15 temmuz etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
15 temmuz etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

15 Ekim 2025 Çarşamba

AMERİKA'DAN GELEN AÇILMA EMRİ VE SONRASI



28 Şubat 1997 Milli Güvenlik Kurulu toplantısı, Türkiye'de karanlık günler için bambaşka bir milat oldu, bu olay, en azından şu ana kadarki son başarılı darbe oldu. Aslında tavsiye nitelikli olan kararlar, bir muhtira olarak iktidarın yıkılması sürecini başlattı. (27 Nisan 2007 Genel Kurmay bildirisini başarısızlardan sayıyorum) Her başarılı yada başarısız darbe sonrası gibi, sıradan insanlar için zor günler başladı. İşten atılmalar, fişlenmeler gırla gitti, ayrıntı vermeyeyim, yalan yada yanlış da söylemiş olurum, üstelik bu yazının konusu bu da değil. Bunlar da acı verici olaylar ve pek çok kişi bu konuda yazdı, çizdi. Benim bu yazıdaki konum, 28 Şubatla tekrar hortalayan türban yasağı. Ben üniversiteye gidene kadar çok az türbanlı gördüm, hatta hiç tanımadım. Hatırladığım kadarı ile 1993'de mezun olduğum Ankara, Dikmen Lisesinde ( Okulum ikiye bölündü; Şehit Erhan Dural Anadolu Lisesi ve Lokman Hekim Sağlık Meslek Lisesi olarak) türbanlı öğrenci yada öğretmen yoktu. O yıl Ankara, Kızılay'da, İzmir caddesindeki Büyük Dershane'de  de türbanlı öğrenci yada öğretmen olmadığını net olarak hatırlıyorum. Sınavı kaybettiğim, dershaneye de gitmediğim, bir kaç farklı işte çalıştığım 1993-94 yılları boyunca çevremde türbanlı kadın sayısının katlanarak arttığının da farkındaydım. 1994'de Isparta'da hem şehir, hem de üniversite türbanlı kadın doluydu ve 1997'e kadar katlanarak arttı. 1997'de türban takma, kapalı gezme alışkanlığı olan bir sürü kadın-kız vardı ve birdenbire yasak geldi, daha doğrusu  12 Eylül icadı olan ve türbanlı kadın sayısı çok fazla arttığı için pratikte hükmü olmayan yasak, tekrar uygulanmaya başladı, ardında da meşhur ikna odaları falan kuruldu. Devlet, muhafazakar insanlarla çatışmaya başlıyordu ki, A.B.D, Pensilvanya'da yaşayan o malum kişi, devletle çatışmamayı, iş yerlerinde başı açmayı emretti. 

Sadece o şahsın tarikatının üyeleri değil, tüm muhafazakar, sağcı kişiler bu emre uydu. Devlet de, muhafazakarlarla, belki de kanlı olacak bir çatışmadan kurtuldu. Bu süreç içinde türbanlı kadın-kız sayısı artmaya devam etti. Benim tahminim 2010'a kadar artmaya devam etti. 2002'de Reis iktidara geldi ve bin yıl sürecek denen 28 Şubat süreci on yıl bile sürmedi.

Bu paragrafı, parantez olarak alın; 27 Mayıs rejimi, Türkiye'de askeri darbeler için garip bir süre sınırlaması, kuralları koydu. Dönemin ünlü darbecisinin (yada ona atfedilen ) bir sözde denildiği gibi, demokrasiye balans ayarı çekti; asacağını astı, keseceğini kesti, sonra köşesine çekildi. Kitap fuarında bir sahafta, eski bir gazete sergileniyordu; gazete ilk sayfasını tamamen Adnan Menderes'in idamının birinci yılına ayırmıştı. Menderes idam edildikten bir yıl sonra taraftarları tekrar ortaya çıkmıştı. En uzun süreni, üç yıl ülkeyi bizzat yöneten 12 Eylülcüler oldu. Ülkemizde 7 yıl Yunanistan'ı yöneten Albaylar cuntası, 1939-1975 arasında ve ölünceye kadar İspanya'yı yöneten General Franco, 21 sene Brezikyayı yada elli seneden fazladır da Myanmar'ı yöneten askeri cuntalar olmadı. İnsanlar fırtınaların geçmesini bekler gibi, darbe yönetiminin geçmesini bekledi. Fırtına sonrası tamir, onarım ve hayatın yeniden kurulmasının uzun zaman alması gibi, darbe sonrası ülkenin toplanması da zaman aldı. 2005 Katrika kasırgasından bu yana New Orleans şehri, halen eski nüfusuna ulaşamadı. Türk demokrasisi de darbe sonrası pek çok değerine halen ulaşamadı.

1998'de öğretmen atandım ve bu süreçte de türbanlı sayısında artış vardı. 2002'de Yalvaç İmam Hatip lisesindeydim. Eğer cuma günü değilse, öğrenciler, son saat saçlarını yapmak (türban takmak) için izin istiyorlar, cuma günüyse İstiklal marşı okunduktan sonra saçlarını yapıyorlardı. 2002'de,  Devlet Bahçeli!nin, krizin etkileri geçmeden birdenbire koalisyonu bitirmesi ve Pensilvanyalı'nın desteğinin de gayretleriyle, on bir aylık bir parti olan AKP, tek başına iktidar oldu. AKP'nin iktidar olmasıyla, türban sorunu hemen çözülmedi.  İktidar değişmesiyle türban sorunu birden çözülmedi, önce üniversitelerde türban üstü peruk başladı. Sonra yavaş yavaş idareciler, türbana karşı daha hoşgörülü olmaya başladı. Bu dönemde türbanı bırakanlar da görülmeye başlandı. Kırıkkale Atatürk Sağlık Meslekteyken, bazı mezun öğrenciler, özellikle atanınca türban takmayı bırakmıştı.Normalde tersi oluyor, son sınıfa gelen yada mezun olan öğrenci örtünüyordu. Gene de bu dönemde türbanlı sayısı-oranı artıyordu.

Bu rada gene Pensilvanyalı'nın desteğiyle, 2010 yetmez ama evet referandumuyla, iktidarın eli daha da güçlendi.

Türban yasağı, 2010-11 gibi iktidar yanlısı memur sendikalarının serbest kıyafet eyleminde kadar sürdü. Memurlara kıyafet serbestliği gelince türban sorunu kendiliğinden çözüldü. Ardından da okul öğrencilerine serbest kıyafet yönetmeliği geldi. Serbest kıyafetle beraber, açılan öğrenci sayısı, yavaş yavaş örtünen öğrenci sayısını geçmişti. Tek tip öğrenci kıyafetinde, türban bir şekilde elbiseyi güzelleştirebiliyor yada daha dikkat çekici yapabiliyordu. Asıl yıkım 17 Aralık 2013'de geldi, 25 Aralık 2013'de de kavganın ilk raundunu iktidarın kazanması ile beraber,  Pensilvanyalı şahıs artık hizmet hareketi yada hoca efendi değil, paralel devletti. 17 Aralık sabahına kadar ülkemin dörtte birinden fazlasının paralel devlet örgütünün üyesi olduğuna yemin edebilirim ama ispatlayamam.

1997, 2002 ve 2010'da sözü dinlenen muteber sivil toplum önderi ve din adamına, 2013'de sırt çevirdi bu sağcı-muhafazakar kitle; 15 Temmuz 2016'da da iyice şeytanlaştırdı.  17 Aralık 2013'den sonra ilk artan şeyler, türbanı çıkaran kadınlar ve boşanan ailelerin sayısı oldu. O vakte kadar dindar aileler pek boşanmaz, çokca da çocuk yapardı. 17 Aralıkta hem bazı örgüt üyeleri 15 Temmuz'un olası başarısızlığına karşı boşandı; hem de artık tarikat şeyhi yada örgütlerinin bireyler üzerindeki baskısı azaldı. Ardında  sosyal medya çağı ve açılan fenomenler, infulusrılar dönemi ile açılma süreci inanılmaz arttı.

Bütün bunlardan da anlaşıldı ki sağcı-muhafazakarlar için tek kutsal iktidarlarıdır, palarıdır. 1997'de Okyanus ötesindeki şeyhleri, açılma emri ile kumpasları, şekillendirilen siyaseti ve zenginliği müjdelemişti. Aslında karşımızda samimi inançlı, dindarlar yok, para ve iktidar hırsı içinde, cahil bir kitle var. Aleviye kız vermeyip, Katolik Hritsiyan İtalyanlar yada Budist-Hritsiyan ya da Ateist Korelilerle evlenenler var.

Mücadele ettiğimiz şey, iki yüzlü ve her şeyi yapacak, örgütlü bir kötülük.

3 Eylül 2025 Çarşamba

DARBECİ ERGENLERLE AKŞAM YEMEĞİ SOHBETİ



 2016 yılının Ağustos ayıydı. Hasanoğlan Atatürk Fen Lisesinden soruşturma sonucu uzaklaştırılmış, Elmadağı Şehit Sertaç Uzun Mesleki ve Teknik lisesine atanmıştım. Ağustos sonunda kısa sürecek evliliğimi yapacaktım ama evliliğin bu kadar kısa süreceğini bilmiyordum. Tam olarak hangi gündü bilmiyorum galiba bir cuma akşamıydı, Ankara'da ailemin evine gelmek için Hasanoğlan'dan Kızılay'a gelmiştim.  Akşamın geç saatiydi ve evdekilerden yemek istemektense, Sakarya caddesindeki Hatay usulü domates çorbası soslu dönercilerden birine girmiş, uygun fiyatlı bir menü almıştım. Kendi halimde yemeğimi yiyordum. Tam o sırada birden yanıma geldiler, üç kişiydiler, üç lise öğrencisi. Onları derslerine girmesem de, pansiyon nöbetlerinden tanıyordum, onlar da beni.

Bir süre havadan-sudan, eski anılardan, pansiyon anılarında  falan bahsettik birbirimize. Yeni okulumda daha derse girmemiştim, ondan bahsetmedim. Sonra konu, yakın tarihte olan darbe teşebbüsüne geldi. Ben, en umulmadık kişiler fecöcü çıktı dedim. Çocuk, ummulmadık kişiler, meselqa ben dedi. Biraz şaşırdım, bu çocuğu solcu biliyordum. Bu tarikat hakili takiyyeciymiş. Gittiği dershanede onu özel eğitim verilen bir sınıfa almışlar.  Sonra kurunun yanında yaş da yanar mı diye sordu, çooook dedim, oları mümkün olduğunca uzatarak. Çocuğun Arap esmerliğindeki suratı mosmor kesildi. Kendisi yaş odun değildi, bildiğin yağlı Marmara çıralı çamıydı. Onlardan aldıklarını ne yapması gerektiğini sordu. Diğer .ocuklardan birisi, yakmasını söyledi. Ben de duman dikkat çeker dedim. Gerekten de sonraki günlerde böyle şeyleri yakanların, yakalanıp, tutuklandığı haberi geldi. Hepsini büyük siyah bir torbaya koy, evinden uzak bir çöplüğe bırak, dedim. Heosini mi hocam, Kuran-ı Kerim var, Nutuk var, dedi. Ben de hepsini büyük, siyah bir torbaya koy, uzak bir çöpün kenraına bırak. Yolun ortasından git, kameralara yakalanma dedim. (O zamanlar bu kadar çok mobese ve güvenlik kamerası yoktu.) Eylül ayında, sene başında okullarda, bazı yayınevlerinin kitapları toplatıldı. Sertaç Uzun'da bu işi yapan müdür yardımcısına ben yardım etmiştim. Onun deyimiyle, Nazicilik oynuyorduk ve topladığımız kitaplar arasında Kuran ve Nutuk'da vardı. Meğer örgüt, imamları içimn kendilerince bazı ayrtılar eklemiş kitaplara. Ardından çocuklar, darbedeki bazı generallerina adını anıp, bazı şeyler anlattılar. Sonra geçkip gittiler.

Ertesi gün yada bir kaç gün sonra yandaş kanallar, fecöcüler çöpe kuran attılar diye haber yaptılar, heyecanlı heyacanlı. Olay Ankara'da olmuştu ve bir de o dönem çok moda olan (galiba halen moda) bir internet oyununun hilelerinin olduğu kağıdı, örgüt şifreleri diye sunmuşlardı. Olayın o akşamki öğrencilerle alakası var mı, yoksa tesadüf mü, bilmiyorum.

29 Ağustos 2025 Cuma

ANILARLA 17-25'İ YORUMLAMAK

 


17-25 Aralık 2013 yolsuzluk operasyonlarından (ya da adli darbe girişiminin ardından yaklaşık 12 yıl geçti bu yıl itibarıyla. Bence 15 Temmuz'dan daha sarsıcıydı. Malum tarikat, en güçlü çağındaydı. 12 Eylülden beri yice güçlenmiş, ekonomi ve topluma iyice egemen olmuştu. Şimdi uzun uzun anlatmayayım, bir sürü kumpasla Atatürkçü-Alevi-Kürt-Solcu subay, hatta astsubaylar bile oyun dışı bırakılmıştı. Hemen hemen her apartmanda en az bir tane cemaat evi denen öğrenci evi vardı. Dershane sektörünün dörtte biri doğrudan, dolaylı olarak da yarı yarıya bu tarikatın elindeydi. 17 Aralık 2013 sabahına kadar Türkiye'nin en az dörtte biri bu tarikatın üyesi, sempatizanı yada işbirlikçisiydi, yemin edebilirim ama kanıtlayamam.

Bütün bu gücüne rağmen, neden başarısız oldu, bu sorunun cevabını arayacağım. 15 Temmuzla ilgili bir dolu yazı yazmışm bloga, fark ettim ki 17-25'i de sorgulamalıyım (ya da sorgulamalıyız). 17 Aralık sabahına kadar o zamanalardı cemaat yada hizmet hareketi olan FÖCÖ ile iktidar partimiz ve reisi arasında gözle görülür bir gerilim yoktu. İktidarda ilerlemenin ilk şartı, cemaatten olmaktı. Gerilim diyebileceğimiz şey, Föcö'nün o zamanlar MİT müsteşarı olan Hakan Fidan'a kafayı takması, basın-yayın organlarından aleyhine  yayın yapması; iktidarın da deshaneleri kapatmaya kalkması, cemaat yayınlarındna dershanelerin ne kadar ihtiyaç olduğunun propagandasının yapılmasıydı.

Bu dershane konusuna biraz daha değinmek istiyorum. Son beş yılda dershaneler bitme noktasına geldi. Bunun asıl sebebi internetten bilgiye daha kolay ulaşım olması (sırf youtube'da bile sayamayacağınız kadar çok ders anlatım-soru çözüm videosu var), Raund-Doping Hafıza gibi sistemler ve pek çok işsiz öğretmenin özel ders yada öğrenci koçluğuyla geçinmeye çalışmasıdır. 2013'de dershaneler altın çağındaydı. 1993-94 gibi öğreniler 8. (orta son) ve 12. sınıfta, ya da mezunda dershaneye giderken, artık her sene deshaneye gidiliyordu. Okulda haftada 35-40 saat ders gören öğrenciler, bir de dershanede 15-20 saat ders görüyorlardı. Okuldan daha okul olmuşlardı. Hele de lise son sınıflar için, arık okulu asıp, dershaneye gidiyorlardı.

Fecö-Reis kavgasını ilk yazan, o zamanlar Leman yazarı olan Nihat Genç oldu ama doğrudan değil. MİT ile Polis teşkilatı arasında kavga olduğunu yazmıştı. Sonradan çıkan belgelere göre Reis, yetmez ama referandumundan sonra cemaati ve yaecileri yavaş yavaş kendisinden uzaklaştırmaya başlamıştı. Kamuoyu bunu bilmiyordu ve 17 Aralık sabahı herkese, özellikle cemaatcilere şok oldu. Pek çok kişi, anası-babası kavga eden çocuklar gibi kaldı. Sabahleyin, okyanus ötesindeki şeyhin delirmişcesine bağırış, çağırışları, kıyametin habercisiydi. Yolsuzluk operasyonunun, iktidarının en güçlü yıllarını yaşayan reis ve partisini yıkmayacağı belliydi, yaklaşık altı ay önce olup-biten Gezi isyanı bile, sol gelecek korkusunu kalplerine yerleşen sağin, reisi etrafında birleşmesini sağlamıştı. Okyanus ötesi ve ekibinin istediği 2-3 yıl sonrası yapacağı darbe için zemin ve bahane hazırlamak ve cemaat üyelerinin iktidarla karşı karşıya gelmesini sağlamaktı.  Cemaatse, büyük çoğunluk olarak, hiç tepki vermedi. Ardında  25 Aralık operasyonları başladı, cemaat bir hafta daha bekledi. Cemaati ilk esnaf terk etti. Beypazarı esnafının tamamının (Zaman gazetesi zaten uzun zamandır tüm esnafa ve belli makamdaki kimselere ücretsiz dağıtılıyordu. (Okulların müdür ve müdür yardımcılarına mesela) Gene de pek çok kişi, hem gazeteye abone oluyor, hem de bayiden alıyordu. 2014 Ocak ayını  ilk günlerinde, Zaman gazetesi dağıtıcıları kovulmaya başlandı. Esnaf, tarikat öğrencisi evlere yardımı kesti, bu evlerde kalan öğrenciler ilk defa yokluk hissetmeye başladı. Ocak ayının ortasında memurlar da tarikatı terk etmeye başladı.

Bu arada yolsuzluk dosyaları, belgeler, kasetler, tapeler, internete yağmaya başladı (Bunları halen internttette bulabilirsiniz. Silinse de birileri ekliyor.) Bunlar iktidar tabanını zerre kadar rahatsız etmedi. Çalıyor, ama çalışıyor; iktidar yanlıların sloganı oldu. O zamanlar, ekonominin iyi günlerinin sonu, kötü günlerinin başlangıcıydı. 2013'ün sonu, 2014'ün başı diye ele alırsan on bir yıl öncesi bu olanlar. Çalıyorsa, bizim paramızı çalıyor diyordu iktidar seçmeni. İktidar seçmeni sanıyordu ki laik-seküler, Atatürkçü-Alevi ve Kürtlerden alınıp, onlara verilecek; kendileri de Sünni-sağcı kitle olarak sınıf atlayacaklardı. Oysa bu on yıl içinde büyük ölçüde tersi oldu. Mesela ben reisin, dolar alan yaya kalır sözünü dikkate alıp, Türk lirası yerine Amerikan doları biriktirmeye başladım ve zarar etmedim. İktidar partisinin oy vereni olarak kendisine adam torpil arayanlar, kredi arayanlar, hüsrana uğradı. Ayakkabı kutularındaki dolar yığınlarının görüntüsü bile iktidar yanlılarını yandaşlarından ayırmadı. Diğer yandan be ta o zamandan anladım ki yapmamız gereken, karşıdevrime karşıdevrimdir. O günlerde hem cemaat, hem iktidar, birbirlerinin pisliklerini kısmen ortaya dökmeye başladı. Ortaya çıkan yolsuzluk rakamları, iktidar yanlısı olmayanları dehşete düşürmüştü ama bugüne göre küçük rakamlardı. O zamanlar sorular çalındı diye telaşlanıyorduk oysa komple diplomalar sahteymiş.

Ardından iktidar-tarikat savaşı başladı, 2014 Ocak ayında tarikat pek çok üyesini ve ortağını kaybetmeye başladı. Diğer tarikatlar ve diğer Nurcular bir yana, tarikat sayesinde memur olanlar, tarikat sayesinde sınav kazananlar, mücadele ciddileşince, tarikatı terk etti. Pek çok kişi, tarikatın özel okullarından (taşradaki özel okulların çoğu bu tarikata bağlıydı)çocuğunu aldı, tarikata yapılan yardımları kesti. O günlerde himmet kavramının yeni anlamını öğrendik. Himmet, Allah'ın yada başka bir kişi yada şeyin (devlet-peygamber) himayesine girmek, ondan af yada yardım istemektir ve dinde, Allahtan başkasından himmet istenmez. Meğer cemaat marifetiyle toplanan haraç paralarına da himmet deniliyormuş. Cemaat sayesinde iş sahibi olanlar, özellikle memur olanlar, maaşlarından bir payı, bekarlarsa %15, evlilerse %10'unu veriyormuş. Esnaftan alınanlar da cabası. İktidar da cemaatin öncelikle basın organlarına baskı yapmaya başladı. Cemaatte, Yumurca tv, Can Erzincan tv'ye varana kadar tüm medyasıyla saldırdı.

Asıl büyük kavga, Bankasya üzerinde koptu. Onbinlerce kişi bu bankadan parasını çekerken, halen bağlı kalanlaar, tüm birikimini, nakite çevirip, bu bankaya yatırdı. İktidarın ilk fişlediği de bu bankada parasını ısrarla tutanlar oldu. Fecömetrenin ilk ölçütü buydu. İkincisi okullarına öğrenci götürmek, üçüncüsü de o mesajlaşma uygulaması oldu. Ben bu bankanın bu kadar önemli olacağını ummamıştım çünkü bu banka, her yerde şubesi olan yada şubeleri devasa bankalardan biri değildi. Biz dar gelirli kullar için bankanın büyüklüğü şube ve çalışan sayısıyla orantılıdır. Şubelerde büyük ve gösterişli olmalıdır. Oysa bu bankanın şube sayısı az olduğu gibi, dış cephe itibarıyla ( Herhangi birininiçini hiç görmedim) öyle gösterişli yerler de değildi. Demek ki çok para dönüyordu. Aklımda kalan görüntü, televizyonlarda gördüğüm,  banka şubelerinde Kuran okuyan insanlar oldu. Hani tasavvuf, hani malı,canı, cenneti terk, hatta terki terk? Bu tarikat, banka şubelerinde dua ederek öldü.

Diğer tarikatlar da aynısı olacak. İngiltere'deki, Fransa'daki mülklerinde, İngilizce isim verdikleri özel hastanelerinde, her yaz bol bol Atatürk'lü reklam yaptıkları özel okullarında,  holdinglerinin hisse senedi tahtalarında, İsrail'e çelkik, kablo, iç çamaşırı ve bilumum ihtiyaç malzemesi sattıkları fabrikalarında,  mini etekli kızları çalıştırdıkları zincir lokantalarında dua ederek öleceksiniz.

17-25'in başarısızlığını ve 15 Temmuz'u yenilgisini, Arka Sokaklar isimli uzun süreli diziden anlamıştım, çünkü Aydın Doğan yaş tahtaya basmazdı. Örgüt, devletten ve kendisinden yararlananlarla dolmuştu, iktidarı devirmek isteyenlerle değil. Birebir örnek değil zira Fecö, iktidarın doğrudan ortağıydı; 12 Eylül darbesi sırasında Dev-Yol'da benzeri durumdaydı, 1980'de kırk milyonluk ülkede, yarım milyon kadar üye ve sempatizanı vardıİ toplamda asker ve polisten kalabalıktı. Darbeden az önce içinden Dev-Sol'u çıkarmıştı. Dev-Sol'da önce Dayıcı-Bedrici diye bölündü ve Parti-Cephe ortaya çıktı. Cephe'de arada Savcı, Selim Kiraz cinayeti gibi sansasyon çıkarıyorsa da halk tarafından sevilmekten uzak. Gezi'den sonra solun merkezine Marksizm değil, yetme amacı-liboş-cemaatin toptan düşman olduğu Kemalizm oturdu.

Oysa Lenin, yüz milyonluk Rusya'dai on altı bin üyeli Bolşevik partisi ile devrim yapmıştı; Küba'da devrim yapanlar seksen üç  (Fidel, Raul ve Che dahil), Nikaragua'da Sandilistler, üç yüz kişiydi. Çünkü siyasette, ya devlet başa, ya kuzgun leşedir. Yani devletin başına geçemezseniz, cesedinizi gömmezler, kuzgunlar yer. Semih Terzi'yi gömecek mezar bulamadılar da, üzüm bağına defnettiler. Bu tarihin her döneminde ve her ülkede böyleydi. Baader Meinhof çetesi, sahinden de aniden, Almanya'nın dört bir köşesindeki hapishanelerinde, aynı gece, intihar ettiğine mi inanıyorsunuz? Olay sadece idam, infaz, hapis değil; sürgünleri dışlanmışlık ve iktidar nimeti tatlı gelen dostların sizi terk etmesidir. Bu yüzden gerçek devrimlerin öncüsü küçük bir azınlıktır ve gene bu yüzden Rosa Luxenburg'un dediği gibi, devrimler olmadan önce imkansız, olduktan sonra kaçınılmaz görünürler.

Cemaat, 17-25'e kadar hep gölgelerde, satın aldığı cellatlarla, iktidarlarla işbirlikleriyle çalışmıştı ve hep kaçak döğüşüp, vur kaç yapmıştı. Oysa gerçek savaş, en sonunda bir süngü savaşıdır. Ne kadar savaş uçağınız, SİHA'nız, keskin nişancınız olursa olsun, ölümü, sürgünü, dışlanmayıi hor görülmeyi göze almalısınız. Yetmez amacılar, sizin uğrunuza ölmez. Cemaat o kadar korkaktı ki, darbe için yaz tatilinin ortasını seçti ve pek çoğu da o meşum gecede tatildeydi. Sosyal  medyada millete sokağa çıkmayı demekle vakit geçirdiler; yapmaları gereken sokağa çıkıp, askerlerin koluna girmekti.

Böylesi sisteme örgütler, iktidar olamazsa da, tam yok olmazlar yada yok olmaları çok uzun zaman alır; pek çok kişi hayata bu örgütler sayesinde katılır. Bir kardeş örgüte girer, dağa çıkar; ailenin kalanı Avrupa ülkelerine iltica eder (amaç odur zaten) yada örgütün çatışmadan uzak birimlerinde geçinir, gider. 2016'dan bu yana bu tarikattan kurtulamadık, ara ara halen operasyonları yapılıyor; parti cephe yada pcc'den de öyle çabuk kurtulamayacağız.

Öte yandan 17-25'i tekrar tekrar hatırlamalı ve incelemeliyiz.