17 Nisan 2024 Çarşamba

BİR İKARUS HİKAYESİ



 Kuzey Rönesans'ının ünlü ressamı Pieter Brueghel'in 1558 yılında yaptığı meşhur bir resmin adı İkarus'un Düşüşü (yada İkarus'un düşüşü sırasında bir manzara) resmi, kuzey Rönesansının simgesi olmuştur. Resim, tipik bir Rönesans resmi gibi pek çok imge, simge ve izleyenin her baktığında ayrı anlam verebileceği simgelerle doludur. Kabaca resimde üç ana görüntü vardır. Atıyla tarlasını süren bir çiftçi, koyunlarını otlatan bir çoban ve yüküyle, silüeti görünenbir şehre giden bir gemi. Geminin dibinde suda bacakları görünen kişi de resme adını veren İkarus'tur. Kendisi balmumu kanatlarıyla uçarken, güneşe yaklaşmış,  kanatları eriyince Ege denizine düşmüştür. Sisam civarındaki İkarya adası onun adını taşır. (Destanın ayrıntısını başka kaynaktan öğrenebilirsiniz) Polonyalı yazar Jaroslaw Iwabskiewicz'in, bu resimden ilhamla yazdığı İkarus hikayesi vardır. Polonya, Alman işgalindeyken bir gencin, tramvayda, yanında oturanların bile farkında olmadan tutuklanmasını anlatır.

Hayatımızda görmediğimiz pek çok İkarus ve hikayesi var. Züğürt Ağa filminde Şener Şen, kahyasına veda eder, tazminat olarak elindeki son değerli şeylerini (sigara tabakası, saat, tesbih vesaire) verir. Sonra her ikisi, birbirlerine zıt yönde ve yokuş yukarı yürürler. Etrafta mahşeri bir kalabalıktır ve hiç biride  bu olayın farkına varmaz. Benzer bir ayrıntısa, prodüksiyon ekibinin dikkatsizliği yüzünden Ezel dizisinde olur. Ramiz dayı karakterinin öldüğü sahnenin gerisinde yaşlı birisi, bir ağacın dibine, gündüz gözüyle ayakta işer. Böyle önemli bir dizinin, böyle önemli bir sahnesinin çekilmesi yada böyle önemli bir karaktetin ölümü, birilerinin çişini tutmasına sebep değildir.

Benzer bir olaya da geçen günlerde şahit oldum. Ankara'da yaşayan ve Kızılay meydanına uğrayanlar, keman çalan sokak sanatçısı genç adamı biliyordur muhtemelen. Genelde Kızılay metro istasyonunun, Soysal çarşısı çıkışında, Yapı Kredi Bankası tabelası önünde (bankanın girişi bulvara bakıyor) keman çalarak sokak sanatçılığı yapan genç bir adam vardır. Çok da iyi keman çalar. Gördükçe önüne bir kaç kuruş atarım. Acıdığımdan değil, yoksa dilencilere ve kendini acındırarak bir şeyler satanlara hiç bir şey vermem. Sokak müzisyenlerini beğenmezsem de bir şey vermem. Verdiğim ciddibir para değildir ama kıymetlidir.

Bu anlatacağım olay iki yada üç hafta önce oldu. Okuldan çıkmıştım ve yanılmıyorsam sınav yada seçim ücreti yatmış, bankada uygulama ile bana haber vermişti. Ben de Kızılay'da otobüsten inince bankamatiklere doğru yöneldim. Kemancı da oradaydı. Cebimdeki yedi tane birliği önüne atıp,  bankamatiğe yöneldim. O sırada polise olduğunu tahmin ettiğim birisi, bizim kemancıya yöneldi. Kemancının yüzü bir anda kireç gibi bembeyaz oldu. Polis, size zabıta müdahale etmiyor mu diye azarladı. Ben o sırada para çekiyordum. Aralarında garip bir muhabbet geçiyordu. Sakarya caddesindeki bir eylemden bahsediyordu polis. Kemancı da abi abi deyip duruyordu. Polis,  Sakarya caddesindeki bir eylemden bahsediyordu. Zaten Ankara'da basın açıklamaları ve gösteriler genelse ya Sakarya caddesinde yada Yüksel'de olur genelde. Sonra zabıtalar sana neden ceza yazmıyorlar, o paraları da topla dedi. Kemancı abi diye diye kemanı kapatıp, polisin ardına düştü.

Olay etraftaki hiçkimsenin dikkatini çekmedi. Ben de bir şey diyemedim zira önümüzdeki binanın


hemen arkasında bulunan Sakarya caddesinde ne olduğunu da bilmiyorum. Belli ki polis de kendince haklı. Üstelik müdahale etmeye kalkarsam işler, bizim kemancı lehine ters tepecek. Beni de o göstericilerle irtibatlı falan sanacak.

Diğer yandan polise abi deyip durmasından kemancının gariban, muhtemelen ailece gariban biri olduğunu ve yine uzun süredir sokak müzisyenliği yaptığı sonucunu çıkardım. Güvenlik görevlisine hitap şekliniz sınıfsaldır. Memur bey, komserim, amirim falan, normal hitabettir. Abi demekse tamamen garibanlıktır. Hayatta kimseyi bilmeden kıskanmayacaksın. Keman çalışındaki ustalığa, yakışıklılığına bakıp, kıskanıyorsun, geride ne garibanlık var.

Güzel haber, iki gün sonra onu aynı yerde gene keman çalarken gördüm, epeydir de görmüyorum.En azından balmumu kanadı olan kemanını kurtarmış.

Görürseniz, okuduğunuz hikayenin hatırına da bir kaç kuruş atın.


11 Nisan 2024 Perşembe

DEVLETÇİLİK İÇİN İKTİSAT FELSEFESİ



Seksenlerin başından itibaren merkez medya denen, TÜSİAD destekli holding  medyası,  sürekli özelleştirme diye inledi. Sonuçta istediğini başardı. Satıla satıla devlete ait fabrika kalmadığı gibi TİGEM (Tarımsal İşletmeleri Geliştirme Çiftliği) bile kalmadı. Özelleştirme destekçilerinin iddialarına göre, serbest piyasa rejiminin gizli eli,  bu fabrikaların daha iyi işlemesini sağlayacak,  piyasa ucuzlayacaktı. Oysa kapitalizm, teorisyen, iktisatçı kılıklı propagandacıların anlattığı gibi bir şey değildir:

https://onbinkitap.blogspot.com/2016/11/kapitalizm-ile-ilgiliyanlis-bilgiler-su.html

Kapitalizmde serbest piyasa yalandır. Kapitalizmin demokrasiyi sevdiği de yalandır. Bu destek sadece şirketlerin ve Amerika Birleşik Devletleri gibi kapitalsit devletlerin diktatörlere desteği ile sınırlı olmadı. Latin Amerika'ya altmışlardan, doksanlara kadar kan kusturan askeri diktatörlükleri, Malcom Frieadman, James M. Buchanan gibi pek çoğu Nobel ödüllü Neoliberalist iktisatçı, askeri darbeleri öven teoriler geliştirdi. (Siz Nobel kurumunu demokratik bir kurum sanıyorsunuz. 2019'da Avusturyalı,ırkçı, özellikle de Bosna katliamı konusunda Sırpları desteklemiş olan Peter Handke, Nobel ödülü aldığında,  ülkemizdeki yetmaz amacılar başta olmak üzere pek çok kişi hayret etmişti. Oysa neoliberalizmin kurucu Friedman'ın görüşlerini bilse şok geçirirdi. Kaynar; Yıkıcı Olumsuzlama-Werner bonefeld) Bu iktisatçılar, güçlü devlet-serbest piyasa diyerek, anti komünist diktatörlüklere yetmez ama evet demişlerdir. Yani yetme ama evetçiliğe adını Hayko Bağdat vermiş olabilir ama Yetmez Ama Evet, bir Türk icadı değildir.

https://onbinkitap.blogspot.com/2017/10/doksanli-yillar-7-yetmez-ama-evetcilik.html

https://onbinkitap.blogspot.com/2017/10/doksanli-yillar-7-yetmez-ama-evetcilik.html

Özelleştirme de Türk icadı değil. Sezar bile R oma cumhuriyetini, o zamanın yetmez amacılığı ile yıktı. Aslında diktatörlük, roma cumhuriyetinde bir çeşit olağan üstü hal yetkisiydi. Sezar, bu yetkiyi ömür boyu için aldı. Sezar, suikasle öldürülünce ortaya çokan karışıklıktan faydalanarak, tekrar diktatör oldu. Sonrasında Roma'da diktatörlük, kurumsallaştı ama teoride Roma cumhuriyeti hep vardı.

Devletçi ekonomi ise, büyük ölçüde Türk, daha doğrusu Atatürk icadıdır. Tek sebebi, sermaye sahibi bir burjuvazinin oluşmaması değildir. Pek çok ürünün ithal edilmesi sonucu oluşan döviz kıtlığı da değildir. Asıl sebep, ekonomiye bakış açısıdır. Ekonominin amacı tüm halkın refahını sağlamak olmalıdır. Devler, kar etmesi gereken bir şirket değildir. Şirketler, sadece patronlarının yada ortkalarının karını amaçlar. Geri kalmış ülkelerde şirketler yada burjuva, çoğunlukla kompradordur. (https://onbinkitap.blogspot.com/2023/10/kompradorlar-isgalciler-kadar.html)

Komprador kelimesi, İspanyolca satın alıcı yada Türkçe ticaret diline çevirirsek, mümessil demektir. İspanyollar, işgal ettikleri pek çok bölgede yerli halkı, kendi aralarından seçtikleri kişiler aracılığıyla yönetmiş, bu kişileri de daha çok çok ürün satın alanlardan seçtikleri için, böyle demişlerdir. Devletçiliğin bir sebebi de ülke ekonomisini kompradorlaşmasını engellemektir.

Devlet, herkesin devleti olmalıdır. Devletin başarısı, mümkün olduğunca herkesin refahı ve mutluluğudur. Bunu da ülkenin tüm bölgeleri, tüm etnik grupları ve tüm sınıfları aynı anda kalkındırarak yapmalıdır. Süper zenginler, servetine servet katarken, uzun vadede işçiler de refah bulacak diyemezsiniz. J.M.Keynes'in dediği gibi, uzun vadede hepimiz ölmüş olacağız.

Keynes demişken. Neoklasik liberal okulun, yani neoliberalizmin diğer bir adı da Askeri Keynesyenliktir. Eski başbakanlardan Mesut Yılmaz'da bir keresinde, en büyük yolsuzluklar, askeri darbe dönemlerinde olur demişti.

