12 . yüzyılda, Kuzey İtalya'da, çizmeye benzettiğimiz yarım adanın, Avrupa ile birleştiği bölgeye yakın Floransa diye küçük bir şehir devleti vardı. Önce cumhuriyet, sonra dükalık, sonra krallık olan, bu küçük devletin siyasi tarihi yazımızın çok fazla konusunu oluşturmuyor. Bu küçük devletin, günümüz dünyasını şekillendirmede etkisi, üç kıtaya yayılmış Osmanlı devletinden daha fazladır. Sanat, felsefe ve bilimde, tarazinin bir kefesine üç kıtaya yayılmış Osmanlı devletini, diğerine de en geniş hali olan Toskana grandüklüğünde bile, Osmanlı'nın bir vilayeti kadar küçük olan Floransa'yı koysanız; Floransa ağır basar. Osmanlı'nın altı yüz yıllık tarihinde bir tane bile kayda değer fizik, kimya, matematik yada tıp alanında önemli bir eseri yoktur. Felsefede sadece tasavvuf denen ve havanda su döven şeyle ilgilenmiş, bir ara Kadızadeler diktası zamanında onu da haram ilan etmiştir. Osmanlı sanatı, her alanda (sadece resim-heykel-mimari değil, İlahi Komedya ile başlayarak edebiyat, müzik ve tiyatroda da) Rönesansın başlangıcı olmuştur. Osmanlı sanatı, kendi halkı arasında bile çok fazla bilinmez. Divan şiiri yada minyatür sanatı, daha çok akademisyenleri ilgilendirir. Avrupalılar, Floransa'ya ikinci Akropolis (Atina) derler. Rönesans'ın doğduğu ve her şeyin yeniden başladığı şehirdir.
İşte bu şehir, günümüzün ekonomik (ve siyasi) sistemi olan Kapitalizm'in başladığı şehirdir. Aslında Floransalılar, Feodalite yerine Kapitalizmi koymak gibi bir amaç gütmemişlerdir. Yaptıkları sadece bazı tüccar ve bankerlere soyluluk ünvanı vermekti. Çünkü yüz ölçümü küçük Floransa şehrine gerekli zenginliği ticaret, özellikle ilk kuruldukları yıllarda uzmanı oldukları yün ticaretini teşvik için yapmışlardı. Şehrin nüfusu fazla, toprağı azdı. Sonra bu tüccar soylular, toprak sahiplerinin yerini aldı. Toprak sahibi olmayan bu yeni nesil aristokratlara burjuvazi, yani şehir soylusu dendi. Burj kelimesi, Türkçedeki burç kelimesinin İtalyanca telafffuz edilmiş halidir. Burçların, yani şehrin içinde yaşayan soylular demektir. Toprak yerine sermayesi, yani kapitali olanın soylu olduğu bu sisteme de Kapitalizm, denildi. Bu sistem Floransa'dan çıktı, önce kuzey İtalya şehirlerine, sonra tüm dünyaya yayıldı.
Ticaret her zaman önemliydi ve korunurdu ama esas üretin kaynağı topraktı. Tüccarlar korunmakla beraber, macecı göründüklerinden, çoğu kez maceracı olarak görülürlerdi. Özellikle önce Roma imparatorluğunun iç kargaşalarla zayıflaması, sonra Batı Roma İmparatorluğunun yıkılması ile ticaret zayıflamış, tüccarlık gözden düşmüş, daha ziyade Yahudilerin mesleği haline gelmişti. O kadar ki Karolenj imparatorluunda Yahudi kelimesi, aynı zamanda tüccar demekti. (Günümüz Türkçesindeki Manav kelimesi gibi düşünün. Bir de eskiden şehirler arası posta taşıma işlerini genelde Tatarlar yaptığı için, bu işi yapan herkese Tatar denilirmiş.) Haçlı seferleri ile bazı İtalyanlar, Müslümanlarla savaşmak yerine, ticaret yapmayı tercih edipte, Akdeniz ticareti canlanınca, tüccarlar tekrar itibar kazanmaya başlıyorlar. Toprağı olmayan kuzey İtalya'da da ana üretim alanı oluyor.
Soyluluk ünvanı orta çağlarda, hele de Avrupa'da önemliydi. Soyluluk ünvanınız yoksa, siyaset yapamazdınız. O ülkenin krallık yada cumhuriyet olması, çok önemli değildi. Orta çağ cumhuriyetlerinde (Novgorod, Floransa, Pisa, Venedik vesaire) aristokrat olmayanlar, vatandaş sayılmazdı. Max Weber'in tezi bu açıdan bence komiktir. Kapitalizm, daha Protestanlık yada onun öncülü olan görüşlerin izi bile yokken Kapitalizm vardı. Daha 13. yy'da bile Kuzey İtalya'da sadece Floransa değil, diğer şehir devletlerinde (Bologna, Milano, Cenova, Venedik vesaire) ya büyük tüccarlar bir şekilde soylu olmaya yada soylular ticarete atılmış bulunuyordu. Marks'ın düşündüğü gibi aniden bir devrimle insanlık yada Avrupa, Aristokrasi'den Kapitalizme geçmedi. 1789 Fransız ihtilali sırasında pek az Aristokrat, baronu olduğu toprakları yönetiyordu. Pek çoğu şatolarını terk etmiş, Paris'te, eğer kralla arası yakınsa meşhur Lourve sarayında, diğerleri de Paris'in Sait Germain mahallesindeki villalarında yaşıyordu. Katolik kilisesi ise hem 1648 Vestfalya antlaşması ile eski gücünü kaybetmişti, hem de kilise ile devletin ayrılması 1905'i bulmuştu. Pek çok Aristokrat, burjuva olmuştur. Bunun izini edebiyatta da görebiliriz. Balzac'ın romanları, yo olan Aristokrasiye ağıt gibidir. Soylu sınıfı övemeye çalışır ama bu sınıfın üyeleri, operalara, balelere gitmek, arkadaşlarının kadınlarına-kocalarına aşık olup, maceralara atılmaktan başka bir iş yapmazlar. Oysa Fransız burjuvası, Haiti ve bazı Antil adalarından başlayarak, Fransız sömürge imparatorluğu kurmuşlar, Fransa'yı sanayileştirmişlerdir. Thomas Mann'ın eserlerinde de Alman burjuvazisinin, kişilik olarak halen Aristokrat havasında olduğunu görürüz. Özellikle Thoma Mann'ın Buddenbrook ailesinde bir Aristokrat ruhlu burjuva ailesinin çöküşünü anlatır. (Tutunamayanlar'ı sıkıcı bulanlara, bu romanı tavsiye ederim. Uzun uzun bakışmalı Türk dizilerine benziyor) Yaşar Kemal'in Akçsaz'ın Ağaları üç romanlık serisinde, belki de bin yıldır savaşan iki yörük ailesinin, son beylerinin kavgası anlatıır. Bir beş yüz sayfa boyunca savaşan yörük beylerinin sağ kalan oğulları, tarlaları satıp, fabrika kurarlar. (Yaşar Kemal denilince akla İnce Memet gelse de, bence en iyi romanı Akçasaz'ın Ağaları'dır.
Kapitalizm ve onun çocuğu olan faşizm, her ülkede ve hatta her şehir ve köyde, kendi tarzında ilerledi. Faşizm başka bir konu, onu yazmıştım daha önce bu blogda, belki bir daha yazarım. Kapitalizm ise hiç Floransa yada Bologna ile anılmadı. Sonuçta bunlar küçücük şehirlerdi. Fransız ihtilali gibi bir kaç istisna olay haricinde pek çok toplumda yavaş yavaş Feodalitenin yerini aldı yada feodal derebeyleri kapitalistleşti. Az önce de dediğim gibi 1789'da bile Fransız toplumu fazlası ile kapitalist ve sanayileşmişti. Jean-Jacques Rousseau, Yalnız Gezenin Düşleri adlı anı kitabında, Fransız ihtilalinden çok önce (zaten kendisi 1778'de ölmüş) yazdığı anılarında, bir gün ormanda kayboluşunu anlatır. Ormanda garip sesler duyar ve bunların keşfedilmemiş ilkel kabileler olduğunu düşleyip, seslerin olduğu yere doğru gidişini anlatır. Gittiği yerde bulduğu şey, bir çorap imalathanesidir ve o seslerde çorap makinelerinin sesidir. Kapitalizm ile ilgili olarak A.B.D yada İngiltere'nin adı çok geçer ama Floransa'nın adı pek anılmaz. Bu şehir daha çok Rönesand ve Hümanizm ile anılır. Oysa Floransa kapitalizmi de pek masum değildir. Medici ailesinden üç Papa (Emrah Sefa Gürkan'a göre dört) ve iki de Fransa kraliçesi çıkmış, kraliçe Chatherine de' Medici, Sait Barthelemy katliamında yani 23 Ağustos 1572'i 24 Ağustos 1572'de bağladığı gece, putperest Roma'nın, İmparator Konstantin'den öldürdüğünden daha fazla Hristiyanı (Hugonot denen Fransız Protestanları) öldürdüğü katliamı organize etmiştir. Medici ailesinden gelme Papalar da, öyle masum kişiler değildi. Ülkelerin ve dünyanın kapitalist olması, çoğu kez fark etmeden oldu. Bu konuyu daha iyi anlaşılması için 1963 yılı yapımı Leopar filmini tavsiye edeceğim. Film, Sicilya gibi feodaliteden kapitalizme geç geçmiş bir bölgede, bir derebeyinin, burjuva olma çabasını anlatıyor.
Sosyalizm ise, 1917'de birdenbire dünyanın en büyük üçüncü devletinde iktidara geldi. O zamanlar İngiliz sömürge imparatorluğu, Dünya'nın üçte birinden fazlasına egemendi. İkinci de Fransız sömürge imparatorluğuydu. İkinci Dünya Savaşından sonra bu sömürge imparatorlukları sömürgelerini, bir kaç istisna ve bir sürü ada haricinde kaybetti ve orta boy Avrupa devletlerine döndü. Rusya ise, bu gün bile Dünya'nın açık ara en büyük yüz ölçümlü devleti. Sovyetler Birliği ile Rusya arasında, A.B.D.'nin yarısı kadar yüz ölçümü kadar fark vardır. 1914'de yani 1. Dünya savaşı sırasındaki geri çekilmesi hariç yüz ölçümü, 1989'daki Sovyetler Birliğinden daha büyüktü. Türkiye'in Kars-Ardahan bölgesi, Finlandiya ve bugünkü Polonya topraklarının bir kısmı da bu devlete dahildi. Bu dev devlet, sevgiyle, saygıyla, çiçekle, böcekle kurulmamıştı elbet. Sonuçta çok laf yalansız, ço mal haramsız olmadığı gibi, çok toprakta kansız olmazdı, olamazdı. Bu devasa topraklar işgal edilirken yada elde tutuurken nice nşce savaşlar, isyanlar, katliamlar olmuştu. Sonuçta Rusların düşmanı çoktu.
Rusya bu devrimle beraber, hem Dünya'dan, hem de beyaz adamlıktan koptu. Artık Rusya, Osmanlı, Türkler, Sibirya halkları, Çinliler yada diğer Asyalı milletlere karşı, Hristiyan Avrupalıların müttefiği değildi. Zaten Sosyalizm, özü gereği Ateist'ti ve din, halkların afyonudur demişti Karl Marks. Dünyanın tüm ekonomisini değiştirmek, yeni bir din sahibi olmaktan daha tehlikeliydi. Rusya, topluca Müslüman yada Budist olsa, tarih o kadar değişmezdi. Gerçi 1917 yılında Müslüman ülkeler ya İngiliz-Fransız sömürgesiydi, ya da Osmanlı'ya karşı savaşta, İngiliz müttefiğiydi. 1989'da Sovyetler Birliği dağılınca, tekrar Hristiyan oldu belki ama bir da Avrupa'nın, daha doğrusu beyaz adamın müttefiği olmayı bıraktı. Gene Komünist dönemde olduğu gibi Afrika'nın, Çin ve Asya'nın, Latin Amerika'nın müttefiği oldu. Tatar-Moğol kökenlerine geri döndü. Çarlık zamanında kendisini Doğu Roma (Bizans)'ın devamı olarak görürdü, resmi olarak. Oysa Bizans'ın mirasçısı Osmanlı'ydı. Alman tarihçi Gibbon, Osmanlı, Bizans'ta saltanat sülalsi değişimidir, der. Rusya ise Moğol impartorluğunda sülale değişimiydi, 1917'de özüne döndü. Rusya'da, soylular ile halk arasındaki ayrım bile antik Hun-Türk kavimlerinin, Akbudun, Karabudun ayırımına benziyordu. Ruslar, tıpkı Hunlar gibi atlı ve kalabalık birliklerlei hızlı ve güçlü baskınlar ile düşmanı yıkıyorlardı. Rusların meşhur yanık toprak sıtratejisi bile, Hunlardan kalmaydı. Çinliler, Hun-Moğol veya diğer kuzey kavimlerini kovalamak istediklerinde, Gobi çölünden başlayarak, kuzeye gittikçe soğuyan ve yüksekeşen coğrafya ile mücadele edemeyeceklerini anladıklarından, böyle maceralara girmediler. Avrupa'da İsveç Kralı Demirbaş Şarl (XII Karl), Napolyon ve Hitler, bu hatayı yaptı ve Rus bozkırlarında imparatorluklarını kaybetti. 1917'den sonra Rusya, Avrupa müttefiklerini kaybedince, Sosyalizm ve sempatizanlarının yardımı ile bir dünya imparatorluğu olmaya karar verdi.
Eşyanın tabiatı gibi devletlerin de tabiatı vardır. Adığımız her eşya, kişiliğimizi değiştirir, şekillendirir. Lenin bile, kuşübede farklı, sarayda farklı düşünürüz, demiştir. Kendisi Emparyalizm adı taşıyan ve Emperyalizmi eleştiren bir kitap yazmış olduğu halde, Rusya'nın başına geçince, kendisi de bir emperyalist oldu. Halkların Kendi Kaderini diye bir kitap da yazmıştı ama Polonya'nın, Finladniya'nın ve Baltık Ülkelerinin ( Estonya, Letonya ve Litvanya) bağımsızlığını kabul etmedi. Zamana Karşı Toprak diye anlatmıştı bu durumu. Çünkü iç savaş devam ediyordu. 1918 Kasımında, yani devrimin birinci yıl dönümünde, ülkenin dörtte üçünden fazlası Beyazların yani karşı devrimcilerin elindeydi. Beyaz orduyu Kazan şehri yakınlarında yenen Kızıl Ordu'nun başında ise, Lev Troçki vardı. Troçki, Şubat devrimi sırasında Menşevikti. Menşevikler, Lenin'in kurduğu Rus Sosyal Demokrat partisinin, Lenin'e muhalif kanadıydı. Ayrışma kesinleşince Lenin, kendi hizibine, Rus Komünist Partisi adını vermişti.
1917'de Rus çarlığı, Osmanlı'dan bir gömlek üstündü ve Osmanlı'nın duraklama sonu, gerileme başlangıcına benzer bir durumdaydı. Devlet ve ordu yapısı olarak, Osmanlı'dan üstündü. Sinop deniz savaşında, Osmanlı donanması halen granit yada kalker taşından yapılma top gülleleri kullanırken; Rus donanması düştüğü yerde patlayan modern top mermileri kullanıyordu. İstanbul'a 22 Ekim 1868 tarihinde getirilen ilk otomobil, halk tarafından şeytan icadı diye denize atılırken Rusya; Büyük Petro'dan (Türklerce deli denilse de bu yiğidin iyisine deli denmesindendir) itibarek teknolojinin, özelikle de askeri teknolojinin takipçisi, hatta üreticisi olmuştu. Bu konuda Osmanlı'dan iyiydi ama asla bir Almanya, İtalya falan değildi. Ekonomi halen tarıma dayalıydı ve halkın büyük çoğunluğu köylüydü. Rusya'nın Osmanlı'dan üstün olduğu diğer bir konu da bürokrasiydi. Subayların tamamına yakını harp akademili, harbiyeiydi ve askeri bürokrasi başta olmak üzere bürokrasi aristokrasiye dayansa da, Osmanlıdan daha fazla liyakata değer veriyordu.
Siyasi açıdan ise Osmanlı'dan gerideydi. Halen orta çağın ik dönemlerindeki Feodalitede kalmışlardı. 1861'e kadar Rus köylüsü derf yani toprağa bağlı köleydi ve Rus soyluları toprala veraber köylüleri; hatta sadece köylüleri alıp-satabiliyordu. Bu tarih, Amerika'da kölelik sebepli iç savaşın başladığı yıldır. Amerika'daki siyahların 1861 yada iç savaşın bittiği 1865'deki toplumsal konumu, aynı tarihteki Aristokrat olmayan Ruslardan bir gömlek daha kötüydü. Ruslar da halen toprak sahiplerinin kölesiydi. Sonrasında köylü Rusların yaşam şartları ve toplumsal konumları da Amerika'daki siyahilerden farklı değildi. Dostoviyetski'nin meşhur Suç Ve Ceza romanında, Raskolnikov, neden hukuk okuduğunu belli etmez yada söylemez? Günmüz Türkiye'sinde tıp yada hukuk okuyanlar, ilk beş dakika içinde illa bir bahane ile söyler. Zira hukuk yada tıp, alt sınıftan bir birey de olsanız, üst sınıfa çıkmanızın yüksek olduğunuzu gösterir. Oysa 191yy Rusya'sında Mujik (Rus edebiyatında Aristokrat olmayan Rus), Hukuk okusa bile, kasaba avukatı veya savcısı olur. Öyle yargıtaya, danıştaya (yada o dönem Rusya'sında eş değiri yargı makamı neyse) falan seçilemiyordunuz. Tıp okursanız da anca kasaba-köy doktoru oluyordunuz. Amerika'da da Siyahiler, Jim Crow yasaları sebebi ile 1865'den sonra da, hatta günmüzde de bu durum çok farklı değildir, alt sınıf olmaya devam ediyorlardı. 1917'de Rusya'da oanlar, 1804'de Haiti'de olanlar benzemekteydi. Haiti'den farklı olarak, burada köleler, deryeti renkleri ile kendilerini belli etmiyorlardı, efendileri ile aynı ırktandı.
Rus imparatorluğu 1917'de gerileme dönemindeydi. Daha 1867 yılında Alaska gibi büyük bir alanı Amerika'ya satmıştı. Asıl sarsıcı olan 1904-5 Rus-Japon savaşı yenilgisiydi. Bu yenilgi ile kaybettiği toprak ve itibar bir yana, artık Pasifik okyanusunda bir deniz gücü değildi. Çok fazla asker ve gemi kaybetmişti. Osmanlı ile yapılan meşhur 93 Harbi (1877-78 savaşı) bariz bir Rus zaferi ile bitse de, savaşın maliyeti Rus ekonomisini çökertmiş, alt sınıflar onlarca yıldır yoksuldu. Gene de yüz yıllardır ülkeye egemen olan Feodallerin ülkeden sökülüp, atılması kolay olmadı. Uzun süren iç savaş sonrasında ülke yetişmiş insan gücünün çoğunu kaybetti. Milyonlarca Rus, ülkeyi terk etmiş, Dünya'nın dört bir yanına dağılmıştı. Eğitime ulaşabilenler varlıkı, yani aristokrat kişilerdi. İç savaş ülkeyi yımış, zaten sallantıda olan devlet teşkilatı tamamen dağılmıştı. Kurmak da sayısları on altı bin küsur olan ve devrimle elli beş bin kadar bir sayıya ulaşan Bolşeviklere kalmıştı. Bolşevikler, öyle yada böyle bunu başardı.
