Anlatacağım
hikâye biraz garip. Korkaklık mı, cesaret mi, bilemedim. Bildiğim, bu
davranışın, askerin İstiklal madalyasını almasına engel olduğu.
Sabahaddin bey dediğim şahıs, ilk
atandığım okul olan Yenişarbademli Lisesinde memurdu. İlçenin yerlisiydi ve
ilçenin yerlisi düz memurlar gibi, belediyeden geçiş yapmıştı. Ellili yaşlarda,
yaşını belli eden, saçı, sakalı ağarmış, gözlüklü, bıyıklı, ortalama bir
Anadolu insanıydı. Yaşadığı bu ilçeden hiç ayrılmamıştı. Anlatacak hikayesi
olmayan birisiydi.
Gerçi ilçenin anlatılacak bir şeyi
yoktu denebilir. Aslında anlatılacak çok şeyi vardı ama anlatılacak şeyleri
tarihi eser olmuştu ya da doğal yapıydı. Selçuklu sultanlarının sarayı Kubad-ı
Abad sarayı, ilçe sınırları içinde değilse bile, ilçeye çok yakındı. Beyşehir
Gölüne üç kilometre uzaklıktaydı. Gene yakınında Pınargözü mağarası vardı.
Fransızların beş kilometre derinine indiği iddia edilen mağaranın derinliğini
bilen yoktu. Buna benzer şeyleri anlatmakla bitmez.
Neyse, biz ilçenin muhabbetini bırakıp, Sabahaddin beyin dedesine
gelelim. Hikâyeyi o anlatmadı. Emekli öğretmen arkadaşım Veli Karaca anlattı.
Yaşıyorsa kulakları çınlasın. Haziran ayıydı ve galiba ortalama yükseltme,
sorumluluk sınavları nedeniyle okuldaydık. Tek katlı okul binasının, küçümen
öğretmenler odasındaydık. Okulun tüm öğretmenleri oradaydı ve üstüne ilköğretim
okulundan bayağı öğretmen vardı. Bizim okulda dersi olanlar, sınavda görevli
olanlar, okulun müdürü ve emekli başka bir öğretmenler vardı.
Ve Veli Karaca vardı. Kedi Veli, benim
sahtekar dostum. onunla maceralarım ayrı bir kitap olur. O zamanlar bayağı
samimiydik. Bir kitap yazmıştı 'Belgelerle Yenişarın Tarihi' adlı. O kitabı
düzeltmeye ve tasniflemeye çalışıyordu. Lisenin edebiyat öğretmeni Ülkübey
hoca, bu işi yapmayı ret etmişti, çünkü araları bozuktu. Ülkübey, benden dört
yıl önce gelmişti ve ben orada kaldığım sürece aralarının hep bozuk olduğunu
öğrenmiştim. Neden küsmüşlerdi ya da kavga etmişlerdi, bilmiyorum. Ben
oradayken barışmadılar. O kitabı benimle beraber düzeltti. Sonra bastıramadı.
Ne belediye, ne il kültür müdürlüğü, ne de diğer kamu kuruluşları, onun
kitabını basmak istemedi. Tayinim çıktıktan sonra basmış diye duydum, duyduğum
yalanmış, internette gördüm o kitabı.
Hakkında güzel şeyler anlatılmıyordu.
Gönen Köy Enstitüsünden mezun bir öğretmendi. Yirmi sekiz yıllık memuriyeti,
Şarkikarağaç ilçesinin üç köyünde ve Şarkikarağaç'ta gezici başöğretmen olarak
geçmişti. Bu gezici baş öğretmenlik denen kurum, bir çeşit ilk öğretim müfettişliğiydi
anladığım kadarıyla. Görev yaptığı köylerden birisi, daha doğrusu ilki de, o
zamanlar Şarkikaraağaç'ın köyü olan Yenice'nin ilkokulunun öğretmenliğiydi. İlk
vukuatı o zamanlar olmuştu ve elli yıldan fazla zamandır unutulmamıştı. Zira
yirmi sekiz yıllık öğretmenlik, yirmi beş yıllık emeklilik, bu olayı
unutturmamıştı. Yenice, önce belediye, sonra ilçe olan Yenişarbademli'nin
mahallesi olmuş, kesintisiz sekiz yıllık eğitime geçişten sonra da, Yenice'nin
okulu kapatılmış, ama vukuat unutulmamıştı. Bana anlattığına göre hasta
karısının üzerine kuma getirmeye kalkmış, şubat tatilinde Salur köyüne tayini
çıkmıştı. Hakkında anlatacağım çok. Ondan çok ve tuhaf hikâyeler dinledim. Bu
da onlardan birisi.
