-mit o kitapta adı geçen herkesi tutukladı.

Perinçek'in adı Balyoz-Kumpas davalarında da geçti ve galiba bir ara tutuklandı da. Sonra ne oldu ise Fetö ile arayı düzeltti, Türkçe olimpiyatlarına misafir oldu.

Perinçek en son olarak yıllarca sürdürdüğü iktidara karşı olmayı bırakıp, Cumhur ittifakının sembolik ortağı oldu.

Perinçek'in yarım asrı aşan siyasi (düşünce demiyorum) yaşamında değişmeyen tek şey CHP düşmanlığı oldu. Solcu iken az solcu olmakla, Kürtçü iken Kürt düşmanı olmakla, ateistken laiklik karşıtı olmakla, Atatürkçü iken Atatürk düşmanı olmakla, Türkü iken Kürtçü olmakla, bir ara din düşmanlığı ile ve her zaman da öncelikle CHP'yi suçladı ve hep CHP düşmanı oldu.





23 Eylül 2020 Çarşamba

BALKAN YARIMADASININ SOĞUK SAVAŞ SONRASI ÇÖKÜŞÜ



Aslında bu yazıyı Bulgaristan için yazacaktım ama Sırbistan ve Kosova başbakanlarının Trump'ın karşısındaki hallerini görünce, Balkanlar için yazmaya karar verdim.
Bu fotoğraf işin gerçeği Rusya için de bir hezimettir çünkü Balkan yarım adasında Ruslara sempati duyan iki millet vardır, Bulgarlar ve Sırplar. Bosna savaşına Sırbistan, Rusya ve o zamanlar açıkça Rus yanlısı iktidarı olan Ukrayna'nın desteğini almıştı.
Bu destek sadece Bosna-Hersek'de yüz binlerce Müslümanın öldürülmesi, Bosna'nın kantonlara bölünmesi sonucunu doğurdu. Bu Sırp kantonları Bosna'nın yönetiminde olmadığı gibi Sırbistan'da olmadı, Sırp ekonomisinin bir parçası da olmadı.
Sırbistan ve Kosova başbakanlarının, Tel Aviv'deki başkentlerini Kudüs'e taşıyacaklarını Trup'ın ağzından öğrendiklerinde yaşadıkları şaşkınlık, aslında tüm Balkan yarım adasının halidir.
Çöküşün başlangıcı, Sosyalist rejimin çöktüğünü öngören Bulgaristan hükumetinin şoven duygularla aldığı faşizan bir kararla başladı.


Ülkede Bulgarların ve diğer Hristiyan unsurların doğum oranlarının düşmesi ve Türkler ve diğer  Müslüman  azınlıkları önce zorla asimile etmesi, sonra da Türkiye'ye sınır dışı etmesi ile başladı.
Hikaye uzun, asimilasyon politikası çöktü, üzerine de Türkler gidince tarım sektörü çöktü. Çünkü Bulgaristan her ne kadar sosyalist bir ülke de olsa, hatta sosyalistliği Sovyetlerden de önce ( Lozan konferansında Bulgar delegeleri taksi kullanıyordu çünkü Bulgaristan'ın solcu Köylü partisi lüksü yasaklamıştı) sosyalist de olsa, gayet ırkçı ve ayrımcı bir ülkeydi.
Doğma, büyüme Bulgaristanlı bir Türk'le tanışmıştım internetten. Anlattığına göre Bulgaristan'da piramitsel bir yapı vardı. Piramidin en altında Romanlar vardı ve Romanların önemli bir kısmı Müslümandı ve Bulgarlar bunlara Türk Çingenesi diyordu. En ağır ve pis işleri yapanlar bunlardı. Bir üstte tarım ve köy işlerini yapan Türkler ve en üstte de memurluk, beyaz yaka işler ve şehirlerde yaşayan Bulgarlar vardı.
Türkler gidince  tarım başta olmak üzere ağır ve zor işleri yapacak kimse kalmadı ve tarım sektörü çöktü.
Sovyetler Birliği çökünce ve iki Almanya birleşince, en büyük ticari ortağını kaybeden diğer eski doğu bloku ülkeleri (Polonya, Çekostovakya (Çekya ile Slovakya), Macaristan, Romanya ve Bulgaristan) gibi ekonomik krize girdi. (Batı ile birleşen Doğu Almanya, krizi de batıya yükledi.)
Meşhur Demir Perde 'nin yıkılması ile genç nüfus batıya aktı ve iyice nüfussuz kalan Bulgaristan, Avrupa Birliğine üye olunca,  gençlik Avrupa'nın dört bir yanına dağıldı. Sonra nüfusu iyice azalan Bulgaristan, bir zamanlar ülkeyi terke zorladığı vatandaşlarına, tekrar vatandaşlık hakkı verdi.
Bunu Avrupa Birliği kriterleri gereği mecbur olduğu için yapmadı. Nitekim Yunanistan, vatandaşlıktan çıkan, göç etmiş, Yunan kökenli olmayanlara geri vatandaşlık vermiyor.
(Yunanistan'ı sonra anlatacağım)
Aslına bu anlattıklarım hemen her Balkan devletinde olan bir şeydi. Tüm Balkanlarda Sosyalist rejimler iktidarda da olsa, toplumsal yaşamda gerçek bir faşizan piramit vardı. En altta genelde Romanlar, bir üstte de Türk-Tatar veya diğer Müslüman azınlık olurdu.






