29 Temmuz 2021 Perşembe

TÜRKİYELİ KAVRAMINA BAŞKA AÇIDAN İTİRAZ



 Son bir kaç yıldır, malum ödüllü yazarımız ve onunla beraber tüm yetmez amacıların dilimize pelesenk ettiği bir kelime var; Türkiyelilik. Pek çok kişi sanıyor ki bu kavram, Türk kavramına ya da Türk milliyetçiliğine karşı bir söz. 

Oysa bu söz, yani Türk yerine Türkiyeli demenin asıl amacı faşizmin değirmenine su taşımaktadır. Zira azınlıkları, tıpkı Suriyeliler ve Afganlar gibi ülke kültürüne, etnisitesine yabancı bir varlık olarak gösterme çabasıdır. Ülkemizi Afganistan, Somali ve benzeri ülkeler gibi, etnik grupların birbiri ile beraber yaşayamadığı bir ülke haline getirme çabasıdır. Bunun için de etnik grupları, o ülkeye ait hissettirmeme çabası vardır.

TRT bile, 12 Eylül'de,  TRT'nin en Türkçü geçindiği zamanlarda bile, Türk asıllı Bulgar vatandaşı denildi, Türk asıllı Bulgaristan vatandaşları denildi, öyle Bulgaristanlı sözü geçmedi. 

Şimdi de, eski yetmez amacıların ağzında koro halinde Türkiyelilik sözü var. Bu grup, ilginç bir şekilde mültecilerin ülkemizde kalmasından yana, Avrupa'ya girmesine muhalif. (Üstelik önemli bir kısmı yurt dışında yaşarken) Bu ittifak en son 2010'da bir aradaydı ve başımıza gelenler, geleceklerin göstergesidir. Üstelik mevcut Fetöcüler de, bu göçmenleri alalım korosuna katılmış durumdayken.

Devletin yüz binlerce, belki de  milyonlarca silahı kayıpken, yıllarca iç savaş yaşamış bir ülkeden , bir sürü genç erkeğin göçü de hayra alamet değildir.

Amerika ve ya başka bir yerde fon alanların yazdıklarında da hep bir art niyet aranmalıdır. Ben yarım asra yaklaşan hayatımda, insanların mal veya mülkü, o da paraya çeviremediği için, karşılıksız bağışladıklarına şahit oldum ama nakit paranın asla. Birileri nakit para veriyorsa, kesinlikle bir karşılık bekliyordur.

Hem bu vakıflar madem böyle cömert,  neden SMA'lı hastlar, KYK borçluları veya ona benzer alanlarda yardım sağlamıyor?

Dostlarım, Kürt isek, Kürt'üz, aslımızı inkar mı edelim? Sonuçta Kürt asıllı olsak da, Türk vatandaşıyız ve bizi Türkiyeli diye dışlamaya kimsenin hakkı yok.

23 Temmuz 2021 Cuma

12 EYLÜL'ÜN SUÇLULUK DUYGUSU 5-SEÇİM VE PARTİ KANUNLARI


 

12 Eylül döneminde en çok tekrarlanan kelime, birlik ve beraberlikti. Bunun için pek çok ya çıkardı, pek çoğu halen yürürlüktedir. Bunlardan en önemlisi meşhur, nadide (bir de Maldiv Adalarında varmış) %10 barajımız. 1995 seçimlerinden önce bölge barajları vardı. O seçimde Refah partisi sürpriz bir çıkış yapınca,  anayasa mahkemesi nedense bölge barajlarının eşitlik ilkesine uymadığını hatırladı. %10 barajı da olduğu gibi kaldı. Seçim kanunu her seçim için tekrar değişse de, partiler kanunu aynı kaldı.

Bu %10 barajı ile ilgili olarak bir parantez açayım. Bu konuda tüm partilerin tavrı daima iki yüzlü olmuşlardır. Baraj sorunları olduğunda, baraj karşıtı olurken, barajı aştıklarında da baraj yanlısı oldular.

12 Eylül darbesi olmadan önce Türkiye Büyük Millet Meclisi, altı ay boyunca cumhurbaşkanı seçimi yapamadı, çünkü siyasi partiler aralarında anlaşamadı. 12 Eylül öncesi diye diye dillendirilen 70W'li yıllar boyunca CHP, biri 1974-75, diğeri de 1977-78 (meşhur Güneş Motel olayı)'de 2 defa koalisyonla iktidar oldu. 1965-1960 arasında iktidarda olanlar hep sağ partiler iktidardaydı. 1965-1971 (12 Mart Muhtırası) arasında zaten Süleyman Demirel'in tek parti iktidarı vardı.71-73 arası Süleyman Demirel başkanlığında, diğer sağ partilerin de dahil olduğu 1. Milliyetçi Cephe, 74-77 arası gene Demirel önderliğinde 2. Milliyetçi Cephe ve 78 ara seçimlerinde CHP'nin bej sıfır (beş değil, bej, Trakya aksanı ve CHP'nin seçim yenilgisinin sloganı, yanlışlıkla yazmadım yani) yenilgisinden sonra Demirel'in Adalet Partisi ve onu kerhen (tiksinerek) dışarıdan destekleyen Necmettin Erbakan ve onun Milli Selamet Partisi ile kurulan azınlık (yani mecliste çoğunluk olmadan) yönetimi vardı. Bu dönemde genelde kısa ömürlü ve sık sık birbirleri ile kavga eden koalisyonlar vardı. Kenan Evren ve 12 Eylül rejimi de, bir daha koalisyon olmasın, küçük partiler meclise girmesin diye %10 barajını seçim kanunun temeline attı. Üzerine de partiler yasasını, parti lideri diktatörlüğüne çevirecek partiler yasasını yaptı. Partiler yasası da %10 barajı gibi dokunulmaz bir yasa oldu. Hatta partiler yasasından pek bahseden de yok.

Arkadaşlar, üniversitede seminer konum olunca, pek çok çeşit parti örgütlenmesi olduğunu ve buna göre yasalar olduğunu öğrendim. Mesela Amerika Birleşik Devletleri ve pek çok ülkede, delegelik sistemi yok ve hatta her vatandaş ön seçime katılabiliyor. Bence  ülkemizde de seçimler böyle olmalı.

Tek parti iktidarı arzusunun  kökeni doksanlı yıllar değil, 12 Eylülün duygu eğitimidir. Biz bu duyguyu aşmalıyız. Her iktidar bir koalisyondur, şu andaki iktidar da bunun ispatıdır. Kendisi, biri büyük, iki ya da üç küçük ortak sahibidir. Ülkemizde koalisyonları bitirmek ya da küçük partileri bitirmek adına yapılan seçim kanunu değişiklikleri,  bu partileri daha da büyütmekten başka bir işe yaramadı. 2002 seçimlerinde barajı sadece AKP ve CHP geçince, oyların % 55'i yani yarısı çöp oldu. 1995'den beri can çekişen, 1999'da ağır yaralanan merkez sağ (DYP ve ANAP)  önce birleşip, öyle öldü. 2002 felaketinde barajın altında kalan partilerden MHP ve HDP (DTP-HADEP) sağ çıktı. Hatta HDP güçlenerek çıktı. Partiler yasası ise, Deniz Baykal'ın CHP'yi ele geçirmesini engellemedi.

İnsanların istediği partiye oy vermesini, partiye üye-delege olup, parti içi demokrasiyi işletmesine engel olan 12 Eylül kanunları ve zihniyetinden sıyrılmalı. 

Siyasi görüşümüz bizimle aynı olanlar az diye suçluluk duymamalıyız.



ORTAOKULLARIN ÖNEMİ

 


Fen ve matematik (kısaca sayısal) sorunları üzerine bir şeyler yazmak için düşünürken, bu tür soyut konular üzerine kafalarının ilk çalıştığı zamanı, yani ortaokul dönemine ilişkin de düşünmem gerektiğini anladım. Eğitim sistemimiz tel tel dökülse de, dökülen her teli için ayrı ayrı fikir üretmek, boynumuzun borcudur.

Ortaokul sistemimiz her zaman ahım, şahım olmadı, her zaman krizdeydi. Liseler zaten kredili sistem denen heyuladan sonra iflah olmadı, o ayrı konu. Orta okullar ise sekiz yıllık kesintisiz eğitim sistemi döneminde en ağır darbe yedi. Zira sınıfta kalma kalkınca, öğretmenlerin elindeki otorite sıfırlandı. Aniden sınıflar kalabalıklaştı. Sınıfta kalma bir yana,  öğrencilere düşük not vermek de imkansızlaştı.

Buna bir de öğretmenlerin hiç hazır olmadığı kaynaştırma eğitimi geldi. Engelliler için olması gereken, kaynaştırma eğitimidir Ancak zerre kaynaştırma eğitimi almamış öğretmenler ve idareciler bunaldı. Kaynaştırma , BEP ( Bireyselleştirilmiş Eğitim Planı ) ve ZEP  (Zenginleştirilmiş Eğitim Planı) kelimeleri öğretmenlerin kelime dağarcığına girdi. Oysa orta okul öğretmenlerinin çoğunun bu konuda eğitimleri yoktu. Diğer bir husus, bu BEP'li öğrencilerin, sınıflara eşit dağıtılması sorunuydu. Buna meslek liselerinde pek uyulamıyordu. Çünkü BEP'li öğrencilerin bazılarına delici-kesici ya da zehirli aletleri vermek tehlikeliydi. İlk ve orta okullarda ise, müdür ya da daha üst kademede tanıdığı-torpili olan öğretmenlerin sınıfına BEP'li öğrenci ya az veriliyordu, çoğu kez de hiç verilmiyordu. Bazı gariban öğrenciler ise, tüm BEP'li öğrencilerle uğraşıyor, sınıfta da huzursuzluk oluyordu. (Zira BEP'li ya da mülteci, Suriyeli vs, olmayan öğrenciler de, sürgün sınıfından olduklarını anlıyordu.) 

Bence  orta okullara ilgili en büyük sorunumuz, adını da vermemize sebep olan bakış açımız. Bu okullar öğrenciler için bir şeylerin ortasında değil, başında. Öğrencilerin soyut kavramları (matematik, din ve benzeri), yabancı dilleri öğrenmesi, pek çok spor branşına başlaması için en iyi başlangıç dönemidir orta okul yılları.

Türk eğitim sistemi, bu yılları genel anlamda orta okul diyerek küçümsemek bir yana, sürekli lise giriş sınavları veya benzeri şeylerle yoruyoruz. Öğrencilerin matematik, yabancı dil ve güzel sanatlara olan ilgilerini öldürüyoruz. Bir de imam hatip ortaokulu adı altında, bunu özellikle yapıyoruz. 

Orta okullara çok acil çeki düzen vermeliyiz.

19 Temmuz 2021 Pazartesi

12 EYLÜL'ÜN SUÇLULUK DUYGUSU 4-DEVLET BÜYÜKLERİNE SAYGISIZLIK VE GENÇ OLMAK

 


Kenan Evren'in konuşmalarında sık sık yakındığı konulardan biri de gençlerin büyüklerine, özellikle de devlet büyüklerine saygısızlığıydı. Zaten 12 Eylül sonrası ilk on yıl boyunca genç olmak, kendi başına bir suç sayıldı.

Peki, kimdi bu devlet büyükleri? Kenan Evren'e göre en başta kendisi ve Milli Güvenlik Konseyi dediği generalleri, subayları, astsubayları, polisleri ve tüm devlet yöneticileri, devlet büyüğüdür. Onlara saygı gösterilmelidir.

Bu saygıyı göstermeye klasik saygı gösterileri yeterli değildir. Bu devlet büyüklerine ekstra saygı sözleri ile hitap etmelidir. Kaymakam bey değil, sayın kaymakamım denmelidir. Yapılan hiç bir devlet faaliyeti eleştirilmemelidir.

Bu devlet büyükleri ve Türk büyükleri meselesi, seksenlerin ilk yarısında gerek derslerde, gerek tek kanallı radyo ve televizyonlarda, gerekse diğer yazılı basında bolca işlendi. Okullara Türk büyükleri portreleri o zamanlar asıldı ve ilk olarak Büyük Türk Büyükleri diye asıldı ve gene Büyük Türk Büyükleri diye kitaplar basıldı. Sonra bu büyük kelimesinin tekrarından oluşan anlam bozukluğu fark edildi ve sadece Türk Büyükleri diye basımı yapıldı. Tarihteki bir sürü hükümdar, din adamı, yer yer de İbni Sina falan yer alıyordu.

O yıllarda Kenan Evren, daha Cumhurbaşkanı seçilmeden, Çankaya Köşküne, Hizmet Binası denen devasa yapıyı yaptı. Pek çok görkemli devlet konutu o yıllardan kalmadır. Kendisini görkemli törenlerle karşılattı. Bir sürü insanı sokaklarda, onu karşılaması için bekletip, sonra alkışlattı. (Bunlardan biri de bendim. Kenan Evren'e (o zamanın deyimi ile) coşkun sevgi gösterisinde bulunmak için Dikmen Merkez İlkokulundan (Şimdiki Necla Kızılbağ Ortaokulu), Kızılay'a kadar iki kere tüm okulca yürütüldük. Birinde Pakistan'ın darbeci generali Ziya Ül Hak'ı, diğerinde de halk isyanı ile devrilen Romanya diktatörü Nikolay Çavuşesku'yu ağırlamıştı. Saatlerce aç-susuz bekleyip, hazretleri konvoyuyla geçerken alkışlamış, sonra yürüyerek geri dönmüştük. Hatta ben ilkinde yolu kaybetmiş, Balgat civarını dolaşarak, akşam yedi gibi eve gelmiştim.

Özal'da 12 Eylül'ün bir parçasıydı. Özal ve ondan sonra gelenler, 12 Eylül'ün mirasını hunharca kullandı. Özellikle 1980-85 arası dillere pelesenk olan devlet büyüğü kavramına sıkı sıkı yapıştı.

Aslında devlet büyüğü lafı, Osmanlı'dan ve padişahlık rejiminden kalmadır. Yüz yıla yaklaşan cumhuriyetimiz,  bu zihniyeti yıkamamıştır. Seçtiğimiz politikacıları, ömür boyu padişah olarak seçmiyoruz. Onları saraylarda ve lüks içinde yaşatmak  zorunda değiliz. Seçimle getirdiğimiz gibi,  seçimle götürebiliriz. Onlar padişah değilse, biz de reaya (Arapça sürü, Osmanlı'da halka verilen isim)  değiliz. Abartılı saygı sözlerine de hiç gerek yok.

Devlet büyüğü kavramı, Osmanlıdan beri tekrarladığımız bir zırvadan başka bir şey değildir.

18 Temmuz 2021 Pazar

FELSEFENİN ALMANYA'YI BİRLEŞTİRMESİ-3 HEGEL DİYALEKTİĞİ



 Almanya'yı birleştiren üçüncü büyük filozof olarak Hegel'i anlatacağım. Zira Georg Wilhem Frederic Hegel, Prusya'nın Almanya'yı birleştirmeyi en azından ana ilkelerde ve temel devlet kurumlarında başardığı yıllarda felsefesini üretti.

Hegel'in felsefesi, bir uzlaşma felsefesiydi. Diyalektik mantık ya da idealist diyalektik, hem dünya fikir tarihini, hem de evrenin oluşumunu karşılıklı konuşmaya benzetir. (Diyalektik materyalizm, onun felsefesi ile yetişmiş Karl Marks'a aittir.) Tanrı, saf tin ya da ide (düşünce) olarak bir tezdir; kendi anti tezi olan maddeyi yaratmış, onun sentezi olarak insan var olmuştur. İnsanın sentezi, tanrıya yaklaştıkça melekleşir, insan ile tanrı sentezi meleklerdi. bunun için de insan, sanat ve bilim gibi manevi zevklere yönelmelidir. Yeme-içme gibi maddi zevkler, insanı hayvana yaklaştırır. İnsan ile maddenin sentezi hayvandır, Hegel mantığına göre.

Hegel felsefesi ve mantığı, bir uzlaşım felsefesidir. Zira her tez ve antitez, bir sentezde mutlaka buluşacaktır. Bu da uzlaşmayan mezheplerin (Katolik, Lutheryan ve Calvinist) ve hatta 19. yüz yıl boyunca yaygınlaşan ateizm, birbiriyle uzlaşacaktır.

Hegel'in bu felsefesi, Almanya'nın birleşmesi için o kadar çok önemliydi ki, Prusya imparatorluğu, bu felsefeyi, zorun din dersleri gibi tüm Almanlara öğretti, belletti. Bu felsefe, din adamlarının çok işine yarıyordu, özellikle Protestan ilahiyatçılarının çok işine yarıyordu.

Sonuçta bu felsefe çok yaygınlaştı, bu yaygınlığın etkileri de olacaktı. Günümüzde diyalektik denilince akla Hegel değil de, ondan bir nesil sonra doğmuş olan Karl Marks ve Marksizm akla gelir. Marks, arkadaşı Frederic Engels ile beraber, bu diyalektiği ters çevirmiş ve diyalektik materyalizmi icat etmişlerdir. Bunu yaparken de  Ludwig Andreas Feuerbach 'ın materyalizmden faydalandılar. Feurebach'a göre dünya maddelerden oluşsa da, ruhçu bakış açısı ile anlaşılabilirdi.

Marks ve Engels'e göre evrendeki maddeler arasında, tıpkı Hegel'in anlattığı gibi tez-antitez çatışması vardır ama sentezde uzlaşma yoktur, uzlaşma ya da orta nokta geçicidir, eninde sonunda sentez kazanacaktır. Su soğuyacak, bir an devrim olup, buza dönüşecektir. İnsanlık tarihinde de benzer şekilde, ilkel komünal toplumdan feodaliteye, feodaliteden kapitalizmde geçişler olmuştu. Geçici tarım, ilkel toplumla, tarım toplumunun, ticaret kapitalizmi de, kapitalizm ile feodalite arasında sentezdi. Kapitalizm ile komünizm arasındaki sentez sosyalizm; nihai hedef komünizmdir.

Marksist felsefe, Hegel felsefesi aksine bir çatışma felsefesidir. Hegel'den sonra pek çok Alman filozofu oldu ama Hegel sonrasında Almanya tekrar birleşmişti. 

Uzlaşmayan, uzlaşmaktan da üstün olup, başkasını ezmeye çalışan mezhepler ve tarikatlara inat Alman felsefesi, gerçek bir uzlaşma toplumu oluşturdu.

Bu toplumsal uzlaşma mükemmel değildi. Almanlar, tamamen Katolik olduklarında da Yahudi düşmanıydılar. Luther ve Calvin'de Yahudi düşmanıydı. Mezhepler çatışsa da, Yahudi düşmanlığı baki kaldı. Hitler, Yahudi düşmanlığı yaratmadı, hazır Yahudi düşmanlığına kondu. Bu da olayın başka bir boyutu.

11 Temmuz 2021 Pazar

12 EYLÜL'ÜN SUÇLULUK DUYGUSU-3 KARDEŞ KAVGASI



 12 Eylülün en büyük bahanesi ve övgüsü, kardeş kavgasına son vermiş olduğu iddiasıydı. Muhtemelen bu yüzden yaşı altmış beş ve üzeri olanlar, daha doğrusu yaşı çok büyük olanlar 12 Eylül taraftarı ve hayranı. Çünkü suçluluk duygusunu yaşamak için, suç işlemiş olmalı, 12 Eylül öncesinin meşhur sağ-sol kavgalarına karışmış olmalıydınız. 1974 yılında doğmuş ve 12 Eylül sabahı, kendi sağını ve solunu bile sık sık karıştıran bir çocuk olarak ben, nasıl bir suç işlemiş olmalıydım ki, suçluluk duygusu yaşayayım. Oysa 12 Eylül öncesini yaşayanlar, sağ-sol çatışmasına ve kardeş kavgasına alet olmuşlardı.

12 Eylül döneminde Kenan Evren'in halkı, özellikle de gençleri, sıkça kardeş kavgasına alet olmakla suçlardı. Sonra bu suçlamayı Özal'da yaptı. Suçlama ilk başta, neden kardeş kavgası yapıyorsunuz minvalindeydi. Oysa suçlamanın geri planında, neden solcu oldun, neden azınlık oldun şeklindeydi.

12 Eylül öncesinin Maraş katliamı, Çorum katliamı gibi ( pek çok olay var, hepsini yazamam, daha fazla yazarsam, yazmadıklarıma ayıp olur) olaylarının sözde mahkemeleri,  giderek daha fazla kurbanların yargılandığı mahkemeler haline geldi. Yazılı olmasa da, devletin dini önce Sünnilik, sonra da Hanefilik oldu. Zorunlu din dersleri, Hanefi olmayanların aşağılanma dersi oldu.

Zorunlu din dersleri bir tek bu konuda başarılı. Lisede gençlere bakıyorum, o kadar  din dersine rağmen, dini bilgileri yerlerde ve cumaları camiye giden öğrenci sayısı her sene azalıyor. (En az yarısı sigara içmeye gidiyor. Üzerlerindeki sigara kokularından anlıyorum. Pek çok öğrenci açıkça Deist olduğunu söylüyor. Deistler ve Ateistler dahil, Alevi-Kürt-Gayrı Müslüm  nefreti pek az azalıyor. Azalma var ama pek az. Bunu  sebebi din dersleri. Dün dersi müfredatı ve öğretmenlerinin tavrı, dini öğretmekten çok, başkalarına nefret etmeyi öğretmek üzerine kurulu. Meşhur 1984 romanındaki nefret eğitimi, ülkemizde kırk yıldan fazladır uygulanıyor.

12 eylül iktidarının (12 eylüle 24 Ocak kararlarını hazırlamış Turgut Özal'ı, Eylül yönetiminden farklı görmeyin) kardeş kavgasını engelleme iddiası, sonrasında AKP iktidarınca da, Gezi olaylarına kadar sürdü. Meşhur karıştırma-barıştırma, tahmin edileceği gibi bir işe yaramadı. İşin ilginci, mahkum isyanlarında jandarma ve gardiyanlar, sağcılardan destek istedi ve çoğu kez de bu desteği aldı.

Yurt Kur ve YÖK'ün desteği ile pek çok üniversite, sağcılığın merkezi oldu. Seksenli ve doksanlı yıllarda üniversitede okuyan Kürt, Alevi ve solcuların en büyük kabusu organize Ülkü ocakları saldırılarıydı. Gene o yıllarda üniversiteler, PKK, DHKP-C ve diğer örgütler için eleman alım bürosu gibiydi. Alevi ve Kürt ailelerin en büyük korkusu, çocuklarının bu örgütlere katılmasıydı. Bu Ülkücü çeteler, üniversite yönetiminden aldıkları güçle, Ramazanda oruç tutmaz, kendilerinden başka oruç tutmayanları döver, kız arkadaşları ile herkesin önünde yiyişir, ortamda terör estirirlerdi. 

Sonra ben üniversite son sınıftayken, 1997'de bu çeteler, yeni atanan rektörlerle beraber dağıtılmaya başladı. Bunun sebebini ilk önce DYP'nin MHP'ye oy kaptırması sanıyordum. Oysa Alparslan Türkeş ölünce, Devlet Bahçeli'de Ülkü ocaklarını tasfiye etmeye başladı. Acaba bunlar MHP'ye zarar mı veriyordu?

Bu ocaklar, üniversitelere zarar veriyordu. Dayak yiyen, eğlenemeyen gençler, bir daha sınava giriyor,  girenlere de gelmeyin diye uyarıyordu. İlerleyen zamanlarda, Bilkent Üniversitesinin meşhur Ülkücü grubu ATA (Alparsalan Türkeş'in askerleri) grubu da dağıtıldı. Rekabet vardı.

Şimdi ise üniversitelerden bu örgütlere ekmek çıkmıyor, zira gençler ailelerden uzaklaşmışken eğlenmeye bakıyorlar. Demek ki bölücü olan sağcılarmış. Şimdi Ülkücüler o günlere dönemez zira zaten pek çok bölüm öğrencisizlikten kapanıyor, öğrencilere bel bağlayan taşra esnafı aç kalır.

Kardeş kargasına son verme iddiası, kardeş kavgası çıkaranların son maskesidir. Süleyman Demirel'de, seksenlerde ve doksanlarda, 28 şubat sürecine kadar bununla halkı avuttu.28 şubat sürecinde de olası bir kargaşalıkta iktidarını tekrar ettirmek adına türbanlı-laik kavgasına çanak tuttu. Tarihteki tüm darbecilerin önemli bir yalanı da, kardeş kavgasını bitirmektir.


9 Temmuz 2021 Cuma

12 EYLÜL YASAKLARININ YÜRÜRLÜKTEN KALKMASI

 


Z kuşağına 12 Eylülü hakikatten ciddi ciddi anlatmak gerekiyor, özellikle de yasaklarını. 12 Eylül rejimi, aynı zamanda absürt yasakları ile de hatırlanmalı. Bu salgın dönemi sebebi ile bize pek çok yasak dayatılmışken, 

İlk olarak rejimin garip Osmanlıca kelime saplantısı ve kelime yasaklarından başlayayım. 12 Eylül rejiminin, Gardırop Atatürkçülüğü denen garip bir Atatürkçülük zihniyeti vardı. O dönem defilelerinde kadınlarda Osmanlı esintisi (esinti kelimesi o yılların modasıydı), erkeklerde cumhuriyetin ilk dönemi esintisi vardı. Atatürk ve arkadaşlarının bedene tam oturan takım elbiseleri modaydı. Her odaya Atatürk resmi, her bahçeye Atatürk büstü ve her meydana Atatürk heykeli bulunması, o yıllardan kalmadır. Buna karşın dikta rejimi, Atatürk'ün dil devrimine düşmandı. TRT, ders kitapları ve elindeki benzer araçlarla, Öz Türkçe, Türk Dil Kurumunun Anadolu'yu gezerek derlediği,  kendi icat ettiği, eski Türk metinlerinden bulduğu ya da halkın türettiği kelimeler yerine; eski, hatta unutulmuş kelimeleri kullandırma inadı. Sağcı-dinci pek çok akademisyen de bunu destekledi. İlginç bir şekilde, yasaklanan kelimeler arasında Kenan Evren'in soy adı da vardı, Kenan Kainat diye dalga geçerdik.

Bu yasaklar sadece TRT'de ve bazı Osmanlı heveslisi akademisyenler haricinde uygulanmadı. Sonra ilginçtir, o yasak kelimeler, özellikle daha da yaygınlaştı. 

Bülent Ersoy  başta olmak üzere, pek çok şarkıcıya sahne yasağı, Aşık Mahsuni Şerif başta olma üzere pek çok sanatçının müzik eserlerinin yasakları da, 12 Eylülün başka bir absürt yasağıydı. Bülent Ersoy bu yasağı, gittiği düşün ve sünnetlerde, masada, oturduğu yerden şarkı söyleyerek deliyordu. 

Bülent Ersoy başta olmak üzere pek çok sanatçının sahne yasağı, sonradan cumhurbaşkanı olacak olan, dönemin başbakanı Turgut Özal'ın eşi Semra Özal'ın Bülent Ersoy hayranı olması ile bu durum değişti. Bizzat Semra hanımın isteğiyle sahneye çıkınca, bu ve benzeri sahne yasakları kendiliğinden kalktı.

Mahsuni Şerif ve diğer önemli ozanların eserleri ile ilgili yasak, İbrahim Tatlıses, yanılmıyorsam TRT'ye çıktığı bir televizyon programında ya da o zamanlar şarkıcılığın, daha doğrusu gazinoculuğun en çetin alanı olan İzmir Enternasyonal fuarında (hatırlamıyorum ama öyle de bir şeydi) veya bir televizyon programında, Mahzuni'nin Dom Dom kurşununu söyledi. Ardından da türkü, o zamanların deyimi ile patladı, her yerde söylenir oldu. Bu da diğer yasak şarkılar üzerindeki yasağın da kalkmasını sağladı.

12 Eylülün kitap yasağını ise, doksanların başında patlayan korsan kitap furyası patlattı. Polisler, bir kitap yasaklandığında sadece matbaadaki kitapları topluyor, geri kalanına da karışmıyordu. Şimdilerde internet çağında da bu tamamen saçmalaştı.

12 Eylülün en saçma yasağı Kürtçe konuşma, Kürtçe müzik ve Kürtçe ile ilgili yasaklarıydı. Ben 2000 (milenyum) yılında askerken, sekiz aylık kısa dönem askerliğimin altı aylık acemi çavuşluğu döneminde, üç celp gördüm. (Birinin son haftalarını, birinin tamamını, birinin de başını) Her celpte yaklaşık yedi yüz elli asker gelirdi, yaklaşık yirmi-otuz civarı okuma-yazma bilmeyen ve on kadar da Türkçe bilmeyen olurdu ve hepsi de Kürt'tü. . Bunlar bir de erkekken Türkçe bilmeyenler. Kırsalda kadın, nadiren köyünden çıkar. En fazla onlar nüfusu yazdırılmaz, okula gönderilmez ve erkeklerde bu kadar Türkçe bilmeyen varsa (yirmi yıl önce), kadınlarda ne kadar çoktur, bir hayal edin.

Kürtçe yasakları, bir zaman sonra uygulanamaz oldu. Milyonlarca insanın ana dilini nasıl yasaklanırdı? Turgut Özal, Kürtçe kaset yasağını kaldırmadan evvel, Kürtçe bir kaset en az beş yüz bin satarken, yasak kalkınca beş bin satmaz oldu. Şu günlerde kimse meşhur Roj tv'yi izlemiyor, kimselerde çift çanak yok. Gerçi çanak anten de eski moda teknoloji oldu. (Doğrusu televizyonun kendisi eski moda oldu)

Sevgili okurlarım. 12 Eylül rejimi bu ve buna benzer pek çok yasağı vardı ve halen var. Bir yasağı protesto etmenin en iyi yolu ona uymamak ve o yasağın insana uymadığını göstermektir.

4 Temmuz 2021 Pazar

Felsefenin Almanya’yı Birleştirmesi 2-KANT VE CÜRET ETMEK



Almanya, Leibniz'den sonra pek çok önemli filozof yetiştirdi ve yetiştirmeye devam ediyor. Ben üçü ile sınırlandırdım, çünkü ben sosyoloji mezunu bir felsefe öğretmeniyim ve Alman felsefesi üzerine uzman değilim. Ayrıca bu filozofları, mezheplere bölünmüş Almanya'nın birleşmesi bağlamında ele almaya çalışacağım.

Nasıl ki Leibniz'in bilimin hemen her alanında, üstelik gayet ciddi teorileri ve çalışmaları varsa, Kant'ın da felsefenin her alanında çalışması vardır. Bilgi, varlık, sanat, siyaset ama en çok da ahlak felsefesi alanında önemli eserler vermiştir.

Bu gün Rusya'nın Kaliningrad şehri olarak bilinen Königsberg şehrinde doğup, büyüdü ve bu şehri hiç terk etmedi. Aslına filozoflar, ilk çağdan itibaren gezmeyi seven insanlardır. Tales, Miletli (İzmir) olmasına rağmen, Mısır'da piramitleri incelemiş. o zamanki Doğu Akdeniz'i gezmiş. ve olimpiyatları izlerken ölmüştü. Aristo; Atina-Asos (Çanakkale)-Selanik üçgeninde yaşadı. İskender'in ölümünden sonra linç etmeye kalkan kalabalıktan kendisini ve ailesini kaçırıp, son yıllarını Sicilya'da geçirdi. Oysa Kant, Königsberg'den hiç çıkmamıştır. Sokrates, üç askeri sefer dışında Atina'dan dışarı çıkmamıştır, Kant, onu da yapmamıştır.

Bugün Königsberg diye bir şehir yok, artık orası Rusya'nın Kaliningrad şehri, Ruslar şehirdeki tüm Alman izlerini itina ile sildi. Sadece üniversitenin adı Imanuel Kant devlet üniversitesi kaldı.

Kant, felsefesine eleştiricilik (Kristisizm ) olarak tanımlar. Ona göre tüm bilgileri duyum yolu ile alsak da, zihnimizdeki kalıplar  (kategoriler) olmadan, bilgiyi anlayamayız. Kant, kendi yazdıklarına göre, kendisi sıradan bir Aristocu, dolayısı ile Rasyonalist-Akılcı iken, David Hume'un kitaplarını okumuş, Hume onu dogmatik uykusundan  uyandırmıştır. Algısız kavramlar boş, kavramsız algılar kördür der. Yani algıları kavramlarla görürüz.

Mesela Türk halkı insanları, memleketleri, yani nereli olduklarına göre sınıflar ve bir zaman sonra nüfus kütüklerine göre insanlar üzerinde bazı yargılara ulaşır. Sivaslılar şöyle, İzmirliler böyle, Samsunlular öyle vesaire. Mesela öğretmenleri, mühendisleri, doktorları bile çoğu kez ODTÜ'lü, Hacettepe'li, Cumhuriyet Üniversiteli diye değil de, memleketine göre değerlendirir.

Pek çok felsefe tarihçisine göre Kant, hali hazırda koyu bir Aristocudan başka biri değildir. Zira Aristo'da, duyu bilgilerinin, aklın kategorileri ile bilinebileceğini söyler. Kant, mantık biliminin binlerce yıl boyunca çok az değişmesini,  Aristo'nun aşılmaz dehasına bağlamıştır. Oysa başka bir Alman olan Gottlop Frege  bu dehayı aşmıştır.

Öte yandan David Hume, Immanuel Kant'ı sadece dogmatik uykusundan uyandırmamıştır. Pek çok konuda Hume'dan etkilenmiştir. Mesela Hume, jogging denen hafif tempolu koşunun mucidiyken, Kant, sağlık için günlük yürüyüş yapmanın mucididir. Siyasal alanda, İngiliz liberalizmini ve bireyciliğini Almanya'ya getirmiştir.

Şu günlerin lise ders kitaplarında da yazan bir metinde şöyle demiştir: Benim yerine düşünen bir kitabım, vicdanımın yerini tutan bir din adamım, perhizimle ilgilenerek, sağlığıma karar veren bir doktorum oldu mu, zahmete katlanmama hiç gerek kalmaz artık. Para harcayabildiğim sürece düşünüp, düşünmemem de pek o kadar önemli değildir, çünkü beni bu sıkıcı ve yorucu işten kurtaracaktır. Bu sözlere, bu yazının  ilerleyen bölümlerinde geleceğiz, aklıda olsun.

Kant, asıl devrimini ahlak alanında yaptı. Ahlakı, dinlerin cehennem korkusu alanından çıkardı. Ona göre ödül beklentisi ya da ceza korkusu ile yapılan davranış, ahlaki davranış değildir. Ahlaki davranış, böyle doğru davranmayı görev (eski kitaplarda ödev diye çevrildiğinden, ödev ahlakı diye geçer) bilerek yaptığınız davranıştır.

Kant, bu fikri ile, ahlakı bireyselleştirip, kiliseyi aradan çıkarmıştır. Bu açıdan bakarsak Kant, varoluşçuğun da öncülerinden sayılabilir.

Kant, Hume'un deneyciliğini felsefesine katmış, transsendenttal epistemoloji idealizm ya da kritisizm demiştir. Öte yandan sanayileşmeye ve Alman milletini birleştirmeye çalışan Prusya toplumuna istediği bireyciliği ve üç mezhepten (Katolik, Calvinist ve Lutheryan) kurtuluşu sağlamıştır. Ona göre inanç ve ahlak için kendi fikriniz yeterlidir. (Az önceki paragrafı hatırlayın)

O zaman Kant, aydınlanmanın o meşhur tanımını yapar. Aydınlanma, kendi aklınla düşünmeye cüret etmektir. 

Ve Kant o meşhur emrini verir, cüret et. Sabrete Um. Böylece Prusya'nın Almanya'yı birleştirmesine engel olan mezhep taassubuna karşı, kendi aklını kullanmayı emreder. Almanya'nın zihinsel özgürlüğünü başlatır.

Kant gibi büyük bir filozof hakkında söylenecek çok şey var ama benim yazım bu kadar.