kapitalizm etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
kapitalizm etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

14 Ağustos 2025 Perşembe

GERÇEK KAPİTALİZMLE, GERÇEKÇİ MÜCADELE



Kapitalizm ile ilgili olaak 2016 kasımında şunları yazmışım

 https://onbinkitap.blogspot.com/2016/11/kapitalizm-ile-ilgiliyanlis-bilgiler-su.html

Bu yazıda çok özetle kapitalizmin, serbest piyasa, tüketici ihtiyacı, özgürlük, güven, huzur, demokrasi ve küreselleşme rejimi değildir demiştim. Kapitalizm, kapitalist yada burjuva dediğimiz sermaye sahiplerinin zenginliklerinim arttırılması ve korunması rejimidir. Tıplı feodalitenin feodal derebeylerini, teokrasinin teolog, yani din adamlarının çıkarlarını koruma rejimi olması gibidir bu. 1789 'da, top ve tüfeğin orduları modernleştirmesi ve askeri akademilerin (harbiye) açılması sebebi ile Avrupa'nın pek çok yerinde aristokratlar askerlik bile yapmıyorlar, hatta toprakları ile ilgilenmiyordu bile. Gene de siyasette etkin olma çabasındaydılar. Prusya imparatorluğunda junker denen subay sınıfı aynı zamanda toprak sahipleriydi. Fransız ordusundaysa soyluların yeri yoktu. 

Kapitalizmin en büyük ilkesi olan serbest piyasa, bizzat ilk teorisyeni Adam Simith tarafından delindi. Bie dönem İskoçya'nın gümrük bakanlığını yapmış, bakanlığı sırasında İngiltere'den gelen kumaşlara yüksek vergiler koymuştur. Üstelik bu, her iki ülkenin de Büyük Britatna (Birleşik Krallık)'ya bağlı olduğu düşünüldüğünde, ülke içi bir gümrüklemedir. Hiç bir sanayici, güçlü rakipleri karşısında ülkesinin serbest gümrük uygulamasını istemez, değil mi ki aslında o rakibinin kompradoru olmasın. Büyük Britanya imparatorluğu bile,  19.yy'ın 2. yarsıında Almanya bir sanayi devi olarak ortaya çıkınca,  ülkesinin ve sömürgelerinin gümrüklerini yükseltmiştir. Ekonomik rakibi olan Rusya'ya karşı 1904-5 savaşında Japonya'yı desteklemiştir. 1990'lı yıllardas gümrükler tüm dünyada kalkacak derken, başta  Çin, Hindistan ve diğer Asya ülkelerinin ekonomik büyümesi karşısında Avrupa ve A.B.D, gümrük duvarlarını yükseltti..

Kapitalizm, eğer büyük burjuvalar kar edecekse, mal-mülk güvencesinden bile vazgeçer. Öyle tarihsel örnekleri verecek değilim.2025 ylı temmuz itibarıyla çıkan maden yasasına bir bakın. Herkes bunu zeytin yasası olarak biliyor ama ceviz, meşe palamutu ve bazı endemik bitkiler, özel olarak imar ve maden girişimlerine kapalı. Diğer bir konuyu da hukukçular açıklasın, bir arazinin normal tapusuyla, maden tapusu farklı oluyormuş. Olay biraz karşık. Bu olayda ise tapu-mapu yok. Madenci, maden mi çıkaacak, devlet çiftçinin arazisini yok pahasına kamulaştırıp, özel sektöre tahsis ediyor. Çiftçinin fikrini soran yok. Diğer yandan bu maden ne kadar işletilecek, işletildikten sonra asıl sahibine devredilecek mi,  terk edilen maden arazisi onarılacak mı, belli değil. Ege bölgesi sondaj yapılmış ve terk edilmiş mermer madenleriyle doldu. Araziler kocaman çukur haline geldi. Ege de çıkarılan kömür madenlerinin neredeyse tamamı, sadece termik santrallerde kullanılabilecek kötü kalite kömür. Dünyanın en kaliteli zeytin, üzüm, incir, nar ve bilumum tarım ürünlerine karşı kötü bir tercih ama, bu tercihi yaoan büyük burjuvalar.

Kapitalizm, mülkiyet yada insan haklarını tir. ancak kendi ihtiyacı olduğunda hak olarak görür. Neoklasik ekol ve onun Şikago oğlanları, Şili diktatörü Pinochet başta olmak üzere pek çok diktatörü desteklemiştir. 12 Eylül rejimi, tüm işçi örgütlerini kapatır, işlevsizleştirir yada tutuklarken, TÜSİAD başta olmak üzere burjuvaları baş tacı etmiştir. Hatta başbakanlık müsteşarı Turgut Özal başta olmak üzere dönemin pek çok yöneticisi, TÜSİAD çalışanıdır. 12 Eylül anayasası, TÜSİAD'a danışıla danışıla hazırlandı.

Kapitalist entellektüeller (onlara artık liberal yada liberalist aydın demeyeceğiz), bazen sosyalist bile görünerek,  halkın çıkarlarını, burjuvaların daha da zenginleşmesini, çok beklediklerinde kendilerinin de zengin olacaklarına inandırmaktır. Bunun için yetmez ama diyerek, gelecek vaadleri söyleyerek halkı kandırmayı çok iyi becerir.

Burjuva yada aristokrat, üst sınıfta doğmuş bireyler, o kadar oportünisttirler ki, eğer üst düzey bir devlet görevinde, Stalin'in hemen yanı başında olacaklarını bilseler, Komünist rejimi bile desteklerler. Sonuçta devasa bir serveti kontrol edecek ve lüks yaşayacaktır.

Çözüm, Sovyetler Birliği ve daha pek çok sosyalist yada sol olduğunu iddia eden diktatörlüklerden de anlayacağımız üzere,  çözüm değildir çünkü devrim mutlu son değildir; korunması gereken bir kazanımdır. Devrim, masalların mutlu sonu değildir. Atatürk'ün cumhuriyeti, gençliğe emanet olması gibi,  işçi hakları, sosyal devlette, işçilere emanettir. Hiç bir burjuvayı, ben sadece işime bakarım, siyaset beni ilgilendirmez, demez. Ülkenin oligark diyeceğimiz dev sermaye sahipleri,  ülke politikasını an ve an (gün ve saat değil) takip eder. İşçiler ve sendikaları da aynısını yapmalı, her an buna göre politik tavrını belirlemelidir.

Son olarak, ülke siyasetinden diğer bir konu da işçi sınıfı içindeki, sınıf içi çatışmalar da ülkemiz siyasetini etkilemiş ve etkilemekte.  Sendikalar ve sol siyasetçilerin düşmanı sadece burjuva sınıfı değil, işçi sınıfı içi çatışmalardır da.

Rusların dediği gibi, sen siyasetle ilgilenmezsin ama siyaset seninle mutlaka ilgilenir.

6 Haziran 2025 Cuma

LİBERALİZMİN PİNOCHET'E DESTEĞİ (VE DİĞER DARBECİLERE)

 


11 Eylül 1973 günü, Şili genelkurmay başkanı Auguto Pinocet,  daha yirmi gün önce kendisini bu makama atayan, ünyanın ilk seçimle iş başına gelmiş Sosyalist devlet başkanı Salvador Alende'yi kanlı bir darbe ile devirdi. Ardından Şili, uzun yıllar sürecek, zorba, katil bir askeri diktatörlükle yönetildi. Şili'nin hikayesi, pek çok açıdan Türkiye'ye ve diğer tüm Kapitalist darbelere benziyor. 1981'de, Polonya'da sıkıyönetim ilan edildiğinde, Marksiste teoride askeri darbenin olup, olmadığı tartışılmıştı. Kapitalizm ise hiç tartışmadı. 12 Mart cuntasının başbakanı Nihat Erim, daha darbenin olmasına yıllar varken, gerekirse hürriyet ilahının üstüne bir şal sereriz diyerek, diktaların hizmetinde olduğunu belirtmişti. Nihat Erim, ülkemizde suikastle öldürülmüş tek başbakandır. Mahsuni'nin Erim erim eriyesin; Yılan çayan (Mahir Çayan)  yesin seni beddualarına mazhar olmuştur. Suikastle öldürülen politikacılara sevgi artar, isimleri efsaneleşirken, Erim, gittikçe unutulmuştur. 12 Martın teknokrat başbakanları (Nihat Erim, Ferit Melen, Naim Talu) arasında, sıradan biri olmuştur. Suikastle öldürüldüğü halde, ölüm yıldönümü anılmaz yada anıldığına dair hiç haber hatırlamıyorum.

Özgürlük tanrıçasının üstüne şal örtme, kapitlaizm tarihiyle beraberdir yani tek sebebi Komünizm'den korunma değildir. Kapitalizm, Kuzey İtalya'da, Floransa şehrinde, Katloik, Antisemitist (Yahudi düşmanı), cumhuriyet de olsa, pek de demokratik olmayan bir ortamda, feodalitenin bir türevi olarak ortaya çıkmıştır. Bu kök bakımdan bakarsak kapitlazim, ne Max Weber'in dediği gibi Protestan,  ne de Werner Sombart'ın dediği  gimi Semitist ve Yahudidir. Tek amacı kendi oluşturduğu burjuva sınıfının, onun da en büyüklerinin çıkarıdır. Bu sebeple giderek feodal sınıftan kopmuş, monarşi yerine cumhuriyetleri tercih etmişti. Çıkara göre değiştiği için, Hollanda örneğinde olduğu gibi, cumhuriyetten, krallığa da dönmüştü. Kapitalizm, köleliği en gaddar şekliyle uyguladı. Sömürgeciliği de en acımasızca,  kapitalist imparatorluklar uyguladı ve uygulamakta. Herkes Nazi soykırımını yada Ermeni tehcirini bilir. Oysa kapitalist batı ülkelerinin sömürdüğü ülkelerde ve kıtalarda nice insan, topluluk ve kabile, katledildi ve katledilmekte. 

Doğrudan yönetemediği ülkeleri de Marksistlerin, komprador dediği politikacı, aristokrat, burjuva ve aydın işbirlikçilerle yönetmeye devam ettiler. Sömürge ülkelerinde uzun süreli demokrasiler olmadı. Demokrasiler, sık sık darbelerle kesildi. Bu darbelere, kapitalist batı ülkelerinin desteği hep oldu. Bu destek hep karşılıklıydı. Alparslarn Türkeş, 27 Mayıs sabahı, darbe bildirisini okurken söze, Nato'ya Senato'ya (Aslında Cento demek istemişti) bağlıyız diye başlamıştı. 27 Mayıs askeri darbesine fiilen tepki veren tek ülke, Kostarika adlı Orta Amerika ülkesiydi. ( Mehmet Ali Birand'ın meşhur Demirkırat belgeseli yayınlandıktan sonra TRT vermişti bu bilgiyi. Dönemin devlet başkanı (Wikipedi'ye göre José Figueres Ferrer diye birisiymiş.), 12 Eylül rejiminin ilk işi, Albaylar Cuntası sebebi ile yıllardır Nato'nun askeri kanadına dönemeyen Yunanistan üzerindeki vetoyu kaldırması oldu. Denokrasiye ara verilen rejimler, batılı ülkelerin işbirliği antlaşmalarına, maddi yardımlarına mazhar oldular.