Balkan yarım adasında etnik düşmanlık sadece Müslümanlara, Türklere ve Romanlara değildi. Yugostlavya iç savaşında ve Bosna iç savaşında Sırp-Hırvat savaşında da çok insan öldü. Bulgaristan,
 sırf Sırplardan intikam almak için Almanya yanında savaşa girmişti.
Yabancı bir yazarın hikayesini okumuştum. Bir Sırp subay, savaş anısını anlatıyordu. Sırplar kaçarken, yaralıları geride bırakmak zorundadır. Askerler, Bulgarlara esir düşmektense,  ölmeyi tercih ederler. Sırplar, arkadaşlarını mermi ziyan olmasın diye kılıçla öldürürler. Çünkü Bulgarlar Sırplara, Sırplar Bulgarlara çok kötü işkence yaparlar.
Balkanlarda milletler arası bu düşmanlıkların kökeni, Osmanlı egemenliğinden bile öncedir. Osmanlı'nın gerileyip, yıkılması, ardından da Avusturya-Macaristan imparatorluğunun egemenliği,  Balkan savaşları, 1. Dünya savaşı ve Nazi işgalleri bu düşmanlıkları körükledi ama üstü kapalı Sovyet egemenliği, Yugostlavya'da Mareşal Tito, Arnavutlukta Enver Hoca egemenlikleri bunu bastırdı.
Bu Sosyalist dikta dönemlerinde baskı altında nefret de büyüdü. Daha ilginci Yugostlavya'da bu dönemde karma evlilikler zirvedeydi, hatta galiba halen de çok yoğun (hele Bosna'da, ilginç).
Yugostlav iç savaşından sonra bölge ülkelerinin çoğunun (Sırbistan, Bosna, Arnavutluk ve Kosova hariç) Avrupa Birliğine üye olması veya olacak olması da işleri daha da zorlaştırdı, zira Avrupa'nın işçi açlığı, Sosyalizmin getirdiği sağlık, eğitim gibi devlet güvencelerinin yıkılması ile doğum oranları trigonometrik şekilde düşen bölge ülkelerinin bir de göç vererek tükenmelerine yol açtı.
Uzun süre dikta ve polis devletinin ardından Balkan yarım adası mafya yarım adası oldu. Dünyanın on büyük mafyasından 2'i (Sırp ve Arnavut mafyaları) Balkan yarım adasında. Öte yandan tüm yarım ada mafyalarla dolmuş durumda.
Bence en ilginci ise Romanya. Avrupa Birliğine üye olmasından üç yıl kadar sonra tüm Avrupa birliği projelerinden (Erasmus vs) çıkarıldı, halen de alınmıyor. Ülke o kadar ki yolsuzluğa batmış. Muhtemelen birliğin üye yaptığına en çok pişman olduğu ülkesi. Sıradan bir Avrupalı için Rumen ya da Romanya denilince akla ilk ve son gelen yankesici ya da cepçi denen sokak hırsızları.
Tüm Balkan yarımadası boyunca doğum oranları mevcut nüfusu besleyecek durumda olan ülkeler Bosna-Hersek ve Arnavutluk.
Yunanistan hariç hiç biri göç almıyor. Yunanistan, Gürcistan ve Kafkasya'dan iki milyon kadar Yunanca bilmeyen Ortodoks Hristiyan'ı Batı Trakya'ya yerleştirip, nüfusunu 10 milyon yaptı ama son bitmek bilmeyen ekonomik krizinde beş yüz binden fazla genci de yurt dışına göç etti. Ülkenin ana ekonomik damarlarından gemi taşımacılığı da, Alman ve diğer büyük Avrupa ekonomileri karşısında çökmüş durumda. Kuzey Kıbrıs ve Malta bir zamanlar kolay bayrak (Vergi Avantajı) ülkesiydi ama birliğe katılınca bu özelliklerini kaybetti.
Balkanlar ve Doğu Avrupa (Ukrayna, Baltık Ülkeleri vs), Karaip adaları ile beraber Dünyanın hızla nüfus kaybeden iki bölgesinden biri.
 Balkanlarda (Yunanistan hariç) göl ve deniz kıyısındaki turistlik tesisler ve devlet kurumları haricinde işleyen ekonomi yok ve onlar da mafyanın elinde. Çöküş de dibi bulmadı, daha da sürüyor.


18 Eylül 2020 Cuma

TÜRKİYE'DE TARİKATLARIN YÜKSELİRKEN ÇÖKMESİ



İktidar partisinin sinsice yaptığı bir şey var ki, sıradan bir öğretmen olan benim dışında kimse bahsetmedi veya bilmiyor. Başka bir ihtimal de ben kuruntu yapıyorum.
Hükumet tarikatların ne olduğunu istiyor, ne de öldüğünü. Tarikatların itibarını, muhalif bası aracılığı ile eziyor.
Şimdi sizden kuruntu yapıyorsam da kuruntumu okumanızı isteyeceğim.
Bundan ilk defa  Soner Yalçın'nındı, bir tweet'e verilen bir cevapla şüphelenmeye başladım.Yazan kişi Fetöcü olduğu besbelli bir hesaptı ve Soner Yalçın'ı iktidarı Fetö operasyonu yapmak için kışkırtmakla suçluyordu.
Sonra garip bir şekilde Fetö operasyonları ile, Soner Yalçın-Odatv-Sözcü Gazetesi şeytan üçgeninde, hükumet halen Fetö ile işbirliğinde, her an barışabilirler, üstü örtülü af geliyor ve benzeri haberler çıktıktan sonra, Fetö operasyonları yapıldığını fark ettim.
Sözcü gazetesini elde, koltuk atında taşımak, AKP muhalifi olduğunu sokakta göstermenin en bariz yolu oldu.
Odatv ise muhaliflerin başına ne geleceğinin simgesi oldu. Site yazarları ya iki yıl içeride, iki dışarıda ya da altı ay içeride, altı ay dışarıda yaşıyor.
Gene de çocuk tacizcisi şeyh, Odatv, Sözcü ifşa eder de rezil olurum diye sesini tit tir titretiyor. Zira artık açık ki, yandaş gazeteler, tarikatın üyelerini iktidara düşman etmemek adına ifşa işini muhalif basına bırakmış durumda.
İç kavgalarda düşmanı kullanmak yeni bir durum değil. Seksenlerin sonunda Dev-Sol'un DHKP-C olması sürecindeki Dayıcı (Dursun Karataş)-Bedrici (Bedri Yağan) savaşında taraflar birbirlerini polise ihbar ediyor, birbirlerini polise öldürtüyorlardı.
Şimdi de iktidar benzeri taktiği uyguluyor. Çünkü her ne kadar iktidar partisinin temeli bu tarikatların üyelerine dayanıyor da olsa, 15 Temmuzdan beri tarikatlarla ilgili olarak diken üzerinde.
Irak ordusunun Amerika karşısında hızlı çözülmesinin arkasından bazı şeyhlerin subaylara teslim olması olduğunu biliyoruz. Libya'da da benzeri oldu. Saddam'dan farklı olarak Kaddafi, tüm kilit noktalara kendi kabilesi olan Sirtelilerle doldurmuştu ve buna güveniyordu. Oysa şeyhler ve kabile reisleri iç savaş için kendi subaylarını atamıştı bile.
Esad ise bu tür unsurları ordusundan itina ile temizlemişti. İç savaşı da çok önceden sezip, Lazkiye limanını Rusya'dan gelecek büyük gemiler için derinleştirmişti. Bunun sonucunda da ordusu iç savaşın başlarında Lazkiye ve Şam'ın bir kısmında kapalı kaldığında bile çok fazla fire vermedi. (Savaşı bitiremedi, o ayrı)
 Ben altı gün savaşlarında İsrail'in muhteşem zaferinde de benzer durumlar olduğundan şüpheleniyorum.
Ülkemizde olmaz diyenler, 15 Temmuz sonrası devletin helikopteri ile Yunanistan'a sığınan Fetöcüleri hatırlasın.
Bir de Tarikat kelimesini sosyolojik olarak anlatayım ki, aklı başında kimselerin ve hükumetin tarikatların gizlice altını oyduğunu anlatayım.
Amerikalı sosyologlar (o kitapları okuyalı uzun zaman oldu, isim vermeyeceğim) tarikatları dinsel değil, örgütsel olarak ele alır. Hatta bir tanesi Ferdinand Tönnies'in meşhur Cemaat (birincil, senli-benli ilişkilerin olduğu çoğunlukla da küçük insan toplulukları)-Cemiyet (İkincil, resmi ilişkilerin olduğu, büyük ve sizli bizli konuşan topluluklar) ayrımına 3. olarak ekler tarikatı.
Tarikatlar, belli ortak hedef ve değerleri olan, birbiri ile samimi ama hiyerarşik olarak örgütlenmiş topluluklardır.
Bu tanıma göre sosyalist-komünist örgütlerin pek çoğu, pek çok siyasi parti, bazı mafya grupları (Cosa Nostra, Ndrangetha, Camaro vs) ve çok büyümemiş bazı mezhepler (Sabataycılar, Yezidiler vs) tarikat sınıflandırmasına girer.
Tarikatların asıl tehlikeli özelliği hiyeraşileri ve bu hiyeraşiye bağlı okültist (gizli öğreti) yapısıdır. Tarikatlarda rütben yükseldikçe bazı sırları öğrenir, bazı törenlere katılırsın.
Nazi partisi iktidarının doruğunda olduğunda bile üye sayısı otuz beş bini geçmemişti.(Boşevikler, Lenin'in dediğine göre iktidara geldiklerinde on altı bin üç yüz kişi  kadardılar. 1979'da Sandilisler üç yüz kişi ile Nikaragua'da iktidarı ele geçirdiler, Castor ile kendisi dahil seksen üç kişi ile Batista rejimini devirdi) Bazı toplantı ve törenlerinde ne yaptıkları halen belli değildir. Bazı  iddialara göre Hristiyanlık öncesi Alman kabilelerinin dinlerine inanıyorlardı.
Tarikatlar taze üyelerine bazı bilgileri vermezler, bunun için tarikatın içine girmeli, topluluğa karışmalı ve uyum göstererek, tarikatın dediğinin doğruluğuna inanmalısınız.
Bu uyum durumu o kadar güçlüdür ki 26 Mart1997'de Uzay Kapısı (Heaven's Gate) tarikatı toplu intihar ettiğinde, ölen otuz dokuz kişiden ikisi, iddialara göre tarikatı kontrol etmekle görevli FBI ajanlarıydı. Daha sonra tarikattan iki kişi daha intihar eder. Ölenlerin çoğu bilgisayar sektöründen, bilgisayara ve yazılım mühendisiydi.
İnançlarına göre 1997'de Dünya'nın yakınından geçen Halley-Bob kuyruklu yıldızı (76 yılda bir geçen Halley kuyruklu yıldızı ile karıştırılmamalı) onları cennete götürecek gemiydi. Zehirle intihar ederek, bu uzay gemisine binecek ve cennete gideceklerdi. Ceplerinde gemiye giriş ücreti olarak on dolar ve gemideki (öğünler hariç) yeme-içme otomatlarından yararlanmak için bozuk para vardı.
İnsanlar normalde saçma gelen fikir ve inançlara kapılmada birinci  nedenleri uyum durumudur. İnsanlar bulundukları durumlara uymaya eğilimliydi.
Bu uyumla elde edilen düşünce değişikli en güçlüsüdür. Hasan Sabbah'ın fedaileri afyonkeş değildi. Bu katiller çok önemli kişilerin yanlarında uzun yıllar kalıp, ciddi mevkilere geliyordu. Psikiyatristlere göre bir maddeyi bir buçuk yıl almazsanız, artık bağımlı değilsinizdir. Bağımlılık, iş yapmanızı engelleyen bir unsurdur. İmam Gazali ve Enver Berhan Şapolyo; Hasan Sabbah aleyhine çok şey yazsalar da, esrarkeşliklerinden bahsetmez.
Bir genç nasıl tarikat ortamına girer?
Yurtlar ve Kuran öğretmeyen Kuran kursları ile. Ülkemizde halen bir milyondan fazla çocuk, tarikat yurtlarında.
Şu an hem iktidar, hem de tarikatlar bir ikilem içinde.
Tarikatlar, evlerin içine girerek iktidar için oy topluyor, iktidar da tarikatlara devletten kadro vererek elini güçlendiriyor.
Lakin her ortaklıkta çıkar çatışmaları bulunur ve bu yüzden hiçbir ortaklık sorunsuz değildir. İktidar partisi, tarikatlardan, yukarıda bahsettiğim durumlardan dolayı korkuyor. Zira bir tarikatın en iç çemberindeki sır odasında ne karar verildi, bilemezsiniz.
Diğer yandan da İslamcıları Amerika'ya tam anlamıyla sırtını döneceklerine inanmak fazla saflık olur. Bu tarikatların hepsi Nato ile yükseldi, 12 Eylül ile beslendi. Türkiye bir yana, dünyanın dört bir yanına Amerika desteği ile yükseldi. Tarikatlar yeni bir 15 Temmuza kalkışmaz sanıyoruz, belki de kalkışmaz ama gene de iktidara zarar verebilir.
Tarikatlar, Akp benzeri bir sağcı iktidarı hazırlamadan Akp'yi iktidardan indiremez, iktidar da açıkça tarikatlara cephe alamaz.
Bu memnuniyetsizlikler çatışmaya dönmeyecek demek değildir. Her memnuniyetsizlik, eninde sonunda çatışmaya döner.
Bu çatışmanın sonucunda da insanlar dinden kaçıyor. Bir milyon genç tarikat yurtlarında ve kuran öğretmeyen kuran kurslarında demiştim ya,  onlardan en az yüz bini dinsiz yetişiyor. Sosyal medya ya da internette iki yıldır dinsiz takılan pek çok genç ya buralarda kalmış ya da halen kalmakta.
Okulu terk eden çocukların da çoğu imam hatipli desem yalan olmaz galiba.  sene önce yarım dönemliğine bir imam hatibe yarım günlüğüne derse gitmiştim. Teneffüs arasında öğretmenlerle konuşuyordum. Okul o zamanlar açılalı dört yıl olmuştu. Okulun eski öğretmenlerinin anlattığına göre okula ilk açıldığında (5. ve 9. sınıflar, yani orta okul ve lise başlangıcı olarak) bin dört yüz küsur öğrencisi varmış. Dördüncü yıl sonunda dört yüz küsur kalmış.
Hemen her yeni açılan imam hatip lisesinin başına gelen bu.
Bu iktidar nasıl ve ne zaman düşecek diye bir tahminim yok. Her iktidar gibi, şu anki iktidarımızın da bir sonu var.
Bildiğim bir şey varsa, bu iktidar değiştikten sonra bir saha uzun süre sağ iktidara gelemeyecek, gelse de eski sağcılık olmayacak. Daha şimdiden dinsizlik kartopu gibi büyüyor. Bir zamanlar Zaman, Türkiye, Akit aboneliklerini gözümüze sokan esnaf, duvardaki Atatürk resmini gözümüze sokuyor. Çünkü iktidar sayesinde zenginleşen sınıflar bile, bu zorlama muhafazakarlıktan nefret ediyor.
Geçenlerde bir apartmanda Atatürk'ün Kocatepe pozu olan bir ilan gördüm. İlk önce siyasi bir ilan sandım, oysa bir ciğer kebapçısına aitti.
O muhalif Sözcü-Cumhuriyet ve hatta Birgün gazetelerine yaz boyu reklam veren özel okullar hep tarikatların elinde.  Müşteri çekmek için sadece bu ilanları vermiyorlar. Tiyatro kulüplerine Atatürklü oyunlar oynatmak gibi çeşitli gösteriler yapıyorlar. Özel hastanelerin  de pek çoğu aynı şekilde tarikatların elinde ama mümkün olduğunca türbanlı personel (en azından göz önünde) çalıştırmıyorlar. Konu para olduğunda dinin imanın bir değeri kalmıyor.
İnsanlar din adına oynanan bu siyaset oyunundan sıkıldı ve sıkılanlar her geçen gün daha da artıyor. İktidar, tarikatlara karşı kendisi bir tarikat olmak için diyaneti kullanıyor. Tarikat yurtlarına karşı, kendi yurtlarına ilahiyat mezunu manevi danışmak atıyor.
Oysa devlet memuru, tarikat şeyhi ya da abisinin yerini tutmaz. Tarikatlar, devlet içinde güçlü olmalı, devlet içinde torpil-adam kayırma işine yaramalı, ama devletin kendisi tarikat olursa bu iş tutmaz.
Katiller, tecavüzcüler tutuklu yargılansın diye twitter'da çırpındığımız, imara açılan her ormanda yangın çıkan bu dönemde, din ve tarikatlar, para ve iktidar olarak yükselseler de,  kalplerde çökmekteler.
Bu kalplerde çöküş, para ve iktidarda çöküşü de getirecektir.



