3 Kasım 2024 Pazar

SABAHADDİN BEYİN DEDESİNİN HİKAYESİ

 


Anlatacağım hikâye biraz garip. Korkaklık mı, cesaret mi, bilemedim. Bildiğim, bu davranışın, askerin İstiklal madalyasını almasına engel olduğu.

         Sabahaddin bey dediğim şahıs, ilk atandığım okul olan Yenişarbademli Lisesinde memurdu. İlçenin yerlisiydi ve ilçenin yerlisi düz memurlar gibi, belediyeden geçiş yapmıştı. Ellili yaşlarda, yaşını belli eden, saçı, sakalı ağarmış, gözlüklü, bıyıklı, ortalama bir Anadolu insanıydı. Yaşadığı bu ilçeden hiç ayrılmamıştı. Anlatacak hikayesi olmayan birisiydi.

         Gerçi ilçenin anlatılacak bir şeyi yoktu denebilir. Aslında anlatılacak çok şeyi vardı ama anlatılacak şeyleri tarihi eser olmuştu ya da doğal yapıydı. Selçuklu sultanlarının sarayı Kubad-ı Abad sarayı, ilçe sınırları içinde değilse bile, ilçeye çok yakındı. Beyşehir Gölüne üç kilometre uzaklıktaydı. Gene yakınında Pınargözü mağarası vardı. Fransızların beş kilometre derinine indiği iddia edilen mağaranın derinliğini bilen yoktu. Buna benzer şeyleri anlatmakla bitmez.

         Neyse, biz ilçenin  muhabbetini bırakıp, Sabahaddin beyin dedesine gelelim. Hikâyeyi o anlatmadı. Emekli öğretmen arkadaşım Veli Karaca anlattı. Yaşıyorsa kulakları çınlasın. Haziran ayıydı ve galiba ortalama yükseltme, sorumluluk sınavları nedeniyle okuldaydık. Tek katlı okul binasının, küçümen öğretmenler odasındaydık. Okulun tüm öğretmenleri oradaydı ve üstüne ilköğretim okulundan bayağı öğretmen vardı. Bizim okulda dersi olanlar, sınavda görevli olanlar, okulun müdürü ve emekli başka bir öğretmenler vardı.

         Ve Veli Karaca vardı. Kedi Veli, benim sahtekar dostum. onunla maceralarım ayrı bir kitap olur. O zamanlar bayağı samimiydik. Bir kitap yazmıştı 'Belgelerle Yenişarın Tarihi' adlı. O kitabı düzeltmeye ve tasniflemeye çalışıyordu. Lisenin edebiyat öğretmeni Ülkübey hoca, bu işi yapmayı ret etmişti, çünkü araları bozuktu. Ülkübey, benden dört yıl önce gelmişti ve ben orada kaldığım sürece aralarının hep bozuk olduğunu öğrenmiştim. Neden küsmüşlerdi ya da kavga etmişlerdi, bilmiyorum. Ben oradayken barışmadılar. O kitabı benimle beraber düzeltti. Sonra bastıramadı. Ne belediye, ne il kültür müdürlüğü, ne de diğer kamu kuruluşları, onun kitabını basmak istemedi. Tayinim çıktıktan sonra basmış diye duydum, duyduğum yalanmış, internette gördüm o kitabı.

         Hakkında güzel şeyler anlatılmıyordu. Gönen Köy Enstitüsünden mezun bir öğretmendi. Yirmi sekiz yıllık memuriyeti, Şarkikarağaç ilçesinin üç köyünde ve Şarkikarağaç'ta gezici başöğretmen olarak geçmişti. Bu gezici baş öğretmenlik denen kurum, bir çeşit ilk öğretim müfettişliğiydi anladığım kadarıyla. Görev yaptığı köylerden birisi, daha doğrusu ilki de, o zamanlar Şarkikaraağaç'ın köyü olan Yenice'nin ilkokulunun öğretmenliğiydi. İlk vukuatı o zamanlar olmuştu ve elli yıldan fazla zamandır unutulmamıştı. Zira yirmi sekiz yıllık öğretmenlik, yirmi beş yıllık emeklilik, bu olayı unutturmamıştı. Yenice, önce belediye, sonra ilçe olan Yenişarbademli'nin mahallesi olmuş, kesintisiz sekiz yıllık eğitime geçişten sonra da, Yenice'nin okulu kapatılmış, ama vukuat unutulmamıştı. Bana anlattığına göre hasta karısının üzerine kuma getirmeye kalkmış, şubat tatilinde Salur köyüne tayini çıkmıştı. Hakkında anlatacağım çok. Ondan çok ve tuhaf hikâyeler dinledim. Bu da onlardan birisi.

         Bu Sabahaddin beyin dedesi, Kurtuluş Savaşına katılmış. Ortamda sohbetin konusunu Veli Karaca açtı. Sabahaddin beyin bu muhabbete canı sıkıldı. Evet o benim dedem, dedi ve başını eğdi. Veli hocada hikâyeye başladı.

         Bu dedenin son Kurtuluş Savaşında katıldığı çarpışma, Eskişehir-Kütahya muhabereleriymiş. Hikâye bu savaşla başlıyor. Bu savaşta koca bir tümen asker esir düşüyor. Biride bizim dede. Tabi o zamanlar genç. Bu kardeşimiz, orduda çavuş rütbesinde. Zaten başına belayı da bu rütbe getiriyor. Askerler, teslim olunacağı anlaşılınca, rütbelerini kolundan sökmeye başlıyor. Bizim çavuş sökmüyor. Benim rütbemden ne olacak diye düşünüyor. Galiba bu rütbe sökme konusunda emir de veriliyor.

         Sonra bu esir kafilesi yürümeye başlıyor. Savaşın olduğu yer ile, Kütahya şehri arasında bayağı mesafe var. Eller, kollar bağlı yürüyorlar. Bir ara, yokuş yukarı ya da aşağı giderken yanlarından kan aktığını görüyorlar. Nedir, ne değildir diye etraflarına bakıyorlar ki, Yunanlılar, esirleri süngü ile kıyıyor. Esir sayısı kalabalık gelmiş olacak, sayıyı azaltıyorlar. Kütahya'ya yürüyüş bayağı sürüyor. Sayıları yarı yarıya azalıyor.

         Kütahya'da da, büyük bir camiye dolduruluyor esirler. Doldurulma bir yana tıkıştırılıyorlar. Çünkü gece yorgunluktan uyuyorlar. Lakin öyle bir tıkıştırılıyorlar ki, yere düşmüyorlar uyudukları halde.

         Bu şehre bir kere, Ispartaspor-Kütahyaspor maçına gittiğimde gördüm. O devirde, şehrin en büyük camisi neyse, o cami, hangisi bilmiyorum ama eminim Kütahyalılar bilir.

         Sabaha, ya da ertesi gün bir vakitte, esirleri toplayıp, sorguluyorlar. Bizimki hariç kimsede rütbe yok. Konuşan da olmayınca, kim, ne rütbede bilmiyorlar. Sonra esirleri gene derdest edip, trenlere bindiriyorlar. Bizimkisi, tek başına bir vagona biniyor, rütbeli olduğundan dolayı. Hikâyemizin esprisi de bu.

         İzmir'e trenle, özel vagonunda gidiyor. Gerçi vagon pek konforlu değil. Oradan gemiyle Atina'ya. Gemide de ayrı kamarası var. Diğerleri itiş, tıkış kalabalıkta seyahat  ederken, çavuşumuz tek başınadır. Atina'da esir kampında kendine ait bir yerde, hamak yatağın olduğu bir odada yaşıyor.

         Bu esirlik, Mudanya Müzakeresine kadar sürüyor. Antlaşmadan sonra, artık ne kadar sonra bilmiyorum, artık tarihçiler bilir. Gene gemilerle İzmir'e, ardından da memleketlerine gidiyorlar.

         İşte Sabahaddin beyin dedesinin bu esirlik sefası unutulmuyor ve bu kabahatin yüzünden, İstiklal Madalyası alamıyor, gazilik maaşını da tabi.

         Hikaye bittiğinde Sabahaddin beyin suratı kıpkırmızı olmuştu.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder