30 Mayıs 2021 Pazar

AYDINLARIN ŞAŞIRMA VE ŞAŞIRTMA GÖREVİ

 


Norveçli yazar Henric İbsen'in tiyatro oyunlarında, oyunun baş kahramanı (çoğu kez kadındır) bir aydınlanma anı yaşar. Bulunduğu durum yaşadığı toplum tarafından normal karşılansa da, onun aleyhinedir ve o, toplum tarafından buna zorlanmıştır. Buna hayret eder ve o andan itibaren oyunun yönü değişir. Benzer bir durum, Duygu Asena başta olmak üzere feminist yazarların ve Atıf Yılmaz'ın filmlerinde de sık sık görülür. 

Film demişken, hani bazen çok absürt bir film izlersiniz ve dersiniz ki, bu sette bir tane de biz ne saçmalıyoruz ya diyen yok mu diye, işte aydınlar ve felsefe de tam bunları yapmalı.

Bu yazıyı yazmaya, ÖSS'de din kültürü ve ahlak bilgisi netinin 1 (bir) olduğunu öğrenince yazmaya karar verdim. Uzun yıllar felsefe dersi, eğer lisenin sözel bölümü değilse,  sadece lisenin son sınıfında (o zamanlar liselerin çoğu üç yıllıktı) haftada iki saat felsefe görüyordu. Onda da öğrenciler, mayıs ortası gibi, üniversite sınavını bahane ederek, bazen ta mayıs başında sahte raporlarla okuldan ayrılıyordular. Sözel bölümlerde ise, mantık, psikoloji ve sosyoloji dersleri, 10 ya da 11. sınıflarda, haftada iki saat alınıyordu. Son bir kaç yıldır,  felsefe 10 ve 11. sınıflara ve haftada ikişer saat oldu ama diğer felsefe dersleri, yani psikoloji, sosyoloji ve mantık dersleri ise,  her sınıfta ve her türlü programda seçmeli oldu ve nadiren seçilir oldu.

Oysa din dersi, ilkokul dörtten sonra her yıl bir saat iken, iki saate çıktığı gibi, imam hatipler çoğaldı, yetmedi fen liseleri bile seçmelilerle (siyer, kuran vs) bile haftada bazı bazı 6 saat din dersi alır hale geldi. Yetmedi pek çok çocuk, yaz tatilini kuran kurslarında geçiriyor, tarikat yurtlarında kalıp, saatlerce dini sohbet dinliyor. Üzerine de, özellikle Ramazan'da yoğunlaşsa da, televizyonları saran dini programları ekleyelim.

Bu ortamda, ÖSS ve benzeri sınavlarda din sorularının çözülme oranları bir yana, gençliğin deizme koşması, iktidar bir yana din adamlarını nasıl çıldırtmıyor? Gerçi ben bundan daha önce bahsetmiştim. (https://habergalerisi.com/2020/11/10/dinsiz-birakan-din-egitimimiz/)

Eğitimimizde şaşırmamız gereken tek şey bu da değil.

Bunun yanında yabancı dil eğitimimiz o kadar kötü ki, öğrencinin sonraki yıllarda dl öğrenmesini de zorlaştırıyor. Buna neden çıldırmıyoruz? Çin'de İngilizce bilenlerin sayısı, Amerika Birleşik Devletlerinin nüfusunu aşmış. Bunu da orta öğretimde dil eğitimini mükemmelleştirerek başardılar. O kadar ki, filmler altyazısız, kitaplar da çeviri olmadan dağıtılabiliyor. İsrail'de liseliler, sosyal medyada trollük yapması için Farsça öğreniyor. 

Ben artık ciddi ciddi eğitim bakanlığımızın gençler yabancı dil öğrenmesin diye özellikle uğraştığına inanıyorum. Mesela son yıllarda yurt dışına çıkan genç sayısı, dil sorunu yüzünden bu kadar sınırlı. 

Pek çok şey var hayatta, şaşırmamız gereken ama toplum çok fazla kanıksamış. Bunlar eğitim alanında ve benim gördüklerim.

Daha yaşadığımız neler neler var ve bizim düşünen ve yazan insan olarak, bu olanların olmaması gerektiğini  anlatmanın yolu,  hayretimizi anlatmaktır. Hayret etmemek ise, kötülüğü benimsemektir. Hayret etmeli, şaşırmalı, hayret ettirmeli ve şaşırtmalıyız.

29 Mayıs 2021 Cumartesi

DOLANDIRICILARI VE DOLANDIRICILIĞI TANIMANIN ON YOLU

 


Ülkemizde sık sık kitlesel dolandırıcılık vakaları yaşanıyor. Ben hayatımda çok para kazanamadım. Kırk beş yaşımdan sonra bir evim oldu ve birikimim de çok ama çok az. Şunu da gördüm ki, çok para kazanmak için, çok fazla mesaiye kalan ve biriktirmek için çok harcama yapmayan maaşlı kesim, çok da dolandırılıyor. Ben hayatta çok para kazanmadımsa, çok para da dolandırılmadım. Dolandırılan tanıdıklarımdan da, şu tespitleri yaptım:

1)Belirgin adresi olmaması: Son Todex dolandırıcı iki yılda yirmi kere adres değiştirmiş ve iki milyar dolandırılmış. Üstelik de Amerika'da bir yerden, güvenilir kripto para belgesi almış. Bence şu andan itibaren kripto paraya yatırım yapmak, kumar oynamak gibi bir şey. Kaldı ki adresi belirsiz bir şirkete yatırım yapmak, boğaz köprüsünü satın almak gibi bir şey.