Bu destek sadece maddi değildi, aynı zamanda teorikti. Bunu en net olarak Şili'de,Pinochet'e olan destekte görüyoruz.  Bu destek aynı zamanda teorik bir destekti, başını da, Nobel ödüllü ekonomist, Milton Friedman çekiyordu. Freidman'ın izinden giden otuz iktisatçı Şikago oğlanı da, Şili'de çeşitli kademelerde görev aldı. Pinochet diktatörlüğüne tek teorik destek, iktisatçılar olmadı. Karl Popper, antideomkrat ideolojilerin, demokrasiyi araç olarak kulandığını, bunun demokrasinin ikilemi olduğunu yazdı. Yetmişli yıllarboyunca pek çok liberal-kapitalist yazar,  Pinochet'i, demokrasiyi komünizmden kurtaran kahraman olarak selamladı. Bu dönemde Şili ekonomisi, bakır fiyatlarının (ülke dünyanın en büyük bakır madenlerine sahip) artmasının ve ekonomiyi baltalayan, pek çoğunun kökeni İspanya aristokrasisine dayanan, ülke yüz ölçümünün yarıdan fazlasına tapuyla sahip olan ailelerin yarattığı yapay krizlerin bitmesi ile kısmen düzelmiş, askeri dikta halkın bir kısmının desteğini bile almıştı.

Lakin seksenlerde durum değişmiş, özelleştirmeler, sendikasızlaştırma,bakır fiyatlarının düşüşü ve diğer nedenler sonucu fakirleşen Şili halkı, tüm baskılara rağmen, askeri cunta aleyhine gösteriler yapmaya başlamıştı. (Türkiye'de, 12 Eylül cuntası altında olan bizlerse, Şili'ye hayret ediyorduk.) Derken komşu ülke Arjantin'in cuntası, bozulan ekonomi ve itibarını düzeltmek için, kendisine yakın ama İngiltere'ye ait, tarih boyunca hiç egemen olmadığı, Malvinas adını verdiği Falkland adalarını işgal etti. İngilizler, çok kolay zaferlerle adayı geri aldı. Savaş boyunca Şili cuntası, İngiliz ve Amerikalıların yanında oldu, üslerini kullandırıp, altyapı desteği verdi ama bir kere batılı müttefiklerin beynine solucan girmişti. Pinochet'te, cuntası dönemince şişlenen onlarca cinayet yada insan haklarından değil de, bir kaç İspanyol'un ölümü yüzünden, İngiltere'de ev hapsinde kaldı. Diktatörlükte parça parça tasfiye edildi.

Sonuçta yetmişler boyunca Şili diktasını övmeyen iktisatçılar, Nobel ekonomi ödülü yada başka bir ödül almadılar. Bu destekte tipik yetmez ama desteğiydi.


15 Kasım 2024 Cuma

FLORANSA VE RUSYA'DAN ÇIKAN İDEOLOJİLER

 


12 . yüzyılda, Kuzey İtalya'da, çizmeye benzettiğimiz yarım adanın, Avrupa ile birleştiği bölgeye yakın Floransa diye küçük bir şehir devleti vardı. Önce cumhuriyet, sonra dükalık, sonra krallık olan, bu küçük devletin siyasi tarihi yazımızın çok fazla konusunu oluşturmuyor. Bu küçük devletin, günümüz dünyasını şekillendirmede etkisi, üç kıtaya yayılmış Osmanlı devletinden daha fazladır. Sanat, felsefe ve bilimde, tarazinin bir kefesine üç kıtaya yayılmış Osmanlı devletini, diğerine de en geniş hali olan Toskana grandüklüğünde bile, Osmanlı'nın bir vilayeti kadar küçük olan Floransa'yı koysanız; Floransa ağır basar.  Osmanlı'nın altı yüz yıllık tarihinde bir tane bile kayda değer fizik, kimya, matematik yada tıp alanında önemli bir eseri yoktur. Felsefede sadece tasavvuf denen ve havanda su döven şeyle ilgilenmiş, bir ara Kadızadeler diktası zamanında onu da haram ilan etmiştir. Osmanlı sanatı, her alanda (sadece resim-heykel-mimari değil, İlahi Komedya ile başlayarak edebiyat, müzik ve tiyatroda da) Rönesansın başlangıcı olmuştur. Osmanlı sanatı, kendi halkı arasında bile çok fazla bilinmez. Divan şiiri yada minyatür sanatı, daha çok akademisyenleri ilgilendirir. Avrupalılar, Floransa'ya ikinci Akropolis (Atina) derler. Rönesans'ın doğduğu ve her şeyin yeniden başladığı şehirdir.

İşte bu şehir, günümüzün ekonomik (ve siyasi) sistemi olan Kapitalizm'in başladığı şehirdir. Aslında Floransalılar, Feodalite yerine Kapitalizmi  koymak gibi bir amaç gütmemişlerdir. Yaptıkları sadece bazı tüccar ve bankerlere soyluluk ünvanı vermekti. Çünkü yüz ölçümü küçük Floransa şehrine gerekli zenginliği ticaret, özellikle ilk kuruldukları yıllarda uzmanı oldukları yün ticaretini teşvik için yapmışlardı. Şehrin nüfusu fazla,  toprağı azdı. Sonra bu tüccar soylular, toprak sahiplerinin yerini aldı. Toprak sahibi olmayan bu yeni nesil aristokratlara burjuvazi, yani şehir soylusu dendi. Burj kelimesi, Türkçedeki burç kelimesinin İtalyanca telafffuz edilmiş halidir. Burçların, yani şehrin içinde yaşayan soylular demektir. Toprak yerine sermayesi, yani kapitali olanın soylu olduğu bu sisteme de Kapitalizm, denildi. Bu sistem Floransa'dan çıktı, önce kuzey İtalya şehirlerine, sonra tüm dünyaya yayıldı.

 Ticaret her zaman önemliydi ve korunurdu ama esas üretin kaynağı topraktı. Tüccarlar korunmakla beraber, macecı göründüklerinden,  çoğu kez maceracı olarak görülürlerdi. Özellikle önce Roma imparatorluğunun iç kargaşalarla zayıflaması, sonra Batı Roma İmparatorluğunun yıkılması ile ticaret zayıflamış, tüccarlık gözden düşmüş, daha ziyade Yahudilerin mesleği haline gelmişti. O kadar ki Karolenj imparatorluunda Yahudi kelimesi, aynı zamanda tüccar demekti. (Günümüz Türkçesindeki Manav kelimesi gibi düşünün. Bir de eskiden şehirler arası posta taşıma işlerini genelde Tatarlar yaptığı için, bu işi yapan herkese Tatar denilirmiş.) Haçlı seferleri ile bazı İtalyanlar, Müslümanlarla savaşmak yerine, ticaret yapmayı tercih edipte, Akdeniz ticareti canlanınca, tüccarlar tekrar itibar kazanmaya başlıyorlar. Toprağı olmayan kuzey İtalya'da da ana üretim alanı oluyor.

Soyluluk ünvanı orta çağlarda, hele de Avrupa'da önemliydi. Soyluluk ünvanınız yoksa, siyaset yapamazdınız. O ülkenin krallık yada cumhuriyet olması, çok önemli değildi. Orta çağ cumhuriyetlerinde (Novgorod, Floransa, Pisa, Venedik vesaire) aristokrat olmayanlar, vatandaş sayılmazdı.  Max Weber'in tezi bu açıdan bence komiktir. Kapitalizm, daha Protestanlık yada onun öncülü olan görüşlerin izi bile yokken Kapitalizm vardı. Daha 13. yy'da bile Kuzey İtalya'da sadece Floransa değil, diğer şehir devletlerinde (Bologna, Milano, Cenova, Venedik vesaire) ya büyük tüccarlar bir şekilde soylu olmaya yada soylular ticarete atılmış bulunuyordu. Marks'ın düşündüğü gibi aniden bir devrimle insanlık yada Avrupa, Aristokrasi'den Kapitalizme geçmedi. 1789 Fransız ihtilali sırasında pek az Aristokrat, baronu olduğu toprakları yönetiyordu. Pek çoğu şatolarını terk etmiş, Paris'te, eğer kralla arası yakınsa meşhur Lourve sarayında, diğerleri de Paris'in Sait Germain mahallesindeki villalarında yaşıyordu. Katolik kilisesi ise hem 1648 Vestfalya antlaşması ile eski gücünü kaybetmişti, hem de kilise ile devletin  ayrılması 1905'i bulmuştu. Pek çok Aristokrat, burjuva olmuştur. Bunun izini edebiyatta da görebiliriz. Balzac'ın romanları, yo olan Aristokrasiye ağıt gibidir. Soylu sınıfı övemeye çalışır ama bu sınıfın üyeleri, operalara, balelere gitmek, arkadaşlarının kadınlarına-kocalarına aşık olup,  maceralara atılmaktan başka bir iş yapmazlar.  Oysa Fransız burjuvası, Haiti ve bazı Antil adalarından başlayarak, Fransız sömürge imparatorluğu kurmuşlar, Fransa'yı sanayileştirmişlerdir. Thomas Mann'ın eserlerinde de Alman burjuvazisinin, kişilik olarak halen Aristokrat havasında olduğunu görürüz. Özellikle Thoma Mann'ın Buddenbrook ailesinde bir Aristokrat ruhlu burjuva ailesinin çöküşünü anlatır. (Tutunamayanlar'ı sıkıcı bulanlara, bu romanı tavsiye ederim. Uzun uzun bakışmalı Türk dizilerine benziyor) Yaşar Kemal'in Akçsaz'ın Ağaları üç romanlık serisinde, belki de bin yıldır savaşan iki yörük ailesinin, son beylerinin kavgası anlatıır. Bir beş yüz sayfa boyunca savaşan yörük beylerinin sağ kalan oğulları, tarlaları satıp, fabrika kurarlar. (Yaşar Kemal denilince akla İnce Memet gelse de, bence en iyi romanı Akçasaz'ın Ağaları'dır.

Kapitalizm ve onun çocuğu olan faşizm, her ülkede ve hatta her şehir ve köyde, kendi tarzında ilerledi. Faşizm başka bir konu, onu yazmıştım daha önce bu blogda, belki bir daha yazarım. Kapitalizm ise hiç Floransa yada Bologna ile anılmadı. Sonuçta bunlar küçücük şehirlerdi. Fransız ihtilali gibi bir kaç istisna olay haricinde pek çok toplumda yavaş yavaş Feodalitenin yerini aldı yada feodal  derebeyleri kapitalistleşti. Az önce de dediğim gibi 1789'da bile Fransız toplumu fazlası ile kapitalist ve sanayileşmişti. Jean-Jacques Rousseau, Yalnız Gezenin Düşleri adlı anı kitabında, Fransız ihtilalinden çok önce (zaten kendisi 1778'de ölmüş) yazdığı anılarında, bir gün ormanda kayboluşunu anlatır. Ormanda garip sesler duyar ve bunların keşfedilmemiş ilkel kabileler olduğunu düşleyip, seslerin olduğu yere doğru gidişini anlatır. Gittiği yerde bulduğu şey, bir çorap imalathanesidir ve o seslerde çorap makinelerinin sesidir. Kapitalizm ile ilgili olarak A.B.D yada İngiltere'nin adı çok geçer ama Floransa'nın adı pek anılmaz. Bu şehir daha çok Rönesand ve Hümanizm ile anılır. Oysa Floransa kapitalizmi de pek masum değildir. Medici ailesinden üç Papa (Emrah Sefa Gürkan'a göre dört) ve iki de Fransa kraliçesi çıkmış, kraliçe Chatherine de' Medici, Sait Barthelemy katliamında yani 23 Ağustos 1572'i 24  Ağustos 1572'de bağladığı gece, putperest Roma'nın, İmparator Konstantin'den öldürdüğünden daha fazla Hristiyanı (Hugonot denen Fransız Protestanları) öldürdüğü katliamı organize etmiştir.  Medici ailesinden gelme Papalar da, öyle masum kişiler değildi. Ülkelerin ve dünyanın kapitalist olması, çoğu kez fark etmeden oldu. Bu konuyu daha iyi anlaşılması için 1963 yılı yapımı Leopar filmini tavsiye edeceğim.  Film, Sicilya gibi feodaliteden kapitalizme geç geçmiş bir bölgede,  bir derebeyinin, burjuva olma çabasını anlatıyor.

Sosyalizm ise, 1917'de birdenbire dünyanın en büyük üçüncü devletinde iktidara geldi. O zamanlar İngiliz sömürge imparatorluğu, Dünya'nın üçte birinden fazlasına egemendi.  İkinci de Fransız sömürge imparatorluğuydu. İkinci Dünya Savaşından sonra bu sömürge imparatorlukları sömürgelerini, bir kaç istisna ve bir sürü ada haricinde kaybetti ve orta boy Avrupa devletlerine döndü. Rusya ise, bu gün bile Dünya'nın açık ara en büyük yüz ölçümlü devleti. Sovyetler Birliği ile Rusya arasında, A.B.D.'nin yarısı kadar yüz ölçümü kadar fark vardır. 1914'de yani 1. Dünya savaşı sırasındaki geri çekilmesi hariç yüz ölçümü, 1989'daki Sovyetler Birliğinden daha büyüktü. Türkiye'in Kars-Ardahan bölgesi, Finlandiya ve bugünkü Polonya topraklarının bir kısmı da bu devlete dahildi. Bu dev devlet, sevgiyle, saygıyla, çiçekle, böcekle kurulmamıştı elbet. Sonuçta çok laf yalansız, ço mal haramsız olmadığı gibi, çok toprakta kansız olmazdı, olamazdı. Bu devasa topraklar işgal edilirken yada elde tutuurken nice nşce savaşlar, isyanlar, katliamlar olmuştu. Sonuçta Rusların düşmanı çoktu.

Rusya bu devrimle beraber,  hem Dünya'dan, hem de beyaz adamlıktan koptu. Artık Rusya, Osmanlı, Türkler, Sibirya halkları, Çinliler yada diğer Asyalı milletlere karşı, Hristiyan Avrupalıların müttefiği değildi. Zaten Sosyalizm, özü gereği  Ateist'ti ve din, halkların afyonudur demişti Karl Marks. Dünyanın tüm ekonomisini değiştirmek, yeni bir din sahibi olmaktan daha tehlikeliydi. Rusya, topluca Müslüman yada Budist olsa, tarih o kadar değişmezdi. Gerçi 1917 yılında Müslüman ülkeler ya İngiliz-Fransız sömürgesiydi, ya da Osmanlı'ya karşı savaşta, İngiliz müttefiğiydi. 1989'da Sovyetler Birliği dağılınca,  tekrar Hristiyan oldu belki ama bir da Avrupa'nın, daha doğrusu beyaz adamın müttefiği olmayı bıraktı. Gene Komünist dönemde olduğu gibi Afrika'nın, Çin ve Asya'nın, Latin Amerika'nın müttefiği oldu. Tatar-Moğol kökenlerine geri döndü. Çarlık zamanında kendisini Doğu Roma (Bizans)'ın devamı olarak görürdü, resmi olarak. Oysa Bizans'ın mirasçısı Osmanlı'ydı. Alman tarihçi Gibbon, Osmanlı, Bizans'ta saltanat sülalsi değişimidir, der. Rusya ise Moğol impartorluğunda sülale değişimiydi,  1917'de özüne döndü. Rusya'da, soylular ile halk arasındaki ayrım bile antik Hun-Türk kavimlerinin, Akbudun, Karabudun ayırımına benziyordu.  Ruslar,  tıpkı Hunlar gibi atlı ve kalabalık birliklerlei hızlı ve güçlü baskınlar ile düşmanı yıkıyorlardı. Rusların meşhur yanık toprak sıtratejisi bile, Hunlardan kalmaydı. Çinliler, Hun-Moğol veya diğer kuzey kavimlerini kovalamak istediklerinde, Gobi çölünden başlayarak, kuzeye gittikçe soğuyan ve yüksekeşen coğrafya ile mücadele edemeyeceklerini anladıklarından, böyle maceralara girmediler. Avrupa'da İsveç Kralı Demirbaş Şarl (XII Karl), Napolyon ve Hitler, bu hatayı yaptı ve Rus bozkırlarında imparatorluklarını kaybetti. 1917'den sonra Rusya, Avrupa müttefiklerini kaybedince, Sosyalizm ve sempatizanlarının yardımı ile bir dünya imparatorluğu olmaya karar verdi. 

Eşyanın tabiatı gibi devletlerin de tabiatı vardır. Adığımız her eşya, kişiliğimizi değiştirir, şekillendirir. Lenin bile, kuşübede farklı, sarayda farklı düşünürüz, demiştir. Kendisi Emparyalizm adı taşıyan ve Emperyalizmi eleştiren bir kitap yazmış olduğu halde,  Rusya'nın başına geçince, kendisi de bir emperyalist oldu. Halkların Kendi Kaderini diye bir kitap da yazmıştı ama Polonya'nın, Finladniya'nın ve Baltık Ülkelerinin ( Estonya, Letonya ve Litvanya) bağımsızlığını kabul etmedi. Zamana Karşı Toprak diye anlatmıştı bu durumu. Çünkü iç savaş devam ediyordu. 1918 Kasımında, yani devrimin birinci yıl dönümünde, ülkenin dörtte üçünden fazlası Beyazların yani karşı devrimcilerin elindeydi. Beyaz orduyu Kazan şehri yakınlarında yenen Kızıl Ordu'nun başında ise, Lev Troçki vardı. Troçki, Şubat devrimi sırasında Menşevikti. Menşevikler, Lenin'in kurduğu Rus Sosyal Demokrat partisinin, Lenin'e muhalif kanadıydı. Ayrışma kesinleşince Lenin,  kendi hizibine, Rus Komünist Partisi adını vermişti.

1917'de Rus çarlığı, Osmanlı'dan bir gömlek üstündü ve Osmanlı'nın duraklama sonu, gerileme başlangıcına benzer bir durumdaydı. Devlet ve ordu yapısı olarak, Osmanlı'dan üstündü. Sinop deniz savaşında, Osmanlı donanması halen granit yada kalker taşından yapılma top gülleleri kullanırken; Rus donanması düştüğü yerde patlayan modern top mermileri kullanıyordu. İstanbul'a 22 Ekim 1868 tarihinde getirilen ilk otomobil, halk tarafından şeytan icadı diye denize atılırken Rusya; Büyük Petro'dan (Türklerce deli denilse de bu yiğidin iyisine deli denmesindendir) itibarek teknolojinin, özelikle de askeri teknolojinin takipçisi, hatta üreticisi olmuştu.  Bu konuda Osmanlı'dan iyiydi ama asla bir Almanya, İtalya falan değildi. Ekonomi halen tarıma dayalıydı ve halkın büyük çoğunluğu köylüydü. Rusya'nın Osmanlı'dan üstün olduğu diğer bir konu da bürokrasiydi. Subayların tamamına yakını harp akademili, harbiyeiydi ve askeri bürokrasi başta olmak üzere bürokrasi aristokrasiye dayansa da, Osmanlıdan daha fazla liyakata değer veriyordu. 

Siyasi açıdan ise Osmanlı'dan gerideydi. Halen orta çağın ik dönemlerindeki Feodalitede kalmışlardı. 1861'e kadar Rus köylüsü derf yani toprağa bağlı köleydi ve Rus soyluları toprala veraber köylüleri; hatta sadece köylüleri alıp-satabiliyordu. Bu tarih, Amerika'da kölelik sebepli iç savaşın başladığı yıldır. Amerika'daki siyahların 1861 yada iç savaşın bittiği 1865'deki toplumsal konumu, aynı tarihteki Aristokrat olmayan Ruslardan bir gömlek daha kötüydü. Ruslar da halen toprak sahiplerinin kölesiydi. Sonrasında köylü Rusların yaşam şartları ve toplumsal konumları da Amerika'daki siyahilerden farklı değildi. Dostoviyetski'nin meşhur Suç Ve Ceza  romanında, Raskolnikov, neden hukuk okuduğunu belli etmez yada söylemez? Günmüz Türkiye'sinde tıp yada hukuk okuyanlar, ilk beş  dakika içinde illa bir bahane ile söyler.  Zira hukuk yada tıp, alt sınıftan bir birey de olsanız, üst sınıfa çıkmanızın yüksek olduğunuzu gösterir. Oysa 191yy Rusya'sında Mujik (Rus edebiyatında Aristokrat olmayan Rus), Hukuk okusa bile, kasaba avukatı veya savcısı olur. Öyle yargıtaya, danıştaya (yada o dönem Rusya'sında eş değiri yargı makamı neyse) falan seçilemiyordunuz. Tıp okursanız da anca kasaba-köy doktoru oluyordunuz. Amerika'da da Siyahiler, Jim Crow yasaları sebebi ile 1865'den sonra da, hatta günmüzde de bu durum çok farklı değildir, alt sınıf olmaya devam ediyorlardı. 1917'de Rusya'da oanlar, 1804'de Haiti'de olanlar benzemekteydi. Haiti'den farklı olarak, burada köleler, deryeti  renkleri ile kendilerini belli etmiyorlardı, efendileri ile aynı ırktandı.

Rus imparatorluğu 1917'de gerileme dönemindeydi. Daha 1867 yılında Alaska gibi büyük bir alanı Amerika'ya satmıştı. Asıl sarsıcı olan 1904-5 Rus-Japon savaşı yenilgisiydi. Bu yenilgi ile kaybettiği toprak ve itibar bir yana, artık Pasifik okyanusunda bir deniz gücü değildi. Çok fazla asker ve gemi kaybetmişti. Osmanlı ile yapılan meşhur 93 Harbi (1877-78 savaşı) bariz bir Rus zaferi ile bitse de, savaşın maliyeti Rus ekonomisini çökertmiş, alt sınıflar onlarca yıldır yoksuldu. Gene de yüz yıllardır ülkeye egemen olan Feodallerin ülkeden sökülüp, atılması kolay olmadı. Uzun süren iç savaş sonrasında ülke yetişmiş insan gücünün çoğunu kaybetti. Milyonlarca Rus, ülkeyi terk etmiş, Dünya'nın dört bir yanına dağılmıştı. Eğitime ulaşabilenler varlıkı, yani aristokrat kişilerdi.  İç savaş ülkeyi yımış, zaten sallantıda olan devlet teşkilatı tamamen dağılmıştı. Kurmak da sayısları on  altı bin küsur olan ve devrimle elli beş bin kadar bir sayıya ulaşan Bolşeviklere kalmıştı. Bolşevikler, öyle yada böyle bunu başardı.

Rusya, yapı olarak emperyalist, yani yayılmacıyıdı, Bolşevikler gibi radikal ve küçük bir grubun eline geçmesi de onu değiştirmedi. Devlet, Bolşevikleri değiştirdi. Bence Troçki'nin, Lenin'in ikinci adamı olduğu halde, Lenin'in ölümünden sonra iktidarı kaybetmesini, görüş farklılıkları yada Şubat devriminden sonra katılmış olmasına değil, Yahudi olmasına bağlarım. Rusya, antisemitizmin yaygındı. Hitler'in soykırımını herkes bilir ama Rus iç savaşında da bir milyon kadar Yahudi olduğunu pek az kimse bilir. Hatta Beyaz Rus generalerinden biri, Rus iç savaşından sonra, bir Yahudi tarafından öldürülmüş, o Yahudi de mağdurluğu bahanesi ile serbest bırakılmıştı. Bu olay, Talat Paşa'nın katili olan Ermeni'nin de serbest bırakılmasına bahane olmuştu. Kızıllar, Beyazlar gibi Yahudi katletmedi ama genel anlamda Yahudilerin siyasette ve toplumda etkin olamadığı ve her fırsatta kaçmaya-göç etmeye çalıştığı bir ülke oldu (Özellikle Stalin zamanında). 

Ekim devrimi, çöken Rus imparatorluğuna, ikinci genişleme dönemini başlattı. Bu dönem 1989'a kadar sürdü.  Rusya o kadar büyüktü ki, Sosylaizmi de yuttu. Çin yada başka bir bölgedeki sosyalizm de, Rusya ile kıyaslandığı gibi, diğer ülkelerdeki Sosyalist devrimler yada devrim teşebbüsleri , Rus emperyalizminin bir parçası olarak görüldü. 1945'den sonra Sosyalist olan doğu Avrupa ülkeleri (Polonya, Doğu Almanya, Çekya, Slovakya (Çekoslovakya), Macaristan, Romanya ve Bulgaristan) için Rus işgali demekti. Arnavutluk yada  Yugostlavya'da ise Rus etkisi açıktı ve Sovyetler birliği yıkılınca, buradaki rejimler de yıkıldı. Araplar ve Afrikalılar için Sosyalizm, bazı zenginlerin mallarına el koymak ve Ruslardan yardım almaktan ibaretti.

1989-90'dan sonra neredeyse Dünya'daki tüm sol ideolojiler, Sovyetler birliğinin yıkılması ile sarsıntı geçirdi. Varşova paktı, Sovyetler Birliği, Yugostlavya, Arnavutluk, be varsa yıkıldı, dağıld. Bir tek Küba dayandı. İtalya'nın Komünist kentleri, İskandinavya sosyal demokrasisi bile yıkılıdı ve gücünü kaybetti. Daha neler neler oldu ve her şey Rusya'ya bağlandı.

Oysa en ateşli kaptalistler bile Floransa'nın adını almaz ve Kapitalizm de, özellikle kuruluş yıllaırnda defalarca iflas etti ama hiç kimse de, bu tüccar-esnaf milletine soyluluk ünvanı vermekten vazgeçelim demedi. Aristokratlar, derebeyleri de eyvah, saltanatım bitti demedi yada dediklerinde iş işten geçmişti. Sosyalizm ise, Rus Çarlığı gibi devasa ve güçten düşmeye başlayan bir imparatorlukla ve tüm dünya kapitaslistlerini bir anda üzerine düşman etme talihsizliğini yaşadı.

27 Nisan 2024 Cumartesi

TEŞVİK KAPİTALİZMİ



Devlet şeker üretemez, çikolata üreme, işine baksin diyen neoliberaller, devletin burjuvalara düşük faizli kredi vermesine ses çıkarmaz. Dikkat ettiyseniz ülkemizde kamu bankalarının özelleştirilmesi hiç gündeme gelmedi. çünkü kapitalizmin istediği ucuz ve pek çoğunun da geri dönmesiz kredileri, fakirlerin vergiler ile oluşan hazineden karşılanmalıdır.

Kapitalizm, serbest piyasa rejimi değildir. Büyük burjuvaların çıkarını koruma rejimidir. Adam Simth nile İskoçya gümrük bakanıyken, İngiltere'den gelen kumaşlara fahiş gümrük uygulamıştır. (https://onbinkitap.blogspot.com/2016/11/kapitalizm-ile-ilgiliyanlis-bilgiler-su.html) Altmışlarda ortaya çıkan Neoliberalizmin sloganı, güçlü devlet ve serbest piyasa, lakabı da askeri Keynesyenliktir. (https://onbinkitap.blogspot.com/2024/04/devletcilik-icin-iktisat-felsefesi.html)

Rönesansı, reformu pas geçen, sömürgeciliğe katılmayan,  sanayileşmemiş, sanayileşmiş gibi görünse de markalaşmamış ülkelerin, milli burjuva ve yerli dev şirketler yaratma hayali vardır. Bu ülkelere Osmanlı'da dahildi. Doğan Avcıoğlu, Türkiye'nin düzeni kitabının bir kısmını buna ayırmıştır. (https://onbinkitap.blogspot.com/2022/06/dogan-avcioglu-tarihciligi.html) Hatta padişah Abdülhamit, şehzadeleğinde ticaretle uğraşmış ve bizzat öz torununun anılarına göre padişahken bile borsa oyunları oynamıştır. İttihat ve Terakki ise bu yolda savaş zenginleri yaratmış, savaş sırasındaki vurgundan zengin olan ve Macar metreslerine binlik banknotlardan yatak hazırlayan bu zenginler, İttihatçıları da yüz üstü bırakmıştır.

Cumhuriyet döneminde de bu alışkanlık devam eder. Bu sefer balık kralı, kömür kralı gibi ticaret tekelleri oluşur. Bazı tüccarlar sermaye biriktirsin diye, belli iş kollarının onlara bırakılmasıdır bu teşvik. Yer yer müteahitlerin fazla kazanması sağlanarak da bu yapılmıştır. (Vehbi Koç, Hayat Hikayem adlı otobiyografisinde bunu ballandıra ballandıra anlatır.)

Bu teşviki kredi olarak verilmesi, daha önce bankalar aracılığıyla olurken, Devlet Planlama Teşkilatının kurulmasıyla beraber (İller Bankası ve diğer bir kaç kurumla beraber, Kalkınma Bakanlığı kurumuna devredilmiştir.), banka dışı yollardan, doğrudan kamu eliyle olmaya başladı. Emin Çölaşan, kitaplarında (Turgut Nereden Koşuyor, Önce İnsanım Sonra Gazeteci başta olmak üzere, bugünlerde yeni baskısı olmayan kitapları. Nadirkitap, Kitantik gibi sitelerde bulunabilir) yazdığına göre, Turgut Özal, Devlet Planlama Teşkilatını tamamen burjuvalara teşvik kredisi verme kurumuna dönüyor.

https://onbinkitap.blogspot.com/2022/07/turgut-nereye-kostu.html

Emin Çölaşan'ın, Turgut Özal ile, bu günlerin gençlerinin deyimiyle toksik bir ilişki oldu, Özal ölene kadar.  İkisinin  tanışması, Çölaşan'ın üniversite yıllarına dayanır. Çölaşan ODTÜ'de okurken, Genelkurmay başkanlığında askerliğini yapan Turgut Özal'da matematik derslerine girmektedir. (Gene askerliğini yapan Süleyman Demirel ile sonradan hem fizik profesörü, hem de politikacı olacak Erdal İnönü'de üniversite de derslere girmektedir.)Özal, Çölaşan ve arkadaşlarını sınavda kopta çekerken yakalar ama ispatlayamaz. (Bunu, Çölaşan anlatmaktadır.) Bu ilk karşılaşmalarıdır. Daha sonra Çölaşan, Devlet Planlama Teşkilatında çalışırken, Özal, teşkilatın müsteşarı olarak amiri konumundadır. Özal, teşkilatı burjuvalar için ucuz kredi merkezine dönüştürür. Çölaşan'da memurluğu ile ele geçirdiği bilgilerle gazetecilik yapar. Sözde takma isim kullanır ama herkes bilir. Bazı yazılarını da açıkça yazar. Hatta Milliyet gazetesinin düzenlediği Ali Nail Karacan Yazı Yarışmasını iki kere üst üste kazanır. Özal'la sürtüşmesi sonucunda kurumdan kovulur ama babası olan, Meteoroloji Genel Müdürlüğünün ilk genel müdürü Ümran Çölaşan'ın çabaları ile kovulduğu kurumdan tavsiye mektubu alır. Sonra sırası ile Maliye bakanlığı, Ticaret Bakanlığı ve Petkim'de, hem memurluk, hem gazetecilik yapıp, kovulur. En sonunda 1977'de, otuz beş yaşında memuriyeti tamamen bırakıp, Milliyet gazetesinde gazeteciliğe başlar.

Biz teşvik konusuna geri dönelim. (Özal'ın Neolibralizm-Neoklasik okul peygamberliği ve Özal-Çölaşan toksik ilişkisi ayrı ayrı konular) Teşvikçilik, 12 Eylülden sonra hızla yaygınlaştı. Doksanların başında, özelikle Güney Doğu Anadoluda komediye dönüştü.  Ortalık sözde fabrikalardan geçilmez oldu. Bir kaç kişiye mmaaş bile vermeyip, SSK (SSK,Bağ-Kur ve Emekli Sandığı henüz birleşip SSK olmamıştı) pirimini ödeyen sözde fabrikalardan alınan krediler, gene bankalardan faizle işletilerek, kazanca dönüştürüldü.  Aydın Doağn ve Dinç Bilgin medyası, Tansu Çiller ve DYP'ye sırt çevirdiğinde, bu holdinglere akratılan asronomik teşvikler ifşa edilmişti. (https://onbinkitap.blogspot.com/2023/11/aydin-dogan-kimdir.html)

Günümüzde ise teşvik sadece kredi olarka verilmiyor. İşverenler, ÇEDES yada stajyerlik adı altında öğrencileri yok pahasına (bazen yemek bile vermeden) çalıştırdıkları yetmiyormuş gibi,   (https://onbinkitap.blogspot.com/2020/11/stajyer-emegi-somurusu.html) İŞKUR gibi kurumlar aracılığı ile çalıştırdıkları işçilerin sigortası devlete ödetmektedirler. Şirketler, kırk yıllık çalışanlarını bile, işe yeni başlayan kursiyer  gibi göstermekte, işçiler her iş değiştirdiklerinde kursiyer olmaktadırlar.

Burada bir de değil ben gibi aslında  öğretmen, amatör bir blog yazarının, en acar gazetecilerin bile bilmediği ne teşvikler var. Hatta bazıları kredi bile değil, hibe. Halka yıllarca kamu iktisadi kuruluşları zarar ediyor, hazine bu zararı ödememeli diyenler, daha fazlasını özel sektöre ödüyor.