10 Aralık 2016 Cumartesi

PATLAYACAK ÇÖPLÜĞÜN GAZ KOKULARI- GÜLEN CEMAATİ
             Ümraniye çöp patlaması, 28 Nisan 1993 tarihinde İstanbul'un Ümraniye ilçesi Hekimbaşı çöplüğünde biriken metan gazının patlaması sonucu meydana gelen facia. Olayda 27 kişi öldü, 12 kişi kayboldu.[2][3] Kaybolan 12 kişinin cesedi ise bulunamamıştır. Wikipedia sitesinde oaly böyle anlatılıyor. Dört buçuk yıl boyunca kontrolsüzce biriktirilen çöplerin ürettiği metan gazları, tarihimize utanç sayfası olacak olayı hazırlamıştır.  Bazı olaylar böyledir, sanki birdenbire, hesap edilemez gibi olmuştur, aslında kokular ayyuka çıkmıştır. Koku, birazdan anlatacağım olaylara en iyi örnektir. İnsanın en zayıf yanıdır koku duyusu. Konuşmayı da koku duyusunun zayıflığı yüzünden icat etmek zorunda kalmıştır. Diğer tüm hayvanlar, kokularından karşısındakinin ya da etrafındakilerin duygularından haberdar olabiliyor. Oysa insanlarda koku o kadar zayıf ki, doğalgaz ya da LPG gazında, sarımsak yağı özlü ağır kokular eklemek gerekiyor, insanlar tehlikeye dalmasın diye.  Hanefi Avcı, FETÖ tehlikesini yazdığı kitaba, Haliçte Yaşayan Simonlar adını vermişti ve bunun ilhamını da, Haliç kıyısında yaşayıp, alışmaktan dolayı kokuyu almayan halktan almıştı.  Burnumuzun eksik bir yanı da kokuya çabuk alışması ve ortalığı kaplayan yoğun kokuyu bir zaman sonra hissetmemesidir.  Kırmızıya boyanmış, kırmızı mobilyalarla dolu bir odada, kırmızı kazağı bulamamak gibi bir şey bu. Askerlerin, düşmanın gözünden kısmen de olsa saklanabilmek adına kamuflaj giymesi de bu yüzden. Gel gelelim burnumuz, yaygın olan kokuyu bir zaman sonra hiç algılamıyor. Konumuz da aynen buna benziyor ve konumuz da Avcı’nın kitabının konusu gibi fetö ve diğer tarikatlar.
               Aslında Fettullah Gülen cemaati (ya da tarikatı, ne derseniz deyin) ile AKP arasındaki çekişme, 17-25 operasyonlarından, hatta dershaneler, Hakan Fidan krizinden çok önce kokmaya başlamıştı.  Bütün bunlardan çok önce, 2010 yıllarında başlamıştı çekişme. Sol çevreler bunun kokusunu almaya başladı ama AKP’liler ve cemaat mensupları, Haliç’de balık olduklarından, bu çekişmeye inanmak istemedi. Nasıl ki 15 Temmuzda cumhurbaşkanımızın haberi eniştesinden öğrenmiş olduğu inandırıcı değilse, 17 aralıkta ameliyatı on beş dakika geciktiği için tutuklanmadığı efsanesi de yanlıştır. Fuat Avni’lerin sadece cemaat adına çalıştığını, Fettullahçılar içinde Erdoğancı casuslar olmadığını mı sanıyorsunuz yoksa?
          15 temmuz halen yeni ve sıcak.  Pek çok kişi Gülen cemaatinin bittiğini ve sindiğini düşünüyor. Tutuklamalar, işten atmalar, açığa almalar gırla gidiyor. Herkes fetö edebiyatı yapıyor, fetöcüler kahır ediyor. 17-25 Aralıkta da benzeri olmuştu. Özellikle esnaf ve yüksek bürokratlar cemaati terk etmişti ya da biz öyle sanıyorduk. Sonrasında gördük ki pek çoğu aslında terk etmemiş. 15  temmuzdan sonra adını duyduğum baylok diye okunan ve muhtemlen bylock denen şifreleme programını ülkede iki yüz elli binden fazla insan nasıl telefonuna yükler, kimselerin haberi olmadan? Gerçi MİT’in olmuş, hatta bazı şifreleri de kırmışlar. Baylok dedikleri de anladığım kadarı ile bir çeşit şifreli haberleşme programı. Öyle android marketten ya da appel marketten indiremiyorsunuz. Size mesaj geliyor, öyle yüklüyorsunuz. Bir gazete haberinde yazdığına göre tutuklu bir polis böyle demiş. Ancak ekşisözlük’de öyle demiyor. Google play ve appstore’da 2014’de bir Amerikalı piyasaya sürüyor. Üye sayısı 1 milyonu geçince projeden vazgeçiyor. 2015’de MİT tarafından şifreleri kırıyor.
             Böyle böyle yüzbinlerce Türk, baylok yüklüyor ve cemaatle alakası olmayan benim gibi kişilerin ruhu bile duymuyor. Aslında 15 temmuz gecesi bu üç yüz bin kişi eline bir av tüfeği alıp, sokağa çıksa, askerlerin sokağa çıkmasından daha etkili olurdu. Lakin cemaatin kitabında yiğitçe savaşmak yok. Hep hile, yalan, dolan, kumpas vb. 15 temmuzdan epey öncesine ait bir video yayımlandı. Cemaate ait kanalın birinde biri haykırıyor, ‘YARIN SIKI YÖNETİM VAR, SOKAĞA ÇIKMA YASAĞI GELDİ DENİLDİĞİNDE GÖRÜRSÜNÜZ’ Bu da cemaatin, herkesi kendisi gibi gördüğünü gösteriyor.  Darbe yapmaya kalkan askerlerde muhtemelen aynı şeyi düşünüyordu. TRT’den bildiri okununca herkes evine kapanacak, dışarı çıkmayacaktı. 12 eylülde öyle olmuştu ya. Oysa toplum Gezi Parkı, Kobane olaylarını yaşamış, sokağa alışkın. Üstelik bu gösterileri ile kısmen de olsa başarı kazanmış. Sonuçta cemaat, daha doğrusu Fettullah  Gülen, geceyi mağlup bitiriyor, tabii taraftarları da öyle.
         Olanlar da onlara oluyor. Binlerce tutuklanma, on binlerde işten atılma. Şirketlere, dev holdinglerden, küçük esnafa varıncaya kadar kayyum atamalar. En güzelleri de Ahmet ve Mehmet Altan kardeşlerle, Nazlı Ilıcak.  Güce tapan bu şahıslar, elbette Tayyip Erdoğan’ın devrilmesini mutlak görüyordu. Hele Nazlı Ilıcak’ın, mevcut iktidara mutlak muhalif olması çok mantıksızdır. Polis raporlarını, sorgu tutanaklarını ele geçirip, yüzsüzce ekranlarda okuyup, nereden buldunuz cevabına da yüzsüzce sırıtan Nazlı hanımın, muhalifliği kaldıramazdı. Liberal Mehmet Altan’ın bu gün tarih olan, NTV’nin yorum farkı programında Profesör Emre Kongar’a ettiği hakaretlerini ve Kongar’ın çileden çıkmasını hatırlıyorum. 12 Eylül rejimine sakalını bile bırakmayıp, istifa eden Kongar’ı darbecilikle suçladı, şimdi kendisi darbeci ve onları arayan, soran yok. Sanki çöpe atıldılar.
       İşte cemaatçilerin çoğunun başına gelen bu oldu, çöpe atıldılar. Hükumet, olağan üstü hali kullanarak bolca solcu, Alevi, Kürt’te işten attı, tutukladı. Sonra işe geri dönenler, beraat edenlerin çoğu da bu gruptandı. Çünkü onların sendikaları, partileri, arkadaşları mücadele ediyor. Hapiste de olsalar, gelip ziyaret ediliyorlar. B yüzden Cumhuriyet gazetesi yazarları, tutuklanmak için yurt dışından geliyorlar. Nazlı hanım ve Altan kardeşler başta olmak üzere cemaatin işten atılanlarını, hapse atılanlarını fazla umursayan yok. Oysa onlar, hep güçlüden yana olmuşlar, desteklenmişler, torpil yapılmışlardı. Dayak yememek için Ülkücü, sokakta kalmamak için Süleymancı ve memuriyette ilerlemek için Fettullahçı olmuşlardı. Şimdi ya işsiz, ya hapisteler. Üstelik onlara abilik eden, cemaate katan, hatta torpil yapanlar iktidarda. Mesela bir üniversite öğrencisi, Kayseri Erciyes üniversitesine bizzat Binali Yıldırım’ın torpili ile atanmış, şimdi bylock’dan içeride.
          Bunların durumu, Aleviler, Solcular ve Kürtlerden beter. Adam (ya da kadın) zaten devletle, sistemle problemli! Memuriyete dönmese bile başka iş yapar, hatta memuriyetten daha çok kazanır. İşinden olur ama arkadaşından, yoldaşından olmaz. Hatta belki de daha çok para kazanır, on sene sonra daha zengin bir adam olarak karşınıza çıkar. Bunların ise umursayanı pek yok ve nasıl örgütlenip, mücadele edileceğinden de bihaber görünüyorlar. Buna bir de yıllarca korunup, yüceltilmekten, aşağılanıp, süründürülmeyi yaşamalarını ekleyin. Pek çoğu hapiste ve cidden kötü muamele görüyor. Onlara eziyet edenler de birkaç gün sonra FETÖ’den tutuklanıyor. Cumhuriyet gazetesini FETÖ’den soruşturan hâkim, FETÖ’cü çıkıyor. FETÖ’cü şirkete atanan kayyum da FETÖ’den tutuklanıyor. Üstelik tutuklanmalar ve işten atılmalar ara ara devam ediyor. En son on beş bin civarında asker-polis ile iki bin altı yüz civarı belediye işçisi atıldı.  İşe arkadaşın arabası ile gidiyorum. Her sabah TRT FM’den haberleri dinliyorum. İstisnasız her gün FETÖ-PYD operasyonundan tutuklananları anlatıyor. Bazıları da işten atılıyor. Çöpe atılanlar giderek artıyor.
          Hapiste olanların bazılarının yenilgiyi henüz kabullenmediklerini, henüz depresyonun inkâr aşamasında olduklarını, ara ara yakalanan yazışmalarından anlıyoruz.  Bazıları ise intihar etti.  Bazı ölenler gerçekten yatacak yer bulamıyor. Böyle bir tanesi, mezar bulunamayınca, Samsun’da fındık bahçesine gömülmüş. Operasyonlar devam ediyor, yani çöpe atılanlar artıyor. Biz kokusunu almasak da metan gazı da artıyor. Bir de her an tutuklanma ve işten atılma tehlikesi olanlar var. Özellikle 2002-2010 arası cemaatçi olmak çok havalıydı. Türkiye’nin hemen her yerinde icabında otel aramamak, yatacak bir cemaat evinin mutlaka olması demekti. Yönetici sınavlarını, KPSS’yi ve bilumum sınavları kazanmak, kolayca yükselmek demekti. Esnaf içinse yer yer ilçenin yarısını mecburi müşterin yapmak demekti. Şimdi hepsi suçlu ve şüpheli, işten atılanlar en azından 17-25 Aralıktan sonra ilişkilerini kestiklerini ispat etmek derdinde. İşinde ve halen AKP’de olanlarda #fetöcüyuvasıchp gibi başlıklarla üste çıkma çabasında.  Burada çöplerdeki, yani çöpe atılan insanlardaki gazın çıkacağı bir yer olmadığını görüyoruz.
      Solcular enerjilerini, öfkelerini, yani gazlarını bir şekilde dışarı atıyor. Özellikle Gezi’den sonra bundan hiç çekinmiyor. Yeni bir gezi olmaması da bence bu yüzden! Gezi,  biriken bir enerjinin dışavurumudur. Herkes patlama diyor, lakin patlama değil, siboptan gaz kaçışıdır. Belik pıst diye değil, şöyle zaaaart diye. Uzn adam bu basınçlı kabı gevşetmesi gerekirken sıkıştırdı, lakin sosyal medya sayesinde bu enerji sürekli dışa vuruluyor. Gene de biriken bir öfke-enerji var. Cemaatçilerin, yeni adları ile fetöcülerin böyle bir şansları ya da imkânları da pek yok artık. İşin bir de AKP içinde parsel parsel satanların, damatları ve neredeyse 7 sülalesi tutuklu olduğu halde büyükşehir belediye başkanlığı yapanlar,  kardeşi darbe cuntasına albayken, milletvekilliği yapanların olması da bu işin başka tarafı. Bunları pek çoğunun bir şekilde Pennsylvania’ya bir şekilde bağlı olduklarını da tahmin etmek zor değil dostlarım. Bunlar istedikleri kadar FETÖ’ye küfretsin, bir şekilde ona bazı tavizlerle bağlandıkları gerçek.
        Şimdi dostlarım, bunlar birbirini yiyecek, aradan da biz sıyrılacağız demek isterdim. Bu kitle unutuldukça, bu metan kokusuna burnumuz alıştıkça bizim için tehlikeli oluyor. Hem bizim, hem de iktidar için tehlikeli olmakta, çünkü tamamen belirsiz ve kontrolsüzler, ne olacakları ya da ne yapacakları belli değil. 17-25 Aralığı tahmin etmediğimiz gibi, 15 Temmuzu da tahmin etmemiştik.  Ben şahsen nisan-mayıs gibi bu cemaatin bir şeyler yapacağını tahmin ediyordum ama askeri darbe yapacaklarını tahmin etmiyordum. Akp içinde bir yarılma, çatışma olacağını tahmin etmiştim. Sanki cemaatin, akp’yi devirememe sebebi, iktidarı sol bırakmama çabası gibi. Her iki tarafta sanki,15 temmuzdan sonra birbirleri ile değil de solla çatışmış gibi açıklamalar yaptı. Cumhurbaşkanı ezanların susturulmayacağından bahsetti, Fettulah Gülen ise, son videolarından birinde, BUNLARIN YAPTIĞINI LENİN YAPMADI, dedi. Bu sözleri, sakın ha darboğazdayız diye sola oy vermeyin mesajıydı. Cemaatin elinde halen yüklü miktarda para, şirket, okul ve siyasi güç var.  Bunlar sayıları yüzbinleri bulan, işsiz, tutuklu, hapiste ve gözden düşmüş cemaatçilerin sorunlarını, özellikle maddi sorunlarını çözemez. Bu da cemaatin Türkiye’de ki üye ve taraftarlarının kontrolünü büyük ölçüde kaybettiği ve kaybedeceği anlamına gelir.
          Bu yazıları yazarken Suriye’de yenilgi üzerine yenilgi alan ve Türkiye’nin desteklediği çok belli cihatçıların çöpe atılmışlığı ve bu çöpün, patlayacağı metan gazı ile başımıza kaldığı gerçeği de ayrı konu. Yazı çok uzayacak. Böyle şeyler depreme benziyor biraz. Deprem olduğu zaman, deprem tehlikesi hep aklımızdadır. Aradan zaman geçtikçe deprem tehlikesi daha da artarken,  zihnimizden silinir. Örneğin 1755 Lizbon depremi, Avrupa tarihinin en büyük depremiydi. Deprem, Lizbon ve Portekiz’i yıkmakla kalmamış, tsunamiler, Fas ve İspanya kıyılarında da yıkımlara yol açmıştır.  Portekiz gibi koyu Katolik ve Papa’nın övgüsünü alan bir şehrin, böyle bir felakete uğraması, laikliğin ve Ateizmin yayılmasına yol açmıştır. Çünkü Papa, kuzey ülkelerindeki felaketlerin sebebi olarak Protestanlık ve Ateizmi gösteriyordu.  Benzer bir şekilde 1509’da kıyamet-i suğra denen büyük deprem de çoktan unutuldu. İstanbul’un yazılı tarihinin en şiddetli depremiydi, tsunamiler, şehir surlarının bu günkü yıkıntı haline getirdi. Biz bu depremi unuttuk. Deprem sadece İstanbul’u değil, Edirne’den Bolu’ya Marmara’yı yıkmıştı. Bundan kaçınmak için sadece depreme dayanıklı yapılar yapmamız yetmez. Bütün sanayi ve ticareti de bu bölgeye yığmaktan vazgeçmemiz,  ülkenin her yanına dağıtmamız gerekir. 1509 depremindeki tsunamiler, Bursa, Uludağ eteklerine ulaşmıştı. Şimdi nasıl 1509 İstanbul ya da 1755 Lizbon depremleri bize uzak geliyorsa, bu çöp dağı patlamaları da bize uzak geliyor.

