turgut özal etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
turgut özal etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

23 Şubat 2025 Pazar

ASİL NADİR İLE ZENGİNLİĞİN KANUNLARI

 


Bir Arap atasözü, dünyadaki en fakir insanlar, dev gibi orduları beslemek zorunda olan krallardır, der. Fakirlik sözünün anlamını sürekli para düşünmek, para hesabı yapmaksa, bu atasözü doğrudur. Onlara para asla yetmez ve paralarını da diledikleri gibi harcayamazlar. Böyle yaparlarsa başlarına ne geleceğinin en iyi örneği, Asil Nadir'in yaşadıklardır. Asil Nadir'in İngiltere'de, kısa sürede edindiği dev serveti savunmayacağım. Nadir, bu servetini Türkiye ve Kuzey Kıbrıs'a taşırken, olası soruşturmalar için siyasi koruma da istemişti muhtemelen. Öte yandan biraz düşününce, Nadir'in bu servetini aklayıp, siyasi sığınma alacağı tek ülke Türkiye yada Kuzey Kıbrıs değildi. Nadir'inkinden çok daha karanlık servetlere kucak açan nice ülkeler var. Nadir'in yıllarca yargılandığı ve servetini kaybetmesine yol açan soruşturma, bazı şirketlerin değerlerinin, sahte alımlarla daha değerli gösterilmesi ve buna bağlı olarak da vergi kaçırmaktan ibaret. Kara para aklama ya da Reza gibi uluslar arası ambargoları delme girişimi yok. Zaten uzun süre hapis de yatmadı.

Nadir'in Türkiye ve Kıbrıs'a servet aktarma sebebi masumluğu değildi vatanına bağlılığıydı. Bu sebeple Özal'a güvendi ama Özal vatan sever değil, kompradordu. Amerika ve Avrupa'nın çıkarlarını, Amerikalılar ve Avrupalılardan önce düşünürdü. Nadir, Özal'a fazla güvendi. Özal, Nadir'in parasıyla kendine yandaş medya kurdu. Nadir medyası, Özal ve AKP'ye çalıştı ve sol partilere radikal düşmanlık yaptı. Nadir, Kıbrıs'a da yatırımlar yaptı, diğer yandan medyasıyla Denktaş'a muhalefet etmeye başladı. Sürdüremeden bitti. Gene de sonunda Denktaş'ın Kıbrıs'ına sığındı çünkü, Denktaş vatan severdi.

Nadir olayından da anlıyoruz ki zengin de olsanız, her istediğinizi yapamıyorsunuz. İngiltere'den kazandığınız paraları, Türkiye yada Kuzey Kıbrıs gibi yerlere aktarırsanız, sonunuz birden geliyor. İngiltere gibi ülkeler bunu kabul etmiyor. Asil Nadir, bir günde servetini kaybetti ama ne ilginçtir ki Türkiye ve Kıbrıs'taki yatırımları, Özal'a yakın iş insanlarının eline geçerek, çalışmaya devam etti. 

Gene de ne kadar iktidara yakın olursanız olun, kompradorlara güvenmeyin.

18 Ocak 2025 Cumartesi

TANSU ÇİLLER VE MESUT YILMAZ'IN PRENS-PRENSES REKABETİ



12 Eylül darbesi ve 1983 seçimkleriyle beraber, sağın ağababalığı makamı Turgut Özal'ın eline geçmişti. 12 Eylül öncesinin siyasi liderleri, Çanakkale, Zincirbozan üssünde hapis ve 12 Eylül anayasası gereğince 1990 yılına kadar siyasi haklarından mahrumdu. Ancak hem Demirel'in, hem de diğerlerinin (Ecevit, Türkeş ve Erbakan) hayranı çok boldu ve eski partilerini yeni adlarla ve emanetçi isimlerle tekrar açmışlardı. Sonuçta 1986'da referandum yapıldı ve kabaca altmışa kırk oranında evet çıktı ve eski liderler partilerini, emanetçilerden geri aldı. Türk siyasi literatüründe emanetçi kavramı da bir süreliğine çıktı. (2002'de siyasi yasaklı olduğundan Reis'in yerine Abdullah Gül, emanetçisi olmuştu bir süre) Böylece emanetçiler üzerinden süren Özal-Demirel rekabeti, gerçek kişilikleri üzerinden yapılmaya başladı. 1996 yılı , Sovyetler Birliğinin sendelediği ve en sıradan insanın bile Sovyetler Birliğinin dağılacağını tahmin ettiği dönemdi. Nisan ayında Çernobil nükleer santralinde tarihn en ağır kazası olmuş, Sovyet yetkililerinin olayı gizleme çabaları faciayı büyütmüştü. Baltım ülkeleri ayrılık mesajınjı artık açıktan veriyordu. Aralık ayında Kazakistan'da Jeltoksan denen büyük isyan oldu. İsyan kısa sürede bastırıldıyda da, ani büyümesi, Ruslar için gerçek bir şoktu. Gene de SHP, 1989 yerel seçimlerinde büyük bir çıkış yakaladı. Bu da sağ cenahı korkuttu ve sol aleyhine, özellikle de Uzan ailesinin gazete ve dergileri tarafından bir saldırı başladı. Sovyetler Birliğinin gerilemesi ise Dünya da solun gerilemesi, DSP ve Ecevit'in rekabeti,  Baykal'ın hizipçilik denen bozgunculuğu ve partiyi ele geçirmesi (bu arada partinin adının tekrar CHP olması), meydanın sağa kalmasına yol açtı. 

Merkez sağ denen oluşum aslında 1977'de CHP'nin zaferinden beri yavaş ve istikrarlı bir oy erimesi yaşamaktaydı. 1989'da Turgut Özal, çeşitli bahanelerle kısmen de olsa sindirdiği, ekarte ettiği askerler yerine cumhurbaşkanı oldu. Cumhurbaşkanı olur olmaz, hükumet kurma görevini,  pek çok  kişinin adını bilmediği yada önemsemediği, meclis başkanı (eski içişleri bakanı) Yıldırım Akbulut'a hükumeti kurmak üzere görevlendirdi.. Akbulut, Özal'ın elinden kabinenin listesini almıştı. Otuz beş dakika da bu listeyi yazmak (devlet bakanlarının nelerden sorumlu olduklarını yazmak da gerekiyordu.) bile mümkün değildi. Özal'ın desteğini arkasına alarak, ilk kongrede parti başkanı da oldu. Kendisinin hitabet gücü olmayan, medya tarafından da sevilmeyen birisiydi. Kısa süreli başbakanlığında kendisine dair onlarca fıkra kitabı çıktı. Bu konuda birinci, eski cumhurbaşkanlarından Cemal Gürsel'di. Akbulut, en karizması düşük başbakan yada politikacı da olması da gerçekleşmedi. Kendisinden sonra iktidara gelen Mesut Yılmaz ve Tansu Çiller'in karizmaları yerlerde değil,  çukurlardaydı. Akbulut, halk karşısında konuşmasını pek bilmemesine rağmen ne Tansu Çiller gibi Türkçesine İngilizce karıştırıyor; ne de Mesut Yılmaz gibi aşırı yavaş konuşuyordu. Ayrıca bazı yabancı konukların ileri-geri konuşmalarına ağzının payını vermiş ve Özal'ın bazı maceralarına engel olabilmişti. Özal'la ters düşünce de yerini, kongrede Turgut Özal'ın karısı Semra Özal tarafından öpülerek işaretlenen Mesut Yılmaz'a bıraktı. Yılmaz'da bir süre sonra Özal'la ters düştü ama parti genel başkanı olur olmaz Özal yandaşı delegeleri ekarte ettiği için Özal, partisinin kontrolünü kaybetti ve Cumhurbaşkanlığını bırakıp, tekrar siyasete atılmaya karar vermişti. Hatta Akbulut' un da olduğu bir grup milletvekili partisinden istifa etmişti ki, Özal beklenmeyen bir şekilde öldü.

Özal'ın beklenmeyen ölümü, siyasette her şeyi değiştirdi. Bu sürede ANAP, iktidarı kaybetmişti ve Özal'ın eski ustası ve en büyük rakibi Demirel, onun yerine cumhurbaşkanı oldu. Özal'ın aksine Demirel, partisine hakim değildi yada öyle görünmek istedi. Özal'ın Akbulut'u alel acele başbakan yapması çok şaka konusu yapılmış, ANAP'a çok oy kaybettirmişti. DYP'yi de tahminim çok da İsmet Sezgin'e bırakmak istemiyordu. İsmet Sezgin, son derece ilginç birisidir. Hayatının öneml, bölümünü Süleyman Demirel'in ayak uşaklığı ve muhbiri olarak geçirmiş; dolayısı ine AP (Adalet Partisi) ve DYP'nin önemli mevkilerini işgal etmiştir. Kendisi Siirtliydi ve Siirt'teki tüm akrabalarını AP yada DYP aracılığıyla ihya etmiti ama hep Aydın milletvekili olmuştu ve muhtemelen Aydın'ın yolunu bile bilmiyordu. Gene de kurultaydan evvel en favori aday oydu. Diğer adaylar Köksal Toptan ve tabiki Profesör Tansu Çiller'di. İsmet Sezgin'in sloganı, Kasım'A kadar İsmet Abi'ydi. (gülebilirsiniz, harbiden komik)ATV-Sabah grubu, kurultaya kadar bu sloganı tekrarladı durdu. Kurultayda daha ilk  turda Çiller, Sezgin ve Toptan'ın toplamına yakın bir oy alınca, bu ikili adaylıktan çekildi ve meydan Çiller'e kaldı. Böylece merkez sağı bitirip, siyasal İslam'ın önünü açan Tansu Çiller-Mesut Yılmaz rekabeti başladı.

Bu rekabet, her iki partinin tükendiği 2002 yılına kadar sürdü. Bu süreçte taraflar birbirini en fazla yolsuzlukla suçladı. Her ikisi de siyasete girmeden evvel zengindi, Yılmaz'ın ailesi zengindi, Tansu Çiller'de valilik yapmış, bürokrat bir babanın oğlu, Amerika'da doktora eğitimi yapmış ve çalışmış bir akademisyendi. Siyasete atılmadan önce Boğaziçi üniversitesinde Ekonomi profesörüydü. Daha öncesinde de İstanbulbank'ı kocası ile batırmış, sonradan serveti aniden artmıştı. CHP'liler servetini sorunca da,  kayınvalidesinden kalan altın dolu bir hurcun mucizevi şekilde bulunmasından bahsetmişti. CHP'liler söz konusu büyüklükte bir bohçayı meydanlarda gezdirdi. CHP'lilere, Çiller yanlısı engellenemeyen gençler denen bir grup Ülkücü saldırdı. Mesut Yılmaz ise abisinin Türk-Rus doğalgaz antlaşması için rüşvet aldığı ve halen Rus doğalgazını fahiş fiyata aldığımız iddiaları medyada dolaştı durdu ve halen de ara ara dolaşmakta. Her ikisinin de Ülkücüler ve derin devlet denen çetelerle arası iyiydi. Hatta, Abdullah Çatlı, Tansu Çiller'in has adamuydı. Kurtlar Vadisi'nde adı geçen  ve MİT içinde MİT olan KGT (Kamu Güvenliği Teşkiları), Tansu Çiller'in emri ile kurulmuştu. Doksanlar basınına bakılırsa, enişte lakaplı kocası Özer Uçuran Çiller, KGT'nin gizli yöneticisiydi.

(Buraya bir ayraç parantezi açayım. Kurtlar Vadisi'nde kim-kimdir muhabbeti, sosyal medyada çok dönüyor. Asıl soru, bazı karakterlerin Kurtlar Vadisinde neden olmadığı,  yada ilişkilerin nefen farklı gösterildiğidir. Tansu Çiller ve Hüseyin Kocabay, dizide hiç yoktu mesela. Kocabay, Alevi ve polis tarihinin en karanlık kişilerinden birisidir. Arabada kaza yaptığı Sedat Bucak'da, düşmanı olarak gösterilmiş. Çiller, doğru dürüst Türkçe konuşamıyordu ama ciddi Kürt düşmanıydı. Mesut Yılmaz ve Budabeşte'de yumruk yemesi olayının da dizide yer bulması gerekirdi. Gene de Ezel'in daha iyi olduğunu düşünürüm. Bir başı ve sonu vardır.)

