kenan evren etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
kenan evren etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

4 Ocak 2025 Cumartesi

ROMANTİK FAŞİZMİN SEFALETİ 3-KAPİTALİST MAŞALIĞI



Jack London, 1907 basımı Demir Ökçe romanında faşizmi en az 15 yıl öncesinden görmüştü. Romanda sosyalist devrimin geldiğini gören oligarşi, milliyetçiliğe dayali diktatörlük kuracağını yazar. Burada London'ın fütüristlik zekasını görürüz. Daha faşizme adını veren rejimin İtalya'da iktidara gelişine on beş yıl vardır. Gerçekten de Mussolini, bizzat burjuvanın ataması ile iktidara gelir, İtalya'da bir Bolşevik devrimine engel olmak için. Faşist birliklerin dört koldan Roma'ya yürüyüşü sadece iktidarı meşrulaştırma aracıdır. Portekiz'de iktisat profesörü Salazar,  yavaş yavaş yetkilerini arttırıp, en nihayet ülkenin diktatörü olur. Her ülkede faşizm, burjuvazinin hizmetindedir, işgal ve fetihleri, onun karı içindir. Hitler, daha birahane darbesi sonrası hapisteyken, Kavgam kitabını yazdığında, imparatorluğumuz doğuya doğru, kara imparatorluğu olacak demiştir. Alman burjuvaizisi ise, 1941'de Dünya petrolünün dörtte birinden fazlasını üreten Bakü'yü fethetmesi için onu Sovyetler Birliği ile savaşa yönlendirir. Yapması gereken, Kırım'ı almakla bile uğraşman, Bakü'ye gitmektir. Oysa Hitler, her diktatöt gibi kibirden aptallaşmış, Lenin'in adını taşıyan Leningrad'ı, başkent Moskova'yı, her ikisi de olmayınca Stalin'in adını taşıyan Stalingrad'ın fethine kafayı taktı. Sonrası malum, büyük yıkım.

1943'de, Amerikalılar, Sicilya adasının fethinde bazı mafya babalarını kullanınca, faşizmin ikinci dönemi başladı. Faşizmin, sosyalizmi engel olma görevi gene değişmemişti ama bu sefer mümkün olduğunca iktidardan uzak duracaktı.  Ülkücülerin meşhur türkücüsünün deyimiyle artık 'Yardımcı Güç Devlete' 'ydi. (Doksanlarda bu sözleri dinlediğimi hatırlıyorum ama interneti o kadar karıştırmama rağmen bu türküyü bulamıyorum) Zaten iktidarda olan faşist liderlere de (Franco ve Salazar) dokunulmadı. Onlar zaten burjuvaya hizmet ediyordu. Onların kendi kendine yıkılmasını bekledi. Mevcut faşsit oluşumlarsa, hem komünist militanlara karşı savaşmak, hem de demokrasiden pek hazzetmeyen burjuvalar için darbelere uygun zaman yaratacaklardı.  Darbeciler, iç savaşı  engelleyen kahramanlar olacaktır. Burada amaç sadece komünist  yada sol iktidarları engellemek değil,  aynı zamanda büyük şirketlerin ve uluslar arası şirketlerin karların artmasını sağlayacaklardı. Son yetmiş yılın askeri darbelere bakın. 27 Mayıs darbesinden sonra, Yassıada mahkemelerinde yolsuzluk diye sadece örtülü ödenekler yargılandı, ihaleler hiç incelenmedi. Demokrat  parti döneminde  kimler zenginleşti hiç incelenmedi. 12 Eylül DİSK'i (Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu) ve MİSK'i (Milliyetçi İşçi Sendikaları Konfederasyonu ) ve dahi bilumum işçi sendikalarını kapattı, tüm mallarına da el koydu. Kenan Evren, bir konuşmasında, DİSK'in matbaasından nefretle bahseder. (İnternetin bilim kurgu olduğu, radyo ve televizyonun da devletin olduğu çağda,  matbaa çok önemliydi.) MESS (Metal iş verenleri sendikası) ve diğer işveren sendikaları kapanmıyor. İşçi dernekleri ardı ardına kapanırken, TÜSİAD ve diğer işveren derneklerini kapatmak bir yana,  daha da büyütür. Halit Narin, o meşhur lafını etti:

-Bu güne kadar hep işçiler gülmüş, biz ağlamıştık; bundan sonra işçiler ağlayacak, biz güleceğiz.

Bu gülme bedava değildi elbet. 12 Eylül generallerinin hepsi bir şekilde TÜSİAD holdinglerinin, bankalarının, şirketlerinin yönetim kurulu üyesi, başkanı falan olur.    27 Mayıstan itibaren zaten, pek çoğu Özal ve sonrasında özelleştirilen kamu iktisadi teşebbüslerinde, özellikle bu gün son kuşağın adını bilmediği kamu bankalarının (Pamukbank, Tönbank, Türkbank vs) yönetim kurumlarında yada gümrük kapısı müdürü falan oluyordu. 12 Eylülle de TÜSİAD üyeleri arasına emekli general ve albay istihdamı, zorunlu gibi bir şey oldu. 12 Eylül'ün baş planlayıcısı Haydar Saltık, Koç Holdinge yanaştı. Sabancı ondan fazla general istihdam etmiş. Tahsin Şahinkaya, Kale holdingle hem ortak, hem dünürdü. Tüm Petrol Ofisi istasyonlarını, Kale Bodur seramikleriyle döşetti. Seksenlerin sonuna kadar, Özal'ın o meşhur generalleri emekli etme operasyonundan çok sonra bile askerlerin bürokrasi ve özel sektör yönetimindeki egemenliği devam etti. Hem de ne ediş. Mesut Yılmaz'ın Maliye ve Gümrük bakanı olduğu zamanda, Kapıkule gümrüğünde ülkeye sokulmaya çalışılan bol miktarda Amerikan dövizi ele geçirildi. Sonra dövizim sahibi ele geçirilen paranın çok daha fazla olduğunu ve yağmalandığını söyledi.Mesut Yılmaz soruşturma açacakken, diğer generaller araya girdi, soruşturma kapatıldı. Çünkü Kapıkule'nin o dönemki müdürü, emekli bir albaydı. (12 Eylül öncesi, Ecevit'in, Adalet Partisinden CHP'ye bakanlık vaadi ile trasnfer ettiği Maliye ve Gümrük Bakanı Tuncay Mataracı'nın görevden alınmasına sebep olan İpsala Gümrük Kapısının müdürü de emekli astsubaydı) Bu generallerin özel sektöre sadece emeklerini mi verdiklerini, çalışanların bile lastik damga dedikleri şahısların şahane özel sektör yöneticileri olduğunu mu sanıyorsunuz?

