anılar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
anılar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

29 Ağustos 2025 Cuma

ANILARLA 17-25'İ YORUMLAMAK

 


17-25 Aralık 2013 yolsuzluk operasyonlarından (ya da adli darbe girişiminin ardından yaklaşık 12 yıl geçti bu yıl itibarıyla. Bence 15 Temmuz'dan daha sarsıcıydı. Malum tarikat, en güçlü çağındaydı. 12 Eylülden beri yice güçlenmiş, ekonomi ve topluma iyice egemen olmuştu. Şimdi uzun uzun anlatmayayım, bir sürü kumpasla Atatürkçü-Alevi-Kürt-Solcu subay, hatta astsubaylar bile oyun dışı bırakılmıştı. Hemen hemen her apartmanda en az bir tane cemaat evi denen öğrenci evi vardı. Dershane sektörünün dörtte biri doğrudan, dolaylı olarak da yarı yarıya bu tarikatın elindeydi. 17 Aralık 2013 sabahına kadar Türkiye'nin en az dörtte biri bu tarikatın üyesi, sempatizanı yada işbirlikçisiydi, yemin edebilirim ama kanıtlayamam.

Bütün bu gücüne rağmen, neden başarısız oldu, bu sorunun cevabını arayacağım. 15 Temmuzla ilgili bir dolu yazı yazmışm bloga, fark ettim ki 17-25'i de sorgulamalıyım (ya da sorgulamalıyız). 17 Aralık sabahına kadar o zamanalardı cemaat yada hizmet hareketi olan FÖCÖ ile iktidar partimiz ve reisi arasında gözle görülür bir gerilim yoktu. İktidarda ilerlemenin ilk şartı, cemaatten olmaktı. Gerilim diyebileceğimiz şey, Föcö'nün o zamanlar MİT müsteşarı olan Hakan Fidan'a kafayı takması, basın-yayın organlarından aleyhine  yayın yapması; iktidarın da deshaneleri kapatmaya kalkması, cemaat yayınlarındna dershanelerin ne kadar ihtiyaç olduğunun propagandasının yapılmasıydı.

Bu dershane konusuna biraz daha değinmek istiyorum. Son beş yılda dershaneler bitme noktasına geldi. Bunun asıl sebebi internetten bilgiye daha kolay ulaşım olması (sırf youtube'da bile sayamayacağınız kadar çok ders anlatım-soru çözüm videosu var), Raund-Doping Hafıza gibi sistemler ve pek çok işsiz öğretmenin özel ders yada öğrenci koçluğuyla geçinmeye çalışmasıdır. 2013'de dershaneler altın çağındaydı. 1993-94 gibi öğreniler 8. (orta son) ve 12. sınıfta, ya da mezunda dershaneye giderken, artık her sene deshaneye gidiliyordu. Okulda haftada 35-40 saat ders gören öğrenciler, bir de dershanede 15-20 saat ders görüyorlardı. Okuldan daha okul olmuşlardı. Hele de lise son sınıflar için, arık okulu asıp, dershaneye gidiyorlardı.

Fecö-Reis kavgasını ilk yazan, o zamanlar Leman yazarı olan Nihat Genç oldu ama doğrudan değil. MİT ile Polis teşkilatı arasında kavga olduğunu yazmıştı. Sonradan çıkan belgelere göre Reis, yetmez ama referandumundan sonra cemaati ve yaecileri yavaş yavaş kendisinden uzaklaştırmaya başlamıştı. Kamuoyu bunu bilmiyordu ve 17 Aralık sabahı herkese, özellikle cemaatcilere şok oldu. Pek çok kişi, anası-babası kavga eden çocuklar gibi kaldı. Sabahleyin, okyanus ötesindeki şeyhin delirmişcesine bağırış, çağırışları, kıyametin habercisiydi. Yolsuzluk operasyonunun, iktidarının en güçlü yıllarını yaşayan reis ve partisini yıkmayacağı belliydi, yaklaşık altı ay önce olup-biten Gezi isyanı bile, sol gelecek korkusunu kalplerine yerleşen sağin, reisi etrafında birleşmesini sağlamıştı. Okyanus ötesi ve ekibinin istediği 2-3 yıl sonrası yapacağı darbe için zemin ve bahane hazırlamak ve cemaat üyelerinin iktidarla karşı karşıya gelmesini sağlamaktı.  Cemaatse, büyük çoğunluk olarak, hiç tepki vermedi. Ardında  25 Aralık operasyonları başladı, cemaat bir hafta daha bekledi. Cemaati ilk esnaf terk etti. Beypazarı esnafının tamamının (Zaman gazetesi zaten uzun zamandır tüm esnafa ve belli makamdaki kimselere ücretsiz dağıtılıyordu. (Okulların müdür ve müdür yardımcılarına mesela) Gene de pek çok kişi, hem gazeteye abone oluyor, hem de bayiden alıyordu. 2014 Ocak ayını  ilk günlerinde, Zaman gazetesi dağıtıcıları kovulmaya başlandı. Esnaf, tarikat öğrencisi evlere yardımı kesti, bu evlerde kalan öğrenciler ilk defa yokluk hissetmeye başladı. Ocak ayının ortasında memurlar da tarikatı terk etmeye başladı.

Bu arada yolsuzluk dosyaları, belgeler, kasetler, tapeler, internete yağmaya başladı (Bunları halen internttette bulabilirsiniz. Silinse de birileri ekliyor.) Bunlar iktidar tabanını zerre kadar rahatsız etmedi. Çalıyor, ama çalışıyor; iktidar yanlıların sloganı oldu. O zamanlar, ekonominin iyi günlerinin sonu, kötü günlerinin başlangıcıydı. 2013'ün sonu, 2014'ün başı diye ele alırsan on bir yıl öncesi bu olanlar. Çalıyorsa, bizim paramızı çalıyor diyordu iktidar seçmeni. İktidar seçmeni sanıyordu ki laik-seküler, Atatürkçü-Alevi ve Kürtlerden alınıp, onlara verilecek; kendileri de Sünni-sağcı kitle olarak sınıf atlayacaklardı. Oysa bu on yıl içinde büyük ölçüde tersi oldu. Mesela ben reisin, dolar alan yaya kalır sözünü dikkate alıp, Türk lirası yerine Amerikan doları biriktirmeye başladım ve zarar etmedim. İktidar partisinin oy vereni olarak kendisine adam torpil arayanlar, kredi arayanlar, hüsrana uğradı. Ayakkabı kutularındaki dolar yığınlarının görüntüsü bile iktidar yanlılarını yandaşlarından ayırmadı. Diğer yandan be ta o zamandan anladım ki yapmamız gereken, karşıdevrime karşıdevrimdir. O günlerde hem cemaat, hem iktidar, birbirlerinin pisliklerini kısmen ortaya dökmeye başladı. Ortaya çıkan yolsuzluk rakamları, iktidar yanlısı olmayanları dehşete düşürmüştü ama bugüne göre küçük rakamlardı. O zamanlar sorular çalındı diye telaşlanıyorduk oysa komple diplomalar sahteymiş.

Ardından iktidar-tarikat savaşı başladı, 2014 Ocak ayında tarikat pek çok üyesini ve ortağını kaybetmeye başladı. Diğer tarikatlar ve diğer Nurcular bir yana, tarikat sayesinde memur olanlar, tarikat sayesinde sınav kazananlar, mücadele ciddileşince, tarikatı terk etti. Pek çok kişi, tarikatın özel okullarından (taşradaki özel okulların çoğu bu tarikata bağlıydı)çocuğunu aldı, tarikata yapılan yardımları kesti. O günlerde himmet kavramının yeni anlamını öğrendik. Himmet, Allah'ın yada başka bir kişi yada şeyin (devlet-peygamber) himayesine girmek, ondan af yada yardım istemektir ve dinde, Allahtan başkasından himmet istenmez. Meğer cemaat marifetiyle toplanan haraç paralarına da himmet deniliyormuş. Cemaat sayesinde iş sahibi olanlar, özellikle memur olanlar, maaşlarından bir payı, bekarlarsa %15, evlilerse %10'unu veriyormuş. Esnaftan alınanlar da cabası. İktidar da cemaatin öncelikle basın organlarına baskı yapmaya başladı. Cemaatte, Yumurca tv, Can Erzincan tv'ye varana kadar tüm medyasıyla saldırdı.

Asıl büyük kavga, Bankasya üzerinde koptu. Onbinlerce kişi bu bankadan parasını çekerken, halen bağlı kalanlaar, tüm birikimini, nakite çevirip, bu bankaya yatırdı. İktidarın ilk fişlediği de bu bankada parasını ısrarla tutanlar oldu. Fecömetrenin ilk ölçütü buydu. İkincisi okullarına öğrenci götürmek, üçüncüsü de o mesajlaşma uygulaması oldu. Ben bu bankanın bu kadar önemli olacağını ummamıştım çünkü bu banka, her yerde şubesi olan yada şubeleri devasa bankalardan biri değildi. Biz dar gelirli kullar için bankanın büyüklüğü şube ve çalışan sayısıyla orantılıdır. Şubelerde büyük ve gösterişli olmalıdır. Oysa bu bankanın şube sayısı az olduğu gibi, dış cephe itibarıyla ( Herhangi birininiçini hiç görmedim) öyle gösterişli yerler de değildi. Demek ki çok para dönüyordu. Aklımda kalan görüntü, televizyonlarda gördüğüm,  banka şubelerinde Kuran okuyan insanlar oldu. Hani tasavvuf, hani malı,canı, cenneti terk, hatta terki terk? Bu tarikat, banka şubelerinde dua ederek öldü.

Diğer tarikatlar da aynısı olacak. İngiltere'deki, Fransa'daki mülklerinde, İngilizce isim verdikleri özel hastanelerinde, her yaz bol bol Atatürk'lü reklam yaptıkları özel okullarında,  holdinglerinin hisse senedi tahtalarında, İsrail'e çelkik, kablo, iç çamaşırı ve bilumum ihtiyaç malzemesi sattıkları fabrikalarında,  mini etekli kızları çalıştırdıkları zincir lokantalarında dua ederek öleceksiniz.

17-25'in başarısızlığını ve 15 Temmuz'u yenilgisini, Arka Sokaklar isimli uzun süreli diziden anlamıştım, çünkü Aydın Doğan yaş tahtaya basmazdı. Örgüt, devletten ve kendisinden yararlananlarla dolmuştu, iktidarı devirmek isteyenlerle değil. Birebir örnek değil zira Fecö, iktidarın doğrudan ortağıydı; 12 Eylül darbesi sırasında Dev-Yol'da benzeri durumdaydı, 1980'de kırk milyonluk ülkede, yarım milyon kadar üye ve sempatizanı vardıİ toplamda asker ve polisten kalabalıktı. Darbeden az önce içinden Dev-Sol'u çıkarmıştı. Dev-Sol'da önce Dayıcı-Bedrici diye bölündü ve Parti-Cephe ortaya çıktı. Cephe'de arada Savcı, Selim Kiraz cinayeti gibi sansasyon çıkarıyorsa da halk tarafından sevilmekten uzak. Gezi'den sonra solun merkezine Marksizm değil, yetme amacı-liboş-cemaatin toptan düşman olduğu Kemalizm oturdu.

Oysa Lenin, yüz milyonluk Rusya'dai on altı bin üyeli Bolşevik partisi ile devrim yapmıştı; Küba'da devrim yapanlar seksen üç  (Fidel, Raul ve Che dahil), Nikaragua'da Sandilistler, üç yüz kişiydi. Çünkü siyasette, ya devlet başa, ya kuzgun leşedir. Yani devletin başına geçemezseniz, cesedinizi gömmezler, kuzgunlar yer. Semih Terzi'yi gömecek mezar bulamadılar da, üzüm bağına defnettiler. Bu tarihin her döneminde ve her ülkede böyleydi. Baader Meinhof çetesi, sahinden de aniden, Almanya'nın dört bir köşesindeki hapishanelerinde, aynı gece, intihar ettiğine mi inanıyorsunuz? Olay sadece idam, infaz, hapis değil; sürgünleri dışlanmışlık ve iktidar nimeti tatlı gelen dostların sizi terk etmesidir. Bu yüzden gerçek devrimlerin öncüsü küçük bir azınlıktır ve gene bu yüzden Rosa Luxenburg'un dediği gibi, devrimler olmadan önce imkansız, olduktan sonra kaçınılmaz görünürler.

Cemaat, 17-25'e kadar hep gölgelerde, satın aldığı cellatlarla, iktidarlarla işbirlikleriyle çalışmıştı ve hep kaçak döğüşüp, vur kaç yapmıştı. Oysa gerçek savaş, en sonunda bir süngü savaşıdır. Ne kadar savaş uçağınız, SİHA'nız, keskin nişancınız olursa olsun, ölümü, sürgünü, dışlanmayıi hor görülmeyi göze almalısınız. Yetmez amacılar, sizin uğrunuza ölmez. Cemaat o kadar korkaktı ki, darbe için yaz tatilinin ortasını seçti ve pek çoğu da o meşum gecede tatildeydi. Sosyal  medyada millete sokağa çıkmayı demekle vakit geçirdiler; yapmaları gereken sokağa çıkıp, askerlerin koluna girmekti.

Böylesi sisteme örgütler, iktidar olamazsa da, tam yok olmazlar yada yok olmaları çok uzun zaman alır; pek çok kişi hayata bu örgütler sayesinde katılır. Bir kardeş örgüte girer, dağa çıkar; ailenin kalanı Avrupa ülkelerine iltica eder (amaç odur zaten) yada örgütün çatışmadan uzak birimlerinde geçinir, gider. 2016'dan bu yana bu tarikattan kurtulamadık, ara ara halen operasyonları yapılıyor; parti cephe yada pcc'den de öyle çabuk kurtulamayacağız.

Öte yandan 17-25'i tekrar tekrar hatırlamalı ve incelemeliyiz.

27 Ocak 2025 Pazartesi

LÜBNAN İÇ SAVAŞININ ŞAHİDİ

 


BEYRUT’AN ISPARTA’YA

 

         Ben ilkokuldayken televizyonda haberlerin çoğu, Lübnan iç savaşı hakkında olurdu. Ülkedeki etnik gruplar sık sık çatışırdı. Sünniler, Şiilerle, Müslümanlar, Hıristiyanlarla, Dürziler, Hıristiyanlarla, çoğu kez de herkes, herkesle savaşırdı. Sık sık diplomatlar, papazlar, misyonerler ve Beyrut Amerikan Üniversitesi profesörleri kaçırılırdı. Olayların çoğu, nüfusun çoğunluğunun yaşadığı Beyrut şehrinde olurdu. Şehir harabeydi, harap olmaya devam ediyordu, çünkü harbin merkezindeydi.

         O Beyrut ki, bir zamanlar, Ortadoğu'nun, Paris'i diye anılırdı ve Dünya zenginlerinin para harcadığı turistlik merkezlerden birisiydi. Lübnan'da, yasalarındaki boşluklardan dolayı kaçan vurguncular sayesinde, Ortadoğu'nun İsviçre'si olarak anılırdı. Tabi bir de İsviçre meselesi vardı. Tam tarafsız olmak için, Birleşmiş Milletlere bile üye olmayan, İsviçre, vurguncuların sığınağıydı. Banka hesaplarını, sahipleri başkasına teslim ettirmiyorlar, kontrol de ettirmiyorlardı. Doksanlı yıllarda, mafya örgütlenmelerine karşı uluslararası işbirliğinin yaygınlaşması ve yüz ölçümü küçük, ekonomisi büyük bu ülkenin de bundan kaçamaması sebebiyle, İsviçre'ye kaçma ve İsviçre'de banka hesabı olmak, demode oldu. İsviçre'nin yerini, Karayib denizindeki ada ülkeleri aldı.  Neyse biz Beyrut'a dönelim. Beyrut, iç savaş çıkmadan evvel, zengin, lüks, ihtişamlı bir şehirdi. Ortadoğu'nun en büyük havaalanına ve limanına sahipti. Geniş bulvarları, caddeleri, vardı. Dev alış veriş merkezleri, lüks otelleri vardı. Ne yazık ki bu şehir ve bu ülke, ben bu hikayeyi yazarken de, büyük bir kargaşalık içinde.

         Lübnan, tabi ki Beyrut'tan ibaret değildi. PKK başta olmak üzere hemen her terör örgütünün, Bekaa vadisinde kampı vardı. Bu kamp, ülkenin doğusunda, Suriye sınırında ve Suriye kontrolündeydi. 1991'de Sovyetler Birliği dağılmadan evvel, sanki tüm dünyanın illegal komünist örgütleri orada toplanmıştı. Hem İtalyan Kızıl tugayları, hem de Japon Kızıl ordusunun kampı vardı. Bir de PKK’nın meşhur Mahzun Korkmaz akademisi vardı. Böleninin yerli ahalisi de, bölgeyi terk etmiş değildi. Portakal bahçeleri ile, esrar imalathaneleri iç içeydi. Geniş alanlarda haşhaş ekilirdi.

         Güneyi, Şiilerin, Hıristiyanların ve İsrail’in boks ringi gibiydi. Şiiler ise, bu günkü gibi Hizbullah’ın merinde yek vücut değildi. Hizbullah ve Emel örgütleri vardı.

         Ona rastladığımda 1996 yılıydı. Isparta da Süleyman Demirel Üniversitesinde öğrenciydim. Çarşıda sürekli yemek yediğim, küçük ve ucuz esnaf lokantalarından birisindeydim. Öğle yemeğim için oturmuştum. Lokanta, çok küçük bir dükkândı. Mezun olduktan ve Isparta'dan ayrıldıktan yıllar sonra gittiğimde terinde yoktu. O, hemen karşımda bir masaya oturdu.

         Bende bayağı genç cesareti varmış. Bu gün böyle bir şey yapar mıyım, yapmaya cesaret edebilir miyim, bilmiyorum. Konuşması, Araplar gibiydi. Arapça bir kelime söylemiyordu ama sanki bir Arap, Türkçe konuşmaya çalışıyordu. Harflerin, kelimelerin ağzından çıkışı bir garipti. Dayanamadım, sordum:

         -Affedersiniz, siz Arap mısınız?

         -Arap memleketlerinde kaldım, dedi.

         -Hangisinde, diye sordum.

         -Lübnan' da, dediğinde, çok heyecanlandım.

         -Savaş sırasında orada mıydınız?

         Bu soru, onu da heyecanlandırdı. İçinde kalan tüm sözleri döktü bana. O çatışmaların yoğun olduğu zamanları, tam içinde yaşamıştı. Döktü bana içini. Her sorunu yanıtladı.

         -Orda otuz altı ayrı etnik grup varmış öyle mi?

         -Yetmiş iki, yetmiş iki dedi. (Halk arasında Dünya'da yetmiş iki millet var denir ya. Hatta annem yetmiş iki buçuk derdi. Buçuğu, Çingenelermiş.) her milletten azıcık azıcık var orada.

         -Hepsinin arasında husumet var mı?

         -Ohoo. Hiç biri diğerini çekemez. Müslüman'ı, Hıristiyan'ı, ayrı ayrı düşmandır; Marunî’si, Rum'u ayrı. Müslüman'ının da, Şii'si, Sünni'si, Alevi'si ayrı kavga eder.

         -Neden kavga ediyorlar? Sebep ne?

         -İngilizler fitne sokuyor. Karınla kavga etsen, İngiliz'den bileceksin derler, doğrudur.

         -Peki, kavga ettiklerinde birbirleriyle konuşmazlar mıydı?

         -Yok, yok. Emelcilerle (Şii Emel örgütü) ile Marunlar (Maruniler. Katolik Arap Hıristiyanlar) gündüz savaşırlar, gece beraber yemek yerler.

         -O kadar samimiyseler, neden savaşıyorlar.

         -Reisleri emrediyor.

         -Kendileri düşünmüyorlar mı?

         -Yok yok. Ne emredilirse, onu yaparlar.

         -Peki, her etnik grup, aşiret, kendi aralarında mı evlenir sadece?

         -Evlenmezler. Öyle birbirlerine kız alıp, vermezler. Kimin, kimle evleneceği bellidir.

         -Bekaa vadisine gittin mi hiç? Oradakiler nasıl insanlar.

         -Git, pisler. Ahlaksızlar.

         -Nasıl ahlaksızlar. Teröristleri barındırdıkları için mi?

         -Yok, öyle değil. Nasıl anlatsam. Ben senin bacını yapıyorum, sen benim bacımı götürüyorsun.

         -Cinsel serbestlik var yani.

         -PKK (O zamanlar esas üssü oradaydı.), Japon Kızılordusu falan. Tüm terör örgütlerinin kampı varmış orada.

         -Var, var. Fazlası da var.

         -Sen orada nasıl kaldı.

         -Bizim şirket orada iş almıştı. Sonra savaş çıktı. Ben evlenmiştim. Benim hanım Arap.

         -Hiç çatışma gördün mü?

         -Olmaz mı? Bir keresinde ben, el arabasıyla banana satıyordum.

         -Banana ne?  Ne demek.

         -Banana. Meyve. Hani çikita var ya.

         -(İngilizce dersini hatırladım.)Ha, muz.

         -Muz ya. Arabamı itekliyordum. Bir anda çatışmanın ortasında kaldım. Bir köşeye sığındım. Araba, çatışmanın ortasında kalmıştı. Oradakilerden birine dedim; benin araba, bananalar orada kaldı. O da, be alırım dedi. Atıldı ortaya. Taklalar ata ata, yuvarlana yuvarlana gitti. Arabayı aldı. Başını eğip, ateş ede ede, arabayı oradan çıkardı bana verdi.

         -Halen zenginlermiş öyle mi? O kadar savaş, zenginliği yok etmemmiş.

         Öyledirler. Halen zenginlerdir. Şimdi Beyrut'ta sokakta çatışma olur. çok değil, iki saat sonra orada çatışma olsun demezsiniz. Zengini tam zengindir. Orada en güzel elçilik, Türk elçiliğidir. Öyle ki Isparta'nın otelinde (Süleyman Demirel heykelinin arkasındaki, Büyük Isparta Otelini kast ediyordu. Benim öğrenciliğimde de, Isparta'da çok otel vardı. Turistlik belgesi, yani yıldızı olan iki otel vardı. Biri İstanbul yolu üzerindeki Bolat oteli, diğeri de mülkiyeti belediyeye ait, bu oteldi.) Neyse ben çıkıyorum. Hanım bekler dedi ve çıktı.

         Onun ardından, lokanta bayağı sessiz kalmıştı.o, hem benle konuşup, yemeğini bitirtmeyi başarmıştı. Bense yemeğimi soğutmuştum. Arada kendi aralarında konuştular.

         -Çok kalmış oralarda. Arada anlatır.

         -Ne dediği anlaşılmıyor. Gerçekten de, harfleri çok garip telaffuz ediyordu.

         -O anlıyor diye beni gösterdi.