Bu kavgada medya ve burjuva da taraftı. ATV-Sabah grubu Çiller'i, Uzanlar (Star) Mesut'u açıkça destekliyordu. Doğan Grubu ise satır arasında Çiller'i desteklemekteydi. Buna rağmen merkez sağ, oy kaybediyordu. Sol, yukarıda saydığım sebeplerden dolayı güç kaybederken,  akacak mecra arayan sağ seçmen,  MHP ve Refah'a yöneldi. Türkeş bunu fark etmişti ama Ülkücü taban iktidar olmak istemiyordu. Zaten sağlık bakanlığı ile İçişleri bakanlığı ellerindeydi. DYP, ANAP ve Fenerbahçe kongrelerinde kimin kazanacağını Ülkücüler belirliyordu. Özel Harekat seçmelerinin listeleri ilk önce Ülkü Ocaklarına gidiyordu. Doksanlarda mantar gibi biten çoğu üniversite Ülkücülerin egemenliğindeydi. Teşkilatlar da adayları bahane edip, çalışmadı ve MHP, 1995 seçimlerinde baraj altı kaldı. Refah'sa birinci parti oldu. İşte 95 seçimlerinden sonra burjuva da merkez sağdan vazgeçti. 95 seçimlerinin sonrasındaki günlerde Mehmet Barlas, İslam ve Refah üzerine, yanlış anladıkları üzerine bir yazı yazdı. İşte o yazıdan sonra, ATV-Sabah'tan başlayarak, merkez medya denen holging medyaları yavaş yavaş Çiller ve Yılmaz'ı top ateşine tutmaya başladılar. Bunun içinde ilk silahları, Leven Kırca ve ekibinin hazırladığı Olacak O kadar parodileri oldu. Çiller'i hicveden meşhur jet sky skeci, RTÜK'ün kurulmasına ve bunun için de illegal yayın yapan televizyon ve radyo kanallarının, anayasa değişikliği ile yasallaşmasına sebep oldu. Çiller ve Yılmaz da halen, onbaşı olma şerefsizliği, Taocu muhalefet geyikleri ile birbirlerini yedi.

199 seçimleri ise gerçek bir şoktu. Koca DYP, Isparta'da bile kaybetmişti. Gerçi ben koca diyorum ama DYP, 1995'de İstanbul'da 5. Isparta ve pek çok Ege-Akdeniz şehrinde 1. partiydi. Bazı ayrıntıları pas geçiyorum. 2002'de Devlet Bahçeli bir anca koalisyonu bozdu. DYP-ANAP zaten bitikti. Yurt dışına kaçan Uzan ailesi ise Türkiye'de kalan tek bireyleri Cem Cengiz Uzan'a Genç partiyi kurdurdu. Genç Parti, DYP ve ANAP'ın yanında MHP'nin de baraj altı kalmasını sağladı. DSP  ise devasa ekonomik krizle yıkılmıştı. Parti iinde İsmail Cem ve arkadaşları YTP (Yeni Türkiye Partisi) diye bir parti çıkardı. Uzanlar hariç merkez medya destekledi. Ta ki AKP kurulana kadar. AKP'nin kurulduğu gün, tüm merkez medya, İsmail Cem ve partisini topa tuttu.

2002 seçimleri ise bitişin ilanıydu. DYP, ucu ucna barajın altında kaldı. Bir zamanların iktidar partisi DSP, tabela partisi oldu, iki seksen uzandı. ANAP'ın durumu seçimden önce belliydi. Mesut Yılmaz, son dakika kararsızları ile barajı aşmaktan bahsediyordu. Tek parti iktidarı olarak ele geçirdiği  partinin sonu buydu. Mesut Yılmaz'a hanedanın son prensi; Çiller'e de Demirel'in prensesi diyorlardı. Sonuçta bu prens ve prenses, 1950'den beri süren, darbelere rağmen ayakta kalan, merkez sağ saltanatını yiyerek bitirdi.


18 Ekim 2024 Cuma

İKTİDARLARIN GERGİNLİK OYUNU VE UCUZ KAHRAMANLIKLARININ ÇÖZÜMLERİ



 Askeri darbelerin temel bahanesi, iç kavgaları bitirmektir. Sadece askeri iktidarların değil, tüm baskıcı liderler ve yönetimlerin de iddiası bu. Antidemokratik rejimler, demokratik rejimleri  kavgaya sebep olmakla suçlayıp, kendilerini birleştirici olarak görmeleri, Efesli  Herakleitos'a kadar gider. Herakleitos,  aktarılanlara göre Efes'e önce demokrasi getirmiş; demokrasiyi getiren örgütün üyesiymiş. Sonra da demokrasi çok fazla karışıklık çıkarıp, arka arkaya tiranlar (diktatör) yetiştirince, bu sefer de tekrar krallık kuranların arasında olmuştur.  Daha doğrusu anlatılanlar böyledir. Aynı görüşleri Platon ve daha soraki pek çok filozofta savunmuştur. Oysa gerçekte tiranlar, meşrutiyetlerini iç ve dış çatışmalardan alır, birilerine bol bol ey çeker, muhaliflere bol bol gözdağı verirler. Tiranlr, yurtta sulh, cihanda sulh, demezler. Etrafımız düşmanlarla çevrili ve en büyük düşman içimizde, derler. Tiran kelimesinin yerini alan diktatör kelimsi, antik Roma devletinde, olağan üstü şartlar altında, olağan üstü yetkilere sahip lider demekti. Sezar'a kadar diktatörlük, gerçektende olağan üstü şartlarda kullanılan bir kurum oldu. Diktatörlüğün kalıcı olması için olağan üstü şartların sürekli olması gereklidir. Bu yüzden de dikta rejimlerine sürekli olarak iç ve dış düşmanlar gereklidir.

Ama bu gerginlik politikalarının sürdürülemezliği vardır, çünkü her gerginlik, bir gün kopmaya sebep olur. İdris Küçükömer bile 27 Mayıs darbesi için askerler bölünmeden korkuyolardı diye savunmuştur. Diktatörlerin devrilmesi, genelde bu ipin kopmasıyla olur. Bazen de ipi bambaşka biri koparır. 12 Eylül öncesinde meclis, altı aydır her cuma tplanıp, cumhurbaşkanını  seçemeden dağılıyordu. Kızıl Kmerlerin, üke nüfusunun beşte birini (Müslüman azınlığın yarısı da buna dahil) katleden gerginliği, Vietnam'ın işgali ile bitti. Gerginliklerin ve kopmaların ülkede kalıcı kopmalara sebep olabilir. Stalin'in Holodomor'u olmasaydı, Rus-Ukraynalı ayrımı olmayacaktı büyük ihtimalle. Ülkelerdeki büyük ayrımlar, diktatörlerin marifetidir yada onlar sayesinde kalıcılaşıp, kökleşir. Bu alıcı bölünmeler, diktatörerin iç düşman ihtiyacı sonucudur. Bu, süper kahramanların kalıcı düşmanları gibidir. James Bond-Spektra örgütü, Karaoğlan-Camoka, Sherlock Holmes-Profesör Moriarty, Batman-Joker, Red Kid-Daltonlar, gibi bir şeydir bu geleneksel iç ve dış düşmanlar.  Süper kahramanalar, kahramanlıklarının sürekliliği için  hikayeyi besleyici ve kalıcı bir kötü karaktere ihtiyaç vardır. Diktatörler de, süper otoriteler olarak düşmanlara karşı birleşmek için oluşturulan kişilerdir. Yazar yada senaristler, kötü adamı öldürmezler ve kötü adam bir şekilde hapisten kaçar, eski gücüne kavuşur. Aksi halde Kurtlar Vadisinde olduğu gibi her seferinde daha ilginç, daha piskopat kötü adamlar-düşmanlar yaratmak gerekir. Bunu yapmak, film-dizi ve romanlarda bile çok zordur. Gerçek hayatta ise düşmanları tamamen yok etmek, imkansız gibi bir şeydir. Yapılsa bile yeni düşmanı hem izleyici-okuyucu kitlesine tanıtmak nasıl zaman alıyorsa; seçmene-destekçilere tanıtmak da o kadar çok zaman alır. Bu süreçte seyirci yada izleyiciyi elde tutmak, seçmeni-destekçiyi elde tutmaktan çok daha kolaydır.