12 Eylül boyunca binlerce Ülkücünün tutuklanması, Ülkücülere şok oldu. Her şeyi devlet için yapmışlardı, öyleyse neden ceza alıyorlardı? Oysa darbe rejiminin, ülkeyi iç savaştan kurtardı görünümü vermesi gerekiyordu. Diğer yandan Ülkücüler, 12 Eylülün hemen sonrası devletteki görevlerine geri döndü. Doksanların sonlarından, 2015'lere kadar devletteki pek çok mevziyi tarikatlara kaptırdılar. Şimdilerde bir kısmını aldılarda da, pek çoğu da artık gelmez.

Bu son açılım sürecine getireyim konuyu. Devlet bey neden birden bire açılım sevdalısı oldu? Biraz geriye gidelim. Fenerbahçe başkanı ve ülkeminin en büyük sanayi burjuvası ailesinin üyesi Ali Koç'un ani ve nedeni belirsiz olarak  Bahçeli'yi ziyaretini ne çabuk unuttuk? Koç holdingin veya diğer holdinglerin belirli günlerdeki Atatürkçüyüz şovları, 8 Mart'ta kadınlardan yanayız şovu kadar sahtedir. (Hamile çalışanları hemen işten çıkarırlar yada kıdemini düşürürler.) Koç holding, dünya kadar kamu iktisadi teşebbüsünü özelleştirmelerle aldı. 12 Eylülün en büyük destekçilerindendi. Ragmetli Mustafa Koç'un Gezi zamanında göstericileri Divan oteline alması da sizi kandırmasın. Son açılımda sizi kandırmasın, umutlandırmasın. Örgüt bitse bile başımıza daha büyük bela gelecektir. Şu anda en az beş AKP, beş de DEM mebusu, ana-baba bir, öz kardeştirler. Her seçim sonrasında bu gerçeklik değişmez. Güney Doğuda seçimler büyük ölçüde feodal bağlarla ilgilidir. 

Diğer yandan siz hiç şehit TÜSİAD'lının, MÜSİAD'lın çocuğunun şehit olduğunu gördünüz mü sorusunu çok duymuşsunuzdur. Dağda ölen DEM-HDP-HADEP mebusunu yakınını da duymazsınız. Örgütün bir zamanlar iki numarası olan Şemdin Sakık'ta tutuklandığında, bir sürü kişiyi suçladı ve yargılanmasına sebep oldu. Bu sözde suçlamalar, Türk basının amiral linç edicisi, Ertuğrul Özkök Hürriyetinde manşetten verildi, sonra da yalan olduğu ortaya çıktı. Şimdi de pek çok yalan söyleniyor ve söylenecek. Şüpheci olmak en iyisidir. Savaştan incinmemiş olanların, savaşı bitireceklerine inanmayın. 


29 Kasım 2024 Cuma

MUAZZEZ İLMİYE ÇIĞ ELEŞTİRİSİ

 


Hem nalına, hem mıhına derken, Muazzez İlmiye Çığ'ın başkanı olduğu HZİ (Hamide Zekeriya İtil) vakfı ve nöroloji profesörü kardeşini Turan İtil'den bahsetmeyeceğim yada uzun uzun anlatmayacağım. Hem bu konulara hakim değilim, hem de bu vakfın Doktor Menegene veya Unit731 vari deneylerine muhattap olanlar, her şeyi ayrıntısı ile anlatmıştır. Onun altı- yedi kitabını okumuş biri olarak, onun popülist tarihçiliğini eleştireceğim. En başta kamu oyunun pek az bildiği bazı şeyleri maddeler halinde sıralayayım.

1)Sümerler, Anadolu'da yada Türkiye Cumhuriyeti, hatta Misak-ı Milli sınırları içerisinde yaşamadı. Yaşadıkları coğrafya Irak'ta, Bağdat'ın güneyindeydi. Hitit kralı 1. Murşili, Babil'i yağmalarken,  yüz binlerce tableti de başkenti Hattuşa'ya taşımıştı. O zamanlar da Sümer devletleri yıkılalı bin yılda yakın bir zaman olmuştu. Babil'i yöneten Akadlar ise bir Sami yani Arap-Yahudi toplumuydu. Türkiye'de bu kadar çok Sümer tableti olması, British Museum yada her hangi bir Avrupa müzesinin, dünyanın dört bir yanından eserlerle dolu olmasıdır. Dünyadaki Sümer tabletlerinin üçte biri de, Murşili'nin bu yağması sonucu Türkiye'dedir. Hititler tüm bu Sümer-Akad tabetlerini sadece almakl kalmayıp, sınıflandırıp, tercüme etmişler ve hatta yorumlamışlardır. 

2)Sümerler, bölgenin ilk sahibi olmadıkları gibi, ilk şehir kurucuları da değillerdi. Sümerler bölgeye ne  zaman geldikleri ile ilgili tahminlerde iki bin yılık bir tahmin var. Daha önce bölgede, Tel el Ubeyd köyünde ilk defa Sümerlerden ayırt edildikleri için Obeyd kültürü denen (Batı dillerinde U sesi kolay telaffuz edilmediğinden böyle denilmiş) halk vardı. Bu halk insanlığa biriket tuğlanın icadını armağn etmiş, tuğla sayesinde insanlık hemen hemen her yere ev yapabilir olmuştur. Obeydler aynı zamanda kabristan denen toplu mezarlık alanlarının da mucidiydiler. Daha önce insanlar ölülerini ya doğaya terk ediyor, ya dolmen denen bireysel mezarlık yapılıp, öldükleri yer yada yakınına gömülüyor, ya da Çatalhöyü'deki gibi, evlerinin altına gömüyorladı. Obeydiler köyleri ve kasabaları için toplu mezar alanları, yani kabristanlar kurmuşlardı. Sümerler bin yıl önce yada sonrası yanılma ile M.Ö .5000'lerde arkeologlara göre Kafkasya'dan, Çığ'a göre Orta Asya'dan, bölgeye gelip, bölge halkına egemen olmuşlardı.

3)Babilliler ve Asurlular, Sümer değildi. Buna ilk maddede değinmiştik. Asurlular, farklı bir dil ve milet olmalarına rağmen (hatta Hitit kültürünü de yok etmelerine rağmen), Babil imparatorluğunda ara dönem yada sülale değişimidir. Akadlar,  göçebe çöl kütürü olarak önce kendi şehirlerini kurmuş, sonra da Sümerler ve diğer miletlere (Sümer, Elba, İsrail vesaire) egemen olmuşlar fakat önce İran (Pers) sonra Makedon krallıklarının egemnliği ile tarihten silinmişlerdir. Hattaherkesin tablet çözümü sandığı ama büyük ölçüde Çığ'ın kurgularının da eklendiği meşhur şair Loudungirra, Akad egemenliğinde yaşamaktadır ve Sümer kültürünün kalıcı olması için 

4)Sümerler, Türk olamayacak kadar eskidirler. Sümerler şehir devletleri kurduğunda dünyanın %90'ı halen avcı ve toplayıcıydı. Hani deniliyor ya, Giza piramidi yapıldığında halen Mamutlar yaşıyordu. Sümerler, Giza yapıldığında çoktan Akad egemenliğine girmişti. Türklere yada Türk diyebileceğimiz insanlara ait en eski kalıntı, Rusya'nın Altay  bölgesindeki Arjaan 2 höyğündeki alıntılardır ki, buranın Mezopotamya'ya uzaklığı, on binlerce kilometredir. Kazakistan'daki Altın Adam bile Sümerlere binlerce kilometre uzaktır. Sümer yazısı ile Göktürk yazısı arasında bir ilgi yoktur. Orta Asya yada Türkistan denilen bölgenin kesin bir sınırı yoktur. Sümer dini ile Türkistan-Sibirya inançları arasında bir ilgi de yoktur. Nodurgan bayramı denen şeyde, Çığ'ın uydurmasıdır ki bu söz, Sibirya-Göktürk tarihi üzerine uzman Profesör Ahmet Taşağıl'ın fikrdir. (Ben de bu fikirdeyim.)

5)HZİ vakfı ve 12 Eylül ile ilgili çok az bilgimiz var ve 12 Eylül asla yeterince araştırılmadı ve yargılanmadı. 12 Eylül ile ilgili bek çok kişi ve kurum korunuyor.  2010 12 Eylülündeki meşhur yetmez ama referandumu kocaman bir fasaryaydı. Bunamış emekli generalle Hüseyin Kıvrıkoğlu ve Kenan Evren, sembolik bile denmeyecek uyduruk bir şekilde yargılandı. Askeri mezarlığa gömüldüler, ünvanları bile ellerinden alınmadı. İleri derecede bunamış iki emekli orgeneal, idam edilse ne olacaktı? Bu darbede sadece  beş kuvvet komutanı yoktu.  Tüm holdinglerin, bankaların yönetim kurularında, çeşitli yöneticiliklerinde emekli general ve albaylar vardı. Astsubaylar bile bu darbenin nimetlerinden faydalandı. En basitinden uzun yıllar süren Bizimkiler dizisindeki Sabri bey, emekli bando astsubaydır ve apartman yöneticisi olarak agresifliği de 12 Eylülün topluma verdiği asker korkusundandır. Tüm olumsuzluklarına rağmen, uzun süre apartman yöneticiliğinden alınamaz. Sık sık şimdi zaptı tutuyorum diye etrafındakileri tehdit eder. Bu tehditler, 2024 yılları için aptalca ve komik gelebilir ama darbenin psikolojik etkisinin güçlü olduğu yıllarda, bir askerden böyle bir tehdit, insanı korkutabilirdi.  Aradan bir kaç yıl geçip, insanlar 12 Eylül psikolojisinden urtulmaya başlayınca, Sabri bey, yöneticilik makamından indirilir. Makamını terk ederken de karısına, yazık, faizlerden olduk, akmasa da, damlıyordu, der. Yani bu apartman yöneticiliğini de bedava yapmıyordur. Yöneticiliği bırakınca, özel müzik dersi vermeye başlar.

Sorun sadece askerler değil, baştan bir toplumsal çürüme ve belli bir kesimn zenginleşmesidir. Devlet Güzel Sanatlar müzesinden, bazıları fotoğrafları bile kaybolan resimlerdir. On bin kadar bürokrata (Albay'dan yukarı suba, vali, kaymakam, bilumum genel müdür ve benzeri makamdaki bürokratlar,  üst düzey bürokratlar vesaire) ve belk dahafazlasına her yılbaşı gönderilen hediye setidir aynı zamanda sorun. (Bu muhteşem sette, puro, kanyak, köpüklü şarap gibi o yıllarda Tekel idaresinin ürettiği bir sürü üründen numuneler vardır). Tüsiad üyeleri bu dönemde servetlerini kat ve kat arttırmışlardır. Tüsiad üyesi olmayıp, o yıllarda ticarete atılmış ve servet yapmış çok kişi vardır. Bunlardan hiç birine hesap sorulmamıştır. Ankara Emniyet Müdürlüğünün meşhur DAL (Derin Araştırmalar Labavatuarı) grubuna ait kısımları yıkılmış ama işkenceci DAL polislerinin hiç biri yargılanmamıştır. 12 Eylülün asl zengini Doğramacı ailesidir. Ailenin sahibi olduğu Tepe holding, halen ülkeyi sömürüyor. ÖSYM'nin tüm basım ve optik okumasını yapan Tepe matbaasını, devlete ait olduğu zannediliyor. Kopya sıkandalında Tepe matbaasının rolü hiç sorgulanmadı. Sorgulanmayan diğer bir önemli ve unutulan konu, dönemim hava kuvvetleri komutanı Tahsin Şahinkaya'nın şaibeli serveti, sık sık kaza yapan CASA uçakları ve hem dünürü, hem ortağı Toprak Seramik para kazansın diye, o zamanlar devlet iştiraki olan Petrol Ofisi istasyonarının Kale Bodur ile döşenmesidir. Daha nice nice konudur. Eski başbakanlardan Mesut Yılmaz,  asıl yolsuzluklar, darbe dönemlerinde olmuştur, demişti bir röportajda. Bunlar hiç araştırılması, araştırılamadı çünkü 12 Eylül vesayeti devam ediyor.

HZİ varkfı, sadece Türkiye'de HZİ vakfı değil, pek çok NATO ülkesinde, aynı gayrı insani yapan kurumların adı da HZİ ve bu ismin, Muazzez hanımın anasının, babasının adı ile alakası yok. HZİ Vakfı, bir NATO kurumu. 12 Eylül darbesi de Türk ordusunun iktidara el koyması değil, NATO'nun iktidara el koymasıdır. Bu dernek hakkında bu kadar az şey bilinmesinin sebebi, iktidarlara bağlı medyanın, bu ve benzeri dernekleri görmezden gelerek korumasıdır.

6)Muazzez İlmiye Çığ'ın ideolojisi de aslında faşizmdir ve Atsız ırkçılığının bir yansımasıdır. Atsız'ın güneş dil teorisine ve Batı Asya'nın kadim halklarının Türk ilan edilme ideoojisine karşı olduğu, Atsız'ı bilen herkesçe malumdur. Sırf bunun için Atsız, Dalkavuklar Gecesi diye bir roman yazmıştır ki bu roman aynı zamanda Atatürk'e doğrudan saldırıdır. Çığ ise karşı kamptadır ama batı Asya- orta doğu denen ülkelerin, ilk çağ medenyetlerinde, biinenler arasında,  Ural-Altay dilini konuşan toplum yoktur. O da Sümer dilindeki bazı benzerlikleri baz aldı. Dilde bazı benzerlikler yakalasa da, inaçta ve geleneklerde Sibirya-Orta Asya inançlarıyla  bir benzerlik yoktu. O da Sümer inançları ile İslam ve diğer İbrahimi dinler arasındaki ilişki üzerinde durdu.

Oysa bu, Mısır'da, Rosetta taşının okunmasından beri sır değildi. Her yeni tablette, bu sır daha daaçığa çıktı. Antik Mısırlılara göre Yahudiler, istilacı Hiksoslarla beraber ülkeye gelmiş olan Mezopotamyalı bir kavimdi ve Hiksoslarla beraber Mısır'dan gitmemişlerdi. Bir süre Mısır devletine hizmet etmiş, sonra da kovulmuşlardı. Geri kalanı mitolojdi. ( Bu konu ile ilgili Türkçe'de, Dinler Tarihinde İlkler diye bir kitap var) İnsanlığı İbrahimi dinlerle ilgili olarak asıl heyecanlandıran Ebla tabletleriydi. Gudea Silindirlerinde ise,  Aleviliğin cem ibadetinin 12 hizmeti anlatılıyor. Muazzez hanımsa Sümerlerde kalmış. Oysa kendisi Dil Tarih ve Coğrafya'nın Hititoloji bölümü mezunudur. Hitit inançları ile İslam, Alevilik, Anadolu köylülerinin batıl itikatları arasında da bolca uygunluk vardır. 

Muazzez hanım bir TV yayınında, Kürtleri bir millet olarak kabul etmemiştir. Genel anlamda Faşizmin azınlıkları tanımama, küçümseme tavrını devam ettirir. Oysa Çığ'ı bugünkü şöhretini birKürt olan Turan Dursun'a borçludur.

7)Muazzez İlmiye Çığ, bir pop-bilim ikonudur, bilim insanı değildir. Ben nasıl felsefe öğretmeni olarak okullarda çalıştıysam, o da müzede çalışmıştır. Benim de, onun da mastır tezi bile yoktur. Çalıştığı yıllarda bir kaç kongreye dinleyici olarak gitmiştir. Sümerlerle ilgili bir kaç kitapta (en ünlüsü Tarih Sümerle Başlar) kitabında kataloglama uzmanı olarak adı geçer.  Katıldığı bilimsel kongrelerde de izleyicidir. Durumu benden bir yada iki gömlek üstündür. Kendisi 1972'den beri emeklidir ve bu süre içinde arkeoloji çok gelişmiştir ve pek çok sır öğrenildiği gibi, pek çok da yeni sır ortaya çıkmıştır. Dünyanın gözü Göbekli Tepe'de olsa da,  sadece Türkiye Cumhuriyeti topraklarında bile tarihi değiştirecek çok yeni bulguya ulaşıldı. Bir kaç gün (yada hafta) önce Afyonkarahisar'da, Aslankaya anıtında bir kelime okundu. Bu kelime Materan kelimesiydi ve bu kelime, tanrıca Kibele ile ilgiliydi. Bu bir kelime, bir kaç yıl sonra önce bu anıtın, sonra da Frig yazısının çözülmesini sağlayabilir. Yazıyı okuyabilmek için yazıtın hem eski fotolarına, hem de anıtın gün batımındaki görünümüne bakmışlar. On küsur yıl önce, bazı Hitit kabartmalarındaki yazıların, gün ışığında başka, karanlıkta başka anlama geldiği, kabartmalarda aslında iki ayrı yazı olduğu keşfedilmişti. Muhtemelen araştırmacılar da bu yüzden bu yazıt ve diğer yazıtlar üzerinde araştırmalarını bu yönde yoğunlaştırdılar. Bu durumda Muazzez İlmiye Çığ'ın tezleri de çöp olacaktır ve muhtemelen oldu bile. İnsanlık ekmeği Sümer yada Mısır toplumunun icat ettiğini sanıyordu. Çatalhöyük'te, bir kaç yıl önce bulunan ekmek kalıntısı, ekmeğin icadını en az beş bin yıl geriye atıyor. Bu astronominin güneş sisteminde beş yeni Jüpiter büyüklğünde gezegen keşfetmesi gibi bir şey.

Bütün bunların ışığında, Muazzez hanım gibi pop bilim ikonları, bilim heveslileri için meze, yani iştah açıcıdır. Bilim açlığınızı doyuracaksanız, ciddi bilimsel kitaplar okunmalıdır.

18 Ekim 2024 Cuma

İKTİDARLARIN GERGİNLİK OYUNU VE UCUZ KAHRAMANLIKLARININ ÇÖZÜMLERİ



 Askeri darbelerin temel bahanesi, iç kavgaları bitirmektir. Sadece askeri iktidarların değil, tüm baskıcı liderler ve yönetimlerin de iddiası bu. Antidemokratik rejimler, demokratik rejimleri  kavgaya sebep olmakla suçlayıp, kendilerini birleştirici olarak görmeleri, Efesli  Herakleitos'a kadar gider. Herakleitos,  aktarılanlara göre Efes'e önce demokrasi getirmiş; demokrasiyi getiren örgütün üyesiymiş. Sonra da demokrasi çok fazla karışıklık çıkarıp, arka arkaya tiranlar (diktatör) yetiştirince, bu sefer de tekrar krallık kuranların arasında olmuştur.  Daha doğrusu anlatılanlar böyledir. Aynı görüşleri Platon ve daha soraki pek çok filozofta savunmuştur. Oysa gerçekte tiranlar, meşrutiyetlerini iç ve dış çatışmalardan alır, birilerine bol bol ey çeker, muhaliflere bol bol gözdağı verirler. Tiranlr, yurtta sulh, cihanda sulh, demezler. Etrafımız düşmanlarla çevrili ve en büyük düşman içimizde, derler. Tiran kelimesinin yerini alan diktatör kelimsi, antik Roma devletinde, olağan üstü şartlar altında, olağan üstü yetkilere sahip lider demekti. Sezar'a kadar diktatörlük, gerçektende olağan üstü şartlarda kullanılan bir kurum oldu. Diktatörlüğün kalıcı olması için olağan üstü şartların sürekli olması gereklidir. Bu yüzden de dikta rejimlerine sürekli olarak iç ve dış düşmanlar gereklidir.

Ama bu gerginlik politikalarının sürdürülemezliği vardır, çünkü her gerginlik, bir gün kopmaya sebep olur. İdris Küçükömer bile 27 Mayıs darbesi için askerler bölünmeden korkuyolardı diye savunmuştur. Diktatörlerin devrilmesi, genelde bu ipin kopmasıyla olur. Bazen de ipi bambaşka biri koparır. 12 Eylül öncesinde meclis, altı aydır her cuma tplanıp, cumhurbaşkanını  seçemeden dağılıyordu. Kızıl Kmerlerin, üke nüfusunun beşte birini (Müslüman azınlığın yarısı da buna dahil) katleden gerginliği, Vietnam'ın işgali ile bitti. Gerginliklerin ve kopmaların ülkede kalıcı kopmalara sebep olabilir. Stalin'in Holodomor'u olmasaydı, Rus-Ukraynalı ayrımı olmayacaktı büyük ihtimalle. Ülkelerdeki büyük ayrımlar, diktatörlerin marifetidir yada onlar sayesinde kalıcılaşıp, kökleşir. Bu alıcı bölünmeler, diktatörerin iç düşman ihtiyacı sonucudur. Bu, süper kahramanların kalıcı düşmanları gibidir. James Bond-Spektra örgütü, Karaoğlan-Camoka, Sherlock Holmes-Profesör Moriarty, Batman-Joker, Red Kid-Daltonlar, gibi bir şeydir bu geleneksel iç ve dış düşmanlar.  Süper kahramanalar, kahramanlıklarının sürekliliği için  hikayeyi besleyici ve kalıcı bir kötü karaktere ihtiyaç vardır. Diktatörler de, süper otoriteler olarak düşmanlara karşı birleşmek için oluşturulan kişilerdir. Yazar yada senaristler, kötü adamı öldürmezler ve kötü adam bir şekilde hapisten kaçar, eski gücüne kavuşur. Aksi halde Kurtlar Vadisinde olduğu gibi her seferinde daha ilginç, daha piskopat kötü adamlar-düşmanlar yaratmak gerekir. Bunu yapmak, film-dizi ve romanlarda bile çok zordur. Gerçek hayatta ise düşmanları tamamen yok etmek, imkansız gibi bir şeydir. Yapılsa bile yeni düşmanı hem izleyici-okuyucu kitlesine tanıtmak nasıl zaman alıyorsa; seçmene-destekçilere tanıtmak da o kadar çok zaman alır. Bu süreçte seyirci yada izleyiciyi elde tutmak, seçmeni-destekçiyi elde tutmaktan çok daha kolaydır.

12 Eylül sonrasında Turgut Özal bir taktik geliştirdi. Kendin ger, kendin gevşet, böylece kahraman ol ve halka gücün sende olduğunu göster. Çok uzun süre gevşek bırakırsan, tekrar gerdiğinde suç, gücü elinde bulunduran oarak sende olur. Çok fazla sıkılırsa kopacağını yukarıda uzun uzun anlatmıştık. Faşizmin 1945'de aldığı en büyük ders budur. Gene de bu dersi sık sık unutanlar veya fazla gerip-sıkmatan ipi laçka ettiklerinin farkında olmayanlar vardır. Hiç bir ip, hiç bir ağırlığı sonsuza kadar taşımayacağı gibi, hiç bir iktidar da sonsuza kadar kalmaz. Gene de insanlar iktidarlardan ve iplerinden vazgeçmez. Özal, sık sık gündem yapan çıkışlarıyla akılda kalmıştır. İktidarlar hem gereken, hem de gevşetirken,  yandaş medası tarafından kahraman gibi tanıtılır. Bu tür hareketler, iktidarın ucuz kahramanlığıdır.

Tabi bu ucuzluk, iktidarda oturanlar ve iktidarın nimetlerinden faydalananlar içindir. 1982'de Arjantin'in Falkland adalarını işgal edeceğini İngilere bilmiyor muydu? Muhteşem istihbaratını bol bol James Bond filmleriyle reklamını yapan Büyük Britanya imparatorluğu bunu nasıl fark etmemişti? Üstelik dönemim Arjantin'inde iktidar olan askeri cunta, A.B.D komünizmi istemiyor diye ülkesinin nüfusunun  önemli bir bölümünü insafsız işkencelerle yok etmiş, on binlerce bebeği başka ailelere evlatlık vermişti. Askeri cuntanın, A.B.D'den gizli-saklı işgal planı yapması yada A.B.D'nin Avrupa'daki tek gerçek müttefikinden bu istihbaratı gizlemesi mümkün müydü? Öyleyse neden Arjantin'in bu küçük (Toplam toprağı Kıbrıs'ın yarısı etmiyor ve toplamda 3 bin kadar insan yaşıyor) ama stratejik adaları işgaline göz yumuldu? Tek sebep, neoliberal Margaret Thatcher'in ve partisinin bir dönem daha kazanmasını, İngiliz burjuvalarını daha zengin edip, işçilerini daha da fakirleştirmesini sağlamaktı. Yoksulaşan ve öfkeli İngiliz halkının tekrar neoiberalere oy vermesi için gerekli olan böylesi ucuz kahramanlıktı. Sonuçta Wikipedia'da yazılanlara göre ölen 258 ölü, 777 yaralı ve 115 esir arasında her hangi bir burjuvanın, aristokratın yada politkacının çocuğu yada tanıdığu yoktu. Hatta profesyönel askerliğe geçildiğinden, pek çoğu İngiliz vatandaşı olmak uğruna orduya katılmış yabancılardı. Kaybedilen gemiş, uçak, silah yada diğer maddi varlıklar da, İngiliz vergi mükeleflerinin cebinden çıkacaktı. Osmanlı, onlarca isyana ve kayba rağmen Yemen'e asker göndermeye devam etmişti, İstanbul'da, sarayda oturanların kaybedeceği bir şey yoktu.

İktidarlar bazen de bu gevşetme dönemlerine çözüm derler. Eskiden beri bu böyledir. 1993'de 33 silahsız erin katlediği zaman Türkiye bunu unutmaz demiştim. Çünkü daha önce de terör örgütü, sözde ateşkes ilan etmiş ve kanlı baskınlarıyla bu ateşkesleri sonlandırmıştı. Gene de üke bunu unuttu ve meşhur çözüm süreci başladı. Sonrasını çadır mahkemleri, pişman değilim dediği halde serbest bırakılan katiller, vesaire vesaire. Peki o özlenen barış geldi mi? Öyle bir şey olmadığı gibi, temposu giderek artan çatışmalar, bayrağa sarılı tabutlar, dağda vurulan teröristler, uçakla bombolanan kaçakçılar vesaier vesire....

Yaşlı insanların esas görevi eskiden olanları anlatmaktır. Elli yaşında biri olarak, genç de sayılmam. O zamandan bu yana çok zaman geçmedi.Gene de iktidar, sanki insanlar Habur rezaletini unutmuşlar gibi davranıyor. Bu açılım dönemi, yetmez ama referandumuna denk gelmişti. O zamanlar hatırlarsanız CHPMHP yada CHMHP espirileri falan vardı yansaş medyada. O meşhur referandumda da, şimdilerde hapsite olan bağlama ustası liderleri de boykot diyerek desteklemişti referandumu. Referandumdan sonra da seni başkan yaptıröayacağız çıkışı başladı. Adama istediğini vermiş, sonra da böyle ucuz kahramanlık yapıyor. Gezi'de de darbeyi görme kahramanlığı yapmıştı. Ucuz kahramanlıklar sık sık pahalıya patlar.

Ana muhalefet partimiz CHP, muhtemelen bu son çözüm sürecinin istihbaratını almış olmalı ki, birden bire kendisi cumhurbaşkanının yanında ayağa kalkıp,  gerginliği kendisi gevşetti. Romantik  Atatürkçüler hemen artık bizim için CÖHÖPÖ yok, gılışdar daha iyiydi falan dedi. Sonra bu son çözüm lafları geldi ve çözümün asıl muhattapları,  yıllarca her salı kendilerini tehdit eden milliyetçi parti yad belediye başkanları yerine kayyumlar atayanları değil de; terörle suçlanmalarına rağmen kendilerini demokrasi adına kendilerinden yana olanları suçlamaya başladılar. Sistem sarsılınca tekrar çözüm oyununa başvurdular.

Yeni çözüm oyunu demek,  yeni bayrağa sarılı tabutlar ve yeni dağda öldürülüp, karmeralara ifşa edilen cesetler demek. Halkın da bunu anladığını bildiklerinden, ağızlarında somut adım lafı dönüyor. Tantanalı törenlerle açılan Kürdooji enstitüleri sessizce kapanmadı mı? Yetmiş, seksen yıl öncesi tek parti icraatlarını manşete taşıyanlar; kayyumlar atayıp, daha bu sene Kürtçe trafik uyarı yazılarını sildirmediler mi?

Problemleri çözme niyeti ve yeteneği olanlar bunu yapar, yapamayanlar ucuz kahramanık peşinde koşar.

https://onbinkitap.blogspot.com/2024/08/demirtasin-iktidar-yandasligi.html


17 Temmuz 2024 Çarşamba

EVREN-ÖZAL-FTÖ ÜÇGENİ



 Rastgele kitap okumanın bir keşif zevki var Bazen neye niyet, neye kısmet diyorsun. Halkevleri'nin açtığı stantlarda, biraz ayıp olmasın, biraz da yardım olsun diye bir kitap aldım ve yakın çağ-12 Eylül konusunda, gözüm açıldı-uyandım diyebileceğim bir aydınlanma yaşadım. Kitabın adı, Muhafazakarlığa Karşı Femibizm, yazarı da Handan Koç.

Aslında kitap,  adı gibi feminizmi, muahfakarlığa karşı savunmak için yazılmış bir kitap. Çoğunlukla az satan bazı dergilerin eski sayılarında yayımlanmış yazıların bir araya getirilmesi ile oluşturulmuş ve pek çoğunun içeriğini yazarın kendi de unutmuş sanki. İki binli yıllarda, hem Reis'in, hem de Ftö'nün gücü ve dostluğu zirvedeyken, Ftö üzerinden reis ve iktidarı eleştirmiş. Bir yazısı ile farkına olmadan büyük bir sırrı ifşa etmiş. Ftö'nün sürekli din-iman sohbeti yapan bir dergisi vardı, Sızıntı diye. İşte bu dergi, 2008 mart ayında, Turgut Özal ile F.G'nin 1979'da özel bir görüşme yaptığını yazmış. Bunu da önce Expres diye,  kimsenin pek az satın aldığı bir dergide yayınlamış. Sızıntı, çok satılmasına rağmen az okunduğu için dikkat çekmemiş. ( Hep derim, Türkiye'de dini yayınlar çok satılır, az okunur.)

Bir anda beyimde şimşekler çaktı. Neoliberal sistem Özal'ı çok önceden başbakan atamıştı. 1977'de, seçilmeyecek yerden MSP (Milli Selamet Partisi, Necmettin Erbakan'ın partisi) millet vekili adayı olması da buna hazırlıktı. Halk ve siyasi partiler bilmiyordu ama darbe çok önceden hazırdı zaten, Evren'in dediği gibi, şartların olgunlaşması beklendi. Bekleyenler sadece Kenan Evren ve generalleri değildi anlaşılan. Pek çok gazeteci, tarihçi ve siyasetçi, bunların birbirinden ayrı olduğunu savunur. Emin Çölaşan, yayınlandığı yıl çok satan, Turgut Nereden Koşuyor adlı kitabında, Özal'ın hayatı ile ilgili pek çok eksik bilgiye yer verir. Üniversiteden sonra, Teksas'ta, iktisat yüksek lisansını anlatmaz. Özal'ın, şimdilerde kapatılan (İller Bankası ile beraber Kalkınma bakanlığına dönüşen) Devlet Planlama Müsteşarlığına, bir günde, Elekitirk İşleri Etüt idaresinden gelip, müsteşar olmamıştır. Özal'ın yetmişlerdeki hali için, Demirel'e bizim Süleyman diyeceğini rüyasında görse, tövbe çekerdi diye yazmıştır. Oysa daha o zamanlarda siyasete atılacağı kişilerle ilişkilerini sağlamlaştırmıştır.

1983 seçimlerinde halka, ya asker, ya Özal dayatması yapılmış, bu dayatma da Özal'a ve partisi ANAP (Anavatan partisi)'a, buçuk parti denilerek saklanmıştır. Halkçı parti kurulmaması için Atatürk'ün o zamanlar yüz yaşında olan yaveri bile veto yemiş; Mehmet Keçeciler gibi, meşhur Konya mitingi organizatörü bile onay almıştır Evren ve arkadaşlarının Milli Güvenlik Konseyinden. 1983 seçimlerinde sekiz yaşındaydım. Sokaklarda sadece ANAP'ın amblemleri ve araçları olduğunu hatırlıyorum. Anketlerde ANAP, 1. parti çıkınca, anket yapmak yasaklanmıştı. Sanki Kenan Evren anket yatırmıyor muydu? O da kimin, ne olacağını az buçuk tahmin etmiyor muydu? 1983 genel seçimleri ile yerel seçimleri arasında neden altı ay zaman vardı? Oysa 1982 anayasaına evet demek, aynı zamanda Kenan Evren'in cumhurbaşkanlığına evet demekti. Bu seçimlerde benzeri yapılabilinirdi. Seçmenin mecliste Özal'a, belediyede MDP (Milliyetçi Demokrasi partisi, askerlerin partisi) verme (özellikle küçük yerlerde belediye İller bankası-Kalkınma bakanlığından para alsin diye seçmenler böyle yapar) durumuna karşı bir tedbirdi bu. Genel seçimlerde tek başına iktidar olan ANAP, yerel seçimlerde belediyeleri sildi, süpürdü.

Gene de Kenan Evren, Özal'a bir ay boyunca hükumeti kurma görevi vermedi. Özal ile mesafeli görünmek istedi. Sonrasında hakiki Çankaya noteri oldu. Özal ilk yıllarında, 1987'e kadar ülkeyi Kanun Hükmünde Kararnamelerle yönetti. Meclisten kanun hükmünde kararname çıkarma yetkileri altı ayda bir. Özal'ın neoliberal politikaları, askerlerce uygulanamazdı. Şili'de bunun  örneği görülmüştü. Pinoshet, Şikago oğlanları denen iktisatçıların eli ile ülke ekonomisini, ITT başta olmak üzere uluslar arası kartellere oyuncak etmiş, halkı fakirleştirmiş, ülke nüfusunu yüzde onuna yakınını katledip, bir o kadarını da göç ettirterek, meşhur iktisat profesörü Milton Friedman'ın övgülerini almış, Friedman'da Nobel iktisat ödülünü almış ama dünya bakır rezervlerinin üçte birini oluşturan bakır madenleri özelleştirilememişti. Bu yüzden özelleştirmeleri, halkın seçtiği parti yapacak, bu işi de darbeciler koruyacaktı. Türkiye'de öyle oldu. Aslına bakarsanız Özal'da bir Şikago oğlanıydı. Teksas'ta iktisat mastırı yapmış ve ta o yıllarda, bu günler için eğitilmişti.

Bütün bu fakirleşmede halkın kendisini suçlu bulması sağlandı. Öyle ya,  kardeş kavgası yapmışlardı, devlete karşı çıkmışlardı. Bu fikrin baş anlatıcısı, ülkenin tek kanalı, günde yazın 5, kışın 4 saat yayın yapıp, İstiklal marşı işe açılıp, kapanan televizyonuydu. Sık sık yapılan sokağa çıkma yasakları ve sokak terörü yüzünden halk, akşamları eve kapanmıştı. Gazeteler de sansürlüydü. Radyo ve televizyonlar, bizzat solcu spikerlerin ağzından, halka önce sağ-sol kavgası için, sonra soşcu olduğu için suçluluk duygusu aşılandı. 12 Eylül boyunca hiç bir şey tesadüfe bırakılmamaya çalışıldı. 1980-85 arası çocuk hikaye kitaplarının yüzde seksenindne fazlasının konusu, ebebeynlerinin sözünü dinlemeyen çocukların başlarına gelenlerdi.

Bir halk, hem suçluluk duygusuna, hem de yoksullaşmaya, din olmadan dayanamazdı. Ancak kapitalizm de, şeriatın ani bastırması ile sekteye uğrayabilirdi. Diğer yandan 12 Eylül'ün, sözüm ona durdurduğu kardeş kavgalarından biri de Alevi-Sünni kavgasıydı. Bu yüzden din, Türk toplumuna damla damla verildi. Kenan Evren, sözüm ona tarikatlarla mücadele ediyor, solcuların yanında Ülkücü ve tarikatçıları da eziyor görünmeye dikkat ediyordu. Ara ara tarikatlara da operasyon yapıyorlardı. Hatta meşhur Menzil köyüne de baskın yapılmıştı. Bu tür baskınların tarikata hiç etkisi olmadı. Aksine reklamı oldu. En büyük reklamı da, Kara Ses adını verdiği ve o sıralarda Almanya'da yaşayan Cemalettin Kaplan için yaptı.

Diğer yandan ülkeyi Sünnileştirme çabaları da tam gaz devam ediyordu. Camisiz Alevi köyü nırakılmıyor, zorunlu din derslerinde, din öğretmenleri derslerinde Alevi öğrenci tartaklıyordu. Daha Kenan Evren'in cumhurbaşkanlığı sırasında f. başta olmak üzere tarikatlar, devlet kademelerinde gözle görünür şekilde örgütleniyordu. Turgut Özal ve ailesi, Nakşibendi şeyhi Mehmet Zahit Kotku'nun tekkesine bağlıydı. Hatta annesini de o şeyhin yanına, bakanlar kurulu kararnamesi ile defnettiydi. Bu yüzden de Türkiye'nin pek çok yerinde Mehmet Zahit Kotku camisi vardır.

Sac ayağımızın üçüncüsü olan F. o günlerde saklanıyor, şehir şehir dolaşıyor, sık sık ev değiştiriyordu. Kendisi, basına yansıyan haberlere göre halen hayatta ise de, ölmüş gibi bir şeydir. Basına servis edilen fotoğraflarda, sanki ölmüş de gömülmemiş gibi durmakta. Kendisi ile ilgili çok şey bilinmekle yada bilindiği sanılmakla beraber, çok şeyde karanlıktadır. 15 Temmuzdan sonra bazı generallerin itiraf ettiği gibi,  1983'de bile kurmaylık sorularını çalabiliyorlardı.  Seksenlerde yada doksanlar başında, tarikatın emniyet örgütlenmesinin Nokta dergisine kapak olduğunu da hatırlıyorum.

(1982-2007 arasında yayımlanan ilk Nokta dergisini, 2013'de derginin isim hakkını alan Ft'cülerin Nokta dergisi ile karıştımayalım.)

Bu örgütle ilgili son aydınlanmayı, Toygun Atilla'nın İfşa adlı eseri oldu. Kitap zaten örgüt hakkında. Kitapda 1986'da Burdur-Antalya yolunda yakalanmasını anlatıyor. İki araçlık konvoyla giderken, polis çevirmesi ile yakalanıyorlar. Diğer beş kişi, hocayı tanımadığını falan söylüyor. Tutuklayan polisler, bir anda telefon yağmuruna tutuluyorlar. Herkes hocadan başlayarak diğer kişilerin serbest bırakılmasın istiyor. Turgut Özal, bizzat arıyor serbest bırakılması için. Altı yıldır kaçak gezen şahıs, polis sorgusundan sonra serbest bırakılıyor.

Son günlerde pek çok örgüt üyesinin (aralarında üç yüz küsur hakim ve savcı da var) işlerine dönmeyi, Altan kardeşlerin ve Nazlı Ilıcak'ın çoktan serbest kalması falan da bir garip değil mi?

(Hem hocanın, hem de A. Öksüz2ün sorgulanıp, serbest bırakılması bana 1995 yapımı Olağan Şüpheliler filmini hatırlatıyor. Bir polisin mutlaka izlemesi gereken polsiye filim budur bence. Filmdeki Kayzer Soze'de Tğrktür ve filmin sonunda sigarayı Türk gibi tutar)

Konvoydaki diğer beş kişiden dördü, darbeden evvel yurt dışına çıkıyor. Beşincisi ise tutuklansa da, kolu incindiği için tutuksuz yargılanmak üzere salıverilip, ortadan kayboluyor. Hepsi de örgütün önemli kurumlarında görev alıyor. Kitabın tarzı biraz rahatsızlık verici geldi, Tıygun Atilla, sanki efendinin yanı başında gezmiş yada gezenlerden rapor almış gibi. İşte o an bir aydınlanma yaşadım. Toygun Atilla'nın kaynağı kendisi gibi Ulusalcılar ve Doğu Perinçek tayfasıydı. Aslında örgüt, ilk kurulduğundan berİ, hatta MİT'e sızarken, devletin yada devletteki-MİT'teki bazı grupların gözetiminde ve kontrolündeydi. İngiliz roman yazarı John Le Carre'nin, Soğuktan Gelen Casus ve Köstebek romanlarındaki gibi. Yazar zaten daha önce de MI5 ve MI6 ajanıymış.

Jani ortada bir tiyatro var ama

 oyun yazarı ve yönetmenler zannetiğimiz kişiler değil.  Oynun kökleri Turgut Özal ve Kenan Evren'e dayanıyor.