2)Küçük paralara tamah etmesi: Ciddi yatırım, ciddi paralarla yapılır. Büyük paralara, büyük faiz verildiği gibi, küçük yatırımcı da, büyükle aynı oranda kazandırmak. Lot altı hisse satışı yapan borsa aracı kurumları ve şirketler ya battı, ya da yatırımcısını batırdı. Yıllar önce Metin Akpınar'ın oynadığı banka reklamı vardı. Yüz dolara ve marka bile faiz veriyoruz diyerek. ünlü bir oyuncu, lokantacı esnafı rolündeydi. Bin dolar ya da ero biriktirmez mi turistlik lokanta esnafı, bin dolara, eroya da vadeli hesap açılırken, yüz doların peşine düşen banka batmıştır, yatırımcı da batacaktır. Zira amacı para toplamaktır.

3)Ünlülerle reklam yapıyorsa: Banka ya da yatırımcı sürekli ünlülerle reklam yapmaz ya da asıl reklamını ünlülerle yapmaz. Banka dediğin, bianeale, tiyatro-caz ve benzeri festivallere, voleybol, satranç gibi sporlara sponsor olur. Muhafazakarsa kuran kurslarına, imam hatiplere yardım yapar, Afrika'da su kuyusu açar. Ünlüler, yatırımcı olmayan, minik birikimli insancıkları ağa çekmek için atılan tuzak yemidir.

4)Aşırı kazandırıyorsa: Çiftlikbank ilk çıktığında, o kadar çok kazandırıyordu ki, bu sakın eroin ya da genelev bank falan olmasın dedim kendi kendime. Zira ne tarım, ne hayvancılık, ne de yasal her hangi bir yasal iş bu kadar kazandıramazdı. Bir de bu kazandırmasının reklamını yapıyorsa, hepten kaçın. Ciddi yatırımcılar ya da faiz kovalayanlar, hepsini iyi bilir. Ben 90'larda Isparta'da öğrenci iken, bir kaç puan fazla faiz için ayda bir Antalya'ya giden, o farkı da Antalya'da gezerek harcayan bir yaşlıyla tanışmıştım. (Isparta o zamanlar çok küçüktü, her bankanın şubesi yoktu, internet bankacılığı falan da yoktu) Hele şimdi el altında internet de var ki, herkes, neyin, nerede olduğunu iyi biliyor.

5)Politikacılara, özellikle iktidar sahipleri ile fotoğrafları varsa: Eskiden beri dolandırıcılar,  iktidar sahipleri ile beraber çektirdikleri fotoğrafları, küçük yatırımcının gözünün içine sokmaya heveslidir.  Bunu yapıyorsa kaçın.

6)Para yatıranlar sizi de davet etmek bir yana, özellikle zorluyorsa: Pek çok kişi, bile bile dolandırılmaktadır. Çünkü ponzi denen dolandırıcılık sistemlerinde, paranızı zamanında çekerseniz kar edersiniz. Önce gelenlerin faizi, sonra gelenlerin anaparası ile ödenir. Bunun için de parasını kurtarmak isteyenler, batmanın ucu görününce, arkadaşlarını da bu batağa davet eder.

7)Geleceğin kelimesini duyunca kaçın. Yıllar önce, doksanlarda sosyolojiye geleceğin mesleği dediler, ola ola felsefe öğretmeni ve bir kısmımız da rehberlik öğretmeni oldu. Büyük şirketlerde sosyologluk yapana da rastlamadın.  Yaş elliye geldi,  uzun zamandır sosyoloji dersine girmedim,  gelecek de gelmedi. İktisatçı Keynes'in, klasik iktisatçılara dediği gibi, uzun vadede hepimiz ölmüş olacağız.

Bir üniversitede, bir bölüm, geleceğin mesleği diye tanıtılıyorsa, bilin ki sırf öğrenci sayısı artsın, üniversite, il-ilçe esnafı para kazansın diye uydurulmuş bölümdür. Hatta pek çok iki yıllık, teknikerlik bölümlerini bile böyle tanırlar. İki binli yılların başında bu furyanın başını raylı sistemler (tren-metro vs) ile ulaştırma-taşıma (kargoculuk) bölümleri çekti. Sonra mezunlarını asgari ücretle işe aldılar.

İnşaatta da, şehrin en olmaz yerindeki binalar, geleceğin yerleri diye tanıtılır. Bu geleceğin lafını çok kullanan inşaatçıların, inşaatı yarım bırakma ihtimali yüksektir. Kripto para için de, geleceğin parası deyip, duruyorlar. İnsanlık altından, değerli metalden, sikkeden, kağıt paraya neredeyse bin yılda geçti. 1960'larda bile kağıt para, altın karşılığında basılıyordu. Kredi kartı, halen pek çok ülkede risk, o ülkelere seyahat ediyorsanız, kullanmayı diyorlar. Almanya, dünyanın dördüncü ekonomik gücü ama salgın bile kredi kartını çok yaygınlaştırmadı. Halen pek çok iş için kredi kartı zorunlu. Bin yıl ömrünüz varsa, kripto paraya yatırım yapın.

8)Yatırımcı genç ise kaçın. Son yirmi yıldır dolandırıcıların çoğu otuzunun altında. Erkenden vurgun yapıp, sonraki yıllarca çalışmak istemiyorlar. Genç yatırımcılardan uzak durmak en iyisi.

9)Kravat takmıyorsa: İtiraf edeyim, on yıldır memurlarda zorunlu kıyafet kalktı ve bir öğretmen olarak ben de kravat takmıyorum, gerçi ben yatırımcı da değilim. Dikkat ettim son yıllarda dolandırıcılarda kravatsız takım elbise giyme ve yakayı-bağrı iyice açma modası var. Ben de bir kaç işten, böyle kravatsız ve gömlek yakası iyice açık tipe denk geldiğim için vazgeçtim ve gerçekten de o kişiler dolandırıcı çıktı.

10)Dolandırıcılıktan sabıkası varsa, verin paranızı gitsin. Hatta evi, arabayı satın,  üzerine bankadan kredi çekin, öyle yatırın (tövbe tövbe). Banker Kastelli ve Jet Fadıl, bunun en iyi örnekleri. Bunu da yapıyorsanız, size tavsiyen elinizde, avucunuzda ne varsa hepsini verin, üzerine de kredi çekin ki, sizin gibi birisinde, başka birine dolandırılacak para kalmasın. 


25 Mayıs 2021 Salı

ATSIZ'IN ÇANAKKALE GEZİSİ VE TÜRKÇÜLÜĞÜ

 


Aslında uzun süredir ırkçı yazarımız Atsız'ı okumadığım gibi de yazmıyordum. Daha doğrusunu Sebebi de Kanada'da yaşayan oğlu Buğra Atsız'ın her sene babasının ölüm yıldönümünü bahane ederek,  Atsızcı ergenleri gazlaması ve bence de bunu babasının kitap telifleri sebebiyle yapmasıydı Ben de yazılarımda cüzzi de olsa katkıda bulunmak istemiyordum. Diğer yandan da onunla ilgili her şeyi de yazdığımı düşünüyordum. ( https://onbinkitap.blogspot.com/2017/06/ ) 

 Kendisi düzenli olarak çok satan bir yazar. İki kardeşte yıllarca, ırkçı babanın solcu oğlu unvanının  ekmeğini yedi. Buğra Atsız, Kanada'ya yerleşti, çocukları ve torunları Kanada'nın güvenli alanında Türkçülük-Turancılık yapmakta. Tıpkı bir zamanlar babasının arkadaşı olan, Türkiye'de askerlik bile yapmadan Amerika'ya yerleşip, Amerikan vatandaşı olarak Irkçılık-Turancılık yapan Reha Oğuz Türkkan'a özenmiştir. Yağmur Atsız'da yıllarca solcu olarak anılsa ve babasının  nefret ettiği Cumhuriyet gazetesinde yıllarca çalışsa da, yetmişinden sonra iktidarın yandaş basınında köşe yazarı olup, son günlerinde solla kavga etti ve düpedüz faşizm yaptı. Sonra da silindi, gitti. Solcu besteciler ve şarkıcılar, onun şiirlerinden yapılma şarkılarını dijital platformlardan bile sildiler. Oysa babasından bile büyük efsane olabilirdi.

Biz oğulları bırakıp, babaya, daha doğrusu kitabına geçelim. Kitap, aslında iki kitapçığın birleşimi. Her ay aldığım tarih dergisinde bahsedilince, kütüphaneden alma ihtiyacı duydum. 18 günlük  kapanma için kütüphaneden aldığım ve satın alıp okuyacağım kitaplar arasında oldu.

Kitap iki bölüm. İlki Çanakkale'ye Yürüyüş. İlk baskısını 1933'de yapmış. Kitapta Çanakkale ilgili bir yer, yön tarifi, anıtlarla ilgili pek bir şey yok. Çanakkale'nin meşhur Aynalı Çarşısının esnafının çoğunun Yahudi olmasına hayıflanıyor. Sonra Eceabat ya da Gelibolu ilçesinde bir köye gidiyor. Köyün adını vermiyor, yolda bir anıtın bakımsızlığından, savaştan kalma bir mayın veya merminin can almasından (en son 2014'de böyle bir olay oldu diye biliyorum.)ve en sonunda köyün bakkalının Yahudi olmasından hayıflanıyor. 

O anda fark ediyorum ki gezinin amacı şehitliği ya da savaş alanını  ziyaret değil. Gezi 1933'de olmuş, 1934'de de bugün pek az kimsenin hatırladığı ve on binlerce Yahudi vatandaşımızın evinden olması, tecavüze uğraması, soyulması ve yağmalanmasına sebep olan 1934 Trakya olaylarına (progrom) bir hazırlık olduğu anlaşılıyor. Progromlar, uzun hazırlık ister.  Öyle halkın galeyana gelmesi ile olmaz.  Kendisi de muhtemelen bir sene önceden bölgedeki ırkçılarla olayın organizasyonu için uğraşmış. Hatta aslında Romanlar (kitapta doğrudan Çingene diyor) için da halkı kışkırtmaya çalıştığını ama olmadığını da ima ediyor.



Buğra Atsız'ın Kanada'da Yahudi arkadaşları var mıdır, onlara da babalarının, dedelerinin marifetlerini anlatıyor mudur acaba?

Sonra Çanakkale savaşlarının kısa bir özetini yapıyor. Yalnız dikkat ettim, hiç bir komutanın adını anmıyor. Atatürk'ü sevmediğinin ilk işareti bu olabilir. Seksenli yıllarda da, bir Arap, sözde faizsiz (pratikte bal gibi faizli sistemler, borç alın da görün) bankacılığın finanse ettiği bir Çanakkale belgeseli vardı. Savaşta bir kaç çavuş ve erden bahsediyordu. Bu da onun gibi bir şey.,

Sonra hayatını anlatıyor. Türkçülüğe Karşı Haçlı Seferleri adlı bu kitapçık, ilk defa 1959'da, Necip Fazıl Kısakürek'in  Büyük Doğu dergisinde, bu neslin pek bilmediği tefrika ile (yani dergi ya da gazetede  romanın bölüm bölüm yayımlanması)

Bu kitapta da yazılmayanlar dikkatimi çekti. Mesela lise, ortaokul yılları ya da çocukluğu hakkında hiç bir şey yazmamış. Hayatını anlatmaya askeri tıbbiye öğrenciliğinden başlatıyor. Askeri tıbbiye yaşamını, bir kız meselesi yüzünden Hukuk fakültesine topluca baskın yapılmasına ya da geceleri nasıl yurttan kaçtıklarına kadar ayrıntılı anlatmasına rağmen,  Atsızcıların çok övündükleri Arap teğmene selam vermemeyi anlatmıyor. Askeri tıbbiyeden o meşhur atılmasını hiç değinmeyip, içimde bir yaradır deyip, geçiyor.



Ne derseniz deyin, okuldan kaçmaları ya da Hukuk öğrencileri ile (kız meselesinden) kavgaların övüne övüne anlatması, Diyap Ağa'nın Cumhuriyet ilanını Askeri tıbbiye öğrencilerinden önce bilmesini, kırık notlarını doya doya anlatırken, o meşhur Arap olduğu için selam vermeme olayından hiç bahsetmemesi çok garibime gitti.

Türk akademisyenlerinin ders anlatma işini asistanlarına bırakması, o zamanlar da varmış. Kendisi de Köprülü dahil, hocalarının derslerini anlatmış. Ben de 1994-98 arasında Isparta'da okurken, İktisadi İdari Bilimler Fakültesinde derslere hep asistanlar girdi ve ben 98'de mezun olduktan sonra da uzun süre öyle oldu. Halen de öyle mi bilmiyorum.

Yaptığı dergilerden ve broşürlerden az da olsa, para da kazanıyormuş. Sözüm ona Atatürk ile İnönü arasında, Atatürk'ü tuttuğunu yazıyor. Oysa kendisi de, Atatürk ve silah arkadaşları ile alay eden Dalkavuklar Gecesi diye bir romanı var. Ona birisi bununda soruyor kitapta ama kendisi cevap vermiyor.

Ara bir paragraf olarak, Orhan Pamuk'un son romanı Veba Geceleri,   Dalkavukar Gecesi'nin taklidi. Bunu da kitabımın yayımcısı (yayımcısı dediysem, kendi paramla yayımladım) Alaattin Topçu'nun  odatv'deki özetli yazısından anladım. ( https://odatv4.com/orhan-pamukun-son-kitabi-hic-boyle-degerlendirilmedi-30042152.html )Yani kitabı okumadım. Özette bile, pek çok ayrıntı var. Mina Mingerli diye, Mina Urgan kastediliyor mesela. Yetmişinden sonra anıları ile ünlü olan İngiliz dili profesörüydü ve iki binli yıllarda kitabı çok satmıştı. Bıyıkları yukarı kıvrık kolağası Kamil, Atatürk'ten başkası değil. Atatürk'ün ölümüne yakın, Hatay meselesi ile uğraşması ile bile alay etmiş, kolağası Kamil'i üniforması ile öldürerek. Kamil adı da tesadüf değil, Nurcular, Atatürk'le alay etmek için ona Kamil der. Atsız'da, Pamuk'da yazdıklarını doya doya sahiplenmemiştir.

Köy enstitüleri ile ilgili olarak komünizm propagandası ve serbest cinsellik iddiası çok dillendirilmiş ama tek bir mahkeme kaydı da yoktur. Atsız, hepsinin sümenaltı edildiğini, kapatıldığını söylüyor. Sayın okurlarım, anlı şanlı köy enstitülerinin tüm  ömrü altı (6) yıldır. 1040-1946 arasında. Hasanoğlan Yüksek Köy enstitüsü sadece üç dönem mezun verebilmiştir. Ortalığı ayağa  kaldırıp, siyasi baskılarla kapattıkları köy enstitüleri hakkında ellerinde tek bir dosya bile yoktur. Nazilerin meşhur propaganda teknikleri, her zaman faşizmin ilkesi olmuştur.

İkinci dünya savaşının da kendince bir özetini yapıyor. Yalnız  öncesindeki İspanya iç savaşı ve Çin Japon savaşına değinmediği gibi,  savaşı da 1941 ortalarında, yani Almanya'nın zirvede olduğu noktada bırakıyor. Hitler'e bir sürü Rus ve Çıfıt öldürdüğü içinde hayır dua ediyor. Çıfıt kelimesini Yahudi anlamında kullanıyor. Oysa Çıfıt, özel olarak Kırımçak'da denilen, Tatar asıllı Yahudi toplumunu üyesi anlamına gelmekte.

Gene başka bir iddiası, 2. Dünya savaşı sırasında Türk ordusunun Trakya'yı tamamen boşalttığını,  Üsküdar'a kadar çekildiğini söylüyor. Oysa onun yakın arkadaşı ve öğrencisi Alparslan Türkeş, o yıllarda Trakya, Çorlu'da askerlik yaptığını kendisi anlatıyor. Yıllarca yaşadığı Maltepe'de askerler karargah kurmuşlar ve kışın, soğuk havada,  dışarıda yemek yerken görmüş. Kendisinin askerliği, askeri tıbbiye öğrenciliği ile sınırlı olduğundan bunu büyüttükçe, büyütüyor.

Öte yandan kendisini de çok büyütüyor. Hasan Ali Yücel, Sabahattin Ali, İsmet İnönü, hatta komple CHP ve polis sadece ona karşıymış . Asıl bomba kısım şu ki, sanki 1944'de sadece kendisi yargılanmış, sanki tek Türkçü o imiş gibi konuşuyor. (Sadece kendisi ile arkadaşlığı yüzünden başı yandığını söylediği bir arkadaşından bahsediyor)Beraber yargılandığı arkadaşlardan, arasının bozulduğu Reha Oğuz Türkkan hariç, hiç bahsetmiyor. Bir de Sabahattin Ali'ye karşı ani öfkesinin sebebi de, devlet konservatuarını ziyaret eden Hasan Ali Yücel'in, o zamanlar konservatuarda dramaturg olarak çalışan Sabahattin Ali'yi övmesiymiş.

Kısacası Atsız'ın tipik şişkin egolu ve mitomanik kişilik olduğunun ispatı bir eser.

21 Mayıs 2021 Cuma

KÖTÜLÜĞE HER ZAMAN HAYRET ETMELİYİZ

 


Doksanlı yıllar boyunca Norveçli yazar Jostein Gaarder'ın, Sofi'nin Dünyası adlı kitabı çok ünlüydü. Kitap, basit bir kurguyla ve çok kabaca felsefe tarihini anlatıyordu. Kitabın başında bir yerlerde, insanın felsefe yapması için ilk şartın hayret etmek olduğu yazıyordu. Bir insanın, bir şeyleri merak etmesi için hayret etmesi gerekliydi.

Bu, gerçekten de böyledir sadece felsefe için değil, tüm bilimler için de böyledir. Mesela bu demirden uçaklar nasıl uçuyor, demirden gemiler nasıl yüzüyor diye hayret etmezseniz,  daha iyi uçaklar, daha iyi gemiler tasarlayamazsınız. Hayret etmeyenler, olanı, olduğu gibi kabullenir ve bir şeylerin değişmesi için çabalamaz.

Toplumda da bir şeyler değişsin diye olana bitene hayret etmeliyiz. Değişmeye de hayret etmeliyiz, iyi ise hızlandıralım, kötü ise engel olalım. 

Hayret etmemek, kabullenmektir. Ahlak için kötülüğe, kötülüğün varlığına her zaman hayret etmeliyiz. Yoksa kötülüğü kabullenmiş oluruz. Kötülük, kaçıncı defa yapılırsa yapılsın, her gün bile görsek, ilk defaymış gibi hayret etmeliyiz. Yoksa psikologların duyarsızlaşma dedikleri tavrı takınırız. Bu da kötülüğün yayılmasına ve kendimizi de kötü biri yapmamıza sebep olur.



Bunun için kendimize, bulunduğumuz topluma, hatta yaşadığımız dünyaya, bir an için de olsa yabancılaşmak gerek ve felsefe biraz da budur. Öğretmenliğe ilk başladığımda sınıf öğretmeni bir arkadaş,  felsefeciler hafif çatlak oluyor derler, hocam sizce doğru mu diye sormuştu. Bende doğrudur hocam, felsefeci yaşadığı topluma biraz yabancıdır ve bu yabancılık da biraz delilik olarak görülür.

Mesela geçen bir internet sitesinde, A.B.D'lilerin kolaya fazladan şeker ekledikleri gibi bir kaç şey öğrendim ve çok şaşırdım. Oysa Türkiye'de şaşırılacak şeyler saymayla bitmiyor. Mesela bu siteye yazdığım eski bir yazı da ( https://habergalerisi.com/2019/08/29/hediyelesmede-eski-turkiye-ve-yeni-turkiye/ ) 12 Eylül döneminde devletin müzelerinden pek çok tablonun generaller başta olmak üzere çeşitli makam odalarına hediye edildiğini ve kaybolduğunu yazmıştım. Yurt dışında yaşayan bir okurum da hayretten neredeyse dilini yutacak gibi olmuştu. Dahası bu tabloların bir kısmı da, geride tek bir fotoğrafı olmadan kaybolmuştu ve bu gerçekten hayret edilecek bir olay. Geçen ÖSYM ile ilgilene bir arkadaş, ÖSS sınavlarında Din dersinden net sayısının bir olduğunu söyledi. Felsefede ise 2-3  civarında. Türkiye'de Felsefe dersi son 4 yıldır 10. ve 11. sınıflarda zorunlu. Daha önce sadece 11. sınıflarda ve haftada 2 saatti. Oysa 12 Eylülden beri 4. sınıftan, lise mezunu olana kadar har hafta. iki saat din dersi alıyor, üzerine de bir sürü imam hatip, kuran, siyer ve benzeri seçmeli din dersleri yığını var. Sonuçta artan dinsizlikle beraber, öğrenciler ÖSS ve benzeri sınavlarda din dersinden kaçınıyor. ( https://habergalerisi.com/2020/11/10/dinsiz-birakan-din-egitimimiz/dinsiz-birakan-din-egitimimiz/ )

Ben de Bütün bu koşullarda bir felsefe öğretmeni ve felsefeci olarak hayretimi, özellikle kötülüğe karşı hiç değişmeyecek hayretimi yazmaya karar verdim.


16 Mayıs 2021 Pazar

SUÇLULUK DUYGUSU İLE İNSANLARI YÖNETMEK-6 MAGAZİN

 




Yunanlılar dinlerini ibadet için değil, dedikodu için icat etmiş derler. Yunan mitolojisinin kişileri, başka çok tanrılı dinin mitolojisinden, hatta mitolojilerinden çok daha fazla magazin olayı içerir. Sebebi da daha çok Zeus'un cinsel iştahıdır ama diğer tanrılar da az değildir. Bütün bunlar eski Yunan dinini magazinleştirir.

Gerçek anlamda magazin, modern basın tarihinin ürünü de olsa, hep vardı. Osmanlı'da sultanların düğünlerini ve sünnetlerini anlatan surname denen destanlar olurdu. Düğünlerdeki gösteriş, yıllarca anlatılırdı. Sultanlar,  bu zenginlik anlatılsın diye şairlere para bile verirdi. Yazılı basınla beraber magazin kurumsallaştı. Kendince normları oluştu. Basın bu normları da pek takmadı. En son İngiliz Prensesi Diana'nın ölümünden sonra da itibarları kalmadı. 

Gene de her iki taraf da, magazinden vazgeçmiyor. Yani basın da, ünlüler-zenginler de. Magazin, hem müşterisi olan bir haber türü, hem de öyle fazla baş ağrıtmayan, düşman kazandırmayan bir haber türü. Öte yandan zenginliğin en büyük zevki hava atmak ve gösteriş yapmak.

Diğer bir unsur da, bu tür magazinleştirme, zenginliği masumlaştırıyor zira magazin izleyicisi, o zenginin hayatını yaşadığını zannediyor. Bu empati, kendinden çok, bu zengin-ünlü kişiyi düşünmeye kadar gidiyor. Öğreniyor ki kadın, Süreyya

Çok bilinen bir öykü vardır. Devrik İran şahının eski eşi Süreyya, bir dönem Türkiye'de yaygın bir magazin figürüydü. Tahtına varis isteyen ailesi yüzünden, Şah'ın, karısıyla arasının kötü olduğu da hep biliniyordu. Derken Şah, bu  baskılara dayanamayıp, karısını boşadı ve yeniden evlendi. Heyhat ki, İran'da monarşi devrildi ve adına İslam Cumhuriyeti denen din oligarşisi devleti kuruldu. (İsterseniz İran halkı olarak referandumla ve yüzde yüz olarak bir yasayı kabul edin; dini lider ve dini konsey onaylamazsa o yasa yürürlüğe girmiyor. Pek çok kilit kuruma da, dini lider ve konsey doğrudan atama yapıyor.

Neyse, konuyu dağıtmayayım, Süreyya'nın boşandığı gün, Türkiye'nin ünlü bir gazetecisi evine geliyor. Ünlü olduğu için evi biraz lükse ve evine de sık sık uğrayan gündelikçi, temizlikçi kadın var. Evine geldiğinde kadını iki gözü iki çeşme ağlarken buluyor. Kadının başına büyük bir felaket geldiğini düşünüyor. Oysa kadın, Süreyya'nın boşanmasına üzülüyor.

Muhtemelen Süreyya'nın kendisi o kadar üzülmemiştir. Sonraki yıllarını Avrupa'nı  milyonerleri ve milyarderlerinin yatağında geçirdi. Doğulu bir prensesle sevişmenin payesi uğruna, Süreyya hanımı paylaşamadılar. Kendisi zaten Şahla evlenene kadar İsviçre'de yaşamıştı. 

Ünlü ve zenginleri fazla izlemek, onları dizi film karakteri gibi içselleştirmemize neden oluyor. O zenginliği kendimiz de yaşıyoruz sanıyoruz.

Oysa onlar yüzsüzce gösteriş yapıyorlar. Şimdilerde magazin medyasına eskisi kadar ihtiyaçları yok. Magazin medyası, sosyal medya takipçilerini arttırmak için kullandıkları bir destek noktası. Bir de inatla takip etmeyenlere, eylemlerini duyurma, yani hava atma  yolu.

Kuranda en fazla yapılmaması istenilen şeylerden biri de gösteriştir. Sayın Müslümanlar, zahmet  edip okuyun. Din adamları da, alkole karşı öfkelerinin milyonda birinin gösterişe göstermiyor. Tamamen sünnet olan teravvih namazını, hatimli (tüm Kuranı baştan sonra okuyup, bitirmeli), hatta çift hatipli yapmalarını istemeyi biliyorsunuz. Şu ekonomik krizde, kırkta bir yani yüzde iki buçuk zekatını da zaten vermeyen zenginlere, yüzden yirmi, otuz falan verin demiyorlar.

İlginçtir namaz ve oruçta halkı fazlaya teşvik eden din adamları, iş zekata gelince, bu zekatı küçülttükçe küçültür. Şirketin ana sermayesine, ev, şuna, buna dokunmaz, sonra kırkta bir. Kırk hayvanınız var diyelim, sığır, koyun, keçi falan; en küçük keçiyi veriyorsunuz. Bu yüzden zekat keçisi diye bir deyim var.

Oysa bu zenginler, gösteriş yapmak için hiç de masraftan kaçınmıyor. İran'da düşen uçağı muhtemelen pek çoğunuz çoktan unuttu. Dünya havacılık tarihine tüm ölenleri kadın olan ilk hava kazası olarak geçti. Altı genç kız, bir pilot, bir de kabin görevlisi, nişan öncesi saçma sapan bir instagram etkinliği için koca uçağı Dubai'ye uçurmuştu. Üstelik uçak, şirketin uçağıydı ve muhtemelen bu turistlik gezi ve nice sosyetik etkinlikler, şirkete masraf gibi gösterilip, vergiden düşülecek.

Bunu azıcık dile getirenleri linç ettiler ve gencecik sekiz  kişinin ölümüne üzülmemekle suçladı. Hadi ben de acılı aile ile uğraşmamış olayım. 

Peki bütün bu gösteriş yapan sosyal medya maymunlarına, bide influencer deyip, para kazandırmak nedir? Onları avantajı zenginliklerini yüceltmek değil de nedir. Salgın nedeni ile işe gidemiyorken, para kazanamıyorken, onların İstanbul'da denize sıfır devasa köşklerinde, tam da denize inen merdiveninde foto çekip, millete akıl veriuyor.

Aslında tek amacı hava atmak. Üç nesildir süper zengin, hatta dolar milyarderi ama vasat bir yeni zengin gibi hava atma peşinde.

Magazin, influencer, fenomen takibi yapmak, kendi fakirliğini yüceltmektir.





15 Mayıs 2021 Cumartesi

HARPER LEE'NİN İKİ ROMANINDA FAŞİZM

 



Amerikanlı yazar Harper Lee, tüm yazı hayatı boyunca sadece iki roman yazmış, özellikle de ilk olan Bülbülü Öldürmek (1960) ile anılmıştır. Bu romanı yazdıktan sonra hemen hemen hiç  çalışmamış,  halen de sürekli olarak, hem A.B.D, hem de Dünya çapında çok satan roman, yazarı ömür boyu geçindirmiştir. Ölümüne aylar kala 2015'de aynı romanın devamı olan ve Türkçe 'ye Tespih Ağacının Altında diye çevrilen ikinci  romanını yayımlamıştır.

Konuşulması gereken ikinci romandır ama birinci okunmadan hiç bir şey anlaşılmaz. İlkinin konusu basittir ve bana Fransa'nın meşhur Dreyfus davasını hatırlatmaktadır. Yahudi kökenli bir Fransız olan Yüzbaşı Albert Dreysfus, 1894'de, Almanya için casusluk yaptığı  gerekçesi ile tutuklandı. İçinde gene Yahudi kökenli Fransız romancı Emile Zola gibi ünlülerinde olduğu ve çok tartışılan olaylar sonrasında  Yüzbaşı Dreyfus  1906 yılında sürgünden ve hapisten kurtulup, rütbelerine geri kavuştu. Olay tüm Avrupa'da ve dünyada yankılandı. Çünkü olayın bir yerinde Fransız faşizmi, ne olmuş yani masumsa, bir Yahudi olarak Fransız ordusunda ne işi var demeye başladılar. Bülbülü öldürmek dahil pek çok romana-filme ilham kaynağı olmuş.

Bülbülü Öldürmek de,  bir genç kıza tecavüzle suçlanan bir siyahi (tamam zenci demiyoruz) vardır ve onları savunacak siyah bir avukat yoktur. Romanın anlatıcısı o zamanlar okula bile gitmeyen 5-6 yaşlarında  bir kızdır ve babası da bu siyahileri, ırkçı halkın tüm baskısına kadar savunan cesur bir avukattır. Roman, küçük kızın gözünden dava sürecinin anlatılmasıdır. Babası bir kere bile pis zenci dememiş, zenci özel mülküne girmemiş,  zenci tavuğuna kışt dememiştir. Dava başarı ile biter, siyahiler kurtulur.



Yazarın ,elli beş yıl sonra yazdığı devam kitabı, olaylardan yirmi sene kadar sonrasında geçer. Genç kız, yıllardır yaşadığı New York kentinden, baba ocağı Maycomp kasabasına geri döner. Irkçılık gene vardır, hem de daha şiddetli olarak. Fakat siyahiler artık zavallı zenciler değildir. Artık ceplerinde ikinci el de olsa araba alacak ve yüksek sesli müzikle şehri turlayacak para vardır. Artık bir suç işlediklerinde onları savunmaya hazır siyahi avukatlar vardır ve her davada siyahi jüri üyesi olması için diretmektedirler. 

Epey bir aradan sonra Maycomp'a geri denen kahramanımız, hakikati görünce şok geçirmeye başlar. Babası o kadar da demokrasi kahramanı değildir çünkü. Suçsuz siyahileri, hem de avukatlık ücreti almadan savunmaya taraftardır ama ortalık siyahi hakim, savcı ve avukat olarak görmeye tahammül edememektedir. Ku Klux Klan'ın gürültü yapmasına, toplanmasına taraftardır ama siyahileri katletmesini, siyahi mülklere zarar vermesini istemez.

A.B.D ile ilgili pek çok yanılgımızın sebebi, film sanayisi sayesinde dünyaya onların gözünden bakmaya başlamamız. Örneğin ikinci dünya savaşında Alman askerlerinin yüzde sekseninden fazlası doğuda savaştığı halde, bize savaş daha çok Fransa'da olmuş gibi gelir.  Doğu cephesine Alman ordusunun en az yüzde onu partizan denen direnişçilerle uğraştığı halde ve Fransa'da Normandiya çıkarmasında De Goule'ün radyo konuşmasına kadar hemen hiç direniş olmadığı halde, direniş diye aklımıza Fransızlar gelir. O kadar ki, pek çok Alman subayı, cepheden sonra dinlenmek için Fransa'ya gidiyordu, çünkü müttefikler Fransa'yı bombalamıyordu. Ya da Vietnam savaşında Amerikan ordusunu  sivil halka acımasızlığından ziyade Vietkong militanlarının acımasızlığını hatırlarız.

Amerikan iç savaşı bittiğinde kölelik kalkmadı. Beyaz polisler, siyahileri özellikle pamuk hasadı döneminde toplayıp, mahkum olarak tarlalarda zorla çalıştırmıştır. A.B.D'de halen hapisteki siyahi sayısı, üniversite okuyan siyahi sayısının iki katı. A.B.D, dünyada hem en fazla mahkum olan ülke, hem de nüfusuna göre en fazla mahkum olan ülkedir. Diktatörlük olan Çin'in üçte birinden daha az nüfusu olduğu halde, Çin'in iki katı mahkumu vardır. Üstelik A.B.D, elektronik kelepçe, şartlı salıverme gibi uygulamaları ilk yapan ülkesidir.

Sadece bu kadar değil. Jim Crow yasaları ile siyahlar, özellikle yoğun oldukları güney eyaletlerinde oy veremediler, okula gidemediler,  otobüslere bile binmediler. Bütün bu hakları isyan ede ede teker teker aldılar. Merkezi yönetim ancak 1965'e Jim Crow yasalarını yasakladı.

Gerçekte faşizm, Nazizm ya da benzeri ideolojiler kadar saf değildir. Yugoslavya iç savaşı öncesinde milletler arasında evlilik çok yaygındı. Pek çok Sırp'ın annesi ya da ninesi Müslümandı. Boşnak ordusunun da dörtte biri Sırp'dı ve Boşnaklar asi Sırplara, Çetnik diyordu. 

Pek çok faşiste göre öteki, göçmen  ya da azınlık olan haddini bilmelidir. Ucuz işçi ya da küçük esnaf olarak sempati ile bakar ya da en fazla küçük memur olarak diyelim. 

Bülbülü Öldürmek'de saf faşizm ve ona karşı çıkışı görüyoruz. Bu tür faşizm saf ve nettir, gerçek düşmandır. Tespih Ağacının Altında romanında ise daha bulanık, daha iki yüzlü bir faşizmle karşılaşıyoruz. Aynı yazarın iki romanı arasında yarım yüz yıldan fazla zaman var ve birbirini bu kadar tamamlayan iki roman çok az.