12 Eylül sonrasında Turgut Özal bir taktik geliştirdi. Kendin ger, kendin gevşet, böylece kahraman ol ve halka gücün sende olduğunu göster. Çok uzun süre gevşek bırakırsan, tekrar gerdiğinde suç, gücü elinde bulunduran oarak sende olur. Çok fazla sıkılırsa kopacağını yukarıda uzun uzun anlatmıştık. Faşizmin 1945'de aldığı en büyük ders budur. Gene de bu dersi sık sık unutanlar veya fazla gerip-sıkmatan ipi laçka ettiklerinin farkında olmayanlar vardır. Hiç bir ip, hiç bir ağırlığı sonsuza kadar taşımayacağı gibi, hiç bir iktidar da sonsuza kadar kalmaz. Gene de insanlar iktidarlardan ve iplerinden vazgeçmez. Özal, sık sık gündem yapan çıkışlarıyla akılda kalmıştır. İktidarlar hem gereken, hem de gevşetirken,  yandaş medası tarafından kahraman gibi tanıtılır. Bu tür hareketler, iktidarın ucuz kahramanlığıdır.

Tabi bu ucuzluk, iktidarda oturanlar ve iktidarın nimetlerinden faydalananlar içindir. 1982'de Arjantin'in Falkland adalarını işgal edeceğini İngilere bilmiyor muydu? Muhteşem istihbaratını bol bol James Bond filmleriyle reklamını yapan Büyük Britanya imparatorluğu bunu nasıl fark etmemişti? Üstelik dönemim Arjantin'inde iktidar olan askeri cunta, A.B.D komünizmi istemiyor diye ülkesinin nüfusunun  önemli bir bölümünü insafsız işkencelerle yok etmiş, on binlerce bebeği başka ailelere evlatlık vermişti. Askeri cuntanın, A.B.D'den gizli-saklı işgal planı yapması yada A.B.D'nin Avrupa'daki tek gerçek müttefikinden bu istihbaratı gizlemesi mümkün müydü? Öyleyse neden Arjantin'in bu küçük (Toplam toprağı Kıbrıs'ın yarısı etmiyor ve toplamda 3 bin kadar insan yaşıyor) ama stratejik adaları işgaline göz yumuldu? Tek sebep, neoliberal Margaret Thatcher'in ve partisinin bir dönem daha kazanmasını, İngiliz burjuvalarını daha zengin edip, işçilerini daha da fakirleştirmesini sağlamaktı. Yoksulaşan ve öfkeli İngiliz halkının tekrar neoiberalere oy vermesi için gerekli olan böylesi ucuz kahramanlıktı. Sonuçta Wikipedia'da yazılanlara göre ölen 258 ölü, 777 yaralı ve 115 esir arasında her hangi bir burjuvanın, aristokratın yada politkacının çocuğu yada tanıdığu yoktu. Hatta profesyönel askerliğe geçildiğinden, pek çoğu İngiliz vatandaşı olmak uğruna orduya katılmış yabancılardı. Kaybedilen gemiş, uçak, silah yada diğer maddi varlıklar da, İngiliz vergi mükeleflerinin cebinden çıkacaktı. Osmanlı, onlarca isyana ve kayba rağmen Yemen'e asker göndermeye devam etmişti, İstanbul'da, sarayda oturanların kaybedeceği bir şey yoktu.

İktidarlar bazen de bu gevşetme dönemlerine çözüm derler. Eskiden beri bu böyledir. 1993'de 33 silahsız erin katlediği zaman Türkiye bunu unutmaz demiştim. Çünkü daha önce de terör örgütü, sözde ateşkes ilan etmiş ve kanlı baskınlarıyla bu ateşkesleri sonlandırmıştı. Gene de üke bunu unuttu ve meşhur çözüm süreci başladı. Sonrasını çadır mahkemleri, pişman değilim dediği halde serbest bırakılan katiller, vesaire vesaire. Peki o özlenen barış geldi mi? Öyle bir şey olmadığı gibi, temposu giderek artan çatışmalar, bayrağa sarılı tabutlar, dağda vurulan teröristler, uçakla bombolanan kaçakçılar vesaier vesire....

Yaşlı insanların esas görevi eskiden olanları anlatmaktır. Elli yaşında biri olarak, genç de sayılmam. O zamandan bu yana çok zaman geçmedi.Gene de iktidar, sanki insanlar Habur rezaletini unutmuşlar gibi davranıyor. Bu açılım dönemi, yetmez ama referandumuna denk gelmişti. O zamanlar hatırlarsanız CHPMHP yada CHMHP espirileri falan vardı yansaş medyada. O meşhur referandumda da, şimdilerde hapsite olan bağlama ustası liderleri de boykot diyerek desteklemişti referandumu. Referandumdan sonra da seni başkan yaptıröayacağız çıkışı başladı. Adama istediğini vermiş, sonra da böyle ucuz kahramanlık yapıyor. Gezi'de de darbeyi görme kahramanlığı yapmıştı. Ucuz kahramanlıklar sık sık pahalıya patlar.

Ana muhalefet partimiz CHP, muhtemelen bu son çözüm sürecinin istihbaratını almış olmalı ki, birden bire kendisi cumhurbaşkanının yanında ayağa kalkıp,  gerginliği kendisi gevşetti. Romantik  Atatürkçüler hemen artık bizim için CÖHÖPÖ yok, gılışdar daha iyiydi falan dedi. Sonra bu son çözüm lafları geldi ve çözümün asıl muhattapları,  yıllarca her salı kendilerini tehdit eden milliyetçi parti yad belediye başkanları yerine kayyumlar atayanları değil de; terörle suçlanmalarına rağmen kendilerini demokrasi adına kendilerinden yana olanları suçlamaya başladılar. Sistem sarsılınca tekrar çözüm oyununa başvurdular.