Bu Sabahaddin beyin dedesi, Kurtuluş Savaşına
katılmış. Ortamda sohbetin konusunu Veli Karaca açtı. Sabahaddin beyin bu
muhabbete canı sıkıldı. Evet o benim dedem, dedi ve başını eğdi. Veli hocada hikâyeye
başladı.
Bu dedenin son Kurtuluş Savaşında
katıldığı çarpışma, Eskişehir-Kütahya muhabereleriymiş. Hikâye bu savaşla
başlıyor. Bu savaşta koca bir tümen asker esir düşüyor. Biride bizim dede. Tabi
o zamanlar genç. Bu kardeşimiz, orduda çavuş rütbesinde. Zaten başına belayı da
bu rütbe getiriyor. Askerler, teslim olunacağı anlaşılınca, rütbelerini kolundan
sökmeye başlıyor. Bizim çavuş sökmüyor. Benim rütbemden ne olacak diye
düşünüyor. Galiba bu rütbe sökme konusunda emir de veriliyor.
Sonra bu esir kafilesi yürümeye
başlıyor. Savaşın olduğu yer ile, Kütahya şehri arasında bayağı mesafe var.
Eller, kollar bağlı yürüyorlar. Bir ara, yokuş yukarı ya da aşağı giderken
yanlarından kan aktığını görüyorlar. Nedir, ne değildir diye etraflarına
bakıyorlar ki, Yunanlılar, esirleri süngü ile kıyıyor. Esir sayısı kalabalık
gelmiş olacak, sayıyı azaltıyorlar. Kütahya'ya yürüyüş bayağı sürüyor. Sayıları
yarı yarıya azalıyor.
Kütahya'da da, büyük bir camiye
dolduruluyor esirler. Doldurulma bir yana tıkıştırılıyorlar. Çünkü gece
yorgunluktan uyuyorlar. Lakin öyle bir tıkıştırılıyorlar ki, yere düşmüyorlar
uyudukları halde.
Bu şehre bir kere,
Ispartaspor-Kütahyaspor maçına gittiğimde gördüm. O devirde, şehrin en büyük
camisi neyse, o cami, hangisi bilmiyorum ama eminim Kütahyalılar bilir.
Sabaha, ya da ertesi gün bir vakitte,
esirleri toplayıp, sorguluyorlar. Bizimki hariç kimsede rütbe yok. Konuşan da
olmayınca, kim, ne rütbede bilmiyorlar. Sonra esirleri gene derdest edip,
trenlere bindiriyorlar. Bizimkisi, tek başına bir vagona biniyor, rütbeli
olduğundan dolayı. Hikâyemizin esprisi de bu.
İzmir'e trenle, özel vagonunda gidiyor.
Gerçi vagon pek konforlu değil. Oradan gemiyle Atina'ya. Gemide de ayrı
kamarası var. Diğerleri itiş, tıkış kalabalıkta seyahat ederken, çavuşumuz tek başınadır. Atina'da
esir kampında kendine ait bir yerde, hamak yatağın olduğu bir odada yaşıyor.
Bu esirlik, Mudanya Müzakeresine kadar
sürüyor. Antlaşmadan sonra, artık ne kadar sonra bilmiyorum, artık tarihçiler
bilir. Gene gemilerle İzmir'e, ardından da memleketlerine gidiyorlar.
İşte Sabahaddin beyin dedesinin bu
esirlik sefası unutulmuyor ve bu kabahatin yüzünden, İstiklal Madalyası
alamıyor, gazilik maaşını da tabi.
Hikaye bittiğinde Sabahaddin beyin
suratı kıpkırmızı olmuştu.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder