24 Eylül 2021 Cuma

DUYGU EĞİTİMİ NASIL OLUR 2-SATILMIŞ MEDYA VE TROLLER



Gazeteleri kontrol etmezsem, iktidarda altı ay kalamam demiştir, Napolyon Bonapart. Hitler ve avanesinin de bana satılmış bir basın verin, size her şeye inanan bir halk yaratayım, demiştir. 

Mussolini, Hitler, Salazar, Franco, bunların hepsi ve daha fazlası, iki dünya savaşı arası, radyo diktatörleriydi. Sony'nin 1968'de ilk pilli radyoyu icat etmesiyle,  Afrika'nın genelinde de radyoyu ele geçirenler, ülkeyi ele geçirdiler. Çünkü uzak ormanlar ve dağlarda, televizyon için gerekli elektrik zor bulunuyordu ama el radyosunu çalıştıracak pil, daha kolay bulunuyordu. Çetin Altan,  Talat Aydemir'in, 20 Mayıs 1963'de 2. başarısız darbe girişimi sırasında, hapiste kendine yapılan muamelenin, radyonun kimde olduğuna göre değiştiğini yazmıştır. Radyoevini, daha doğrusu radyo yayınını kaybeden Talat Aydemir ve darbeciler, teslim olmak zorunda kalmıştır.

Fatih'in, daha doğrusu Osmanlı'nın matbaayı, o da sadece Müslümanlar yasaklamasının sebebinin sadece hattatlar locası olduğu palavrasına inanıyor musunuz? Hurufi tarikatını, cami avlusunda diri diri yakan Fatih, matbaanın yeni fikirleri yayabileceğini biliyordu. Koca imparatorluğu yönetenlerin, böyle ciddi bir kararda, ekonomiye katkısı çok az olan bir mesleğin loncası yüzünden mi yüz yıllarca böyle önemli bir kararda geri adım attığını, ileri gitmediğini sandınız?

Gene de eskiden bir fikri yaymanın başka yolları da vardı, aynı şeyi tekrar eden kalabalıklar, kitleler. Bu kitleleri de din sağladı. Aynı şeyleri anlatarak ve yeni taraftarlar bularak dolaşan din adamı-dindar kalabalıkları, tarihin ilk trolleriydi. Zaten trol kelimesi, İngilizce gezmek, dolaşmak fiilinden türemiştir. Bu din adamları da, din adına aynı şeyleri arka arkaya söyleyerek,  yalanları gerçek haline getirdiler. 

İlk çağlarda dinler çoğunlukla atalara tapma şeklindeydi ve genelde kralların tanrı soyundan geldiğine inanılırdı. Yazının yaygınlaşması ile insanları tanrıların soyundan geldiği iddiasını güçleştirdi. Çünkü doğum ve ölümlerin, zayıf da olsa kayıtları tutuluyordu artık. Bu yüzden de tanrıdan olduğunu iddia eden insanların yerini,  ondan mesaj aldığını aldığını iddia eden insanlar aldı.

Putperest devletler, önce bu dinler ile mücadele etti, sonra onları yanına çekmeye karar verdi. Bu karar, yer yer başlarını da ağrıttı, zira kontrol edilmeleri o kadar kolay olmadı. Özellikle orta çağın başlarında Avrupa'da krallar, Papalığın oyuncağı oldu. Otuz yıl savaşlarını bitiren Vestfalya antlaşmasına kadar böyle devam etti.

Machiavelli, meşhur Prens adlı kitabında, Osmanlı'da Şeyhülislam'ın padişaha bağlı olmasından övgü ile bahseder ve Avrupa'da da böyle olması gerektiğini söyler.   Sonuçta halkla haftada en az bir gün, uzun uzun konuşan din adamlarının, kraldan tamamen bağımsız Papalık tarafından yönetilmesi son derece can sıkıcı olmuştur.

Oysa Osmanlı'da da durum çok farklı değildir. Padişah, Şeyhülislam'ın kellesini istediği zaman almak yetkisi olmasına rağmen, dine o kadar da egemen değildir. Alevilerin sık sık isyan çıkarması yetmediği gibi, medrese öğrencileri, tımarlı sipahiler ve doğru dürüst bir ideolojisi ve hedefi olmayan Celaliler de sık sık ayaklanır. Bunlar da yetmezmiş gibi, ta devletin kuruluşunun başında, Kosova savaşında padişahın kim olduğuna karar veren Yeniçeriler, önce Yavuz'u başa getirip, babası 2. Bayzezid'i tahtan da indirdikten sonra, devletin başına daha da bela oldular. Devlet sistemine çöreklenip, savaşmayı bırakın, kışlaya bile uğramadan rant sahibi oldular. Şehzadeler arası taht kavgalarından taraf olarak, çöreklendikleri rant alanları ellerinden gitmemesi için, toprak kayıplarına rağmen her yeniliğe karşı çıktılar. Vakayı Hayriye ile bu kurum, ülkenin ordusuz kalma riskine kaşı lağvedildi.

Trollük, basının yaygınlaşması, radyo ve televizyonlarla beraber şekil değiştiri. Amerikalı sosyologların ajan ya da etkin eleman dedikleri kimseler, partilerin ya da siyasi cephelerin sembol gazetelerini okur, önemli tv-radyo programlarını izler-dinler ve bunları dostlarına anlatırdı. Bu kişiler şimdilerde internet sitelerinde, tıpkı benim gibi geziyor, yani trollük yapıyor.

Sosyal medya daha evriminin başında ancak görülüyor ki şu anda bile klasik medyadan güçlü. Gene görülüyor ki, istediğin kadar reklam ver, algoritmaları ile oyna, kalabalık bir trol ordusuna ihtiyacınızı var.

Duygu eğitimi için Göbels'in dediği gibi aynı yalanı yüksek sesle tekrar etmeniz gerekir. Bunun içinde medya araçlarına sahip olmalısınız. Osmanlı bu yüzden tarikatları yok edemedi, matbaayı da yüzyıllarca yasakladı ve sınırlandırdı. Sonraki yıllarda da basına en çok yasak koyan ülkelerden biri oldu.

Dünyada gerçek basın özgürlüğü falan yoktur, özellikle büyük medya organları anlamında. Mutlaka bir tekel vardır. Bir ülkede, mesela Türkiye'de medyanın (gazete-dergi-radyo-tv) büyük çoğunluğu, genelde en az %80'i, iki buçuk holdinge bağlıdır. Medya holdingi kurmanın tek amacı satış ya da reklam sayesinde para kazanmanın çok ötesindedir. 

Mesela Radikal gazetesi, bizzat uzun süre yayın yönetmenliğini yapmış İsmet Berkan'ın dediğine göre 18 yıl boyunca (1996-, her yıl 2 milyon dolar (Kurnaz esnaf gibi 2 yerine 1.9 diyor) zarar etmesine rağmen yayın hayatını sürdürdüğü yetmemiş gibi, 2 sene de internetten yayım yapmıştır. Radikal gazetesini yayımlayan Doğan Medya Holding, Türk sanayisinde bedavaya stajyer çalıştırma geleneğini başlatmış, CV'ne yazarsın vaadi ile taze mezunları iki-üç sene bedava çalıştırmayı başarmıştır. Liseli ve üniversite öğrencisi gençleri, yemek bile vermeden çalıştırmıştır. Staj diye bedava, yemek bile yedirmeden işçi çalıştıran Aydın Doğan, 20 yıl boyunca bu kadar zararı neden göğüslemiştir? Aydın Doğan ya da Doğan ailesi, her hangi bir insani amaca 40 milyon dolar bağışlamış mıdır? Gazetenin kuruluş masraflarını katarsanız bu yaklaşık 50-60 milyon dolar demektir.

Ülkedeki tüm öğrencilerin Kredi ve Yurtlar kurumuna olan borçlarını bir çırpıda ödeyecek ve üzerine fazlası kalacak kadar parayı, hem de onlarca yıl, otuz bin bile satmayan, üzerine de solcu olduğu bir gazeteye gömdü?

Solcuymuş. İsmet Berkan'ın meşhur Kabataş videosunu gördüm, görüntüler çok fena demesinden de mi anlamadınız? 

Bu  gazetenin tek kuruluş amacı, yaklaşmakta olan siyasal İslam iktidarına karşı beyaz yakalıları sakinleştirmek ve kumpas davalarına karşı halkı hazırlamaktı.

1999'sa Şehriban Coşkunfırat cinayeti bahane edilerek yapılan ve ülkeye Satanizm korkusu pompalanan Akmar pasajı baskının da amacı, o yıllarda yeni doğan fanzin yayımcılığını (fotokopi dergiciliği) doğmadan yok etmekti ve bunu da başardılar.

Sosyal medya ise o kadar etkili ki, iktidar partisinin son dönemdeki oy oranlarındaki düşüşün en önemli nedeni malum suç örgütü liderinin videoları ve tweetleridir. Sadece söyledikleri değil, genelde klasik medyadan beslenen iktidar partisi seçmenlerinin dikkatinin sosyal medyaya yönelmesidir. İktidar partisinin ise sosyal medyada daha çok trole ihtiyacı vardır.


4 Eylül 2021 Cumartesi

SİNEK SARAYI YAPILAN ÜLKEMİZ

 


Mine G. Kırıkkanat'ın (Saulnier) Sinek Sarayı romanını çok beğendim diyemeyeceğim. Bir çırpıda okunacak bir kitap ama öyle insanı çarpan bir kitap değil. Rahmetli Metin Kaçan'ın Ağır Roman'ının, biraz Zülfi Livaneli, biraz da Tuna Kiremitçi tarzı ile yeniden yazılmış hali gibi geldi bana. Ben ise romanda sadece bir yerde yapılan ve romana adını veren Sinek Sarayı mecazına takıldım. 



Roman kahramanlarından biri, olayların geçtiği apartmanı, Trakya ve Balkanlarda evlerde bulunan sinek sarayı süsüne benzetiyor. Sinek Sarayı diye arama yaptığınızda bazı alışveriş sitelerinde görüyorsunuz. İlk başlarda, sinekler başka yere konmasın da, oraya konsun, orayı pisletsin diye yapılmış. Haşerelerle mücadele için daha iyi yöntemler geliştirilince, evlerin bir köşesinde ve çocukların el işi olarak yaptıkları süs eşyaları kalmış. Her şehrin, istenmeyen göçmenleri ağırladığı bir sinek sarayı köşesi vardır. Burada evler gecekondu değilse, romandaki gibi eski ve bakımsız apartmanlardır ve iti bağlasan durmaz, domuz ahırı olmaz evlere, bazı bazı lüks villa fiyatına kira istenir.

Ülkemiz de son bir kaç yıldır istenmeyen göçmenlerin ( Zaten göçmenler hep istenmez, istense de, istemem, yan cebime koy tavrı izlenir) ağırlandığı, Avrupa'nın sinek sarayı oldu. Göçmenlerin hemen hepsi, ülkelerine barış gelse de, ülkelerine geri dönmeyi düşünmüyorlar. Hatta çoğunun hedefi vatandaşlık almak. Öte yandan da hemen hepsinin amacı, ülkemiz üzerinden ekonomik seviyesi daha yüksek ülkelere göç etmek. 

Üstelik pek çoğu ülkemizi yeterince Müslüman ve yeterince ahlaklı bulmuyor. Kendi kadınlarını peçe ve burkaya sokuyor; bizim türbanlılar bile, onlar için fazla serbest. Ama Türk kadınlarını seyretmekten bile mutlular, çarşı iznine çıkan erler gibi kadın seyrediyorlar. Bize ve kadınlarımıza hakaret eden videolar çekip, internetten yayımlıyorlar.

Ülkemiz sadece iç savaş yaşayan Suriye, Afganistan ya da Irak, Somali,  Libya gibi yaşamanın pek de güvenli ülkelerden göçmen-mülteci almıyor, Dünya'nın neredeyse yarısından göçmen ve mülteci alıyor. Orta Asya devletleri, Afrika'nın tamamı ve Doğu Avrupa'nın önemli bir kısmından göçmen ya da kaçak işçi alıyor. Ülkemizde altmış bin kadar Ermeni kökenli vatandaş varken, yüz binden fazla kaçak çalışan Ermenistan vatandaşı ülkede dolaşıyor.

Gelenler sadece işçi değil. Bir kaç yıl evvel, bir gazetede Türkiye'de fuhuş yapanların %60!ının yabancı uyruklu olduğunu okumuştum. Ankara'da belli yerleri kaplayan kartvizit ve telefon numarası yazan kağıtlardan anladığım kadarı ile bu oran yükselmiş.

Turizmde de bir sinek sarayı, ucuz tatil ülkesi olmuş durumdayız. O çok lüks otellerimize ya batı devletlerinin orta halli vatandaşlarının ya da geri kalmış ülkelerin, batılı devletlerde parası ile bile rahat görmeyen zenginleri geliyor.

Ülkenin sinek sarayı olması, devlet politikası haline gelmiş durumda. 25o bin dolarlık mülk alan, ülkenin vatandaşı oluyor ve bunun reklamı uzun süre Arap televizyonlarında dönüyor. Benzer şekillerde Malta, Litvanya gibi Avrupa Birliği ülkelerinde de vatandaş olunabiliyor. Türkiye, bu açıdan da sinek sarayı oluyor.

Daha çok ihraç etmek için üretmeye başladığımız ve senaristlerin kafaları değil de, başka organlarında yazdıkları düşündüğüm yerli dizilerimiz de, bu sinek sarayının yerli süsleri. Pek çok insanı Türkiye'ye çeken başka bir şeyde diziler. Pek çoğu Türkiye'deki yaşamın dizilere benzediğini sanıyor.

Ülkemiz son yıllarda hem kendi halkı, hem de gelişmiş ülkeler gözündeki güzelliğini büyük ölçüde kaybetti. Giderek daha fazla sinek sarayı oluyor.



AŞILAR, MAVİ HAPLAR VE KOMPLO TEORİLERİ

 


Genç bir arkadaşım vardı, kendisi ateist ve bayağıda modern biri ama sağdan, soldan duydukları yüzünden aşı olmuyordu. Onu mavi haplar (illa adını söyletmeyin) ölümcüllüğü ikna ettim ve belki bu yazıyı okuyanları da ikna ederim.

Şimdi, her şey üzerine komplo teorisi üretenler, hayatımızdaki pek çok şey üzerine komplo teorisi üretmiyor. Bir de, hemen hemen her şeyin İslam'a uygunluğu tartışılırken, bu mavi haplar hiç tartışılmadı. Gülmeyin öyle hemen, benim hatırladığım tüp bebek uygulamalarının, suni dölleme ile üretilen sığırların etinin helal olup, olmadığı,  Sunay Akın'ın yazdığına göre Kanuni döneminde çeşmelere musluk taılıp, takılmayacağı hep tartışıldı. Estetik ameliyatlar konusunda da sürekli aleyhte karar veren, makyaj ya da saç boyası-dövme gibi konularda uyuşamayan din uleması, bu konuda sessiz. Şu satırları okuyanların, kıkır kıkır gülme seslerini, daha yazarken  duyabiliyorum. Şaka bir yana cidden bu hap, aslında kalp ilacı araştırması sırasında bulunmuş ve bu hapın sizi kalp krizinden öldürmesi büyük ihtimal. Hatta anladığım kadarı ile bu mavi haplar yüzünden ölen çok kişi var ama pek haber olmuyor. Ben de şahsen bu şekilde ölmeyi, ölsem de ölüm şeklinin duyulmasını hiç istemem. Ben ya da başka bir öğretmen arkadaş, bu şekilde ölsek, liseliler espri yapmaktan,  yas tutamaz.

-Sinan hoca başı dik gitmiş,

-Sinan hocanın tabutunu kapatamamışlar ve benzeri...

İşin şakası-komikliği bir yana, leblebi gibi hap yutan, istediği ilacı yazmadı diye doktoru dövecek kadar ilaç düşkünü bir topluma, aşı karşıtlığı nereden geldi, o da hazin bir soru. Aşı karşıtları, işlenmiş ve paketli gıdaların içinde ne olduğunu sorguluyor mu acaba. Şu an yediğimiz beyaz ekmekler, ikinci dünya savaşında (Yani sağcıların yerden yere vurduğu İnönü döneminde), karne ile satılan ve içinde palamut (pelit) unu bulunan ekmeklerden daha sağlıksız ve içinde sayısız ek madde var. 

Buna bir de bitkisel gergedan boynuzu, zayıflama hapları gibi ucuz televizyonlarda satılan, ilacımsı gıda desteklere bile böyle karşı çıkılmıyor. Aşı karşıtları çıkacaksa, bunlara karşı çıksın, bunlar için komplo teorileri üretsin.

 

1 Eylül 2021 Çarşamba

DUYGU EĞİTİMİ NASIL OLUR ? 1Goebbels İlkeleri

     


Duygu Eğitimine eskiden beyin yıkama denilirdi. Duyguların merkezinin de beyin olduğu, tıp tarafından  kabul edildiği, modern tıp bilimi tarafından onaylandığı için, bu deyim de doğru. Ben, olguyu dana net ifade ettiği için bu sıfat tamlamasını kullanıyorum. b

Joseph Goebbels ilkeleri, bu ilkeleri unutmayalım. Kendisi de bu ilkeleri Katolik kilisesinden almıştır. Yalanı söyleyeceksen büyük yalan söyle, yalanını sürekli tekrarla, yalanın yakalanırsa bile dönme, daha büyük yalan söyle, daima ilke olmalıdır.  Bu ilkeleri de Goebbels, kiliseden, daha doğrusu dinden almıştır. Dinlerdeki pek çok olgu, ne tarih bilgilerine uyar ne de mantığa.

En basitinde Yusuf ile Züleyha hikayesine bakalım. Bu hikaye o kadar çok tekrar edilir ki, bu tekrarlar antik çağ Mısırlılarının, neden hadım edilmemiş bir kölenin, bir soylu kadının hizmetine verildiğini  sorgulamamıza  engel olur. Mısırlılar, en erken tarihlerde spermin, testislerde üretildiğini biliyordu ve kadınlara hizmet edilecek köleleri, önce iğdiş ediyordu. Gerçi bu operasyon sırasında ve sonraki günlerde kölelerin yüzde doksanından fazlası, acı içinde, hele de yaraları iltihap kapmışsa, günlerce acı çekerek ölüyordu. Sonrasında köle, yüz kat değer kazanacağı için bu önemli değildi. Hele de bu muameleye maruz kalanların çoğunlukla savaş esiri düşman askeri olduğunda ise, zerre kadar önemli değildi.

19. yüzyılda arkeolojinin gelişmesi, eski dillerin çözülmesi, Sami dinlerinin (Yahudilik, Hristiyanlık ve İslamiyet) kökenlerini ortaya çıkardı. Gene insanların fikirleri değişmedi. Çünkü mesele fikirleri değiştirmek değil, duyguları değiştirmekti. Çoğu kez yalan bilginin yalanı ortaya çıksa bile, 

İnsanlar yüzlerce, hatta binlerce yıldır; Türklerin, Hristiyan çocuklanın etini yemediklerini; Yahudilerin, iğneli-çivili fıçı içerisine attıkları Hristiyan çocuklarının kanını içmediğini; Alevilerin mum söndü yapmadığını; Putperestlerin Bakus-Dyonsos şenliklerinde grup seks-eş değiştirme yapmadıklarını; ve daha bir çok söylentinin yalan olduğunu biliyordu. Mesele onlar oaln nefretlerine kılıf bulmaktı.,



Mesela Hasan Sabbah ve Alamut fedailerinin esrarkeş olduğu iddiasına gelelim. Enver Berhan Şapolyo'nun 1930'larda yazdığı Mezhepler ve Tarikatlar tarihi adlı kitapta bu iddia geçmez. İmam Gazali'bin, Şiilerin gerçek yüzleri adlı kitabında da geçmez. Kaldı ki bu iddia mantık dışıdır çünkü, Sabbah'ın fedaileri,  Selçuklu, Abbasi ve hedef aldıkları Sünni devletin saraylarında üst düzey mevkilere geliyorlardı. Bunun için de yıllarca Sabbah ve diğer liderleri ile görüşmüyorlardı. İstediğiniz psikiyatriste, nöroloğa sorun. Bir maddeyi 18-20 ay boyunca almazsanız, artık müptela değilsiniz. Kaldı ki müptela bir insanla iş yapılmaz. O zamanlarda da, önemli kişilerin bir sürü koruması-muhafızı olurdu. Beyninin nevri dönmüş bir keşi, öyle bir suikasta görevlendirmek, işi iptal etmek gibi bir şeydir.  Bu söylenti, Fransa'da çıkmış. 




Yakın tarihlerde de buna benzer örnekleri sıkça görüyoruz. Köy Enstitülerinin tarihi 6 (altı) yıldır. Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsü, sadece üç dönem mezun vermiştir. Köy Enstitülerini altı yılda kapatan muhafazakârların, bu enstitüler aleyhine tek bir davaları, suç dosyaları yoktur. Hatta gazete haberi de yoktur. Oysa sağcı, dindar bir aileden geliyor ya da böyle çevrelerde yetişmişseniz, köy enstitülerin ile efsaneler duymuşsunuzdur. Bazı binaların haç ya da orak-çekice benzetilmesinden,  kanalizasyonun, terk edilmiş yeni doğmuş bebeklerden dolayı kapanmasına kadar. İşte bu dedikoduların hepsi yalandır ve hepsi de karalama kampanyalarının dedikodulardır. Hatta solcu okuyucular da pek inanmayacak ama ben öğretmenliğimin ilk yıllarında tanıdığım bir kaç emekli köy enstitülü öğretmenden anladığım kadarı ile, enstitü mezunları zannedildiği kadar solcu da değildi. Solcu olanlar, yazar-şair olup, göze battı o kadar.



Öyleyse neydi enstitüleri, sağ için bu kadar tehlikeli yapan? Enstitü mezunlarının göz açık olması, o zamanlar vergi verilmesin diye tapuya kaydı yapılmamış arazileri  üzerlerine geçirmek gibi yasal boşlukları kullanmak alışkanlıkları vardı. Bu uyanıklıkları, yüz yıllardır yasa nedir bilmeyen, ne denirse inanan köylülere öğretmek gibi alışkanlıklar da edinmişlerdi. Yasal olarak yirmi yıl boyunca istifa edemiyorlardı. Tehlike olansa, memuriyetten atılmaktan da pek korkmuyorlardı. Çünkü o yıllarda zor bulunan marangozluk, inşaatçılık ve demircilik gib o yıllarda pek bulunmayan meslekleri edinmişlerdi.

Yakın tarihimizde böyle çok tekrar edilmiş, yüksek sesle bağırıla bağırıla söylenmiş çok yalan bulabilirsiniz . En basitinden balyoz ve kumpas davalarına, 12 eylül 2010 referandumuyla, hakim ve savcı atamalarını siyasetin eline verilmesinin demokrasi getireceğine falan hep inandık daha doğrusu toplum inandı. Çünkü o yıl; fabrikalar-tarlalar, her şey emeğin olacak diyen komünistler ile, kamu iştiraklerini babalar gibi satarız diyen komünistler,  Türkçüler ve tüm medya, bunu ilan etti. Daha öncesinde de özelleştirmeler ile, elektrik faturalarındaki kayıp, kaçak ödemesinden kurtulacağımız ilan etti. 

Ve daha neler neler. Toplumu buna inandırmak için, sadece ısrarla aynı yalanı, büyüterek yetmez, yüksek sesle ve kalabalıklarla da söylemek gerekli. Bunun için de kalabalık bir medya gerekli. Bu da bu serinin 2. yazısı olacakç