        Lakin düşündüğümüz kadar da uzak olmayabilir. Bu çöp patlaması sadece eski dostları olan iktidar partisine değil, herkese zarar verebilir. Bu patlamaya iktidar partisinde evvel biz dikkat etmeliyiz.

6 Aralık 2016 Salı

Çöp şöhretler

ÇÖP ŞÖHRETLER
                Bu kelimeyi çöp video (trash video )kelimesinden türettim. İşe yaramaz ve artık izlemez olan filmler için deniliyor. Yetmişler, seks filmleri furyası dönemi filmleri gibi filmler ya da bazı üstün körü yapılmış diziler (shop opera- sabun köpüğü operası) ya da ucuz romanlar ( pulp fiction) gibi kalitesiz ürünlere doğrudan çöp demeli aslında. Bazı çöpleri geri dönüşüme gönderemiyoruz, sürekli hayamızda. Birileri onları zorla hayatımıza sokuyor, daha dorusu hayatımızdan çıkarmıyor. Sürekli onları ekranlarda görüyoruz. Üstelik varlıkları reytingleri, gişeleri düşürdüğü halde, illa ekranlara çıkıyorlar?
         Örnek olarak Hülya Avşar’ı ele alalım. Son on yıldır ne iş yapıyor bu kadın? Televizyon yarışmalarının jürisi, başka? En son Orhan Kemal’in 72. Koğuş’unun sinema filmi, sırf o var diye, gişede gümledi. Onun olduğu filmi, diziyi izlemiyor insanlar. Bu sefer de yarışmalara jüri oldu. Aslında izlenen yarışma, başka biri olsa daha fazla izlenecek belki.  Kendisi de pek sevilmediğinin farkında, bu yüzden şirin gözükmek için evet, yıldızlı evet falan diyor. Aslında bu da Acun Ilıcalı’nın bir oyunu. Çünkü çok aşırı kötü ya da iyi olmadıkça, her yarışmacının jüri ile ilişkisi şöyle gelişiyor. Bir aday ne kadar kötü olursa olsun, mutlaka seveni ya da eşi, dostu oluyor. Bir adayı üç hayırla uğurlamak, programı riske atmak demek olabilir.  Öbür jüri de (Sergen Yalçın ya da Ali Taran v b) genelde hayır deyip, kararı kanalın sahibi Acun’a bırakıyor. 
        Aslında Hülya Avşar gibi çok çöp ünlü var.  Bir dönemin ünlülerinin şöhreti devam etsin diye medya kuruluşları çırpınıp, duruyor. Prime Time denen akşamüstü saatlerindeki müzik, magazin programlarını artık yapmıyor bu zoraki ünlüler. O saatler riske atılmayacak kadar kıymetli, dev bütçeli dizilerin, reyting savaşı meydanı. Türk halkı aşırı televizyon izleyen bir millet. Gündüz kuşağında çalışıyorlar. Bir ara il il gezen gezi programları yaptılar. Sonra Gezi ve Yemek programları geldi. Minicik yaka mikrofonu ve televizyon kameraları var diye milletin yemeğine tebelleş oldular. Şimdi de ya evlilik programları ya da uyduruk programlara konukluk falan. İlla bu çöpler gözümüzün önünde olacak.
        Mesela ilk müzik yetenek yarışmasının o kadar da iyi müzik yapamayan birincisi vardı, adı Bayhan. Bu şahıs birden bire, evlilik programlarına katılan, akıl hastası olduğu belli bir kadına talip oldu. Evlenmedi tabi, meğer bu şahıs Youtube kanalı açmış, reklamını yapacakmış. Sonra aynı kadını, yeni albüm yapmış, türünü seçemeyeceğim kadar kötü başka bir şarkıcı istedi. Kadın hiç biriyle evlenmedi tabi. Hanife gibilerine çoktan ad takıldı, medya maymunu.
           Aslında medya maymunları, çöğ şöhretlerin bir kısmı. Her çöp şöhret medya maymunu değil. Çöp şöhretlerin hemen hepsi maymunluk ya da soytarılık dediğimiz absürt davranışları kamuoyu önünde gerçekleştirmekte.  Biz bu kelimeyi, daha çok akıl hastası, ne yaptığını çok da bilmeyen kişiler ya da böyle absürt işler haricinde medyaya sunacak bir şeyi olmayan kişileri kast ediyoruz. Mesela tüm kariyeri evlenememek olan, evlenme programı yarışmacısı Caner’de, Hanife kadar akıl hastası olmasa da bu sınıfa girer. Ben saksı değilim çıkışı ile hatırlanan Erol Büyükburç’ta ne yazık ki yaşamının sonunda medya maymunu olmuştur.
       Buraya kadar yazdıklarıma bakarak çöp ünlülerin çıkış yaptığı dört  kaynak görüyorum:
1)      Dandik olanları başta olmak üzere yarışmalar.  Gerçi ciddi denilen yarışmalar bile gereksiz kişilerin şöhreti için kullanılabiliyor. Mesela Hülya Avşar, Türkiye güzeli seçildiğinde tüm jüri üyeleri onun şahsen tanıyormuş ve boşanmış dul olduğunu biliyormuş. Muhtemelen boşanmış oluşunun kamuoyuna çıkması ve ardından çıkarılan çalınan taç yaygarası da önceden hazırlanmıştı.
Doksanların Biri Bizi Gözetliyor ile başlayan yarışmaları, çöp şöhret fabrikası gibi çalıştı, halen de çalışıyor. Evlilik programlarını da bu grup programlardan sayabiliriz.
2)      Televizyonda ya da sosyal medyada çok gereksiz hareketleri ya da açıklamaları ile şöhret olanlar. Bu tür çöp şöhretlerin ilki, tiyatrocu Levent Oran’dır. Oyunları yada rol aldığı işleri ile bulamadığı şiddeti, kadına karşı şiddeti överek bulmuştur. Bunun için önce o zamanlar moda olan Talk Show programlarına sıra ile katılmış, sonra da turneye çıkmıştır. Turnede sahnede neler yaptığını bilmiyorum. En sonunda pavyonda çalışmaya başladı ve Show tv her akşam pavyonda olanları yada onunla ilgili bir kurguyu yayımladı. İki dizinden kurşunlanınca o da bitti. Hatta hatırlıyorum,  o zamanlar Uzan holdinge ait olan Star gazetesi, DİZİ ÇEKİLDİ diye manşetten vermişti bu olayı. Bu şöhretlerin sosyal medyada belli dönemde, belli ortamlarda şöhret olup, sonra çabucak unutulanlarını saymak imkânsız gibidir. Mesela bir dönem, bir video altına Filiz isimli bir kız, Türkün gücünü gösterelim gibisinden bir şeyler yazmış,  bir erkekte, Filiz Sevişelim mi diye yorum yapmıştır. Bir ara sosyal medyada filiz sevişelim mi sözü bir espri, deyim olmuştur. İşin ilginç yanı bu genç adam da, bu tuhaf şöhretinden uzun süre habersiz olmuş, en nihayetinde niye herkes bana sevişelim mi diye soruyor diye serzenişte bulunmuştur.
3)      Eski şöhretlerin, tekrar ortaya çıkma çabası ile çöp olması.  Buna Erol Büyükburç’laşma diyorum. Ben saksı değilim diye bağırıp, kendisini çöp şöhret yapmıştı. Üç Hürel,  Ali Rıza Binboğa gibi doksanlarda tekrar hatırlanmanın rüzgârı ile bir iki yeni ya da tekrar albüm yapıp, sonra köşelerine çekilen eski şöhretler olmuştur. Bir de Erol Köse, Banu Alkan gibi kaybettiği şöhreti tekrar yakalamak için magazin medyasının oyuncağı olanlar vardır.
4)      Bir de iktidar yandaşı medya tarafından kullanılıp, atılan ve böylece gerçekten çöpe atılanlar var.  Bunlar cidden sonradan unutuluyor. Mesela Yağmur Atsız! Irkçı yazar Hüseyin Nihal Atsız’ın solcu oğlu olarak ünlenmişti. Hrant Dink’in ölümünden sonra ben de Ermeni’yim diye nefis bir yazı yazan demokrattan, Kobane (Ayn el Arab)’da İŞİD kuşatmasında kalan sivillere hakaret eden bir faşiste dönüştü kısa zamanda. Yazıları, babasını andırıyordu. Sonra günlerimiz şiirini besteleyen Zülfü Livaneli ile kavga etti, ardından tüm sosyal demokrat âlemle. Derken Star gazetesi birden Yağmur beyle yollarını ayırdı.  Salih Memecan gibi son bir protestosunu bile edemedi.
Bu tür çöp şöhretlerin ilk olarak Sezen Aksu olarak görebiliriz. 1990’lı yıllarda genç popçuların ilk sözü idolüm Sezen Aksu olurdu. Onun dokunması ile üçüncü sınıf bar şarkıcıları, şöhretlerinin doruğuna ulaşıyordu. Tarkan ile Sezen Aksu’nun arası bozulduğu zamanlarda, Tarkan’ın şöhretinin sonu geldiğini söylüyordu. Sezen Aksu söz yazmazsa, beste vermezse megastar biter diyorlardı. Derken AKP’nin referandumlarından birinde yetmez ama evetçi oluverdi. Geniş bir hayran kitlesini kaybetti. Ardından da yüz felci geçirdi, sahnelerden,  stüdyolardan uzak kaldı. Bu sürede internet yaygınlaştı, müzik sektörünün kalbi Kral tv başta olmak üzere klip yayınlayan kanallardan, Youtube başta olmak üzere dijital alanlara taşındı. Yepyeni sesler geldi. Gezi olaylarında da sol dünya onu ret etti. Uyan Alim şarkısını, gezi şehitlerinden Ali İsmail Korkmaz’a adamak istedi, kitlenin tepkisini görünce de zaten onu kast etmemiştim dedi.  17-25 Aralık yolsuzluk operasyonlarından sonra öğretmen olan babasının, Fettullah Gülen cemaatinin Yamanlar kolejinde çalıştığı hatırlandı ve kendisine cemaatçi dendi. Sonrasında tekrar sahnelere dönemediği gibi, veda konserleri de çok ilgi görmedi.
Pek çok şöhretli ya da eskiden şöhretli kişiler, bir şeyler elde etmek umuduyla iktidara yanaşıyor ve kullanım süresi dolunca çöpe atılıyor. 
        Aslında her şöhret gibi, çöp şöhrette geçici, hatta gerçek şöhretten daha geçicidir.  En uzun süre şöhreti yaşamış çöp şöhret, Öztürk Serengil ve Aydemir Akbaş gibi Yeşilçam yıldızlardır. Serengil, en son televizyonlarda domates-salatalık, bamya, cin biber içerikli berbat bir parodi yayımlandıktan sonra medyadan men oldu ve ortadan kayboldu.
        Bu yazıyı yazmamdaki sebep, özellikle yandaş medya bu çöp şöhretleri el üstünde tutuyor ve koruyor. Hatta iktidar yanlısı aktrol ordusu, evlilik ya da TV8’in programlarına sosyal medyada destek oluyor. Bu programları yapanlar, en başından AKP’yi destekleyenlerdi.  Televizyondaki her şeyden öfke kusan muhafazakâr milleti, televizyonları ele geçirince, bu konuda konuşmaz oldu.  Televizyonlarda doksanlı yıllardan daha az meme, çıplaklık, daha çok çöp şöhret var. Çıplaklıkta artık seyircinin aramadığı bir şey! Sebebi de internette kolayca bulması. Yoksa ekranlarda çıplaklığın olmaması muhafazakârlaşmaktan değil, seyirci cepten, kendi bilgisayarından çıplaklığı izlemek istemesi. Yoksa televizyonlar gene çıplaklığı yaldır yaldır kullanır. Sinemada RTÜK yok, sinemada da çıplaklık bayağı azaldı. Oysa absürtlük alabildiğine coştu.

         Bu iktidar popüler kültüre, dolayısı ile te televizyona doğrudan bağlı. Gündüz kuşağı da böyle absürt programlara bağlı. Bunun bence iki sebebi var. Birincisi halkı ciddi ciddi aptallaştırma çabası. İkincisi de gündüz kuşağında, neredeyse tamamı yandaş olan kanalların izlenmesini sağlamak. İktidarın en büyük gücü, propaganda gücüdür ve propaganda gücünü yıkmak için bu çöp şöhretlere saldırmalıyız. En zayıf yanları da bu. 

22 Kasım 2016 Salı

KAPİTALİZM İLE İLGİLİ YANLIŞ BİLGİLER

        Şu an, yaklaşık dört yüz yıldır dünyanın ekonomik sistemi kapitalist sistem. Bu sistemle ilgili doğru bilinen ve bence yanlış olan şeyleri bir derledim.
1)Kapitalizm, serbest piyasa rejimidir, serbest piyasa rejimi ile çalışır.
      Komünistlerin bile inandığı çok baba bir yalandır. Piyasanın gizli eli kuralını ortaya atan Adam Smith bile, İskoçya’nın maliye ve gümrük bakanı iken, İngiliz kumaşlarına ağır gümrük koymuştur. Üstelik bu olay Ulusların Zenginliği kitabının Türkiye İş Bankası yayımlarından çıkan baskısının önsözünde yer alır. Kapitalist, güçlü iken, güçsüzler korunasın diye bunu uydurmuştur. Yoksa canı yanınca gümrük duvarları ördürmeyi, devletten yardım almayı çok iyi bilir.  Güçlü rakiplerine karşı piyasayı korumaya almayı bilirler.
         Nihat Genç yıllar önce Türk burjuvazisinin Çinlilere düşmanlığından bahsetmişti.  Özellikle Özal ekonomilerinden sonra,  her yabancıya kucak açan, rekabet kaliteyi arttırır diyen Türk üreticileri, Çinliler gelince çıldırdı.  Gerçi gene de engel olamadılar. Çin malları her sektörü ve her ürün türünü ele geçirdi.  Kırıkkale’de bunun sebebini öğrendim. Çinli firmalar bir ülkeye açılmak için büyük bir distribütör firma aramıyor. Çoğu üründe de gerek yokmuş zaten.  Sıradan esnaf, alibaba.com adlı  siteden sipariş veriyor. (not, girmeyin, bir çeşit çerez program atıyor, virüs gibi zor siliyorsun. İnternet kafelerden deneyin) mesela bir saatçi, seçimlere yakın, 6 oklu, Atatürk resimli, bozkurtlu ve benzeri resimleri kadrana basılı saatler istiyor. Kargo ile doğrudan Kırıkkale’ye kargo ile gönderiyor. Çin mallarının ucuzluğu biraz da bu yüzden.  Bu yüzden de kapitalist basın, Çin’e damping cezası diye ağlıyor.
2)Kapitalizmde piyasayı ihtiyaçlar belirler, ihtiyaçlar piyasayı.  Bu çağda ihtiyacını reklamlar belirler, önce bunu belirtelim. İhtiyacımız sandığımız pek çok şeyi, reklamlar yüzünden alıyoruz. En temel ihtiyaçlarda da fiyatları çoğunlukla vurguncular, istifçiler belirler. Dünyada 13 milyar insanı doyuracak kadar gıda üretiliyor , 2 milyar insan aç, 1 milyar insan obez. Piyasayı ihtiyaçlar belirlerse bu olmazdı.
3)Kapitalizm, özgürlük ve demokrasi ister.  En komik yalandır bu. Misal 12 Eylülü ele alalım. Generallerin ilk işi DİSK (Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu) ve MİSK (milliyetçi işçi sendikaları konfederasyonu) gibi sendikaları kapatıp, kapatmadıklarını da etkisi hale getirdi.  TÜSİAD’I MÜSİAD’I kapatmadı.  Gerçi MÜSİAD, 1990’da kuruldu ama eminim olsaydı da kapatılmazdı. Nitekim 28 Şubatta MÜSİAD’a dokunmak kimsenin aklına gelmedi. 12 Eylül komutanları da haklarını arayan işçilerin suçlu olduğuna hükmetti de, işçisine zam yapmayan, işçine sabunu, suyu bir kalıp sabunu çok gören sanayici suçlu değil miydi? İşçilere grev yasağı gelince, iş dünyası ilk iş, ücretleri düşürdü.  O generallerin de pek çoğu, ücret düşüren holdinglere yönetim kurulu üyesi oldu. Kapitalizm, büyük sermaye sahiplerine özgürlük ve demokrasi ister.
          Mesela hayranı da olduğun Karl Popper bile,  otokrat Marksizm’i eleştireceğim diye Hegel’i, Hegle’i eleştireceğim diye de Platon’u eleştirmiştir. Oysa kendisi Yahudi atalarından dolayı (kendisi Yahudi olmasa bile) Nazizm korkusu ile ülkesini terk etmiş, terk etmek bir yana, o korku ile Yeni Zelanda’ya kadar kaçmıştır. Gene de milliyetçi, ırkçı ideolojiler üzerine kalem oynatmamıştır. Marksizm’in diyalektiğini eleştireceğim diye, Tarihselciliğin Sefaleti diye kitap yazmış, tarihselci olarak bir tek Sosyalizmi anlamıştır. Altın çağa dönmeci, eski büyük devlete özlem duyan faşizan ideoloji üzerine tek söz söylememiştir.
4)Kapitalizm, huzur ve güven (istikrar( ister. Antidemokratik rejimleri destekleme bahanesidir bu. Sermaye istikrar olmayan yerden kaçar, istikrarsızlık ekonomik kriz ister diye insanları korkutup, dururlar. Oysa pek çok krizi bizzat kendileri, zorla çıkarırlar. Bunun ilk sebebi, maaş ve ucuzluk isteyen halkı baskılayacak bir dikta rejimini çağırmak için bahanedir. Öte yandan savaş, iç savaş, siyasi istikrarsızlık, büyük vurgunlar yapma fırsatıdır. Fiyatı aşırı düşen mal ve mülkleri alıp, aşırı artanları da satmaktır. Savaşsa yüksek fiyatla silah ve cephane satma zamandır.  İspanya iç savaşının üç sene sürme sebebi, Basil Zaharoff’un, Türk-Yunan savaşında kaybettiği parayı, kazanma çabasıdır. Her iki dünya savaşında Almanya’ya savaşı genişletmesini Alman sanayicileri istemişti.
         Bir ülkede büyük burjuvalar, büyük sermaye sahipleri, istikrar, istikrar diye ağlıyorsa muhtemelen bir diktatör iktidara hazırlanıyordur.
5)Kapitalizm küreselleşme ister, evrenselleşme ister, açık toplum ister, içe kapanma istemez. İşte başka bir büyük yalan. Doksanlardan beri o kadar çok tekrar ediliyor ki, insanlar cidden böyle sanıyor. Bu yalan, serbest piyasa rejimi bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler ilkesinin yan sonucu ya da gelişmiş sonucu gibi gelir. Oysa küreselleşmemiş ülkeler, çoğunlukla yerli ya da yerliymiş görünen ve komprador olan yabancı sermayenin oyuncağıdır. Afrika ve Latin Amerika ülkeleri, askeri diktatörlüklerin ve ülkeyi sömüren büyük ticari kartellerin kontrolü alında yıllarca içe kapandı. Bazı büyük Amerikan holdingleri, içe kapanma sayesinde gücümü koruyan diktatörler sayesinde ülkelerin yerüstü ve yeraltı madenlerini sömürdü. Türk sanayicisi, içe kapanma sayesinde kötü ürünlerini halka pahalıya sattı.

        Sonuç:  Kapitalizmde tek hedef, ilke ve ideoloji, büyük sermaye sahiplerinin ihtiyaçlarıdır. Geri kalanı yalandır.

12 Kasım 2016 Cumartesi

Sublimineral: Açtığın Yolda, Gösterdiğin Hedefe!

Sublimineral: Açtığın Yolda, Gösterdiğin Hedefe!: Mustafa hiç doğmamış olabilirdi. Asker olamayabilirdi. Türkiye'nin dört bir yanındaki cephelerde savaşıyordu, her an ölümle burun buruna...

8 Kasım 2016 Salı

NÜFUS İSTATİSLİĞİNİN ÇOCUK KAYDIRAĞI
      Yıllar önce lisede okurken, öğretmenimizin biri, hangisi hatırlamıyorum, nerede doğduğumuzu bir de kaç kardeş olduğumuzu sormuştu. Kırktan fazla öğrenciydik, kırk beş ya da kırk altı.  İki ilginç sonuç çıkmıştı. Sınıfta tek İstanbul doğumlu bendim (Ankara’da bir liseydik), diğerlerinin hepsi memleketlerinde (Sivas, Yozgat, Kars vb) doğmuştu. Diğeri de ası konumuz, üç kardeşi olan, yani ailece dört kardeş olan bir tek bendim. Diğer arkadaşlarım beş ve daha fazla kardeşti. Benzer bir yoklamayı üniversitede istatistik hocamız, konu gereği yağmıştı. Otuz arkadaştan bir çan eğrisi çıkmıştı, çan eğrisini tek bozan 7 kardeş olanlardı.  Sınıfça ortalama 5 ya da 6 kardeştik. Muhtemelen ikinci öğretimde de durum farklı değildi. Çünkü oradaki arkadaşlarımla konuştuğumda da, genelde beş ve daha fazla kardeştiler.  Sonra sosyal medya sayesinde pek çoğuyla arada görüştüm, bazılarıyla halen görüşür, bazılarından da haber alırım. Aralarında en fazla üç çocuğu olan var bildiğim kadarı ile.  Biz Süleyman Demirel Sosyolojinin 1998 mezunları, birinci ve ikinci öğretim olarak toplam altmış iki kişiydik. Şimdi bizim çocuklarımızı toplasak toplan kırk beş çocuk çıkmaz. Pek çoğumuz bekar, ikiden fazla çocuğu olan benim bildiğim üç çocuklu bir arkadaş var.
        Garip bir alışkanlıkla gittiğim hemen her okulda arada öğrencilere sorarım kaç kardeşsiniz diye. Dört ve daha fazla kardeşi olanlar her yıl azalıyor. Olanların da çoğu doğu ve güneydoğu, hatta düz söyleyeyim, Kürt kökenli. Onlarda da her sene kardeş ortalaması azalıyor. Bir tek Kırıkkale’nin Karakeçili ilçesindeyken neredeyse tüm çocuklar yedi kardeşti.
        İşin doğrusu doğum oranlarındaki azalma artık dünya çapında bir nüfus ve yaşlanma sorununa döndü, Türkiye dâhil.  Türkiye halen nüfusun arttığı ülkeler arasında ya da öyle gözüküyor. Sebebi de bir önceki neslin halen yaşaması, nüfusa dâhil olması, bir de ortalama ömrün yükselmesi.  Cumhurbaşkanımız üç, beş çocuk isteyip duruyor ama seçmenleri bir tek bu konuda liderlerini pek dinlemiyor. İşin ilginci dört çocuk babası cumhurbaşkanımızın,  hiçbir çocuğundan üç torununun olmaması, hiç ir kızının ya da gelininin iki den fazla doğurmamış olması.  Pek çok muhafazakâr arkadaştan aynı sitemleri duyuyorum. Neslimizin azalmasından, Kürtlerin çoğunluk olmasından, nüfus artışının fazla olmasının İslam’ın gücü olmasından bahsedip duruyorlar, lakin çocuk yapmıyorlar.
         Seksenli yıllar, nüfus artışının dorukta olduğu yıllardı. Devlet, aile planlamasına özendirir, bunun için programlar yapardı. Hatta ’Serçeler Göç Etmez’ diye dizi bile çekilmişti. O zaman nüfusu azalma meylinde ve çocuksuz Avrupalı ailelere hayret ederdik. Şimdi ne oldu da doğumlar azaldı ve azalmaya devam ediyor. Üstelik bu sadece Türkiye’nin meselesi de değil. Dünyanın üçte biri, nüfusun azaldığı ülkelerde yaşıyor.  Eskiden daha çok kuzey ve batı Avrupa’nın derdi olan bu durumu, neredeyse Sahra Altı Afrika hariç tüm dünya yaşıyor. Üstelik bu bölge kısmen doğru düzgün göç politikaları, kısmen de doğum teşvikleri ile bu sorunu çözememişlerse bile hafifletmişken, diğer pek çok ülke, daha ağır yaşıyor, mesela Japonya’da hasta-yaşlı bezi satışı, çocuk bezi satışından fazla. Durumun en kötü olduğu yer, doğu Avrupa ve Balkan yarımadası. Balkanlarda doğum oranının nüfusu korumaya yeterli olduğu tek ülke Arnavutluk, yeterince göçmen alabilen tek ülke Yunanistan. İran bile her türlü nüfus planlamasını askıya aldığı gibi, kalıcı doğum kontrolünü (kısırlaştırma) yasaklamış durumda.
          Ne oldu da dünya çocuk yapmaz oldu, bu soruyu felsefi bir soru olarak sormak gerekir. İnsanlar neden artık çocuk yapmıyor, daha doğrusu çocuk yapmak istemiyor? Bence insanlar o kadar bencilleşti, o kadar tüketici oldu ki, bencillik ve tüketicilikten çocuk yapmıyor. O kadar bencil ki, kendi çocuklarını doğmadan imha ediyor. Hayatın zevklerini tatmak ya da şu geçici dünyada, her gün boğulduğu işlerde kariyer yapmak adına neslinin devamını getiremiyor. Reklamlar bizi o kadar tüketici yaptı ki,  her şey ihtiyacımız oldu, bu ihtiyaçları karşılamaya kazandığımız para yetmiyor ki, bir de çocuk yapalım. Paramız arttıkça,  ihtiyacımız artıyor.
         Evlenmekte zorlaştı. Gerçi eski tantanalı düğünler yok. Pek çok kişi sade bir nikâh merasimi ile evleniyor. Mesele çoğu kez nikâha kadar gelebilmek oluyor. Önceden bir işiniz olsa yeterliydi.  En başta iş bulmak giderek zorlaşıyor. Önceden sadece erkeğin iş bulması yeterliydi. Şimdi işsiz kızlarda evlenemez oldu.  Tek maaşla ev zor geçiniyor. Sonra iş bulmak bir yana, iyi bir iş bulmazsanız evlenmeniz zor. Kızlar da ereklerde kariyer arıyorlar. Erkek egemenliği pek çok alanda olduğu gibi, kadınlar arasında da devam ediyor. Albay olamayıp, albay karısı olmak, müdür olamayıp, müdür karısı olma hırsları devam ediyor.  Pek çoğu da kendilerini dünya güzeli sandıklarından, erkek beğenmiyor. Benzer bir dert, erkeklerde de var. Çapkınlık ve zamparalık, bir değer olarak erkeklere pazarlanıyor. Erkekler de sanki bekâr kaldıkları sürece bir Don Juan, Kazanova olacaklarmış gibi evliliği erteliyor.
           Çocukların da ihtiyacı artıyor. Bizim nesil elinde ekmek arası bir şeylerle sokaklarda oynaya oynaya büyüdü. Lüks oyuncağı olan arkadaşlar, arada bize de oynatırdı. Şimdilerde sokaklarda oynayamıyorsun, sokaklar motorlu araç ve bir süre tehlikeyle dolu.  Hem anne, hem de baba çalışıyorken, evde çocuğa kim bakacak, meçhul.  Türkiye’de şimdilik bu işi büyük anneler üstleniyor.  Bazen de üstlenmiyor, çocuk isteyen kadın uzun süre iş hayatından uzaklaşmak zoruna kalıyor. Çocuğa bakan biri olsa bile, sırf çocuk, başka çocuklarla sosyalleşsin diye kreş ve anaokulu gerekiyor. Çocukların oyun alanı çok az ve koca apartmanlarda çoğu kez toplasan on çocuk çıkmıyor. Çoğunun da annesi gün boyu işte. Çocukların sosyalleşmek için bile kreşe ihtiyacı var.  Okullar deseni artık daha masraflı.  Ders kitapları bedava, kırtasiye eskisinden daha ucuz. Bu sefer de servisler pahalı. Önceden öğrenciler çok uzun mesafeleri yürürken, şimdikilerden yüz metre öteye servisle gideni biliyorum. Sonra çocuk büyüdükçe, ihtiyaçları da büyüyor.  Eskiden çocuk kıyafetlerinde marka olmazdı, şimdi anaokulu çocukları marka giyiyor. Büyüdükçe bilinçleniyor ve daha iyi markaları istiyor. Sadece giyim kuşamları değil, cep telefonları ve tablet bilgisayarları da marka olmak zorunda oluyor.  Çocuklar modası geçmiş elbiseyi, dolayısı ile büyüklerin eskilerini de giymiyor.
         Bütün bunlara evli ve çocuklu olmanın eskisi kadar sosyal itibar kazandırmadığını da eklemeli.  Rahmetli dedem birisiyle sohbete başladığında önce kaç çocuk sorusunu sorardı. Beşi erkek, altı çocuk babası olmakla övünürdü hep.  Eşi olan babaannen on sekiz hamilik yaşamış, bunlardan altısı düşükle sonuçlanmış, altısı çocukken ölmüş ve altısı yaşamıştı. Hayatta kayda değer bir başarısı olmayan, yetim büyümüş, okuma yazma bilmeyen dedem için tek başarı çocuk ve torun sahibi olmaktı.  Şimdi çocuğu, kişinin yükü gibi görüyorlar. Önceden bekâra iş ve kiralık ev vermezlerdi, şimdi çocuklulara vermiyorlar. Özellikle kadınsanız, seyahat engeliniz var mı gibisinden sorularla sizi sınıyorlar.  Hamile kaldığınızda da işten çıkarıyorlar.
        Bu olanların en fazla olduğu yerler, en kapitalist ya da en modernize ülkeler. Bu yüzden buralarda doğum oranları düşük.  Bu nüfus azalması önce Fransa’da başladı. Emil Zola, nüfus azalmasına dur demek için Döl Bereketi romanını yazdı. Asıl düşüş olayın ikinci dünya savaşından sonra kuzey Avrupa ülkelerinde başladı. Sebebi ise en kapitalist ülkelerin onlar olması, geleneksel değerleri yitirmeleriydi. Onlarda artık çocuk demek, yük demekti. Buna karşın gelişen sanayi için işçiye ihtiyaç vardı. Çoğu eski sömürgelerinden gelen göçmenlerle bu işi çözdü. Sömürgelerini 1914’de yitirmiş Almanya ise, kırmızı dipli mumla, Türk işçisi aldı ülkesine.  İlk doğum teşvikleri de bu zaman başladı. İskandinav ülkeleri teşvikte kısmen başarılı oldu. Bol keseden çocuk yardımları, tam maaşlı doğum izinleri, evlenme ve evlilerin çocuk yapma oranlarını arttırdı.  Sonra bu nüfus azalması hastalığı, güney Avrupa ülkelerine sıçradı. Üstelik kuzey kadar cömert çocuk yardımları veremedikleri için, doğum oranları daha da düştü. En son izlediğim televizyon haberine göre İtalya, Avrupa birliğinde en düşük orana sahipmiş.  Sovyetlerin yıkılmasından sonra nüfus azalması problemi Balkan yarımadası ve Doğu Avrupa’ya yayıldı. Hatta bu ülkelerin çoğu azalan nüfus yüzünden asla kalkınamayabilirler. Avrupa birliği üyesi olduktan sonra da göç vermeye başladılar.
         Şimdi bu nüfus azalması pek çok ülkeye sıçradı ve onlarda durum daha vahim. Mesela Japonya’da evcil hayvan sayısı, çocuk sayısından daha fazla ve hasta (yaşlı) bezi satışı, bebek bezi satışından daha fazla.  Güney ve kuzey Kore, Tayvan, Küba gibi ülkelerde nüfusu yaşlanan ülkeler arasında.  Bunların bazılarında doğum teşviki pek işe yaramıyor. Avrupa ülkelerinde sırf çocuk parası ile geçinmek için çocuk yapanlar var. Diğer ülkelerin ya bu teşvikleri verecek parası yok, ya da ülkedeki kültür, çocuk parası ile geçinen çiftleri üretmiyor. Mesela erkek egemen Japon toplumunda kızlar evlenmek istemiyor.
         Nüfustan bahsetmişken, Matheus  teoreminden bahsetmezsek olmaz. Herkesin bildiği  çok kısa özeti geçeyim. Nüfusun geometrik, gıdanın, daha doğrusu tarım ürünlerinin de aritmetik artışı sonucu, gıda ve diğer ürünlerin ihtiyaçları sonucu felaket olacaktır. Tarımda makineleşme ve suni gübrelerin kullanımı, bu felakete engel olmuştur, tabi kısmen.  Tıptaki gelişmeler, özellikle aşı teknolojisindeki gelişmeler, 20. Yüzyılda, iki dünya savaşına rağmen nüfus patlamasına yol açmış,  gene de böylesi felaketler olmamış, ya da biz öyle sanıyoruz. Afrika başta olmak üzere dünyanın pek çok yerindeki açlıktan ölümleri görmezden geliyoruz.
         Nüfusla ilgili felaketin Matheus yada benzeri karamsar kuramcıların ve disütopyacıların düşündüğünden daha az olmasının sebebi, özellikle zengin kuzey yarım küre ülkelerinde nüfus artışının az olması, hatta azalma olmasıdır. Bunun üç türlü faydası olmuştur fakir güney ülkelerine.  İlk olarak bu ülkelerin tüketimi artmamıştır. Bu ülkeler aynı zamanda lüks gıda dediğimiz, çok su tüketen ve temel gıda olmayan besinlerinde en büyük tüketicileridir. Nedir bu lüks gıdalar? Mesela çikolata, alkollü içecekler,  tütün vb. geniş tarım alanları, buğday, patates, pirinç gibi temel tüketim bitkileri yerine, para uğruna kakao, tütün, gül ve kesme çiçek gibi ürünlerin ekimine ayrılmıştır. Üstelik bu ülkelerin insanları çok fazla enerji harcarlar.  Bir Bangladeşli kilometrelerce yürürken, bir İsviçreli merdiven bile çok nadiren çıkar. Bütün merdivenleri, yürüyen merdivendir.  Daha fazla kömür, petrol, nükleer madde tüketir. Bu ülkelerde nüfus artması, yoksul ülkelerdeki nüfus artışından daha fazla küresel ısınma ve küresel kirlenmeye sebep olur. İkinci olarak işçilik gerektiren ağır sanayinin yoksul ülkelere kayması, böylece bu ülkelerde yoksulluğun azalmasıdır. Üçüncü olarak da her sanayi başka ülkelere taşınmayacağından,  bu ülkelerin yoksul ülkelerden işçi ve göçmen ithal etmesidir. Bu faydayı en iyi yaşayan ülke Türkiye’dir. İkinci dünya savaşından sonra kendisini toparlayan ve süratle sanayileşen batı Almanya (o zamanlar doğu ve batı olmak üzere 2 Almanya vardı), aynı süratle nüfus arttıramadığından, Türkiye’den işçi almak zorunda kalmıştı. Sonrasında Türkiye, Almanya’ya gönderdiği işçilerle, işsizlik oranını azalttığı gibi, o işçilerden ülkeye de bolca döviz girişi sağladı. Bu işçiler, birikimleri ile yatırım yaptılar.  Ailelerine, akrabalarına, hatta köylerine, kasabalarına yardım yaptılar.
        Şimdi ise bu nüfus azalması güneye, yoksul ülkelere doğru hızla yayılıyor. Küçük ve taşra sayılacak bir ilçedeyim ve müdürüm genç nüfusun ilçede azaldığını ve okul öğrencilerinden azaldığını söyledi. Nüfus görünüşte artıyor. Sebebi bir önceki nesillerdeki nüfus patlaması sonucu doğurgan kadın sayısının artmış olması ve bunun da doğumları arttırması. Kadın başına çocuk sayısı ise azalıyor. Bazı taşra bölgelerinde ve özellikle doğuda doğum oranları nispeten daha yüksek. Türk milliyetçileri, Kürtlere kızıyor, çok çocuk doğuruyorlar diye, bir de Suriyeli mültecilere. Onlar henüz modernleşmeyi ve şehirleşmeyi yeterince özümsememişler.  Bulgaristan ya da Almanya’da Türklerin doğum oranlarının daha fazla olması gibi. Ha, pardon. Almanya’da Türklerin doğum oranlarının, Almanlardan daha düşük olduğunu okumuştum. Almanya’da yaşayan, şimdi rahmetli olan amcama sorduğumda, bizimkiler de evli kalamıyorlar demişti. Bu tip topluluklarda doğum oranları  (Natinonal Geografic dergisinin Brezilya doğum oranları için dediği gibi) çocuk kaydırağı gibi düşmekte. Vahşi kapitalizm doğmamış çocuklarını yemekte.  Buna uyan kitleler ile henüz uymamış kitleler arasında çekişme var. Birbirlerini anlamıyorlar. Türk halkı, sürekli doğuran Suriyelileri anlamıyor.  Doğum oranı yüksek oan doğuluları, özellikle Kürtleri de anlamıyor.  İşin doğrusu onların da bir sonraki nesli daha, hatta Türklerden daha düşük olacak. Onların doğum istatistik grafiği de çocuk kaydırağına dönecek. Bu kaçınılmaz bir durum. Çünkü çocuk sahibi olmanın kazancı yok.
        Kazancı yok, çünkü çok çocuk sahibi ya da kardeş sahibi olmak sosyal ya da ekonomik bir güç değil.  Önceleri kızlar on beşine gelmeden evlenir, erkekler on yaşında çalışır, eve para getirirlerdi.  Şimdi yirmsinden evvel, o da iş bulursa, pek para kazanabilen yok. O da iş bulabilirse. Çalışmayan, işi olmayan kızların evlenme şansı giderek düşüyor.  Eskiden erkekler eşim çalışmıyor derdi, şimdi eşim işsiz demeye başladı.  Zengin olmayan, çocuk için yardım da vermeyen ülkeleri çok büyük düşüşler bekliyor, doğu Avrupa bunun başlangıcı.
       Buna karşın ülkelerin devlet başkanları, devlet görevlileri ne yapıyor? Pek çoğu nüfus azalması tehlikesini görmüş. Sahra altı Afrika haricinde ciddi nüfus artışı olan bölge yok gibi. Modern yaşam, kapitalizm oralara ulaştığında da durum farklı olmayacak. Aziz Nesin bir kitabında anlatmıştı. Hindistan’da bir yerde halka doğum takvimi vermişler, tehlikeli günlerde ilişkiye girilmesin ve çocuk yapılmasın diye. Sonra o bölgede doğum patlaması olmuş.  Geçen gün internette, gene Hindistan’da kadınların çalışmak için rahimleri aldırdığını öğrenince aklıma geldi. İran Ayetullahları, Türk cumhurbaşkanları, sürekli çok çocuk isteklerini tekrar ediyorlar. Reisler, Ayetullahlar, beş çocuk, on çocuk diye isteklerini söylüyorlar.
        Hiç birinin de teşvik vermeye niyetleri yok. İlk çabaları gaz vermek dediğimiz, övücü özlerle kışkırtmak.  Allah rızkını verir diye laflar ediyorlar, sonra iş güvencesini, sendikalaşmayı yok ediyorlar. Masraflar atarken, maaşlar eriyor.  Doğum oranları bir türlü artmıyor.  En son olarak doğum kontrolüne karışıyorlar.  İran, kalıcı doğum kontrolü, yani kısırlaştırmayı yasakladı. Zamanında Romanya diktatörü Çavuşesku, her türlü doğum kontrolünü yasaklamıştı. Sonuç, çocuk düşürme ve merdivenaltı kürtajlarda patlama. Prezervatif, doğum kontrol hapı ve diğer doğum kontrol yöntemlerinin kullanılması halen pek bilinmemesi sebebi ile bu ülke halen Avrupa’nın kürtaj birincisi. Bizim cumhurbaşkanımız da kürtaj düşmanı. Polonya, Katolikliğini bahane ederek temelli yasaklamak istedi, kadınların toplu grev tehdidiyle geri çekti yasa tasarısını.
         Gerçek şu ki kapitalizmin istenmeyen çocuklara ihtiyacı var.  Bu çocuklar çabucak büyümeli ilk fırsatta maaşı ne olursa olsun işe girmeli.  Ailesi onu ilk fırsatta bir işe girmeye zorlamalı.  Batıda kapitalizm bu yüzden zorda. Ucuz işçilik yok ve bu yüzden yatırımlar fakir ülkelere kayıyor. Amerikalılar pizza siparişi için Hindistan’ı arıyor.  Oradaki çağrı merkezlerinde ücretler daha ucuz.  Tekstil atölyeleri Bangladeş’e doluşmuş. Uruguay’dan daha küçük yüzölçümü olan bu ülkenin,  Rusya’dan daha fazla nüfusu var. Pakistan, Mısır ve Endonezya, hazır giyim sanayinin yayıldığı diğer yerler.  Konfeksiyonun tek ihtiyacı, ucuz enerji ev ucuz iş gücü.
          Kapitalizm için gerçek tehlike Bangladeş’in ve benzeri ülkelerin de ucuz işçilik ülkesi olmaktan çıkmasıdır. Bu güney doğu Asya, özellikle Çin Hindi altkıtası için gerçek oldu. Tayvan, Tayland, artık ucuz işçilik ülkesi değil.  Pek çok ucuz işçilik ülkesinde de ne olacağı belli değil.  Pakistan gibi El Kaide canlı bombaları patlayabilir, Mısır gibi ihtilaller olabilir, Suriye gibi uzun süreli iç savaşlar çıkabilir. İç savaşlar, sanayileşmiş ülkelere mülteci üretiyor, bu da ucuz işçilik demek.  Her ne kadar sosyal yardımlardan, nüfus değişmelerine varıncaya kadar, şikâyetçi de olsalar, ucuz mülteci emeğine hayır denmiyor.  Türkiye’de şu satırları yazdığım zaman her yerde bolca bulunan Suriyeliler gibi.  Fuhuştan, tarıma her iş kolu ucuz Suriyeli çalıştırıyor, sorsan herkes Suriyelilerden şikâyetçi.  Bu biraz istemem yan cebime koy durumu.  Bazen başka ülkelerdeki iç savaşları biraz da kendilerine mülteci üretmesi için çıkardıklarını düşünüyorum. En başta o ülkenin çok az yetişmiş dahi beyinleri, gelişmiş batı ülkelerine göç ediyor.  Onu, ülkenin sayılı zenginleri takip ediyor. Bu zenginler, fakir ülkenin çok az olan maddi birikimini de götürüyor.  Sonra en adi işleri en ucuza yapmaya mülteciler geliyor. Üstelik bu insanları istediğiniz işte çalışma ya da çalıştırmama ya da icabında kovma hakkını var.
        Göçmenler ve mülteciler, işçi ve nüfus meselesinin geçici probleminin geçici çözümleridir. Bu insanlar ülke kültürüne ve çalışma hayatına yabancıdır. Çoğu kez göç ettikleri ülkenin çalışma kültürüne de yabancıdır. Benzer bir durum Beypazarı’nda oldu. İlçe halkı, yıllar önce Doğru Yol partili belediye başkan aracılığı ile davet edip, ilçeye yerleştirdikleri Kürtlerin, o düşük ücretlere rağmen para biriktirip, ilçede, ev, dükkân ve tarla sahibi olmasından rahatsız oldu. Güneydoğuda, sınırda çokça şehit verilen bir karakol baskınından sonra bir gece içinde binlerce Kürt aile ilçeden kovuldu. Yerlerine Türkmen kökenli olduğu iddia edilen Suriyeli aileler yerleştirildi. Fakat bir problem vardı, Suriyeliler, Beypazarı’nın temel tarım maddesi havucun hasadına alışık değildi. Bostancılar şikayet etmeye başladı, on Suriyeli, üç Kürdün işini yapamıyor diye.
           Göçmenlerin, özellikle mültecilerin işçi olarak kalitesizliğine, böylesi topluluklarda başlayan ani nüfus düşmesi, yani nüfus istatistiğinde çocuk kaydırağı görüntüsü problemidir.  Bunun bir sebebi özellikle 2. Ve 3.  Nesillerde görülen ani doğum oranı düşmesi, diğer ve asıl sebebi bu mültecilerin başka yerlere ani göçleridir. Geleneksel akrabalık değerlerinin ani kaybı, yabancı ülkede yalnızlık gibi sebepler, 2. Ve 3. Nesil göçmenlerde evlenme ve doğum oranlarını düşürür.  İkinci sebep olarak, bu göçmenlerin, tekrar başka yerlere göçmeleri ya da memleketlerine geri dönmeleridir. Beypazarı’nda olanlardan biri de budur. Ucuz emek umudu yerleştirilen pek çok aile,  Avrupa’ya gitmek umuduyla Ege kıyılarına gitti.
        Sonuçta görüyoruz ki, göçmenler, nüfusu korumda etkin bir yöntem değil. Yunanistan,  sosyalist düzenin yıkılmasından sonra Kafkasya’dan getirttiği yüz binlerce göçmene rağmen, yukarıda saydığımız sebeplerden ötürü nüfusunu yeterince arttıramadı.  Doğum teşvikleri çare mi sorusunu soracak olursak, neredeyse kırk yıldan fazladır teşvik uygulayan ve şu anki nüfusunun dörtte biri altmış beş yaşın üzerinde olan Almanya, buna cevaptır. İskandinav ülkelerinde, özellikle İsveç’te işe yaramış gibidir.. Nüfus en azından kendisini korumuş gibi gözükmektedir.  Halkın dörtte birinin altmış beş yaş ve üzeri olduğu bir ülkede, doğurgan kadın başına çocuk sayısı 2,6 falan değil, 4-5-6 falan olmalıdır.
         Bu yöntemin gelişmekte olan (inatla da gelişmeyen) ülkelerde uygulana bilmesi imkânsız gibi bir şeydir. Devletlerin buna ayıracak bütçesi olmaması bir yana, böyle doğacak çocuk, kapitalist sisteme, hele ki gelişme devresinde uymaz. Bir çocuğun ucuz işçi olabilmesi için işsiz olması yetmez. Ucuz işçi olarak çekirdekten yetiştirilmesi gerekir. Bebeklik biter bitmez, çocukluğu ile beraber şımarmamasını, itaat etmesini ve çalışmasını öğrenmelidir. Aslına yoksulluk sadece parasızlık değil, çocukluktan itibaren öğrenilen bir şeydir.  Şımartılarak büyümüş çocuk, düşük ücretle çalışsa bile çok kalmz, ilk fırsatta başka işe kaçar, sürekli iş arar. Kapitalistin istediği işçi türü örgütlenmek veya sendikalaşmaktan mahrum olduğu kadar, işten ayrılmak ve yeni işe başlamaktan da korkmalıdır. Kişi bunu aileden öğrenmelidir. Bunun içinde aile, çocuğa yeterince bakamamalı, destek olmamalıdır. Bu yüzden ciddi teşvikler sonucu yapılan çocuk, ucuz işçi olmaz.
         En iyi çocuk, mutsuz çocuktur, istenmeyen çocuktur. Korunmasız olacağı için bulduğu işe, düşük de olsa sımsıkı sarılacak, cemaatlere bağlanacaktır. Yoksul büyüdüğü, pek çok istediği olmadığı için fakirlikten rahatsız olmayacaktır. Kürtaja karşı olmalarının temelinde de bu var. İstenmeyen çocuk doğsun, mutsuz bir çocukluk geçirsin, sonra da ucuz işçilik olsun istiyorlar. Garip bir belgesel izlemiştim. Belgeselci, Amerika’da tüm eyaletlerde kürtajı serbest olasından yaklaşık yirmi yıl sonra suç oranlarının ani düşmesini, kürtajın serbestliğine bağlıyordu. Bunu da kürtaj özgürlüğünü daha önce vermiş eyaletlerle kıyaslayarak yapıyordu. Ona göre kürtajla istenmeyen çocuklar azalınca, 15-20 sonra suç oranları azalıyordu. Ülkemizde de politikacılar, tecavüz çocuklarına devlet bakar diyor. Tecavüz ya a iğfalden doğmuş gayrı meşru, babası belirsiz çocuklar, mafya başta olmak üzere harcanacak insan isteyenler için ne bulunmaz nimettir?  Bu sebeple bazı politikacılar, tecavüz çocukları doğsun, devlet bakar demekte. Bunu on sene önce kimse demezdi. Nüfus artsın diye tecavüz çocuklarından umut edilmekte.
       Amaç ucuz işçilik. Bunu ben değil, Türkiye’nin devlet televizyonu TRT söylüyor. TRT belgeseli izliyorum, konu nüfus. Metin yazarı kim, bilmiyorum, sunucu kadın, ucuz işçilik deyip, duruyor.  Kim çocuğu ucuz işçi olsun ister? Devlet, yaslandığı büyük sermaye sahipleri için istiyor. Aileler ne istiyor, çocuklar nasıl büyüyecek, umursamıyorlar. Tek dertleri nüfus azalmasın, işçilik ucuzlamasın.
         Bence artık çok geç.  Dünya nüfusu her ne kadar şu anda artıyor gibi olsa da, bunu sebebi geçmiş yıllarda doğmuş olan nüfusun, kendini idare edecek kadar doğurması, ömrün uzaması. Nüfus belirgin bir şekilde yaşlanıyor. Şu yıllarda doğum oranları halen yüksek olan tek bölge, Sahra Güneyi Afrika’sı.  Orası kapitalist yaşam tarzının, kapitalist zevklerin her yere girmediği tek bölge. Kariyer arzusu, lüks tatil yok, kakao ekmelerine rağmen çikolatayı bilmiyorlar.   Bu bölge de doğan çocukların yaşama şansı az. Ortalama ömür de düşük.  AIDS başta olmak üzere salgın hastalıklar, iç savaşlar ve fakirlik, doğan yavruların yaşam şansını azaltıyor. İç savaşların son bulunduğu, aşılamanın ve karantinanın uygulandığı ülkelerde nüfus patlaması bekleniyor.  Bence oralarda da nüfus istatistikleri her an bir çocuk kaydırağı görüntüsü çıkarabilir.  Bu sadece zaman meselesi.

         Sebebi de, kapitalizmin bize sunduğu onlarca zevkten, çocuk büyütmeye gelmiyor. Bize sunulan onlarca kariyer hedefinden, sıra ana-baba olmaya gelmiyor.

1 Ekim 2016 Cumartesi

ÇARPICI GERÇEK: SİNEKLERİN TANRISI
          Bir İngiliz gazeteci, Gandi’ye sormuş; İngiliz medeniyeti hakkında ne düşünüyorsunuz? Cevap şahane: Olsa, iyi olurdu. William Golding, bu eseri yazmana, 2. Dünya savaşı yıllarında başlamış. Bu savaş batı için bir şoktur. Almanlar, binlerce yıllık komşuları Yahudiler başta olmak üzere Avrupa içinde bir soykırım yapmışlardır. Oysa şok geçirmeleri için çok bir sebep yoktu. Bu batılıların yaptığı ilk katliam değildi, hatta Almanların yaptığı ilk katliam değildi. Hatta katliamı bir yana ilk Alman soykırımı da değildi. Almanlar daha önce Namibya (Güney Batı Afrika), Tanganika  (Tanzanya) gibi sömürgelerinde katliamlar, hatta soykırımlar yapmıştı. İngilizlerin ya da Fransızların soykırımlarını sıralamaya bile kitaplar yetmez. Yoksa sebep olayın Avrupa’da olması mıdır? Oysa Avrupa tarihi boyunca elli sene barışı, 2. Dünya savaşı ile Yugoslavya iç savaşı arasındaki elli yıllık süreçte yaşadı. Balkan yarımadasının tarihi, soykırımlar tarihidir.
           Aslında ilk dehşete düşen ve tehlikeyi fark eden ressam Picasso’dur. Meşhur Guernica tablosu, medeniyetimiz batıyor çığlığıdır. (Nihat Genç, Leman yazılarından birinde buna eğinmişti) Almanlar neden iki bin yıllık komşuları Yahudileri böyle canice katletmişti? Çünkü sömürgelerinden olmuştu. Tanganika, Nabibya, Kamerun, Kuzey Doğu Yeni Gine, Bismark adaları gibi pek çok değerli sömürgesini kaybetmişti.  Hicaz demiryoları ihalesini alması sayesinde bütün bu sömürgelerden daha fazla pamuk ithal edebildiği Osmanlı’da dağılmıştı. İngiltere, Fransa gibi devasa bir imparatorluk olmak isterken ufak bir orta Avrupa devleti olup, kalmıştı.
         İşte o hırsla 2. Dünya savaşını başlattı Almanya. Diğer sömürge imparatorluklarının o devasa servetini istiyordu ama donanması Paris antlaşmaları gereği yok edilmişti ve olsa bile İngiltere ve Amerika ablukasını yarıp, Afrika’da toprak edinemezdi artık.  Hitler’i o kaybettikleri zenginlikleri geri alsın diye seçmişlerdi.  Son hızla ve acımasızlıkla ele geçirdikleri yerleri yağmalamak istiyorlardı. Yaptıkları, Avrupalı beyaz adamın Afrika ve diğer sömürgelerinde yaptıklarının aynısıydı.
          Biz buradan konuyu romana zıplatalım. Bu gençlerin ıssız adada köleleri ya da aşağılayacakları başka ırkları yoktu. Hepsi seçkin sınıf üyesiydi ve işçi sınıfını ezmeye alışmış ailelerden geliyorlardı. Sonuçta çocuklar orada kendi cehennemlerini yaratır. Kaçınılmazdır bu, medeniyetimiz nedir ki, çocuklarımız o olsun?  Bizdeki vahşet, onlara da bulaşmış olabilir mi?

         Bir pedagogun sözü halen aklımdadır. Çocuklar her dediğimizi yapmaz ama her yaptığımızı mutlaka yaparlar. Roman bu gerçeği gözümüze sokmakta.

18 Eylül 2016 Pazar

OKUNMASI GEREKEN ON BİN KİTAP 2
CEZMİ ABİ

            Cezmi Ersöz’ü, 1993-94 yıllarında, Leman dergisindeki yazıları ile tanıdım. O zamanlar Leman, yüz elli bin civarı tirajıyla Türkiye’nin en çok satılan dergisiydi. Cezmi’de, derginin tam ortasında yazısı yayımlanan en ünlü yazarıydı. İtiraf edeyim dergiyi almaya başladıktan sonra uzun süre sadece karikatürleri okudum. Çünkü ben mizah dergilerini okumaya anlı şanlı Gırgır’la başlamıştım ve orada ciddi yazılar olmazdı. Sonradan, Gırgır el değiştirince, Oğuz Aral, Gırgırı terk edip (böylece Gırgır’ı Gırgır olmaktan çıkarınca) Avni dergisini çıkarınca, orada okur mektupları köşesi çıkmıştı.
      Cezmi Ersöz’ün yazsını okuyunca inanılmaz şekilde sarsılmıştım. Bu adam sanki beni bizzat tanıyordu. O andan itibaren her hafta Leman dergisi almaya koşuyordum. Künyede Cuma deniyordu ama dergi Perşembe günleri çıkıyordu. Pazartesi, Salı gibi kalmıyordu, daha doğrusu Isparta’da bulunmuyordu. Derginin haftalık tirajı yüz yirmi bin civarı deniyordu ki, bence daha fazlaydı. Fettullah Gülen cemaatinin dergisi Aksiyon, abonelik sistemine rağmen o kadar satmıyordu. Gerçi her durumda Gırgır dergisini yetmişler ve seksenlerdeki beş yüz bin (hatta bir ara yedi yüz elli bin) tirajına yaklaşamazdı ama gene de çok satıyordu. Belki de iki yüz bin falandı.
       Doksanlarda Leman dergisinin politik tavrı, tam devrimciydi. Türk-Kürt kavgasında, barıştan yana ve devletin karşısındaydı. Bu pek devrimci sayılmazdı, zannedilein aksine bu şekilde tavır alan yayın çoktu. Leman’ın asıl devrimciliği, kadınlar ve homoseksüeller üzerine tavrıydı. Kadına şiddete hayır ve cinsel faşizme hayır diyerek, o yıllara göre en demokrat insanların bile zihninde sarsılma yaratmıştı. Çevrecilik üzerine doğandan yana net bir tavrı vardı. Homoseksüel haklarından bahsetmek bile, doksanlı yıllar için tam bir devrimdi.
        Leman, o yıllardan Gezi’nin temellerini atmıştı. Gezide öne çıkan ne varsa, o yılların Leman dergisinde vardı. LGBT, Yeşilciler, taraftar grupları hatta Sosyalist Müslümanlar, yirmi sayfalık Leman’da yer buluyordu, en çokta Cezmi Ersöz’ün derginin tam orta sayfasındaki makalesinde. Birkaç hafta sonra bu yazarla tanışmalıyım dedim, kendi kendime.
        Tanıştım da, hem de trenle Eskişehir’e giderek. Arkadaş oluşumuz ve arkadaşlığımızın hikâyesi uzun. Bu yazıyı uzatır. Onula kavga etmem ve küsmemse, yazdığım romanı önce yayımlayacağını ima etmesi, sonra da beni bu işe karıştırma dediği içindi.
         Ben o romanı neredeyse on sene sonra bastırabildim. O aralar her hafta Leman dergisi almayı da bıraktım. Daha doğrusu her hafta değil de, arada bir alır oldum. Cezmi abi ise o yıllar içinde yavaşça şöhreti azaldı.  Ben de epey bir zamandır onun kitaplarını almıyordum. En son bir indirim rafında görmüştüm, bir heves almıştım. Tesadüfen indirim rafında olduklarını düşünmüştüm.
        Öyle olmadığını Ankara’da kitap fuarına gidince anladım. Yayınevinin standına, ünlü şair Ataol Behramoğlu’nun şiir kitaplarını imzalıyordu. Ben de imzalı kitabı olsun diye, sıraya girdim. O sıraca Cezmi abinin kitapları beş liraya satılıyordu. Üzüntüm iki türlüydü. Biri eski bir dostun, bir zamanlar dostu olmasından övündüğüm bir yazarın çökmesi, diğeri de ülkemin asıl şimdi Cezmi Ersöz kitaplarına ihtiyaç duymasıydı. Vurulan ve yılda iki defa binası bombalanan Özgür Gündem gazetesinde çalışmış, hemen her ie çıkarken, ARKADAŞLAR SON KEZ GÖREVE GİDERKEN fotoğrafı çektirmişti. Öldürülürlerse manşete koymak için. O dönemki izlenimlerini Haritanın Yırtılan Yeri kitabında topladı. İstanbul’da, çoğu Beyoğlu civarında, çoğu ya ucuz otellerde ya da sokaklarda yaşayan bir grup insanla, Cumhuriyet gazetesi adına röportajlar yaptı. Bu röportajları da Son Yüzler kitabında topladı. Özellikle Leman yıllarında kitapları arka arkaya geldi.  Şiir kitabı olan, Şehirden bir çocuk sevdin gene, çoğu Leman dergisi yazılarından oluşan, Ancak Bir Benzerim Öldürebilir Beni, Şizofren Aşka Mektup, Kırk Yılda Bir Gibisin, İçime Gir Ama Sigaranı Söndürme  ,Hayalleri Yak Evi Isıt, Beni Asıl Hayat Aldattı, Bana Türkçe Bir Ekmek Ver  gibi kitapları arka arkaya çıktı ve o doksanlı yıllarda kapışıldı. Gezi ile savunmaya başladığımız pek çok değerin, kadınların , Kürtlerin, homoseksüellerin, doğanın ve ormanın, Alevilerin ve her türlü ezilenlerin haklarını arayan kitaplardı onlar.

        Be şu zamanlarda Cezmi Ersöz’ün tekrar ve bu kuşak tarafından keşfedilmesi gerekliliğini düşünüyorum.

17 Eylül 2016 Cumartesi

Okunması gereken on bin kitap-1: Karl Popper

SAĞDUYU FİLOZOFU KARL POPPER

                20. Yüzyılın önemli filozoflarından Karl Raimund Popper, görüşleri her zaman sarsıcı olmuştur. Görüşleri en fazla sola saldırır gibidir. Zira koca bir kitabı, Marksizmi eleştirmek için yazmıştır. (Açık Toplum ve Düşmanları) Ben de filozofu, öncelikle bu kitabı üzerinden tanıtmaya çalışacağım. Kitap 2 cilt ve ciltler a4 kağıdı boyutunda ve her cilt beş-altı yüz sayfa kadar. İlk cildi Platon eleştirisidir. İkinci cilt, Hegel ve Marks'a ayrılmıştır. Ben de eleştiriyi iki ayrı cilt için ayrı ayrı yapacağım. Çünkü 2 ayrı cilt, 2 ayrı kitap gibi.
        Birinci ciltteki Platon eleştirisi, Platon'un bilgi felsefesine değil, siyaset felsefesi üzerine. Platon'un demokrasi aleyhine düşüncelerini eleştirmekte. Platon, demokrasin yeni doğduğu çağda yaşamıştı. ilginç şekilde demokrasinin sorunları o zaman da aynıydı. Cahil kitleler, demagoglara inanıyor ve böylece diktatörlükler kuruluyordu. Platon'da, bir Aristokrat olarak, Aristokrasiyi savunuyordu. Atina şehir devletinin asil ailelerinden biriydi. Efsaneye göre ailesinin kökleri deniz tanrısı Poseidon'a kadar uzanıyordu. İlginç olan bugün Platon'un sözlerinin demokratlar tarafından paylaşılmasıdır. Çünkü Platon, demokrasiyi yıkan güçleri daha o zamandan doğru tespit etmişlerdir. Platon, aynı zamanda soya dayalı Aristokrasi ve Oligarşinin sorunlarını görmüştür. Bu yüzden bir çeşit eğitim ve seçilmeye ve dayalı, yetenek ve liyakat usulü oluşacak bir aristokrasi ve oligarşiyi öneriyordu. Bunda da ilhamı o sırada Atina'nın savaştığı Sparta devletinin yönteminden almıştı. O zamanlar Atina'dan daha güçlü olan Sparta rejimini modifiye ederek, insanlığa sunmuştur. Popper ise, Platon'un karşısına Sofistlerin ve diğer Sokratesçi okulların (Kirene, Kinikler, Megara, Elis Eretriya okulları) görüşlerini savunur. Bir de Sokrates ile Platon'u ayırır. İşin doğrusu şahsi fikrimce Sokrates'in de demokrasi olduğunu zannetmek gaflettir. Bunun iki sebebi vardır. Birincisi Sokrates'de bir Aristokrattır ve sınıfı gereği Aristokrasi yanlısı olacaktır. Kaldı ki o zamanların demokrasisinde çok az oy verecek özgür erkek yurttaş vardı. İkincisi Sokrates zamanında Atina'da demokrasi taraftarlarınca idam edilmiş olması ve Sokrates'in de bu demokrasi tarafından affı kabul etmemesi, bir tanrıya sunulacak horoz adağın öğrencilere hatırlatarak intihar etmesidir. Üçüncü olarak Sokrates'in en yakınında olan Platon'un ondan etkilenerek, en azından erken zamanlarında demokrasi taraftarı olmasını beklemeliydik. Oysa Platon'un en erken eserlerinde bile bunu görmeyiz. Platon'u  o kadar erken çağda antidemokrat olarak suçlamak haksızlıktır. onun cahil toplumları demogoglar tarafndan nasıl yönlendirildiği tam da Popper'ın çağında ispat edilmişti halbuki. Tamda Platon'un dediği ve iki bin yıl önceki gibi pek çok demagog (Hitler, Mussolini, Salazar, Franko vs) halkın cahilliğinden faydalanıp, iktidara gelmişti. Popper, bu dev filozofu suçlayacak yerde, ondan demokrasiyi yıkan tehlikeler dersi alabilirdi.
           Asıl tartışılan 2. cildidir. Bu ciltte önce Hegel diyalektiği, sonra Marks tarihselciliğini eleştirir. Aslında Hegel'i eleştirme sebebi, Marks'ı eleştirmektir. Çünkü Marks, tarihselci felsefesini Hegel Diyalektiği üzerine kurmuştur. Bence bunun tek sebebi, hem Marks'ın, he de Frederic Engels'in yaşadıkları çağın Alman eğitim sistemince zorunlu Hegel felsefesine maruz kalmasıdır. Yoksa Hegel'in idealist felsefesini tarihsel materyalizme temel yapmak çok da iyi bir fikir değil. Sonra Marks ve tarihselciliği eleştirir.  İnsan ve toplum davranışlarını tarihselci kalıplara sokulamayacağını söyler. geçmiş tarihsel olaylardan yola çıkılarak, gelecekte böyle olacak diye kesin hüküm vermek yanlıştır. Keşke bunu, Tarihin Sonu diye kitap yazan Francis Fukuyama'ya da söyleseler. Popper'ın Tarihselciliğin sefaleti diye ayrıca başka bir kitabı daha vardır.
         Kitap boyunca haklı olduğu konu demokrasinin bir insan hakkı olduğu ve herkese lazım olduğudur. Demokrasi ihtiyacı kültürlere göre değişen bir şey değildir. Haksız olduğu taraf, sınıf savaşı diye bir şey vardır. İnsanları ekmek ve gelecek derdine düşürüp, onların demokrat oolmasını bekleyemesiniz.

12 Temmuz 2016 Salı

TORPİLLİ EVLİYANIN ŞİZOFREN DÜŞLERİ

TORPİLLİ EVLİYANIN ŞİZOFREN DÜŞLERİ

         Siz hiçbir şizofren tanıdınız mı? Peki o şizofrenle aynı evi paylaştınız mı? Üstelik bu adam şizofrenliğinin farkında bile değil. Gördüğü halüsülasyonları da gerçek sanıyor.
         Onunla tanışmam, hayatımın en zor yıllarını geçirdiğim Yenişarbademli' de oldu. İlçede ilk tanıdığım, daha doğrusu tanımak zorunda kaldığım insanlardan birisiydi Kemal hoca. Ben konuya önce atanmam ile başlayayım.
         Atanmayı, Ankara Beşevler'deki Şura salonunun camına asılır asılmaz öğrenenlerden birisiydim. O zamanlar internet vardı ama e-devlet yoktu. Orada göreve başlamam apayrı bir hikâye ve bu hikayeyi gereksiz yere uzatır. Onunla tanışmam, göreve başladığım gündü. Bana lojman olduğunu söylediler. Lojman, ilköğretim okulunun bahçesindeydi ama liseye aitti. İki katlı güzelim bina, bir zamanlar liseymiş. Sekiz yıllık zorunlu eğitimden evvel yani. Öğretmenevi, halk eğitim merkezi ve ilçe milli eğitim müdürlüğü olarak kullanılan prefabrik bina (Ki yıkılmadıysa kaymakamlık inşaatının bahçesindeydi. Şimdi  bitmiş midir acaba?) ortaokulmuş. Lise olarak kullanılan kümse ise, ilkokulmuş. Sanal alemden takip ettiğim kadarıyla lise, Yenicami mahallesindeki ilkokula taşınmış Pınarbaşı ve Yenice mahallelerindeki ilk okullar da en nihayetinde kapanmış.  Sonra neler olmuş, bizim köhne bina ne olmuş, bilmiyorum, çok da bilmek istemiyorum.
         İşte ben lisenin lojmanında kalacaktım. Lojman, girişi de dahil üç katlıydı. Her katta sağda ve solda olmak üzere iki daire, toplamda altı daire vardı. Benim atandığım gün, lojmandakiler toplantı yapmışlar ve her dairede en fazla dört bekar (erkek) öğretmen kalmasına karar vermişler. Dördüncü bizim Kemal Melih. Giriş kattaki sol dairede kalıyorlar. Ben de gelip, beş olunca, ben ve o, sağdaki dairede kalacaktık. Sol dairede kalanlar, sınıf öğretmenliği yapan ama aslında ziraat mühendisi olan Kadir hoca, lisenin İngilizce öğretmeni Burhan hoca, ilköğretimin edebiyat öğretmeni Muammer hoca. Kadir hoca daha sonra ayrıca eve çıktı. Yani kendine ev kiraladı. Böylece lojmanın giriş katı, bekarlara ayrılmış oldu.
         Ben de bu garip bene eğitimi öğretmeniyle yaşamak zorunda kaldım. Üniversite biter bitmez atanmıştı ve halen biraz öğrenci havasındaydım ve o da biraz öyleydi. İlk konuşmamızı hayal meyal hatırlamaktayım. Ben, tabi halen öğrencilikten tam kurtulamadığım için, ona solcu olduğumdan bahsettim. Kabul ediyorum, gereksizce bir sohbetti. Hele Yenişarbademli'de. Oranın siyasi yapısı ayrı bir hikaye söz konusu. Benim oradaki işlerim biraz uzunca sürdü.
         Isparta merkezde, İl Milli Eğitim müdürlüğünde şube müdürü olan hocam, (Bize bir yıl pedagoji dersi verdi. Ertesi yıl Süleyman Demirel Üniversitesine öğretim görevlisi oldu. Sonra emekli olup, memleketi Mersin'e yerleşti) bana otuz eylülden önce başlamamı, yoksa öğretmenlerin kırtasiye yardımı dedikleri yeni yıla başlama paramı alamayacağımı söyledi. Bunu söylediğinde yirmi sekiz eylüldü. Ben o gün işlerimi elden takip edip, bu elden takip, valilik binası ile, milli eğitim binası arasındaki mesafeyi birkaç kez gezmek demekti, bitirip, saat on beşteki ilçe dolmuşuna yetiştim. Dolmuş, iki buçuk kadar saat sonra ilçeye vardığında, resmi dairelerin hepsi kapanmıştı. O yüzden ilk gecemi öğretmenevinde geçirdim. Ertesi günü benzer koşuşturmayı küçük ilçede yaşadım.  
         Müdürle anlaşamadım. Onunla anlaşabileceğimi de sanmıyordum. Orada olduğu sürece kimseyle anlaşmamıştı. Sonrada oradan tayinini çıkardı. Bu tayin bayağı gürültülü oldu. Buranın hikayesi değil bu konu.
         İki oda, bir salondu lojmanımız. Bir mutfağı, banyosu, banyodan ayrı tuvaleti vardı. Bunların hepside leş gibiydi. Önce Kemal'in ana-babası, sonra da benim annem ara ara temizledi buraları.
         İlk geldiğim günlerde Kemal'in ana babası ortalıkta yoktu. Antalya'da evde, Isparta'da torpil peşinde falandılar. İkisi de emekli idareciydi. Baba, il gençlik ve spor müdürlüğünde şube müdürlüğünden, annesi de aynı kurumda benzeri bir idarecilikten emekliydi. Kemal'de, Akdeniz Üniversitesinin, Beden Eğitimi bölümünden mezundu. Beden eğitimi, Resim ve Müzik bölümleri, normal merkezi seçme sınavıyla değil de, yetenek sınavıyla öğrenci alır. Bu kadar yıllık öğretmenliğimde, bu branştan arkadaşlarım, torpilsiz ve haklarıyla bu bölümleri kazandıklarını söyledilerse de, ben hep bu konuya şüpheyle baktım. Çünkü öğrenciliğim boyunca tanıdığım tüm Güzel Sanatlar fakültesi öğrencileri torpilleriyle öğündüler. Mezunlarıysa torpilsizliğiyle öğünür hep. Ben ona bir kere sordum bunu.
         -Babam dekanla konuşmuş. Dekan, 'Oğlunuzun sadece hakkının yenmeyeceğini garanti edebilirim demiş.
         Göreve başladığımın ilk haftasıydı. Bir gün evde oturuyoruz. Birden bana döndü ve dedi ki,
         -Alevi olduğunu biliyorum.
         -Solcuyum demiştim, oradan anlamışsındır dedim, ondan değilmiş. Biz Aleviler gusül abesti almıyormuşuz, yüzümüz nursuzmuş, oradan anlamış. Bu aşamadan sonra bizim arkadaşlığımız, didişme tarzı bir arkadaşlık oldu. Sebepli, sebepsiz benimle din tartışır oldu. Sürekli bana din öğretmeye kalkıyordu. Bu da beni sıkıyordu. Anlattığına göre, öğrencilere de bene eğitimi dersinde de din anlatıyormuş. Gerçektende beden derslerinde bağdaş kuruyor ve öğrencilerle sohbet ediyordu.
         Bir de sürekli dinlediği dini sohbet kasetleri ve ilahi kasetleri vardı. Hepsi de çekme kasetlerdi. Büyük çoğunluğu, Antalya'da, dini bir radyodan çekmişti. Bir tanesini net hatırlıyorum. Nasıl bir ortamsa, dinleyen insanlar ağlıyor. Sesinden yaşlı olduğunu tahmin ettiğim bir erkek konuşuyor.
         -Sahabenin sorusu yerindeydi deyip,duruyor. Şimdikiler gibi gerekli-gereksi şeyler sormamıştı. Sahabenin sorusu yerindeydi. Bayramda tatile gidelim mi diye sormamıştı, sahabenin sorusu haklıydı deyip duruyor. Kaseti mecburen yarım saat dinledim. Sahabenin sorusunun yerinde olduğunu belki eli yüz defa öğrendik. Sahabenin sorusu neydi, ona verdiği cevap neydi, öğrenemiyorduk. Bu süre içinde, dinleyenlerin ağlamaları devam ediyordu. Anlatan kişide, muhtemelen on beşinci dakikadan sonra kendisini kaybediyordu.sesi sayıklamaya dönüşüyordu.
         Bana ilahi kasetleri de verdi. Ben de ona sema kasetlerini verdim. Cem semaları olduğunu öğrenince, panikle, gerçekten panikle, bana geri verdi. Mevlevi semaları sanıyormuş. Wolkmenden ilahi ve Kuran kasetleri dinliyormuş. Köyde millet Wolkmenine sataşınca, bir gün birisine Kuran sesini dinletmiş.
         Bir akşam, çok korkunç bir böbrek ağrısı yaşadım. En yakınımda o vardı. Ev iki oda bir salon demiştim. Salon boştu. Benim taksitle aldığım üç koli kitaptan başka bir şey yoktu. Onun odası, salonun yanında, benim odam en dipteydi. Müthiş böbrek ağrımla, iki oda arasındaki azıcık mesafeyi güçlükle yürüdüm ve kapısını yumrukladım. Uzun süre kapıyı açmadı. Neden sonra kapıyı açtı da, Ülkübey hocanın arabasıyla sağlık ocağına yetiştik. Namaz kılıyormuş o sırada, namazını bölemezmiş.
         Hans von Ayberg denen adamın kitaplarını yutarcasına okuyordu. Bu adamın NASA'da uzman veya başka özellikleri olan birisi olmadığını, ilkokul mezunu bir Türk sahtekarı olduğunu, saçlarının sarılığının boya, gözlerinin maviliğinin lens olduğunu biliyordu. buna rağmen onun kitaplarını okuyup, bir de üstüne çıkardığı sonuçları bana söylüyordu. O dönemlerde ortadan kaybolan (Daha sonra Hizbullah'ın mezar evlerinin birinde cesedi bulunmuştu), tesettürlü feminist Konca Kuriş'e de düşmandı.
         -Şimdi ona müsait bir yerde İslam'ı anlatıyorlar hocam demişti. Son bir ayrıntı da, bu evliyamızın, birkaç yıl öncesine kadar yaşadığı hızlı Antalya hayatı. Kendilerine vurucu güç derlermiş. Üniversitenin ikinci yılından itibaren, hidayete ermeye başlamış. Ermesini de tesadüfen öğrendim.
         Bir sabah odama daldı. Çok ani bir dalmaydı. Çok önemli bir önemli bir olay sandım. Yüzü bembeyazdı.
         -Sinan hocam, sen cinlisin dedi. Uyanır uyanmaz, böyle acayip bir ithamla karşılaşan herkes gibi afalladım. O günlerde, oda arkadaşımın ne kadar tehlikeli olduğunu daha idrak edemediğim için, kapımı kilitlemiyordum.
         -Ya, nerden çıkardın diye sordum. Rüyasında görmüş. Ben kendimi yönetemiyormuşum, beni cinler yönetiyormuş. Bazı insanlar, özellikle sara (Epilepsi) hastaları cinlerce yönetiliyormuş. Rüyasında benim odama girmiş. Sonra bir ses, ona karışma demiş. (Bu sese hiç uymadı.) birden odam tuvalete dönmüş. Bu cin milleti tuvalette yaşarmış, falanmış, filanmış.
         Bir de bu cin hikayesine Atatürk'ü kattı. Atatürk, benim zıddımmış. O, cinlerini yönetir, gaipten ilim öğrenirmiş, düşmanların niyetinden haberdar olurmuş. Bir gün düşmanları toplantıdayken, toplantı salonundaki telefon çalmış. Arayan Atatürk'müş.
         -Bak bu işi yapmayın, kötü olur demiş.
         -İyi de hocam, dedim. o zamanlar telefonlar şimdiki gibi numaralı, doğrudan aranabilir değilmiş ki, santral varmış, Türkiye'den Avrupa'ya telefon saatler sürermiş, diye itiraz ettim.
         -O zaman Atatürk, saatler önce başlamış, telefon etmeye, diyerek kendisini savundu.
         Kemal'i benim gözümde asıl bitiren ise, onun sağda, solda gördüğü evliyalar oldu. Bir gün odasına girdim. Namaz durumunda, dizleri üzerinde duruyordu, ama namaz kılmıyordu. Trans hali gibi bir durumdaydı. Gözleri bazen açık, bazen kapalıydı. Sessizce bir kenara oturdum.
         -Hocam, şu an yanımdan sakallı, cüppeli birisi geçti, gördün mü? Dedi.
         -Yok hocam, ne görmesi dedim. o, görüyormuş. Sürekli böyle sakallı, cüppeli adamları etrafında dolaşırken görüyormuş. Üniversitenin ikinci yılında başlamış bu hayalleri görmeye. Önce yavaş yavaş, sonra süratle mbu hızlı dünyadan kopmuş. Bu garip olay neden sadece bana anlattı bilmiyorum. Ben, Kemal oradayken ve ben oradayken kimseye anlatmadım bunları. Tayinim başka bir ilçeye çıktıktan, o ilçeye yerleştikten aylar sonra birilerine anlattım bunları.
         Aramız gittikçe kötüleşti. Sürekli tartılır olduk. Beni Sünni yapmaya çalışıyordu. Bun u yüzüne söylediğinde,
         -Ben şimdiye kadar hiçbir Alevinin, Müslüman olduğunu görmedim dedi. Ohalık durumdu bu. Ben ortaokuldayken, yakınlarımızdaki Sokulu lisesinde bir din öğretmeni,
         -Alevilerin, Müslüman olması için, önce Hıristiyan olması gerekir diye bir laf savurmuşu. O laf, Dikmen'de, Alev'siyle,Sünni'siyle bir sürü ateist genç. Bu lafta, benle, Kemal arasındaki alakayı kopardı. Son bir ay hiç konuşmuyorduk. Aramızdaki tartışma ve kavgaları hiç yazmak istemiyorum.
         Yenişarbademli'de bunlar olurken, kemal'in ana babası da, oğullarını zorla ilçe yapılmış bu dağ köyünden kurtarmanın yollarını arıyordu. Dediğine göre bu teşebbüsler, il emrine atamada başlamış. Ancak baştan iş sıkı tutulmayınca, takipte edilmeyince, atama böyle olmuş. Karı koca, atama için il milli eğitim müdürlüğünde adam ararken, il milli eğitim müdür yardımcısını bulmuşlar. Kemal'in annesi gibi Yozgatlıymış. (Babası Afyonluydu) O da,
         -Siz gidin, ben ilk fırsatta sizin çocuğun işini halledeceğim, demiş. Halletti de.
         Ben oraya eylül ayında gelmiştim. Kemal mart ayında. Aralık ayında da, Kemal'in, Isparta il merkezine çıktı. Ailecek zaten Antalya'da oturuyor. Yerine de başka bir beden eğitimi öğretmeni gelmiş.
         Meğer ilçeye yeni bir beden eğitimi öğretmeninin atanmasını bekliyorlarmış. Çünkü ilçede 19 mayıs, 23 nisan, 29 ekim gibi kutlamalar için bir beden eğitimi öğretmeni gerekliymiş.
         Bizim evliya, o kadar insanın tayin hakkı varken, ben kayrılmayı kabullenmem, demedi. Zaten babasına yalvararak torpilini yaptırmıştı. Güle oynaya gitti Isparta merkeze.
         Isparta merkezde, bir ilk öğretime beden eğitimi öğretmeni, Isparta Süleyman Demirel Fen Lisesine de, belletmen atandı. Bu belletmenlik, yatılı okullara özgü bir kurumdur. Bu öğretmen, okulun yatakhanesinde, öğrencilerle beraber kalır. Öğrencilere kahvaltılarını ve akşam yemeklerini yedirir. Ders çalıştırır, göz kulak olur. Ek ders ücreti fazladır ama çok zordur; bu yüzden öğretmenlerin çoğu istemez. Genelde öğretmenler sırayla nöbetçi kalır yatakhanede.
         Bizim evliya, bu konuda da, kandırılmıştı. İki haftada bir cumartesi veya pazar günü, nöbetçi oluyordu. Bu yüzden Antalya'ya daha az gidebiliyordu.  Orada da evliyalığı  tutmuş. Öğrencilerin aşk-flört ilişkilerine karışınca, otuz kadar öğrenciden toplu dayak yemiş.
         Aylar sonra, Isparta'ya gittiğimiz bir gün, fen lisesinde onu ziyaret ettik. Bayağı uysallaşmıştı. Epey laf değdirdim inceden, espriyle ve alttan alarak karşıladı. Oysa hiç huyu değildi alttan almak.

         Sonra birkaç kere daha rastladım ona. Isparta'da işim olduğunda. O arada Körfez ve Düzce depremleri oldu. Kemal'inde, Yenişarbademli'de kalan kel kilimi, televizyon sehpası ve çok ucuz oyun makinesi vardı. Önce onları istedi, sonra depremzedelere göndermek istedi, tabi olmadı.