Mesut Yılmaz demişken de ekleyelim: https://onbinkitap.blogspot.com/2022/08/yildirim-akbulut-ve-mesut-yilmaz.html

Devletçilik, devletin de fabrika sahibi olduğu kapitalizm ya da sosyalizm ile kapitalizm arasına bir sistem değildir. Devletin, tüm vatandaşlarını iktisadi olarak sahiplenmesidir ve halkçılık ilkesiyle bağlıdır. Devletçiliği iktisat bilimine illk yerleştirmeye çalışanlar,  Şevket Süreyya Aydemir ve Kadro dergisi grubu üyeleridir. 

https://onbinkitap.blogspot.com/2018/01/sevket-sureyyaaydemirin-kitaplari.html

https://onbinkitap.blogspot.com/2020/04/insaatcilik-ve-insancilik.html

Türk iktisatçıları, devletçiliği tekrar incelemeli, yeni bir Kadro hareketi kurmalıdır.


9 Nisan 2024 Salı

KÖY ENSTİTÜLERİ ŞİİRİ...

 


KÖY ENSTİTÜLERİ ŞİİRİ...

Onlar,
Köy çocuklarıydı.
Kurumuş çalılar gibiydiler bozkırda.
Kavrulmuş ekinler gibiydiler.
Geldiler,
Yalın ayakları
Ve
Yırtık mintanlarıyla geldiler,
Gönen’e, Aksu’ya, Kepirtepe’ye.
Ezilmiş, sömürülmüş, horlanmış
Ve
Unutulmuştular bin yıldır.
Ferhat oldular,
Yardılar İdris Dağını.
Gürül gürül akıttılar suyunu,
Hasanoğlan’a.
Köroğlu oldular,
Kafa tuttular Bolu Beylerine.
Yıktılar saltanatını ağaların.
Tolstoy’u Balzac’ı okudular koyun güderken.
Mozart’ı, Bethoven’i çaldılar dağ başlarında.
Moliere’i, Sophokles’i oynadılar.
Horon teptiler Beşikdüzü’nde kol kola.
Halay çektiler Yıldızeli’nde türkülerle.
Diz vurdular Ortaklar’da efece...
Siz,
Her gece,
Mehtaba çıkarken Heybeli’de,
Onlar,
Duvar ördüler,
Çatı çattılar.
Yıldızlara bakarak yaz geceleri,
Harman yerlerinde yattılar.
Kazma salladılar yorulmadan.
Kerpiç döktüler
Kerpiç.
Sızlanmadılar hiç.
Yakıştı nasırlı ellerine,
Kitap ve çekiç.
Başladı yurt harmanında imece...
Bir gece,
Karanlık inlerinden sinsice,
Brütüsler çıktı ansızın.
Çektiler zehirli hançerlerini,
Vurdular sırtlarından haince...
Çıktı mağaralarından yarasalar,
Çıktı halk düşmanları,
Üşüştü sülükler gibi üstümüze.
Emdiler kanımızı,
Doymadılar.
Yıktılar umudunu Türkiyemin.
Aydınlık bir Türkiye gelir aklıma,
Kalkınmış bir Türkiye gelir,
Köy Enstitüleri denince.
Özbek İNCEBAYRAKTAR

5 Nisan 2024 Cuma

KILIÇDAROĞLU'NUN Y.VŞAK FAŞİZMLE MÜCADELESİ



 En başta, bu konudan bir bahsetmiştim: )https://onbinkitap.blogspot.com/2024/01/fasizm-ve-yvsak-fasizm.html) 

Y.vşak faşizm, iki yüzlü, suçu başkalarına atan ve gerçek yüzünü göstermek için, gerçek faşizmin yükselmesini bekleyen faşizmdir. Gerçek faşizm, biz NAZİYİZ, burada Yahudileri sevmeyiz der, y.vşak faşist, burada naziler çok der. Suçu genelde başkalarına atar. Bu başkalarına atma da genelde her şey olup, bittikten sonra olur. Y.vaş faşist, sizle dost olmaktan öte, size akraba bile olur. Sizden kız almkatan öte, size kız bile verir.  İşine gelmediğinde birden senin öteki olduğunu hatırlar. Faşist ise sizi her zaman öteki ilan eder.

Bunu daha anlaşılır olması için bir örnekle anlatayım. Faşist size kız vermez, kız alabilir ama onu sizden uzaklaştırır. Diyelim  bu aileye gelin yada damat (içgüveysi yada hanımköylü) oldunuz. Orada uzun yıllar kimseden kötü bir laf bir yana sitem bile duymadınız. Zencisinizidir ama kışlık odunu kıran bir damadı sizsinizidir. Kürtsünüzdür ama kucağına oynayıp, şımartacağı torun veren gelini sizsinizdir. Sizden ala akraba mı vardır? Bu mutluluk yıllarca sürer ama tabiki bitecektir. Büyük baba ölünce miras davası açılır ve o zaman o dostlarının sana olan nefretini görürsünüz. Ülkemizde en kanlı davalar, miras, hele de arazi kavgalarıdır. Küçücük çocukları, hamile kadınları bile acımadan öldürürler.  İşte o an, bırakın Alevi, Ermeni falan olmayı,  annenizin  yakın bir köyden gelin gelmiş olması bile sizin için kabahat olur.

İşte bu yavşak faşizm, gerçek yüzünü böyle fırsat anlarında gösterir. Progrom yapacağı zaman, devletin desteğini alır.  Yağmalayacağını yağmalayıp,  tüm insanlık suçlarını işledikten sonra, kendisini  aklamanın yollarını arar. Sonra da olayı hızla unutturmaya çalışır.

https://onbinkitap.blogspot.com/2019/12/maras-corum-sivas-ve-diger-katliamlar.html

https://onbinkitap.blogspot.com/2019/12/maras-corum-sivas-ve-diger-katliamlar_21.html

https://onbinkitap.blogspot.com/2020/03/maras-corum-sivas-ve-diger-katliamlar.html

Bu faşist zihnşyet, elbette Kılıçdaroğlu ile gerçek bir ittifak yapmayacaktı, hem tabanda, hem de tavandan. En başından,  Kılıçdaroğlu aday olmasın propagandası, böyle bir propagandaydı ve arkasında iktidar vardı. Altılı masayı bir araya getirmesi bir yana,  İyi partinin de seçilmesini sağlayan da Kılıçdaroğlu'ydu. Kılıçdaroğlu, Alevi ve Kürt, hatta Tuncelili diye oy vermeyiz demiyorlar da,  diğerleri oy vermez diyorlar. Diğer yandan, Ekrem İmamoğlu yada Mansur Yavaş aday olsaydı bile, bu adaylara karşı da bir B kumpas planı vardı muhtemelen.

Kılıçdaroğlu, yavşak faşizmle mücadele etmesini bilmedi, çok fazla uzlaşmacıydı. Zamanı gelince açıkça ve tek başına savaşmasını bilmedi. Aslında en baştan istifa etmeliydi. (https://onbinkitap.blogspot.com/2023/07/neden-kilicdaroglu-istifasini-istemek.html)

Gene de partiye katkısı yadsınamaz. Meral Akşener ve Yılmaz Özdil'in ihanetine rağmen, cumhurbaşkanlığı seçimlerinin  2. tura kalmasını sağlamıştır.Bu arada y.vşak faşizm, özellikle  Yılmaz Özdil gibilerinin faşizmidir. (https://onbinkitap.blogspot.com/2023/05/14-mayis-secimleri-nde-muhalefet-neden.html)

Sonuçta Kemal Kılıçdaroğlu, hem kendi hataları, hem de ihanetler yüzünden önce Cumhurbaşkanlığı seçimini, sonra CHP genel başkanlığını kaybetti. CHP'nin 31 Mart yerel seçim zaferinden sonra geri dönme ihtimali da kalmadı. Kalmasın, yetmiş beş yaşından sonra da siyaseti bıraksın zaten. Kılıçdaoğlu'nun hataları çoktu ama doğru işleri de çoktu. İmamoğlu'nu Beylikdüzü'nden alıp, İstanbul Büyükşehir için aday gösteren, kırk yıllık MHP'li Mansur Yavaş'ı kırk bin yıllık CHP'liye çeviren oydu. Gene de çoktan istifa etmeliydi, o ayrı konu.

Bu aşamadan sonra sağcılar, muhafazakarlar ve tarikatlar,  keşke Kılıçdaroğlu cumhurbaşkanı olsaydı diyecekler. Onun gibi uyumlu ve uzlaşmacı bir CHP'li bir daha bulamazlar. Hele CHP, İyi parti yada başka birileri olmadan da başaracağını anladı ki, kimseye de acımaz. Kılıçdaroğlu gidince, hele de kurultayı kaybedip gidince, ellerinden mezhep silahı da alındı.

Mezhep demişken. Dada 1996 Gazi Mahallesi, 1992 Sivas katliamlarının hesabı sorulmamışken, daha geride Maraş-Çorum-Malatya ve bir sürü katliamın dosyası duruken, Kılıçdaroğlu'nun memleketi Tunceli'nin 1990-1995 arası güvenlik güçleri zorbalığı yüzünden nüfusunun göçe zorlanması tazeyken, bir Alevi cumhurbaşkanı seçilme rüyasına ne güzel inanmışız, akıl alır gibi değil. Hele de Maraş ve Çorum'un planlıyıcıs ve uygulaıyıcısı MHP kökenli, üzerine de Tansu Çiller'in iç işleri bakanı Meral Akşener'in CHP ile ortaklığa sonuna kadar gideceğine,  y.vşaklık yapmayacğına inanmak, meğer ne büyük saflıkmış. ( https://onbinkitap.blogspot.com/2022/04/tansu-cillerin-siyasi-tarihi.html)

Ama gene de Alevilerden kurtulamadılarç O da ayrı konu.

12 Mart 2024 Salı

İNTİHAL TİCARİ BİR MESELEDİR

 


Yetmez amacıların popüler bir yazarının, popüler olmayan bir romanının intihal olmasının kesinleşmesi, resmen hepsini paniğe sürükledi. Gene yüz küsur kişilik toplu bir bildiri hazırladılar. Aralarına eski besteci,  uzun zamandır da romancı olan eski CHP mebusu Livaneli'yi aldılar. Neymiş, bu hırsızlık cezalandırılırsa, yaratıcılıkları zedelenirmiş. Vah vah vah. İmzaya katılan bay Nobel'in Beyaz Kale ve Lvaneli'nin Mutluluk romanları da düpedüz aşırma. Livaneli'nin romanı, Nobel ödüllü Mısırlı yazar Necip Mahfuz'un, Dilenci romanına çok benziyor.

Bu fikir hırsızlarının savunmaları ise çok komik. Başka yazarların fikir haklarının korunması, bunların yaratıcılığına engelmiş. Sorun şu ki, intihal davaları, ticari ve mali davalardır. Akademik intihal davaları da ticaridir. Bu ticarilik, akademistenlerin (asistan yada profesör) biz dar gelirlerin gözüne çok görünen maaş yada ikramiyeleri değil, bu ünvanların halka verdiği güven duygusu ve söz söyleme yetkisidir. Şimdi be profesör olsaydım,  böyle blog köşelerinde mi yazardım, yoksa önemli yayınevleri kitabımı basmak için (hadi her profesörün kitabı içinde sıraya girmesinler) direk para mı talep ederlerdi? Sonuçta bu blogunda okunma oranları bu sevieyede gezmedi.

Matbaa ve fikir-sanat ürünlerini çoğaltıp, satmanın bu kadar kolay olmadığı, bu işlerden çok para kazanılmadığı zamanlarda, bu tür intihallere fazla dikkat edilmezdi. O zamanlar sanattan para kazanmak (mimar bile olsanız) kendinize zengin, tercihen kral, sadrazam, vezir yada vali ayarında devlet görevlisi bir koruyucu bulmanızla mümkündü. Yoksa hikaye anlatıcısı olarak kahvelerde, tiyatrocu-meddah olarak sokak köşelerinde, şair olarak zaten saz çalan bir ozan olarak düğünlerde, bayramlarda, ressam-yontucu-nakkaş olarak arada bir çıkan süsleme işlerinde üç-beş kuruş kazanırdınız. Konak yaptıracak kadar zengin biri değilseniz, ev yaptırmak için  duvarcı ustası tutardınız, mimar değil. Behçet Mahir, Erzurum, Atatürk Üniversitesi, Türk Dili ve Edebiyatı (Türkoloji) profesörü Mehmet Kaplan tarafından keşfedilip, üniversite kadrosuna özel dekan odacısı olarak alınana kadar, geçimini kahvelerde hikaye anlatarak sağlıyordu. Kaplan, Köroğlu başta olmak üzere, pek çok destanı ondan derledi. Hatta anlattığı destanda Köroğlu, Ayvaz'ı, dekanın kendisini çağırdığı gibi, ziline basarak çağırır.

O zamanlarda bile intihal,  ciddi bir suç, kusur olarak görülmüştür. Adını hatırlamadığım bir divan şairi,  uykusuz geceler ve günler sonucu bulduğu dizenin, mevcut kalıplara uymayıp, hiç kimselere benzememesinden dolayı beğenilmediğini; başka bir uykusuz gecelere mal olan bir şiirinin de, unutulmuş bir şaire benzediği için beğenilmediğini yazmıştır. Şeyh Galip, Mevlana'dan çok aşırma yaptığı suçlamalarına, çaldımsa mirimin (önderimin-büyüğümün) malını çaldım, elin malını çalmadım ya diye kendisini savunmuştur. Buna rağmen özellikle şair ve müzisyenler, aşırdıkları eserleri uzak yerlerde icra etmişlerdir. Örneğin, Kalenin Dibinde Taş Ben Olaydım türküsü, Özbekistan'dan başlayıp, tüm Türkçe konuşan toplumlarda değişik versiyonları söylenmiş, bir varyantı Arnavutça omuş, Avusturyalı besteci Brhams, orkestraya uyarlayıp, Persian Marsh (İran Marşı) yapmıştır. Balıkesir'e ait, iki keklik türküsü, az farkla Elazığ'da ortaya çıkar.  Yazsak ve araştırsak onlarca örnek çıkar.

Fakat dedim ya, o zamanlar sanat-bilim işlerinde çok para yoktu. Öklid (Pisagor'da olabilir) bu işlerden kaç para kazanacağını soran bir öğrencisinin eline para verip, sınıftan kovmuş. Thales, bu felsefeden kaç para kazanılacağını soranlara kızıp, sert-soğuk bir kışta, zeytin yağı sıkma aletlerini ucuza satın alıp, yazın, zeytin rekoltesi çok artınca yüksek fiyata satıp, çok para kazanmış. Farabi,  yaşadığı yıllarda da şimdiki kadar ünlü olduğu halde, ayetleri para karşılığında satan durumuna düşmemek için, anlattığı derslerden para almamış, duvarcı uztalığı yapmış,yetmiş yaşından sonra bir devlet görevlisi ona emekli maaşı vermiştir. (Bakara suresi 174. ayetAllah’ın indirdiği kitabın bir bölümünü gizleyenler ve onu az bir şey karşılığında satanlar yok mu, onlar karınlarına ateşten başka bir şey doldurmuyorlar. Allah kıyamet gününde onlarla konuşmayacak, onları arındırmayacak! Onlar için elem verici bir azap vardır.   Diyanet.gov.tr)

https://onbinkitap.blogspot.com/2023/07/farabi-tipi-baskanlik-sistemine-gazali.html

https://onbinkitap.blogspot.com/2023/06/ibni-sinanin-muslumandir.html

Günümüzde ise telif haklarını, sanatçı yada fikir insanı affetse, işletmeler affetmez. Herkes yada çoğu insan, fikir-sanat eserleri ile ilgili kanunlarda asıl sorunun, eser sahibi olduğunu sanır. Oysa kapitalizm için sorun, emekçi fikir insanı değil, o emeği atın alan işletmenin yani kapitalin haklarıdır. Patent, marka ve fikir-sanat mülkiyeti yasalarını biraz dikkatli incelerseniz, aslında fikri satın alan işletmeyi düşündüğünü daha iyi anlarsınız. Yani aslında dava iki yazarın değil , iki yayınevinin davası. 

Diğer yandan çok kazanan fikir sanat sahibi de, bir burjuva, hatta işletmeye dönüşebilir. Meşhur mucit Edison, aynı zamanda General Electiric'in de kurucusudur. Pek çok kere üretici,  sadece emeğini-fikrini-sanatı satmakla kalmıyor, pazarlamasını da kendisi yapıyor.

Günümüzde ise anonim şarkılara, hikayelere yada desenlere yer yoktur artık. Böyle şeyler kapitalsitler için sahipsiz maden, deniz yada arazi anlamına gelir. Sanatçılar, düşünürler, artık bir koruyucu bulmak, onun sarayına sığınmak, onun ihsanları ile geçinmek zorunda değiller. Bunun bedeli olarak da artık alıntı yaparken, en azından hukuki sınırlara dikkat etmek zorundadır. Böyle davalar yaratıcılığı düşürdüğü idiaası ile komikten öte, utanmazlıktır.

Yoksa ben de Böcek Köşkü romanı yazarım.




9 Mart 2024 Cumartesi

NARAYAMA TÜRKÜSÜ VE EMEKLİLERİMİZ



 Narayama Türküsü, 1958 yapımı, fantastik bir Japon filmi. 1983'de tekrar çekimi olarak yenisi yapılmış. 1956'da Shiriciro Fukazawa adlı bir yazarın, çok satan romanından uyarlanmış. Bir yayınevi romanı da  Türkçe'ye çevirse güzel olur. Ben 1958 yapımı filmi izledim ve nedense ülkemizdeki emekliliğin düştüğü hale benzettim.

Film, aşırı disütopik ve zamansız. Ne kadarı gerçek, ne kadarı hayal ürünü yada kurgu, bir Japon'a sormak gerekli. Filmi izlerken insan, kendi kendine gerçekten Japonya böyle bir yer miymiş, roman yazarı nelerden ilham aldı, f,ilm, ne kadar romana uyuşuyor, ve daha bir sürü soru insanın aklına geliyor. Japonya'da ubasue  yada (yaşlı kişiyi ölüme terk etme) obasute (yaşlı kadını terk etme) yada oyasute (yaşlı ebebeyni terk etme)diye halk adeti varmış ama ne kadar yaygınmış, belli değilmiş.Aslında sadece bir efsane olması da muhtemel. Gene de anladığım kadarı ile bir zamanlar Japonya'da, fakir ailelerin, yaşlı ebebeynleri ıssız ormanlara terk ederek öldürmesi, sık görülen bir suçmuş.Hatta Fuji dağının kuzeyinde sık ormanlar, bu iş için sık sık kullanılmış.

(Filmde sadece yaşlılar değil, bebekler de öldürülüyor. Aile üye sayısından fazla bebeğin evde yeri yok. Kızları, tuz karşılığında (eskiden tuz, değerli bir ticari malzemeydi) satılıyor (muhtemelen geyşa olmaları için), erkeklerse sessizce öldürülüp, gömülüyor. Yaşlıların ise yetmiş yaşına kadar yaşama hakkı var. Filmin ana hikayesi, Orin ananın yaşama ve oğlunun annesini yaşatma mücadelesi. Bu mücadelede köy halkının salıdırılarına karşı oluyor. Çünkü ana-baba törelere karşı geliyor.

Pek çok okuyana tuhaf gelecek ama töre-gelenek ve görenek ile ahlak, aynı şeyler değildir. Töreler yada doksanlı yılların meşhur söylemi ile, mahalle baskısı ile, toplumsal ahlak da başka şeylerdir. Nasıl ki bir ülke hukukunda, kımarhanelerin yada genelevlerin olması, onları hukuki ama ahlaksız yapıyorsa; ailesinin değil, sevdiği erkekle evlenmek istemesi yüzünden, erkek kardeşleri, babası yada akrabaları tarafından öldürülmesi de, töreye uygun ama ahlaksızca yapar. Töreleri bir sonraki nesle taşıyanlar genelde yaşlılardır, bu sebepledir ki törelerin hakim olduğu toplumlarda, yaşlıların otoritesini hissederiz.. Gençler, tanımıyor bile olsa, yaşlılara saygı duyar.

Gene de bu, yaşlı bakımının toplumu zorladığı gerçeğini değiştirmez. Eskimo-İnuit kabileleri başta olmak üzere bazı ilkel toplulukların, yürüyemeyecek duruma gelmiş yaşlıları ölüme terk ettikleri biliniyor. Gene de bu çok açıkça dillendirilmeyen bir durum oldu. Zira eskiden bir neslin en fazla yüzde beş kadarı yetmiş yaş ve ötesini görebiliyordu. Türkler, Araplar, Vikingler ve diğer pek çok savaşçı kabilede, hasta yatağında ölmenin ayıp sayılmasının bir sebebi de yaşlı nüfusundan kurtulma çabasıdır. Kasları, duyuları ve diğer organları zayıflayan ihtiyarların, savaşlardan sağ çıkmaları daha da zordur.

Günümüzde bir neslin yarıdan fazlası, hatta çok daha fazlası,  yetmiş yaş ve ötesini görüyor. Pek çok ülkede nüfus artışının sebebi, doğum artışından çok, ömrün uzaması. Yani aslında gizli bir azalma var. (https://onbinkitap.blogspot.com/2016/11/nufus-istatisliginincocuk-kaydiragi.html) Corona salgınında pek çok ülke, bunu hissetti. Büyük Britanya'nın (İngiltere), salgın sonrasında emekli maaşı ödemelerinin üçte bir oranında azaldığını okumuştum. Yani ciddi bir nüfus kaybı. Bu salgınla ilgili komplo teorilerindne biri de, yaşlı nüfusu azaltma projesi olduğuydu. Böyle bir şey varsa bile ters tepti. Zira bu salgın, geri kalmış ülkelerden çok, gelişmiş ülkelerin, özellikle zaten yaşlı kıta diye anılan Avrupa'nın nüfusunu etkiledi. Sebebi de gelişmiş ülkelerin, siteril şartlarda yaşayan halkının yaşlılarının, yepyeni bir virüs olan coronaya karşı deyanıksız olmasıydı. Bu hastalık, hep de altmış yaş ve üzerini vurmadı. Yaşlandıkça ölme ihtimaliniz artmakla beraber, pek çok genç insan da coronadan öldü. Kırk yaş üeri beyaz yakalı, özellikle doktor çok kaybeden Avrupa ülkeleri, beyin göçüne kapılarını açtı ve birileri de giderlerse gitsinler dedi.

Diğer yandan hem düşen doğumlar, hem de artan ortalama ömür, gelişmemiş ülkeler için de dert. Başka bir dertte, emekli maaşları. Türkiye'de uzun yıllar popülist politikalarla düşük tutulan emeklilik yaşları da bu derdi daha çok arttırıyor. Bu iktidar, seçimi kazanma uğruna 9 Kasım 1999 öncesi sigortalı çalışmaya başlayanların emeklilik hakkını vermedi, diğer emeklilerden kesti.

Kapitalizm, emekçi hakkını almayı unuttukça, emekçi tepki vermeyi unuttukça, ilkel haline dönüyor. Nasıl ki bir zamanlar, küçücük çocukları, günde on, on iki saat madenlerde çalıştırıp,  raşitizm hastalığının yaygınlaşmasına sebep olmuşlarsa;  aynı tepkisizliği gördüklerinde, emeklileri de Narata Türküsü filmindeki gibi dağ başına bırakabililirler.

1 Mart 2024 Cuma

SİYANÜRde AMAÇ, ZEHİRLEYİP, AÇ BIRAKMAK MI?



 Madencilik zor iştir. Zonguldaklı bir arkadaş, maden insana göre değil, demişti. Bu yüzden madenlerde binlerce yıl, insan sayımayan köleler sayıldı. Gemilerde kürek çekmek (kürek mahkumluğu) ve madencilik, uzun süre kölelerin işi oldu. Özellikle tünel-kuyu madenciliği çok zorluydu. O derin tüneller ne canlar almıştı. Sadece kazalar değil, ciğere dolan tozlar da ömrü kısaltmıştır. Müreffeh Avrupa ülkelerinin pek çoğunda (Almanya, Fransa, Belçika vesaire) kömür madenleri kapandı. Rusların yapay elması daha ucuz elde etmesiyle, özellikle Afrika'da pek çok elmas madeni kapandı. Böylece Afrika'daki pek çok iç savaş sona erdi. Afrika, uyuşturucu üretse de, onun asıl tüketicisi Avrupa ve A.BD'ye uzak olduğu için, Sahra çölünün güneyindek iç savaşları fildişi ve elmas karşılamış; fillerin soyu kurumaya yaklaşmışken, yapay fildişi imdada yetişmiş, yapay elmas da pek çok iç savaşı bitirmiştir. Çünkü o kadar askeri-gerillayı besleyecek para bulmak zorlaşmıştır. Altın, platin yada diğer madenler, zorlu bir işleme, cevherden ayırma süreci uzun ve zorlu. Diğer yandan Afrika, hele de Sahra güneyi hali hazırda zorlu. Bir zamanlar adı Zaire olan Demokratik Kongo Cumhuriyeti, dünyanın en büyük kobalt madeni üreticisi ve bu ülkede dünyanın görmediği, her sene yüz binlerce, hatta bazı yıllar iki milyon kişinin öldüğü bir iç savaş yaşamakta. Bu ülke, yanılmıyorsam Şili ile beraber, dünyanın en büyük bakır üreticisi de aynı zamanda. Afrika kıtası ile ilgili olarak internet ve sosyal medya ortamlarında, dünya madenlerinin üçte birnin çıkarıldığına dair bilgiler görüyorum.

Bu yalansa bile abartı değildir. Bunun en başlıca sebebi, Afrika'nın bu madenlere sahip olması, diğer bir sebebi de Afrika toprağının geç sömürgeleştirilmiş olmasıdır. Afrika, sivri sineklerin, beyin humması da yapan sıtma hastalığından dolayı, 19. yüzyılda kininin ve aşıların icadına kadar çok fazla işgal edilememiş olmasıdır. Avrupalı beyaz adamın, Afrika kıtası kaynaklı hastalılara karşı narinliği, kıtayı beyaz adam mezarlığına çevirmiştir. Aşı ve ilaç teknolojisinin gelişmesi ile 19. yüzyılın ikinci yarısında Avrupalılar, genelde sadece köle kaynağı olarak görmüştür. 1885 Berlin Kongresi ile de paylaşmışlardır. Yani Afrika'da maden arama ve çıkarmaya geç başlanmıştır.

Üçüncü neden Almanya gibi ülkelerin, madenlerini kapatma nedeniyle aynı ve daha fazlasıdır. Madenler sadece çalışanına değil, çevresine de sağlık tehditi yayar. Siyanür, toz, yer yer o madenler, beraber toprak altından çıkan yan ürünler (kurşun ve civa gibi ağır metaller vesaire) başa yeternce derttir. Bu yüzden medeni memleketlerde maden işletmek zordur ve madenleri geri kalmış ülkelerde açmak daha iyidir. 1984'de, Hindistan'ın Bhopal felaketinden sonra Anerikalı şirket, davaların da Hindistan'da açılmasını sağlayarak, binlerce insanın öldüğü felakette ödemesi gereken tazminatları bedavaya getirdi. 18 binden fazla insan öldü, 150 binden fazla insan zehirlendi, 40 tom zehir havaya savruldu ama şirket hemen hemen hiç ceza ödemedi (Rakamlar vikipedia'dan. Olay 3 aralık 1984'de oldu.) Böyle bir kazanın Ameika'da olduğunu düşünebiliyor musunuz?

Yabancı kanallardan altın madenciliği belgeselleri izliyorum. Çok izleniyor ki, yıllardır devam ediyor. Parker diye aileden madenci bir genç var. 19 yaşında başladı ve kaç zamandır izliyorsam bayağı büyüdü. A.B.D ve Kanada'da yer yer özel mülk arazileri alıp, altın çıkarıyor. Bir de Berin Denizinde Altın diye bir program izliyorum. Ne kadar uzun zamandır izliyorsam, bazı kişilerin, kameralar önünde zenginleşmesini izliyorum. Bir çift var, ayrılalı çok oldu. Uyduruk bir salın üzerinde, denizin dibinden çıkardıkları kum ve kayayı eleyerek, altın arıyorlardı. Resmen kameraların önünde zenginleştiler. Erkeğin, kepçesi, gayet iyi ekipmanları, helikopteri falan oldu. Kız da, bir kaç kız alarak, kendi altın arayışını sürdürüyor. Maden dışında gayet şık giyiniyor. (Gözümüz yok, Allah daha çok versin.)

İşin ilginci hiç biri siyanür kullanmıyor. Oysa siyanür kullansalar, iki,üç yada on, yirmi kat fazla altın çıkaracaklar. O kadar maden belgesseli izledim, siyanürlü linç ile çalışan bir tek, Şili'de, yüz yılda bir yağmur yağan çölün ortasındaki bakır madeniydi. Hatta bakırı üç kere siyanürlü havuz ile işlenecek saflığa getiriyorlardı. Orada da, siyanür havuzu, kat kat güvenlikli bir alandaydı. Cevher, kilometrelerce taşınarak, siyanür havuzuna boşaltılıyordu.

Ben, çok fazla komplo teorisine inanmanın paranoya olduğuna inanalarım. Büyük kötülüklerinse tesadüfen olmadığını hayat içinde öğrendim.  Örneğin dedikodular, yanlış anlaşılmalardan falan doğmuyordu. Yeri ve zamanı bekleniyor ve ona göre özel olarak üretiliyordu. (https://onbinkitap.blogspot.com/2023/05/dedikodu-komplo-toplumu.html) (https://onbinkitap.blogspot.com/2023/02/dedikodu-cihadi.html)

Büyük katliamlar ve progromlar da ani ve kitlesel öfke krizlerinin sonucu değildirler. Uzun süreli ve teknik hazırlık isterler. (https://onbinkitap.blogspot.com/2022/04/ahmet-kaya-olayi-orneginde-progrom-ve.html) Sovyetler Birliği döneminde, Özbekistan ve Türkmenistan başta olmak üzere Orta Asya ülkeleri, yanlış tarım (sulama, gübreleme vesaire) ve kirlilikten dolayı zarar gördü. Aral görü yarıdan fazla kuruyup, iki parçaya bölündü. Bu ülkelerin tarımı, tek başına kendi halklarına yetmez hale geldi. Sizce bunda kastı yok muydu?

Peki tam fay hattının üzerine, Frat gibi devasa bir nehrin yanı başında, böyle dayanıksız bir siyanür havuzu yapmanın tek sebebi para hırsı mı, yoksa içinden geçtiği üç ülkenin (Türkiye, Suriye, Irak ve hatta Şattül Arab seneiiyle az da olsa İran) tarımını felç etmek mi?

İtalyan mafya örgütü Ndrangetha (Burada N harfi, d harfini daha ince okutmaya yarıyor, okumasanız da olur) 'nın, maden havzalarına tehlikeli (kimyasal-nüklüer) atıkları gömdüğünü öğrendiğimde de, şu yazıyı yazmıştım. ( https://onbinkitap.blogspot.com/2019/08/maden-mi-copluk-mu.html)