Yeni çözüm oyunu demek,  yeni bayrağa sarılı tabutlar ve yeni dağda öldürülüp, karmeralara ifşa edilen cesetler demek. Halkın da bunu anladığını bildiklerinden, ağızlarında somut adım lafı dönüyor. Tantanalı törenlerle açılan Kürdooji enstitüleri sessizce kapanmadı mı? Yetmiş, seksen yıl öncesi tek parti icraatlarını manşete taşıyanlar; kayyumlar atayıp, daha bu sene Kürtçe trafik uyarı yazılarını sildirmediler mi?

Problemleri çözme niyeti ve yeteneği olanlar bunu yapar, yapamayanlar ucuz kahramanık peşinde koşar.

https://onbinkitap.blogspot.com/2024/08/demirtasin-iktidar-yandasligi.html


17 Ağustos 2024 Cumartesi

ŞİKAGO OĞLANI ÖZAL



 Şili diktatörü Pinoşe döneminde ülke ekonomisini yöneten bir grup iktisatçı, kendilerine Şikago oğlanları (Chicago Boys) demiştir. Yaklaşık yirmi kişinin  ortak özelliği, Şikago üniversitesinde iktisat mastırı yapmış olmalarıdır. Sadece Şili değil, Güney Amerika'nın pek çok askeri diktatörüne yada kapitalist iktidarına danışmanlık yapmışlardır. Milton Friedman'ın şekillendirdiği Neo Liberalizmin en ateşli savunucularıydılar. Turgut Özal'da onlardan biri olmakla beraber, galiba Şikago'ya hiç gitmedi. (Resmi ziyarette gittiğini hatırlamıyorum) İktisat mastırını Teksas üniversitesinde ve Hauston'da yaptı. İnsanlar bir parça üniversite yada askerlik yapıkları yerleri pek unutmaz ve biraz da oralı olurlar. Özal'da, yüksek lisansını yaptığı Houston'u çok sevdi, başbakanlığında ve cumhurbaşkanlığında, açık kalp ameliyatlarını bu şehirde olup, aylarca bu şehirden Türkiye'yi yönetti. Kendisi her daim neoliberalist oldu. Bürokratlığında da neoliberalistti. Müsteşarlığı sürecince, Devlet Planlama Teşkilatını, yüksek burjuvaya ucuz kredi verme kurumuna çevirmişti. Meşhur 24 Ocak kararlarını hazırlayan ekibin içindeydi. Teksas'tan döndükten sonra, şimdilerde olmayan Elektrik İşleri Etüt idaresine genel müdür yardımcısı oldu. Emin Çölaşan, yayımlandığına aşırı çok satan, Turgut Nereden Koşuyor adlı kitabında, ğek çok şeyi eksik anlatmış, Turgut Özal'ın 12 Eylül diktası arasındaki organik bağı saklamak istemiştir.

https://onbinkitap.blogspot.com/2022/07/turgut-nereye-kostu.html

12 Eylül darbesi sonrası, 1983 seçimlerinde aslında darbecilerin kendi kurallarına göre darbe öncesinde siyaset yaptığı için veto yemesi gereken Özal'a iktidar yolu açıldı. Özal, 1977'de, MSP (Necmettin Erbakan'ın Milli Selamet Partisi)'den seçilseydi, zaten 1990'a kadar siyasete atılamayacaktı. Bence Özal, o seçimlere, siyasete  adım atmış olmak için başlamıştı ve 12 Eylül darbesi sonrasına daha o zamanlar hazırlanıyordu. Siyasiler darbeden habersizdi. Hatta, Türkeş, tam o gece haberdar olmuştu. Oysa dönemim tutuklu ve hükümlüleri, darbeden altı ay öncesinden, sorgucu ve işkencecilerin birden vahşileştiğini, 12 Eylüle yaklaştıkça bu vahşiliğin arttığını yazıyorlar. Yani, Türkeş'in, Demirel'in bilmediğini, sorgu polisleri biliyordu. Hapishanelerdeki gardiyanlar biliyordu. 24 Ocak kararlarını hazırlayan Turgut Özal, çok iyi biliyordu. Solun ve sendikaların çok güçlü olduğu zamanda, 24 Ocak kararlarını uygulamanın imkanı yoktu. Milton Friedman'ın iyi bir öğrencisi ve tipik bir Şikago oğlanı olan Özal, bu işin askeri bir darbe ile yapılabileceğini biliyordu. Latin Amerika'da olduğu gibi acı reçete, darbe gücü ile verilecekti ama Latin darbelerinde diktatörler,  özelleştirme yapmamış, daha doğrusu yeterince özelleştirme yapmamıştı. Özeleştirme yapmak, babalar gibi satmak, sivil politikacıların işiydi. Bu politikacılar,  en azından işi başlangıcında, askerlerin korumasında olmalı, acı ilaç, din morfini ile verilmeliydir. Zorunlu din dersleri, ülkenin tek televizyon kanalında (o da saat 20-24 arasında yaın yapıyor) din programları,  Alevi köylerine cami yapılması gibi programlar zaten 12 Eylül generallerinin programlarında vardı. Özal'da her fırsatta din ve Allah diyerek buna destek verdi. Kendi ailesinin Nakşibendiliğini kullandı. Annesini, Nakşibendi şeyhinin yanına, özel bakanlar kurulu kararıyla defnetti. F. G, sözüm ona aranıyorken teşkilatını genişletti. Sonra bir tesadüf sonucu tutuklanınca, Özal'ın telefonu ile serbest bırakıldı. Aslında Özal ile F, 12 Eylül öncesinde de görüşmüştü.

https://onbinkitap.blogspot.com/2024/07/evren-ozal-fto-ucgeni.html

Siyasetin sivillere verildiği sanısını yaratmak üzere, Kenan Evren, Turgut Özal'a hükumeti kurma yetkisini, bir ay bekleme ile verdi. Sonra da özelleştirme ve fakirleştirme reformlarına başladı. Önünde muhalefet yok yada yok gibi bir şeydi. Meclisteki diğer iki partiden Milliyetçi Demokrasi partisi dağıdı ve mebusları ANAP'a katıldı. Sosyal Demokrat parti ise, Halkçı parti ile rekabetteydi. Medya'da da gazetelerin gücü zaten düşmüştü. Sona iki kanallı ve gün boyu (Gece yarısından sabaha hariç) yayın yapacak devlet televizyonu ve radyosu emrindeydi.  Üzerine Dinç Bilgin, İzmir'in Yeni Asır gazetesini ulusal yaparak, Sabah gazetesini kurdu. Turkuaz medya, o zamanlar neoliberalizmin en güçlü savunucularından biri oldu. Özal güçlü olduğu sürece Özalcıydı. Özal güç kaybedince,  DYP-Demirelci oldu. Hatta Demirel cumhurbaşkanı olup, DYP başkanlığı ve başbakanlık makamı boş kaldığında, DYP kongresi öncesinde, Kasım'a kadar İsmet Abi'ci oldu. Kongreyi, Aydın Doğan medyasının desteklediği Tansu Çiler kazandı. İsmet Sezgin, hayatı boyunca Süleyman Demirel'in getirini-götürünü yapmak dışında ciddi bir iş yapmamış biriydi. Hayatı boyunca Demirel'in partilerinin (Adalet Partisi ve DYP) çok güçlü olduğu Aydın'dan ve listenin üst sırasından, hatta birinci sıradan milletvekili oldu ama tüm yatırımlarını memleketi Siirt'e yaptı ve Siirtli hemlerilerini kamu kurumlarında işe aldı. Köksal Toptan da kongre de aday olmuştu. Adları pek anmaya değmez kişilerdi. Sabah üzerine belki kapsamlı bir yazı yazarım ama şu günlerde önceliğim değil. Diğerleri hakkında yazmıştım. Bu yazının konusu Özal.

https://onbinkitap.blogspot.com/2022/07/suleyman-demirel-kimdir.html

https://onbinkitap.blogspot.com/2022/04/tansu-cillerin-siyasi-tarihi.html

Özal, sadece neoliberlizmciliği ile Şikago oğlanı değildi. Tek adam olma hevesini hiç saklamadı. Başkanlık sistemini ikide birdile getirdi. Kendi partisi ANAP'ı tek adam olarak yönetti. Sık sık meclisten altı aylık yetkiler ile sürekli kanun hükmünde kararnameler çıkardı. Bunların bazıları halen yürürlükte. Kenan Evren'le çok iyi anşatı ama cumhurbaşkanı olunca başbakan yaptığı Yıldırım Akbulut ve Mesut Yılmaz'la anlaşamadı. Ölmeden önce cumhurbaşkanlığını bırakıp, tekrar siyasete atılmaya hazırlanıyordu. Hatta parti kurmak için ANAP'tan istifa eden Yıldırım Akbulut,  Özal ölğnce, ANAP'a dönmüştü.

https://onbinkitap.blogspot.com/2022/08/yildirim-akbulut-ve-mesut-yilmaz.html

Siyasi açıdan da Amerikancıydı. Pqq, Eruh ve Şırnak baskınlarını yaptığı gün havuzdan çıkmadı ve bunu tüm medyaya gösterdi. Saldırılar arttıkça, bunlar üç beş başldırı çıplakalrdır deyip durdu. Bu baldırı çıplaklar lafı, 33 silahsız erin şehit edilmesine kadar sürdü. Sonra köklerini kazıyacağız söylemi başladı.  Özal ölene kadar orduya, teröre karşı savaşmak için doğru dürüst silah alımı bile yapılmadı. Özal'ın bu konuda tek doğru icraatı, darbecilerin Kürtçe kaset-canlı müzik yasağını kaldırması oldu.

https://onbinkitap.blogspot.com/2023/07/silahli-direnisin-provakasyon-olmasi.html

Siyasal ve ılımlı İslam adına da çalışmaktaydı. F' nin tüm ülkede yayılmasını sağladığı gibi, 1980 yılının, İstiklal Marşının inatla oturularak dinlendiği, Konya şehrindeki Kudüs mitingini düzenleyen Mehmet Keçeciler'i, darbe vetosuna rağmen partide öenmli yerler verdi. 1986 referandumu ile 12 Eylül öncesi politikacıların, politikacı yasakları kalkınca, Keçeciler'i önce milletvekili, sonra bakan yaptı. Birinci Azeri-Ermeni savaşında açıkça ve Ebulfez Elçibey'in yalvarlamalarına rağmen, Azerbaycan'a yardım etmedi. Onlar Şii, onlara İran yardım etsin dedi. Mezhepçiliği o kadar ileriydi ki, ANAP'ın hiç Alevi milletvekili olmadığı gibi, Alevi millet vekili adayı, hatta aday adayı bile olmadı. İktidardayken hacca giden ilk başbakan oldu (siyasete atılmadan önce gitmişti). Kılıçdaroğlu'nu, vekaletn SSK'nın başına getirmesini de, bu işi yapacak başka dürüst adam yok diye açıkladı.

İktidarında, 12 Eylülcülerin darbecilefinin grev ve sendikalaşma  yasaklarını, kanun hükmünde kararnameleri ile genişletti. 12 Eylül anayasaının sadece redyo-televizyon devlet eli ile olur yasağına karşıydı. Onu da, oğlu Ahmet Özal'ın ortağı Uzan ailesi aracılığı ile illegal olarak deldi. Legal olarak delmeme sebebi, grev ve sendikalaşma yasaklarını da kaldırmak zorunda kalacak olmasıydı.

Özal, sadece sendikalaşmanın düşmanı değildi. Kooperatifleşme ve her türlü kamulaşmanın da düşmanıydı. Fiskobirlik, Çukobirlik, Antbirlik gibi kooperatifleri, sonraki iktidarların yıkabileceği şekilde zayıflattı. Toprak Mahsülleri Ofisi, piyasadan daha düşük alımlarla, çiftçiyi tüccarlara mahkum etti. Ben zengini severim deyip duruyordu. Zenginin de Amerikancısını sevdi. Kendisnin ilk yandaş basınını kurmak için milyarlar harcayan Asil Nadir'i bir gecede harcadı. Kendisine yönelik suikast teşebbüsü sonucu, dönemin vurguncusu Kemal Horzum'u harcadı. Horzun, o dönemin teleks-fax dolandırıcılığı ile, devlet bankası olan Emlak Bank'ı dolandırmıştı. Emlak Bank, dil bilmeyen avukatları yüzünden parasını alamıyor, Kemal Horzum'da ortalıkta serbestçe geziyordu. Suikasttan sonra dil bilen avukatlar aracılığıyla Kemal Horzum bitirildi. Tetikçi ise bir süre sonra Özal tarafından affedildi. Mermi, kendisine isabet etmediği halde, çakı ile parmağını yaralayıp, gazi olmuş gibi propaganda yaptı.

Kendisi ayrıca ciddi bir Atatürk düşmanıydı. Atatürk, süpermen değildi lafını sık sık söylerdi. Arap sermayesini Türkiye'ye soktu Bu sermayede Mustafa Kemal ve diğer komutanların adının bile geçmediği bir Çanakkale belgeseli ile propagandaya başladı. Ül keyi kafasına göre şekillendirme çabasına önce erken ölümü engel oldu. İkincisi de halkın kıvama gelmesi daha doğrusu kıvama gelen seksenler çocuklarının seçmen olmasını bekleyememesi oldu. Öte yandan halkın neoliberalizmi kabul etmesi için biraz daha imam hatipe, basın propagandasına falan ihtiyacı vardı. (Bu konuyu çok yazım ve gene yazacağım)

Ani ölümü çok araştırıldı. Suikast yada zehirlenme olsa neoliberalistler, tıpkı daha önceki suikast teşebbüsü gibi bir propaganda şölenine dönüştürürdü. Ülkemizdeki teş Şikago oğlanı Özal değildi. Alparslan Türkeş'te,diploma ibraz edemese de, Amerika'da olduğu yıllarda iktisat doktorası yaptığını söyler.

Son dönem muhalif görünen neoliberalist ikstisat profesörleri Daron Acemoğlu ve Özgür Demirtaş'ta bana göre Şikago oğlanıdır.


17 Temmuz 2024 Çarşamba

EVREN-ÖZAL-FTÖ ÜÇGENİ



 Rastgele kitap okumanın bir keşif zevki var Bazen neye niyet, neye kısmet diyorsun. Halkevleri'nin açtığı stantlarda, biraz ayıp olmasın, biraz da yardım olsun diye bir kitap aldım ve yakın çağ-12 Eylül konusunda, gözüm açıldı-uyandım diyebileceğim bir aydınlanma yaşadım. Kitabın adı, Muhafazakarlığa Karşı Femibizm, yazarı da Handan Koç.

Aslında kitap,  adı gibi feminizmi, muahfakarlığa karşı savunmak için yazılmış bir kitap. Çoğunlukla az satan bazı dergilerin eski sayılarında yayımlanmış yazıların bir araya getirilmesi ile oluşturulmuş ve pek çoğunun içeriğini yazarın kendi de unutmuş sanki. İki binli yıllarda, hem Reis'in, hem de Ftö'nün gücü ve dostluğu zirvedeyken, Ftö üzerinden reis ve iktidarı eleştirmiş. Bir yazısı ile farkına olmadan büyük bir sırrı ifşa etmiş. Ftö'nün sürekli din-iman sohbeti yapan bir dergisi vardı, Sızıntı diye. İşte bu dergi, 2008 mart ayında, Turgut Özal ile F.G'nin 1979'da özel bir görüşme yaptığını yazmış. Bunu da önce Expres diye,  kimsenin pek az satın aldığı bir dergide yayınlamış. Sızıntı, çok satılmasına rağmen az okunduğu için dikkat çekmemiş. ( Hep derim, Türkiye'de dini yayınlar çok satılır, az okunur.)

Bir anda beyimde şimşekler çaktı. Neoliberal sistem Özal'ı çok önceden başbakan atamıştı. 1977'de, seçilmeyecek yerden MSP (Milli Selamet Partisi, Necmettin Erbakan'ın partisi) millet vekili adayı olması da buna hazırlıktı. Halk ve siyasi partiler bilmiyordu ama darbe çok önceden hazırdı zaten, Evren'in dediği gibi, şartların olgunlaşması beklendi. Bekleyenler sadece Kenan Evren ve generalleri değildi anlaşılan. Pek çok gazeteci, tarihçi ve siyasetçi, bunların birbirinden ayrı olduğunu savunur. Emin Çölaşan, yayınlandığı yıl çok satan, Turgut Nereden Koşuyor adlı kitabında, Özal'ın hayatı ile ilgili pek çok eksik bilgiye yer verir. Üniversiteden sonra, Teksas'ta, iktisat yüksek lisansını anlatmaz. Özal'ın, şimdilerde kapatılan (İller Bankası ile beraber Kalkınma bakanlığına dönüşen) Devlet Planlama Müsteşarlığına, bir günde, Elekitirk İşleri Etüt idaresinden gelip, müsteşar olmamıştır. Özal'ın yetmişlerdeki hali için, Demirel'e bizim Süleyman diyeceğini rüyasında görse, tövbe çekerdi diye yazmıştır. Oysa daha o zamanlarda siyasete atılacağı kişilerle ilişkilerini sağlamlaştırmıştır.

1983 seçimlerinde halka, ya asker, ya Özal dayatması yapılmış, bu dayatma da Özal'a ve partisi ANAP (Anavatan partisi)'a, buçuk parti denilerek saklanmıştır. Halkçı parti kurulmaması için Atatürk'ün o zamanlar yüz yaşında olan yaveri bile veto yemiş; Mehmet Keçeciler gibi, meşhur Konya mitingi organizatörü bile onay almıştır Evren ve arkadaşlarının Milli Güvenlik Konseyinden. 1983 seçimlerinde sekiz yaşındaydım. Sokaklarda sadece ANAP'ın amblemleri ve araçları olduğunu hatırlıyorum. Anketlerde ANAP, 1. parti çıkınca, anket yapmak yasaklanmıştı. Sanki Kenan Evren anket yatırmıyor muydu? O da kimin, ne olacağını az buçuk tahmin etmiyor muydu? 1983 genel seçimleri ile yerel seçimleri arasında neden altı ay zaman vardı? Oysa 1982 anayasaına evet demek, aynı zamanda Kenan Evren'in cumhurbaşkanlığına evet demekti. Bu seçimlerde benzeri yapılabilinirdi. Seçmenin mecliste Özal'a, belediyede MDP (Milliyetçi Demokrasi partisi, askerlerin partisi) verme (özellikle küçük yerlerde belediye İller bankası-Kalkınma bakanlığından para alsin diye seçmenler böyle yapar) durumuna karşı bir tedbirdi bu. Genel seçimlerde tek başına iktidar olan ANAP, yerel seçimlerde belediyeleri sildi, süpürdü.

Gene de Kenan Evren, Özal'a bir ay boyunca hükumeti kurma görevi vermedi. Özal ile mesafeli görünmek istedi. Sonrasında hakiki Çankaya noteri oldu. Özal ilk yıllarında, 1987'e kadar ülkeyi Kanun Hükmünde Kararnamelerle yönetti. Meclisten kanun hükmünde kararname çıkarma yetkileri altı ayda bir. Özal'ın neoliberal politikaları, askerlerce uygulanamazdı. Şili'de bunun  örneği görülmüştü. Pinoshet, Şikago oğlanları denen iktisatçıların eli ile ülke ekonomisini, ITT başta olmak üzere uluslar arası kartellere oyuncak etmiş, halkı fakirleştirmiş, ülke nüfusunu yüzde onuna yakınını katledip, bir o kadarını da göç ettirterek, meşhur iktisat profesörü Milton Friedman'ın övgülerini almış, Friedman'da Nobel iktisat ödülünü almış ama dünya bakır rezervlerinin üçte birini oluşturan bakır madenleri özelleştirilememişti. Bu yüzden özelleştirmeleri, halkın seçtiği parti yapacak, bu işi de darbeciler koruyacaktı. Türkiye'de öyle oldu. Aslına bakarsanız Özal'da bir Şikago oğlanıydı. Teksas'ta iktisat mastırı yapmış ve ta o yıllarda, bu günler için eğitilmişti.

Bütün bu fakirleşmede halkın kendisini suçlu bulması sağlandı. Öyle ya,  kardeş kavgası yapmışlardı, devlete karşı çıkmışlardı. Bu fikrin baş anlatıcısı, ülkenin tek kanalı, günde yazın 5, kışın 4 saat yayın yapıp, İstiklal marşı işe açılıp, kapanan televizyonuydu. Sık sık yapılan sokağa çıkma yasakları ve sokak terörü yüzünden halk, akşamları eve kapanmıştı. Gazeteler de sansürlüydü. Radyo ve televizyonlar, bizzat solcu spikerlerin ağzından, halka önce sağ-sol kavgası için, sonra soşcu olduğu için suçluluk duygusu aşılandı. 12 Eylül boyunca hiç bir şey tesadüfe bırakılmamaya çalışıldı. 1980-85 arası çocuk hikaye kitaplarının yüzde seksenindne fazlasının konusu, ebebeynlerinin sözünü dinlemeyen çocukların başlarına gelenlerdi.

Bir halk, hem suçluluk duygusuna, hem de yoksullaşmaya, din olmadan dayanamazdı. Ancak kapitalizm de, şeriatın ani bastırması ile sekteye uğrayabilirdi. Diğer yandan 12 Eylül'ün, sözüm ona durdurduğu kardeş kavgalarından biri de Alevi-Sünni kavgasıydı. Bu yüzden din, Türk toplumuna damla damla verildi. Kenan Evren, sözüm ona tarikatlarla mücadele ediyor, solcuların yanında Ülkücü ve tarikatçıları da eziyor görünmeye dikkat ediyordu. Ara ara tarikatlara da operasyon yapıyorlardı. Hatta meşhur Menzil köyüne de baskın yapılmıştı. Bu tür baskınların tarikata hiç etkisi olmadı. Aksine reklamı oldu. En büyük reklamı da, Kara Ses adını verdiği ve o sıralarda Almanya'da yaşayan Cemalettin Kaplan için yaptı.

Diğer yandan ülkeyi Sünnileştirme çabaları da tam gaz devam ediyordu. Camisiz Alevi köyü nırakılmıyor, zorunlu din derslerinde, din öğretmenleri derslerinde Alevi öğrenci tartaklıyordu. Daha Kenan Evren'in cumhurbaşkanlığı sırasında f. başta olmak üzere tarikatlar, devlet kademelerinde gözle görünür şekilde örgütleniyordu. Turgut Özal ve ailesi, Nakşibendi şeyhi Mehmet Zahit Kotku'nun tekkesine bağlıydı. Hatta annesini de o şeyhin yanına, bakanlar kurulu kararnamesi ile defnettiydi. Bu yüzden de Türkiye'nin pek çok yerinde Mehmet Zahit Kotku camisi vardır.

Sac ayağımızın üçüncüsü olan F. o günlerde saklanıyor, şehir şehir dolaşıyor, sık sık ev değiştiriyordu. Kendisi, basına yansıyan haberlere göre halen hayatta ise de, ölmüş gibi bir şeydir. Basına servis edilen fotoğraflarda, sanki ölmüş de gömülmemiş gibi durmakta. Kendisi ile ilgili çok şey bilinmekle yada bilindiği sanılmakla beraber, çok şeyde karanlıktadır. 15 Temmuzdan sonra bazı generallerin itiraf ettiği gibi,  1983'de bile kurmaylık sorularını çalabiliyorlardı.  Seksenlerde yada doksanlar başında, tarikatın emniyet örgütlenmesinin Nokta dergisine kapak olduğunu da hatırlıyorum.

(1982-2007 arasında yayımlanan ilk Nokta dergisini, 2013'de derginin isim hakkını alan Ft'cülerin Nokta dergisi ile karıştımayalım.)

Bu örgütle ilgili son aydınlanmayı, Toygun Atilla'nın İfşa adlı eseri oldu. Kitap zaten örgüt hakkında. Kitapda 1986'da Burdur-Antalya yolunda yakalanmasını anlatıyor. İki araçlık konvoyla giderken, polis çevirmesi ile yakalanıyorlar. Diğer beş kişi, hocayı tanımadığını falan söylüyor. Tutuklayan polisler, bir anda telefon yağmuruna tutuluyorlar. Herkes hocadan başlayarak diğer kişilerin serbest bırakılmasın istiyor. Turgut Özal, bizzat arıyor serbest bırakılması için. Altı yıldır kaçak gezen şahıs, polis sorgusundan sonra serbest bırakılıyor.

Son günlerde pek çok örgüt üyesinin (aralarında üç yüz küsur hakim ve savcı da var) işlerine dönmeyi, Altan kardeşlerin ve Nazlı Ilıcak'ın çoktan serbest kalması falan da bir garip değil mi?

(Hem hocanın, hem de A. Öksüz2ün sorgulanıp, serbest bırakılması bana 1995 yapımı Olağan Şüpheliler filmini hatırlatıyor. Bir polisin mutlaka izlemesi gereken polsiye filim budur bence. Filmdeki Kayzer Soze'de Tğrktür ve filmin sonunda sigarayı Türk gibi tutar)

Konvoydaki diğer beş kişiden dördü, darbeden evvel yurt dışına çıkıyor. Beşincisi ise tutuklansa da, kolu incindiği için tutuksuz yargılanmak üzere salıverilip, ortadan kayboluyor. Hepsi de örgütün önemli kurumlarında görev alıyor. Kitabın tarzı biraz rahatsızlık verici geldi, Tıygun Atilla, sanki efendinin yanı başında gezmiş yada gezenlerden rapor almış gibi. İşte o an bir aydınlanma yaşadım. Toygun Atilla'nın kaynağı kendisi gibi Ulusalcılar ve Doğu Perinçek tayfasıydı. Aslında örgüt, ilk kurulduğundan berİ, hatta MİT'e sızarken, devletin yada devletteki-MİT'teki bazı grupların gözetiminde ve kontrolündeydi. İngiliz roman yazarı John Le Carre'nin, Soğuktan Gelen Casus ve Köstebek romanlarındaki gibi. Yazar zaten daha önce de MI5 ve MI6 ajanıymış.

Jani ortada bir tiyatro var ama

 oyun yazarı ve yönetmenler zannetiğimiz kişiler değil.  Oynun kökleri Turgut Özal ve Kenan Evren'e dayanıyor.