12 Eylül 2020 Cumartesi

6 UNDERGROUND FİLMİ VE BEYAZ ADAM KİBRİ

6 Underground (2019) - IMDb
Amerika Birleşik Devletleri başkan yardımcısı Joe Biden'ın sözleri yaklaşık yedi ay sonra Türkiye'de gündem oldu. AKP'yi darbe ile değil, seçimle indireceğiz dedi ve muhalefette dahil olmak üzere tüm Türkiye'nin tepkisini çekti.
Oysa epey bir zaman önce, Rus uçağının düşürüldüğü zaman, üst düzey bir Rus politikacı, televizyonda canlı yayımda, Rusya için AKP'yi indirip, CHP'yi iktidara getirmek dedi. Aynen böyle dedi. (Olayın videosunu bulmaya üşeniyorum ama oldu böyle bir olay)
Olayı Türkiye'de kimse umursamadığı gibi, daha sonra Fetö ve 15 Temmuz'un da etkisi AKP ile Putin Rusya'sı can ciğer kuzu sarması olup, Amerika'yı kıskandı.
Bizde nasıl yeni Osmanlıcılar, Osmanlıyı en güçlü hali ile hatırlayıp, bir sürü ülkeyi küçümsüyorsa, beyaz adamlar da halen aynı kafada ve dünyanın geri kalanı ile oyuncak gibi oynama kafasında.
Gerçi itiraf edelim, beyaz adam egemenliği 1922 Kurtuluş Savaşımız ve 2. Dünya Savaşından sonra hızla gerilemekte ise de halen çok güçlü.
En son teknoloji dehası milyarder Elon Musk, Bolivyalı bir takipçisine, Bolivya'da olan bir darbe ile ilgili olarak, İstediğimiz zaman darbe yaparız, buna alışın dedi.
6 Underground filmi de bu konuda yapılmış en zırva film. Bir çeşit aksiyon pornosu da diyebiliriz. Maksat aksiyon olsun diye arabalar uçuyor, kovalamacaların biri bitiyor, diğeri başlıyor. Yönetmen Michael Bay, Hollywood'un Bombacı Mülayim'i. İstisnasız her filmde en fazla on beş dakika ara ile bombalar patlıyor, bir yerler yıkılıyor. Adama romantik komedi filmi versen, onda bile bir kaç yüz kilo dinamit patlatır.
Filmi, film eleştirisi yapan youtuberlar zaten yerin yedi kat dibine gömmüş. Biraz zorlansa absürt komedi olacakmış. Film, ara konuşmalar hariç kabaca üç bölüm. Floransa, Hong Kong ve hayali Turgiya ülkesi bölümleri.
İlk iki bölüm, özellikle de ilk bölüm, ülke tanıtımı. Malumunuz İtalya ve (her ne kadar Çin ile arasında bayağı fark olsa da bir şekilde Çin'e bağlı olan Hong Kong'un da dahil olduğu) Çin, korona salgınından dolayı turizm sektöründe çok para kaybetti.
Turizm denilince de bizim küçük burjuvaların bir kaç yüz yuroyu denkleştirip gittikleri bir kaç günlük hızlı turları anlamayın. Özelikle İtalya ve Fransa'nın asıl turist kaynağı, diğer
ülkelerin zenginleri ve ünlüleridir. Bu zengin ve ünlüler, sırf alış veril için bile yılda bir kaç kez Fransa ve İtalya'ya gider,  beş yıldızlı otellerde kalır, mini bardan da korkmadan faydalanır, zaten Türkiye, Mısır, Bangladeş gibi ülkelerde yada koronayı getiren Çinliler gibi yabancı işçilerin diktiğ, tasarımını da gene bu ülkelerdeki stilist kızların yaptığı elbise, ayakkabı ve mobilyalara, Türkiye'de bir tekstil atölyesi kuracak kadar servet bırakırlar. Çünkü bu markalar, İstinye Park gibi Türkiye'deki mağazalara her tasarımlarını göndermezler.
Pasifik Asya'da ise fuarlar ülkesi Hong Kong benzer durumda. Turizmde kuraldır, işler dursa da, tanıtım durmamalıdır.
Üçüncü bölümde hedef alına ülke ise çok açıkça Türkiye. Sadece  ülkenin adının Turgistan olmadı değil bana bunu düşündüren. Sulan 1. Ahmet'in kardeşlerine kafes hayatı yaşatıp, katletme geleneğini bırakması da açıkça söyleniyor. (Kafes hayatı da bir tek Osmanlı'da olmuştur. Avrupa'da orta çağda ara ara manastıra kapatma olmuştur.) Filmde ülke Arap ülkesi gibi gösterilmiş, o başka.
Sultanın, pardon başkanın kardeşinin kafesi de ülke dışında, Hong Kong'da. Bana Pensilvanya'da kafes hayatı yaşayan birilerini hatırlattı. Bence de onu kastediyorlar ama Amerikalılar artık bu işe açıkça devletlerinin karışmasını istemiyorlar.
 Kanlı Pazar'da kıblenin tersinde duran 6.Filoya karşı namaz kılan İslamcılar bile Amerikan karşıtı olmuş durumda. Bu yüzden filmde bile olsa Amerikan devletinin böyle şeylere karışıyor göstermemek için  senaryonun temeli absürt bir hikayeye dayanıyor. Milyarderin biri kendisini ölü gösterip, beş kişi daha bulup, onları da ölü gösterip, süper aksiyonlarla dünyayı kötülerden kurtarıyor.
Sadece altı kişi olduklarından, diktatörü devirmek için yaptıkları, ulusa sesleniş sırasında yayına girip, halkı isyana teşvik etmek. O sahneyi izlerken merak ettim, cumhurbaşkanımızın 97 kanalda birden yayımlanan konuşmasına girilebilir mi diye. Gel gelelim öyle tek bir konuşma ile halk sokağa çıksa bile Gezi, hatta George Floyd olaylarında olduğu gibi zamanla sönmeye mahkumdur. İsyanı örgütleyecek birileri gereklidir.
Film, sanki bir şeyleri kışkırtmak ama sorumluluğu almak istemeyen birilerince hazırlanmış gibi. Bizin tamamen varlığını unuttuğumuz Fetö ve örgütünün Amerika için halen umut olarak görüldüğünü düşünebiliriz.
Diktatörün demokrasi aşığı kardeşi bana hep Fetö'yü ve diğer tarikatları hatırlattı. Siyasal İslam eskiden İngiliz Muhipleri Cemiyetine bağlıydı, bu gün Nato. 2016 öncesine kadar İslamcıların Amerika aleyhine bir yazısına rastlayamazsınız.
Saddam Hüseyin ve Kaddafi, şeyhleri aracılığı ile satın alınan generalleri sayesinde çabuk yenilmişti. Türkiye'de olmaz derseniz,  15 Temmuz sonrası helikopterleri ile Yunanistan'a iltica eden subayları hatırlayın.

9 Eylül 2020 Çarşamba

FAŞİST MİTOMANİ



Yalan, konuşmanın kendisinden bile öncedir. Mesela pek çok kelebeğin kanadında iki tane kocaman göz deseni vardır. Kendisini avlamaya gelen kuşlar, kendisini kedi sansın isterler. Pek çok böcek, dala, yaprağa, kuş gübresine benzetir, aynı amaç için.
Yalan koku ile de olabilir. Bir tür örümcek var, ağlarını ucunca yapışkanlı bir topla sallayıp, dişi kokusu sanan güveleri avlıyor.
Yalanın kötü yanı, insanların bu yalanlara kendilerinin de inanmasıdır. Çünkü yalan pek çok insan farkına varmasa da başkasını kandırmak kadar, kendisini kandırmak için de yalan söyler. En gerçekçi, hatta karamsar insan bile, gerçekleri biraz yalanla şekerlemedikçe yiyemez. Gerçekler aslında hiç bir insanın hazmedemeyeceği kadar acıdır.
Yalan insan ruhuna o kadar yerleşmiştir ki çoğu toplumda nasılsın sorusuna, iyiyim demek bir selamlaşma töreninin bir parçası olmuştur.
Mitomani ise yalan söyleme hastalığıdır. Amacı toplumda odak noktası olmak, başkalarının gözünde yücelmektir.
Topluluklar içindeki mitomani, kendilerini fazla yüceltmek, başkalarını fazla kötülemek şeklinde olur.
Destanlar ve efsaneler bu şekilde oluştuğu gibi başka toplumlar üzerine söylentiler de bu şekilde oluşur. Yahudilerin yılda bir kez Hristiyan çocukları iğneli fıçıda öldürüp, kanını içtikleri; Alevilerin mum söndü yaptığı veya putperest Yunanların orgy (grup seks) yaptıkları gibi dedikodular da bunu sonucudur.
Bu faşizan mitomanide insanlar yalanlara inanmasalar da, işlerine gelince inanıyormuş gibi yaparlar. Naziler, Yahudi kanının kirli olduğundan bahsederlerken, yaralı askerler için toplama kamplarındaki Yahudiler ve Romanlar olmak üzere bütün esirlerin kanlarını hunharca sömürüyorlardı.
Faşizan mitomani, kendisini yüceltmenin bir bahanesini hep bulur. Müslümanlar savaşlarını cihat, yani İslamı yaymak için yapar.
Oysa Osmanlı Balkanlarda, Emeviler İber yarım adasına, Tatarlar Rusya'da halkı Müslüman etmek için o kadar da uğraşmamışlardır. Yüksek cizye vergisi toplamayı tercih etmişlerdir.
İngilizler  ve Fransızlar işgal ettikleri yerleri medenileştirme iddiasında bulunmuşlardır. Oysa bu gün dünyanın en yoksul ülkeleri, bu ülkeleri eski sömürgeleridir.
Çocukluk ve gençlik yıllarımda Sünnilerin önemli bir bölümünün bu mum söndü rivayetine inandıklarını sanırdım. Lakin üniversite biter bitmez öğretmenliğe başlayınca, dünürcülük yapıp, beni evlendirmek isteyen Sünni, hatta Sağcı arkadaşlarım oldu. Sonra Faşizmin böyle yalanları hep ürettiğini, işine gelince suçlamak için kullandığını, gelmeyince de yokmuş gibi yaptığını öğrendim.
Bu mum söndü yalanının kökeninin çok eski olduğunu, Sünni ulemanın kendisine biraz muhalif herkes için bu iftirayı attığını da öğrendim.
Öğretmenliğe ilk başladığımda, sağcılarda bu mitomaninin ne kadar çok olduğunu bilmiyordum.
Sadece solcular için değil, birbirleri hakkında da ağza alınmaz dedikoduları oracıkta üretiyorlardı.
Joseph Goebbels'in meşhur ilkelerini hatırlayalım. Sürekli yalan söyle, yalanında ısrar et, yakalanıca daha büyük yalan söyle gibi ilkeleri Goebbels kendisi uydurmamıştı.
Naziler, anlattıklarına göre bu ilkeleri kiliseden almışlardı. İsa'nın hikayesini sürekli anlatıp, herkesin gerçek yapmıştı.
Gene ilk atandığım ilçe-köye kadar mitomanlığı başka yerde görmedim ama mitomanlık tanıdığım sağcı herkeste vardı. Sonra okuduğum eserlerde de mitomanlık gördüm.
En meşhuru, uzaya giden ilk insan olan Gagarin'in uzayda Allah'ı göremediğini söylediği iddiasıdır ki, bu dedikodu da Kısakürek'in Büyük Doğu topluluğunun çıkardığı bir dedikodudur ve amacı da uzaya ilk komünistlerin gitmesinin yarattığı etkiyi azaltmaktı. Kısakürek bunun için şiir bile yazdı. Oysa bu kocaman bir yalandı. Din kültürü bu yalanı uzun yıllar okullarda anlattı. Gagarin inançlı bir komünist olarak muhtemelen bir Ateistti ama ne o, ne de Sovyet yönetimi dindarları kızdıracak böyle bir kışkırtmaya izin vermezdi.
Cemil Meriç'de Diderot'un Fransız ordusuna çürük yumurta sattığını falan yazmakla kalmaz, Fransız aydınlanmasını ünlü tüm yazarlarına, filozoflarına bir bahane ile hakaret eder.
Bu Faşizan mitomani halen de devam ediyor.
Bilmem kaç haftadır camide içki içenlerin videoları gösterilecek. Caminin imamı bile bu olayı ret etti ama halen ne videoyu yayımlıyor, ne de iddialarını geri çekiyorlar. Benzer bir durum, Kabataş'da yarı çıplak, deri elbiseli adamlar olayı için de geçerli.
Bundan yirmi yıl kadar sonra da söz konusu videoyu yok ettiler diyecekler.
Camilerin ahır yapılması ya da Atatürk-İnönü dönemi hakkında atılan hakaretler de böyledir.
Her sene Eylül ayında fındık ve diğer tarım ürünleri ile inşaat işçileri bayrak yakma veya Apo'yu dersteklemeden dolayı linç edilirler. Oysa asıl sebep, işverenin üç kuruşluk yevmiyeleri vermek istememesi ya da daha ucuza işçi bulmasıdır.
Faşist mitomani evrenseldir.
Kendi yalanına inanma hastalığı: Mitomani,

6 Eylül 2020 Pazar

NECİP MAHFUZ-DİLENCİ, DİSÜTOPYA'NIN HASI




Disütopya denilince akla belli başlı bir kaç roman gelir. 1984, Cesur Yeni Dünya falan. Son yirmi yıldır da, özellikle Açlık Oyunları serisinden sonra popüler gençlik romanlarında ve sinema filmlerinde disütopya konusu çok işlenir oldu. Buna bir de kıyamet sonrası filmleri-romanları eklendi.
Bu romanlar genelde hayali bir gelecekte geçmekte, oysa ya biz o disütopyanın içindeysek ve pek çok kişi bunu yaşıyorsa?
1988 Nobel Edebiyat ödüllü Mısırlı yazar Necip Mahfuz'un dilenci romanını beş altı yıl önce okurken aklıma bunlar gelmişti.
Roman 1950'li yıllar Kahire'sinde geçer. Ömer, varlıklı bir bürokrattır. Bir gün iktidar veya iktidar içi güç dengeleri değişince, makamından ve  varlığından olur. Bu iktidar değişimi nasıl olmuştur, isyan mıdır, darbe midir yoksa iktidarın içinde güç değişimleri midir, birileri başkanın gözünden mi düşmüştür, bilemeyiz. Bunların hepsi de mümkündür.
Mesela Osmanlı'nın ünlü sultanlarından Yavuz Sultan Selim, sekiz yıllık kısa saltanatında, o kadar çok sadrazam ve vezir idam ettirmiştir ki; Yavuz'a vezir olasın diye beddualar edilmeye başlamıştır. Mimar Sinan padişahtan dayak yiyerek, Piri Reis seksen küsur yaşlarında idam edilmiştir.
Tek adamcılığı, diktatörlüğü istikrar sananlar, bunun öyle olmadığını çok acı bir şekilde anlarlar.
Roman ile ilgili başka bir not, Zülfü Livaneli'nin Mutluluk romanı, Dilenci romanının siyasetten sıyrılmış taklididir. Mutluluk filminin ise, Livaneli'nin romanıyla da çok alakası yoktur.
Ömer birden makamından olunca, Sarte, Camus gibi varoluşçu yazarların roman kahramanlarının yapacağı gibi her şeyi boş verip, varoluş bunalımına girer.
Evi terk eder, serseriliklerinde genç bir kızla da ilişkiye girer. Bu süreçte partisinden bir büyüğünün karısıyla ilişkisi olduğunu keşfeder. Sonra bunu aslında bilip de, kendisine de itiraf edemediğini keşfeder.
Ardından gençliğini hatırlar, ne ideallerle ortaya çıkmış, ne mücadelelerden geçmiştir. Sonuçta onlarca yıllık iktidarında kendisini ve ailesini zengin etmekten ve mümkün olduğunca çok makamında kalmaktan başka bir özelliği olmayan, eski bir bürokrat-politikacı olmuştur. Ömer tekrar eski ideallerini arar ama onlar da gençliği gibi kayıptır.
Murat Efe on Twitter: "Abdullah Gül, 5yıl (BEŞ) sonra neden #30Ağustos  yazdı; Bayram neden Bayramımız oldu; #15Temmuz öncesi ordu derken, şimdi  neden #Atatürk'ü andı demiyorum! Tüm siyasetçilere, az biraz MERT olun  diyorum
Herkes artık ona acıyarak bakmakta, bir dilenciye sadaka verir gibi ilgi ve şefkat vermektedir.
Bu aslında antidemokratik ülkelerde her zaman yaşanan bir şeydir. Yıllarca milli bayramlarda hasta olan eski cumhurbaşkanı, ilk kez 30 Ağustos'u kutlayan mesaj attı. Bombalar oyumuzu arttırıyor diyen eski başbakan bu gün muhalefet lideri ve hiç sağcı olmadım falan diyor ki bence bunlar tam bir dilenme davranışı.
Örnekler o kadar bol ki.. Onlarca yıl Doğu Almanya'yı demir yumrukla yöneten, her gün, hatta her saat televizyonlarda görünen Honecker; Berlin duvarı beş yüz ila bin yıl daha ayakta kalacaktır demesinden bir sene kadar sonra duvar yıkıldı ve iki Almanya'nın birleşme görüşmelerinde Honecker'e fikrini bile sormadılar.
Hiç bir uçak sonsuza kadar havada, hiç bir gemi sonsuza kadar denizde durmayacağı gibi, hiç bir iktidar da sonsuz değildir.
Sonrasında size duyulan saygılar, hatta gösterilen nezaket bile, bir dilenci sadakasıdır.

2 Eylül 2020 Çarşamba

TECAVÜZÜN SİYASİLİĞİ

Yıllar süren tecavüz hastanede ortaya çıktı: Sadece iki hafta tutuklu kaldı
Devlet, üzerimizdeki en büyük otoritedir ve bu yüzden her şeyde siyasidir. Kadın cinayetleri siyasidir dedik, çünkü  muhafazakar devlet, sınıf egemenliğinin devamı için erkek egemenliğin devamını ister.
Lawrence Britt'in meşhur faşizmin 14 karakteristlik özelliğinden biri de cinsel ayrımcılık, erkek egemenlik ve kadın düşmanlığıdır.
Kadını güçsüzleştirmek ve erkeğe bağımlı hale getirmek için, tüm erkekleri kadının düşmanı yapmak gereklidir. Bu yüzden de erkeğin kadına karşı suçları cezasız kalmalıdır. Bunun da en iyi yolu, asıl cezayı tecavüze uğrayana vermektir.
Tecavüze uğramış olmayı, bakireliği yitirmiş olmayı kadına ağır bir yük yapmalıdır. Öyle bir yük ki, bu sadece devletin değil, töre, gelenek, mahalle baskısı diye kutsanan toplumsal baskı ile de kutsanmalıdır. Tecavüzcüsü ile evlenmesi, tecavüzcünün değil, kadının kurtuluşu sayılmalıdır. Tecavüze uğrayan kadın, namusu temizlemek için öldürülmelidir.
Faşizmin 14 Temel Özelliği | HALKIN KURTULUŞU
Cumhuriyetin ilanından bu yana kadın hakları hem yasalarla, hem de toplumsal kültür olarak çok yol aldı ama faşizm daima geri dönüşler peşindedir ve hedefi kadınları geri eve kapatmaktır.
Tecavüzcü ya da kadın katili, mahkemeye çıktığında da türlü türlü ceza indirimleri almalıdır.
Benzer tecavüz durumu erkekleri erkeğe tecavüzleri (fiili livata) için de olmalıdır. Toplumda puşt, ibne, yavşak gibi kavramlar hep pasif homoseksüelliği anlatır. Erkeklik organı aktif olduğu sürece yapılan işler mubahtır. Tecavüze uğrayan erkek, yapılmış diye mimlenip, diğer oğlancıların hedefi olmaktan korkup, susmalıdır.
Bu sadece yasalarla yapılmaz. Fransız filozof Althauser'ın dediği gibi devletin pek çok propaganda aracı vardır. Okul, derslerden ibaret değildir.
Yeşilçam filmlerine bakarsanız,  kadının bakireliğini kaybetmesi, ya genelevde çalışma ruhsatıdır ya da ölümünün fermenıdır.
Nuri Alço'nun Kayıp Kızlar filmi, seksenlerde defalarca televizyonlarda gösterildi ve benzeri bir kaç film yapıldı. Bu filmler ülkenin tek televizyon kanalında defalarca yayımlandı. Bir dönem kızlar hiç flört yaşamadı. Filmdeki gibi fuhuş mafyasının kızları satmak için yakışıklı erkekleri kullandığı efsanesi yıllarca dillerde dolandı.
Gene seksenli yıllardaki Küçük Emrah filmlerinin de politik olmadığını söyleyemeyiz. Gene o dönemde 12 Eylül ve arkasından gelen sağcı hükumetler,  Duygu Asena gibi cesur kadınlarla yaygınlaşan feminist hareketlere karşı propagandayı bu popüler filmlerle yaptılar.
Şu son yıllarda olanlara bakalım.
Karaman'da kırk beş çocuğa tecavüz eden öğretmen, vakıf, milli eğitim müdürlüğü gibi kurumlardan destek olmasa,  buradan birilerinin haberi olmasa yapabilir miydi? Ayrıca neden o çocuklar neden kendilerine şikayet edecek bir merci bulamamışlardır?
Tarikatlardan iki de bir tecavüz haberi gelmesi tesadüf müdür?
Son günlerce tecavüzcü düşük rütbeli bir askerin sadece kendisi savunulmuyor, genel anlamda tecavüzcülük savunuluyor ki, kadınlar eve kapansın, okumasın, köle olsun.