Rusya, yapı olarak emperyalist, yani yayılmacıyıdı, Bolşevikler gibi radikal ve küçük bir grubun eline geçmesi de onu değiştirmedi. Devlet, Bolşevikleri değiştirdi. Bence Troçki'nin, Lenin'in ikinci adamı olduğu halde, Lenin'in ölümünden sonra iktidarı kaybetmesini, görüş farklılıkları yada Şubat devriminden sonra katılmış olmasına değil, Yahudi olmasına bağlarım. Rusya, antisemitizmin yaygındı. Hitler'in soykırımını herkes bilir ama Rus iç savaşında da bir milyon kadar Yahudi olduğunu pek az kimse bilir. Hatta Beyaz Rus generalerinden biri, Rus iç savaşından sonra, bir Yahudi tarafından öldürülmüş, o Yahudi de mağdurluğu bahanesi ile serbest bırakılmıştı. Bu olay, Talat Paşa'nın katili olan Ermeni'nin de serbest bırakılmasına bahane olmuştu. Kızıllar, Beyazlar gibi Yahudi katletmedi ama genel anlamda Yahudilerin siyasette ve toplumda etkin olamadığı ve her fırsatta kaçmaya-göç etmeye çalıştığı bir ülke oldu (Özellikle Stalin zamanında).
Ekim devrimi, çöken Rus imparatorluğuna, ikinci genişleme dönemini başlattı. Bu dönem 1989'a kadar sürdü. Rusya o kadar büyüktü ki, Sosylaizmi de yuttu. Çin yada başka bir bölgedeki sosyalizm de, Rusya ile kıyaslandığı gibi, diğer ülkelerdeki Sosyalist devrimler yada devrim teşebbüsleri , Rus emperyalizminin bir parçası olarak görüldü. 1945'den sonra Sosyalist olan doğu Avrupa ülkeleri (Polonya, Doğu Almanya, Çekya, Slovakya (Çekoslovakya), Macaristan, Romanya ve Bulgaristan) için Rus işgali demekti. Arnavutluk yada Yugostlavya'da ise Rus etkisi açıktı ve Sovyetler birliği yıkılınca, buradaki rejimler de yıkıldı. Araplar ve Afrikalılar için Sosyalizm, bazı zenginlerin mallarına el koymak ve Ruslardan yardım almaktan ibaretti.
1989-90'dan sonra neredeyse Dünya'daki tüm sol ideolojiler, Sovyetler birliğinin yıkılması ile sarsıntı geçirdi. Varşova paktı, Sovyetler Birliği, Yugostlavya, Arnavutluk, be varsa yıkıldı, dağıld. Bir tek Küba dayandı. İtalya'nın Komünist kentleri, İskandinavya sosyal demokrasisi bile yıkılıdı ve gücünü kaybetti. Daha neler neler oldu ve her şey Rusya'ya bağlandı.
Oysa en ateşli kaptalistler bile Floransa'nın adını almaz ve Kapitalizm de, özellikle kuruluş yıllaırnda defalarca iflas etti ama hiç kimse de, bu tüccar-esnaf milletine soyluluk ünvanı vermekten vazgeçelim demedi. Aristokratlar, derebeyleri de eyvah, saltanatım bitti demedi yada dediklerinde iş işten geçmişti. Sosyalizm ise, Rus Çarlığı gibi devasa ve güçten düşmeye başlayan bir imparatorlukla ve tüm dünya kapitaslistlerini bir anda üzerine düşman etme talihsizliğini yaşadı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder