yenişarbademli etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
yenişarbademli etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

19 Ağustos 2025 Salı

FÖCÖ KARİKATÜRÜ MEVLÜT YALÇIN ve TİPİK NURCU ŞAHİN ÖZBUDAK

 


Mevlit Yalçın, benim ilk müdürümdü. Malum darbeci tarikatın en tipik elemanıydı, hatta karikatürüydü.

Önce bu karikatürü konusunu açayım. Kafamızda kavramların imgeleri vardır ama bu imgeler, kavramların yani ideaların kendisi değildir. Mesela bir kişiye armut çiz derseniz, evrensel bir armut çizer ve bu çizim, kaba şekil olarak avokadoya çok benzer. Oysa Ankara armudu, tad ve koku olarak armuda benzer ama şekil olarak armuda benzemez. Bu insanlar ve ait oldukları gruplar için de böyledir. Mesela kafamızda bir Alman imajı vardır, sarışın, bira düşkünü, teknolojiden anlayan. Bir de bu ırk-millet-kültür tiplemelerinin karikatürü vardır. Örneğin popüler dizi Kurtlar Vadisi'nde Samuel Vanunu karakteri, tipik Yahudi'dir, sinsi, kumpas kuran, sır tutan bir tiptir. Aynı dizideki İplikçi Nedim, Yahudi karikatürüdür. Sadece aksanıyla değil, cimriliği, korkaklığı ve her önüne gelene yaltaklanmasıyla, Yahudi tipinden öte, Yahudi karikatürüdür.

Yenişarbademlideki ilk iki müdürümğn biri tipikti, diğeri de karikatür. Tipik Föcöcü diyeceğim ama değildi, yazıcı Nurcu'ydu. Nurcular, daha o yıllarda bile bir sürü gruba ayrılmıştı ve o zaman bile en büyükkeri FÖCÖ'tdü. Nurculuk da köken olarak Nakşibendi'ydi, çünkü Said-i Nursi, Nakşi olarak yetişmişti. Sonra ilahi ilhamla ve Kur'anla pek çok yerde çelişen risalelerini (kitapçık) yazmış ve yazdırmıştır (katibi Enver'e). Bir sürü gruba ayrılan Nurcular, bu kitabın yazılması ve okuması ile ilgili olarak da ikiye bölünmüştü.  FÖCÖ'nünde içinde olduğu grup, okuyucuydu, bunlar risale denen ikinci Kuranlarını durmadan okuyorlardı. Bazı gruplar ölülerin arkasından bile kuran değil, risale okuyordu; ara ara risale okuma geceleri yapıyordu. Yazıcılarsa bu risaleleri elleriyle yazıyorlardı. Şahin Özbudak'da üç ablasının çeyizi için üç kopya risaleyi elleriyle yazmıştı. Şahin hoca, Föcöcüleri sevmiyordu. Zaman gazetesine abone olmuş, bir hafta sonra da iptal etmişti. Föcyü zerre kadar sevmiyordu ama colormatic camlı gözlüğü, badem bıyıkları, süveter denilen, kilim desenli kolsuz kazağı , ses tonu ve konuşma tarzıya, Föcülerden daha föcöcü gibi görünüyordu.

Tabi bütün bunlar olduğunda 1998 Eylül-2001 Eylül arasındaki dönemdi. FÖCÖ gene çok güçlüydü ama dokunan yanar konumuna gelmemişti henüz. DSP-MHP-ANAP koalisyonu vardı ve 1950'den beri Türkiye'yi fiilen yöneten merkez sağ, son nefesini vermek üzereydi. 2002'de Devlet Bahçeli, birdenbire koalisyona son verip, şu anki parti iktidarını başlatınca, föcö çok kuvvetlendi. Yıllar sonra sosyal medyadan,  internetten, tanıdklardan, Föcö'den nefret eden pek çok kişimnin, örgüte katıldığını öğrendim. Bazıları 15 temmuz'dan sonra KHK'lı bile oldu. Buaraları uzun uzun anlatıyorum çünkü arama motorları ve yapay zekayla bile kolay kolay öğrenemeyeceğiniz ayrıntılar. Bunlar olmadan hikaye eksik kalıyor.

29 Eylül 1998'de, Isparta'nın Yenişarbademli ilçesinin lisesine felsefe öğretmeni olarak atandığımda Mevlüt Yalçın müdürdü. Ailemde hiç devlet memuru yoktu ve usul-erkan, hiç bilmiyordum. Kimliğimle Isparta'ya gittim. O yıl yedi yüz felsefe öğretmeni atanmıştı. O yıl mezun olanlardan aldığım bilgiyle, Isparta il milli eğitim müdürlüğüne gittim. Orara Yenişarbademli lisesi adını öğrendiğimde ilk tepkim>:

-Orası neresi ya? demek olmuştu. İl milli eğitimde çalışa Bademlili bir memur, beni daha önce sadece bir kaç kere Eğirdir'e (göle) gitmek için uğradığım ilçe otogarına götürdü. İlçenin tek toplu taşıma aracı, ilçe merkezi ile il merkezi arasında gelip-giden bu dolmuştu. O dolmuşla Bademli'ye geldiğimde akşam beş gibiydi ve resmi kurumlar kapanmış yada kacpanmak üzereydi. Tek katlı, gecekonduya benzeyen binada, Mevlüt Yalçın ve memuru Selahattin beyi buldum. Bir kaç kağıda imza attırdıysa da, pek çok iş yarına kaldı. Sonra evinde gitmiştik. Klasik Föcöcülerin aksine soğuk, birilerini kazanma gayreti olmayan birisiydi. Evi, üç katlı lojmanın en üst katındaydı. Çay içitiğimizi, konuşkan olmadığını, evin günümüz iktidar zenginlerinin evine benzediğini, duvarda, sürgündeki hoca efendisinin iki çelenk arasındaki fotoğrafını anımsıyorum. Onunla konuştuklarım arasında da, konu bir şekilde dine gelmişti galiba, namaz-oruç derken, şu sözleri aklımda kalmıştı:

-İbadet yeterli değil, hizmet etmeli, hizmer, Gazete (Zaman gazetesi) satıyoruz biz burda.

Sonra prefabriklerden kurulu öğretmenevine gittik, orada diğer öğretmenler ve devlet memurlarıyla tanıştım. Beni gece misafir etmek istemedi, Ülkübey Özsoy isimli edebiyat öğretmeni arkadaşın evinde kaldım. Ertesi gün köyümsü ilçede, okul-ilçe milli eğitim- mal müdürlüğü- banka arasında gelip, gittiğimi hatırlıyorum. İlçedeki ikinci gecemi öğretmenevinde geçirmiş, sabah sekiz gibi de köy dolmuşuyla ilk merkezi üzerinden Ankara'ya dönmüştüm. Haftanın hangi günüydü hatırlamıyorum ama pazartesi, eşyaları alıp, geleceğimi söyleyip gitmiştim. İlk ev ortağım olacak olan beden eğitimi öğretmeni Kemal Melih İzci'ye, buzdolabı müjdesini vermiştim. Hatam şuydu ki izin dilekçesi vermemiş, resmi izin almamıştım. Geldikten sonra bu çok konuşuldu.

Biz önce Mevlüt Yalçın'a odaklanalım. Kendisi o kadar problemdi ki öğretmenlerin büyünleme parasını vermiyordu. O zamanlar lise öğrencileri, yıl sonunda, kaldıkları derslerden sınav olurlar ve bu sınavlara bütünleme sınavları denilirdi. Bu sınavlarda da öğretmenlere ek ders ücreti verilirdi. O yıllada bir öğretmen, tek görevi alsanız bile, o eğitim yılının en çok iş günü olan ayı (çoğunlukla Mart) süresince alabileceğiniz ful ek ders kadar, ek ders ücreti alıyordunuz, yani öyle imiş. Benim atandığım 1998 yılında, önce ek ders ücretleri arttırıldı (sonra 2005'de gene arttırıldı), sonra sınav başı ücret (her göreve 3 ek ders saati) olarak değiştirildi.2011 yılında da bütünleme sınavları tamamen kalktı. Bu sınavlarda o zamanlar idareciler (müdür ve müdür yardımcıları) bu parayı, sınavda görev alsalar da alamıyorlardı. Sonra girdikleri sınav kadar da olsa alma hakkı kazandılar. Mevlüt Yalçın'da, idareciler almıyor diye, bu parayı öğretmenlere vermiyor, daha doğrusu verilmesine engel oluyor, bunun için de bu ek derslerin bodrosunu yapmıyordu. O yıllarda bu ek dersler, öğretmen maaşını  yüzde beşi-onu kadardı ama bodroyu yapmamakta inat ediyordu. Gene o yıllarda henüz edevlet-eokul falan yoktu. 

Bu tür mobbing hareketleri, Yenişarbademli'de yaygındı ve oraya atanan herkes,  oradan ayrılmanın yoluna bakardı. Ben ve ikinci ev arkadaşım Ahmet Salih Kutlu'nun ilk atama yollukları, kasten duyuna bırakıldı ve biz yolluğumuzu 1999 Mart ayı gibi aldık. 29 Eylül ve öncesinde başlayanların, kırtasiye yardımı dene  sene başı destek ücretini ( o zamanlar bayağı bir paraydı, o parayla iki ton, torbalanmış ve yerli  kömür aldığımı hatırlıyorum) alma hakkım vardı ve bana verilmeyeceğini söylediler. Ben de, üniversitede derslerimize de girmiş olan, sonradan sosyoloji bölümüne öğretim görevlisi olan, ilçe milli eğitim, şube müdürü Bilal Duman'ı aradım. (Beni Bademli'den kurtarması için yanına çok gitmiştim, en büyük pişmanlıklarımdandır.) Benle biraz konuştu ve Sinan, ben Bademli'ye bir telefon edeyim dedi ve bir hafta sonra beni mal müdürlüğünden aradılar ve çekimi takdim ettiler. İlçe zaten mahrumiyet bölgesi, mesela berber yoktu ve ben ilçe dışına bir kaç kere sırf traş olmak için çıktım. Henüz üç harfli marketler yoktu ( ilk defa 2001 yada 2002'de Yalvaç'da BİM'den alış-veriş yapmıştım.), alış veriş için Halil Altınışık'ın bakkalından başka bir yer yoktu. Bu şartlara rağmen böyle şeylere maruz kaldığımız gibi bir de herkesin illa her partiden tanıdığı olduğu yerde, bol bol sürgün tehdidi alıyorduk (en azından ben alıyordum) Suyunu Şırnak da içen (içersin), Kars'a gidersin falan. Isparta ilinde ise buradan kötü olarak lise olan yer, Sütçüler ilçesinin Kesme kasabasıydı. O sene seçilen belediye başkanı, seçimi kaybedince, oraya atanmış, iki sene sonra da geçici görevle Isparta merkeze gelmiş ve oradn emekli olmuştu.

Bütün bu şartlara Mevlüt Yalçın'ın abartılı ve saçma icraatleri ekleniyordu. Mesela okul gündüzlüydü ve öğlen bir buçuk saat kapanıyordu.Nöbetçi öğretmenleri bu süre içinde okulda kalmasına karar verdi Mevlüt müdür. Üstelik nöbetler sıraylaydı, yani haftanın belli bir günü değildi ve bazı günler, bazı öğretmenlerin, karşımızdaki ilköğretim (ortaokul ve lise, 28 şubat uygulaması) okulunda da dersleri vardı.Ben ve Kemal Melih, biz iki stajyeri, illa pazartesi ve cuma günü İstiklal marşına, dersi olmasa da çağırdı. Kemal Melih'le işi kan davasına vardırmıştı. Benin 12 saatli dersimi, haftanın beş günü ve tam öğle saatlerine güzelce yerleştirmişti. Sık sık toplantı yapıyor, toplantıda da herkesi hor görüp, hakaret ediyordu. Bir toplantıda Ankara Üniversitesi, Dil Tarih Coğrafya fakültesinden mezun oluşundan, bu fakültenin Atatürk'ün emri ile kurulmasından, kendisinin hafife alınmaması gerektiğinden bahsetti. Okuldaki diğer öğretmenler, yeni kurulan üniversitelerden mezunduk. Ben, Süleyman Demirel üniversitesi, Ülkübey ve Mustafa Korkmaz, Selçuk üniversitesi, Şahin Özbudak, Samsun 19 Mayıs, Veli Kitiş, Atatürk Üniversitesi, Burhan Gündüz'de, Sivas, Cumhuriyet üniversitesi mezunuydu. Allah korumuş ya ODTÜ-Boğaziçi-Hacettepe mezunu olsaydı, demek o zaman tanrısallığını falan ilan edecekti. Sonraki yıllarda, bu üniversitelerden mezun öğretmen arkadaşlarım oldu. Boğaziçi, ilköğretim matematik mezunu bir arkadaşım, sonradan Süleyman Demirel'e araştırma görevlisi oldu. Son çalıştığım fen lisesinde, Hacettepe'li arkadaşım oldu. En fazla ODTÜ'lü arkadaşım oldu, hemen hemen hepsi de İngilizce öğretmeniydi. Dil Tarih Coğrafya mezunu felsefe zümre arkadaşım da çok oldu, hiç böyle kibire rastlamadım. İşin kötüsü, bir  de öğrencileri bize karşı kışkırttıi öğrencşler derste Kemal Melih'e, biz Mevlüt Yalçın'ı çok seviyoruz diye diklendiler falan.

Atatürk'ün emri ile kurulan Dil Tarih Coğrafya'dan mezun olması ile övünen müdürümüz, onun eseri olan cumhuriyetin 75. yıl dönümünü kutlamaya hevesli olmadı. İki yada üç hafta kala sağlık raporu aldı, hiç kimseye haber vermeden. Okul müdürlüğü Ülkübey hocaya kaldı, üstelik bazı çekmeceler kilitliyken.  Biz hem okulun işleri, hem de cumhuriyetin 75. yılı kutlamaları için uğraşırken, Mevlüt Yalçık elleri arkada okulun etrafında dolaştı durdu. Hatta bir kere okula, önceden sipariş edilen bando takımları geldi. Bu küçücük okulun bando takımı da vardı. Davulları, boruları, kostümleri tek tek çıkardı, öğrencilere dağııtı, gösterisini de yaptı. Otuz ekimde geri geldi ve terör estirmeye devam etti. Fecöcü kaymakam da ona desteğini gizlemiyordu. Benim olmadığım bir saatte okula gelmiş, öğretmenler odasına bir girmiş, dumanı görünce, burası köfteci dükkanı mı deyip gitmiş. O zamanlar henüz sigara yasağı yoktu., hatta sigara odaları da yoktu. Ülkübey ve Veli hoca, termik santral bacası gibi tütüyordu durmadan.

Mevlüt Yalçın'ın konumu, bir tenefüsle ve kaymakamın, ilçe milli eğitim müdürüyle gelmesiyle bozuldu. Nçnetçi öğretmenler dahil, tüm öğretmenler, öğretmenler odasındaydık, okulda öğrenciler ciyak ciyak bağırıyor, Mevlüt Yalçın'da odasında,  memuruyla uyuyordu. Uyandı, kaymakama okulu gezdirdi (o tek katlı gecekondumsu yerin ney,ni gezdirecekse) ve öğretmenleri suçlamaya devam etti. Fakar ipi çekilmişti artık. Sonuçta istifa etti zira görevden alınırsa, bir daha idareci-yönetici olamayacaktı, hakkında soruşturma açılacak, pek çok göreve (mesela yurt dışı görevlendirme) gidemeyecekti. İlköğretim okulunda sosyal bilgiler öğretmeniydi, görevine geri döndü. Onun yerine tahmin edersiniz ki Şahin Özbudak geldi.

Şahin Özbudak'ın müdürlüğü beklenen bir şeydi, Föcöcü kaymakam için başka aday yoktu. Diğer yandan bizim yazıcı-Nurcu'da kendi kulisini yapmıştı. Mevlüt Yalçın'ın asıl öfkesi galiba bunaydı. Bir kere apartman girişinde tartıştıklarını duymuştu. Yalçın, Özbudak'a altı buçuk yıllık düzenimi bozdun diye bağırıyordu.

Şahin Özbudak'ın da tarikat abileri vardı ve imam hatip lisesi bittikten sonra, artk dini konular istemiyorum, iktisat, işletme istiyorum demiş ama tarikat abileri ona zorla 19 Mayıs İlahiyat fakültesini birinci tercih olarak yazdırmış. Onların tarikat da Föcö'ye bayağı benziyormuş. 

Mevlü Yalçın gibi kibirli bir adam, müdürlükten alındıktan sonra artık Yenişarbademli'de kalamazdı. O da il merkezine yakın bir yere gitmeli, il merkezi diye inaat etmemeliydi. Bunun için de müftülükte kuran hocası olan karısını il merkezine gönderdi. Ertesi yıl da önce bir kaç hafta üst üste rapor aldı, sonra Atabey ilçesine tayini çıktı, onun dersleri, lisenin coğrafya öğretmeni olan Mustafa Korkmaz'a verildi. O da, vatandaşlık bilgisi dersi de Sinan hocanın maaş karşılığı, ona verin dedi. Bense zaten Kasım ayında askere gidecekti. ama üç haftalığına vatandaşlık bilgisi derslerine girdim.

Mevlüt Yalçın'la, Şahin Özbudak kavgası daha sonra, Isparta Merkezdeki IYAŞ alış veriş merkezinde (halen var mı bilmiyorum, belki de adı değişmiştir), Mevlüt Yalçın'ın saldırısı ve yaka-paça birbirlerine girmeleri ile devam etmiş ve galiba son kavgaları olmuş.

18 Temmuz 2025 Cuma

SERKAN HOCANIN YEDİĞİ DAYAK



Yenişarbademli'den hatırladığım bir sima da Serkan hocadır. Ne yazık ki soy adını unuttum. Diğer türlü pek çok şeyi hatırlıyorum onunla ilgili. Fen Bilgisi öğretmenliği mezunuydu ve o yıl atanamamıştı. Öğretmenlikte atanamama o yıl başlamıştı, sonraki yıllarda kronikleşecek, ortalık atanamayan öğretmenle dolacaktı. Kendisi, Yenişarbademli'nin, ilçe olmadan önce bağlı olduğu Şarkikaraağaç ilçe milli eğitim müdürlüğünde bir bürokratın oğluydu. Ben o sene Kasım ayında askere gidecek, o da ilçedeki lise ve orta okulda derslere girecekti. Bense, zaten Kasım ayında askere gideceğimden, sadece dört saat dersle duruyordum. Sonra orta okulun sosyal bilgiler öğretmeni ve bizim okulun eski müdürü Mevlüt Yalçın'ın (Onun hikayesi de bambaşka, bir ara yazmak gerek, Fecöcü, çok ekzatrik bir tipti) Isparta il merkezine yakın Atatbey ilçesine tayin olması, onun derslerinin bizim okulun coğrafya öğretmeni Mustafa Korkmaz'a verilmesi, Korkmazın'da iki saatlik vatandaşlık bilgisi dersini, Sinan hocanın da maaş karşılığı demesi üzerine,  üç haftalığına vatandaşlık bilgisi dersine de girdim. (Özellikle Fen-Anadolu öğretmen liselerinde pek çok arkadaş, din kültürü, İngilizce veya beden eğitimci oldukları halde, meslek lisesi görmemişlerdi, öğretmenlik hayatları boyunca. Ben felsefeci olarak orta okul bile gördüm, üzerine de lisenin hemen hemen her türünğ gördüm, en iyisinden, en kötüsüne kadar.) Zaten Kasım'ın 20.'den sonra sekiz ay (er-onbaşı-çavuş) veya on altı ay (asteğmen) olarak askere gidince, dersler başkalarına kalacaktı mecburen.

Serkan Hoca, hem idealist ve hevesli, hem de bürokrat çocuğu olarak şımarık birisiydi. Yenişarbademli'nin artık Şarkikaraağaç'a bağlı olmadığını,  burannsa kendi kurallarına göre yönetildiğini anlamamıştı. Bademli'de olanların hepsinin benim hatam olduğunu sanıyordu. Uyarılarımı dikkate almıyordu. Ona özellikle belediye başkanının kızlarından uzak durmasını söylemiştim. Askere gidişime günler varken, arrkadaşlarım bana, belediye başkanının ikizlerinden küçük olanı ima edip, duruyordu. Serkan'ın da bana olan saygısı hızla azaldı. Hatta lojmanda onun evinden bazı eşyalar alacaktım (üç katlı bir apartmandı lojmanımız, girişteki iki adire, bekar öğretmenlere aitti) Hadi naş naş diye abartılı jestlerle beni kovmuştu.

Aslında daha başta uyarılmıştı. Sadece ücretli ders değil, hafta sonları kurs, halk oyunları falan da çalıştıracak, bu arada KPSS'ye de çalışacaktı. Bir hafta sonu okula gitmiştim. Öğrencilere mola verdirdiği için müdür kızmıştı. Etrafın boş olduüunu, kömürlüpün ve bazı yerlerin her türlü haltı yemeye müsait olduğunu yazmıştı. O sene üniversite sınavı için kurs vereceği sınıf on üç kişiydi ve on ikisi kızdı. O zamanlar lise üç yıldı okulda toplam öğrenci sayısı kırk kişi kadardı.

Ben sekiz ay askere gittim ve dönüşümde tahmin ettiğim gibi, şahane bir dayak yemişti ama meydan dayağı değil. Eğitim yılının son günü, akşam öğrenciler halk oyunları gösterisi yapacakken, belediye başkanının  adamlarınca alınmış, öğrenciler, öğretmenleri olmadan gösteri yapmıştı. Serkan dayağı yemiş, o gece acele ilçeden kaçmış, eşyaları da orada kalmıştı.

Yenişarbademli yada benzeri küçük kasabalarının pek çoğunda, memuru son günlerinde dövme yada hırpalama geleneği vardır.  Orada özellikle jandarma astsubayları, görevlerinin son günlerine doğru, özellikle de düşünlerde, toplu bir dayak yerdi. Olayın içinde başkanın kızları da vardı. Çok dedikodu duydum ama eklemiyorum. Olayın asıl anlatılacak kısmı, Bademli halkının bu olaylarla, kendilşerine hizmete gelmiş devlet memurları yada yabancı işçileri dövmeleriyle ÖVÜNMELERİYDİ. Zaten orada en çok duyduğum iki söz, sen buranın yerlsisi misin ve sürgün tehditleriydi. 25 sene önceydi ve daha henüz 2002 seçinleri olmamıştı. Ülke koalisyonlarla yönetiliyordu ve hepsi birbiriyle akraba ve düşman olan ilçe halkının, her partiden tanıdığı vardı.

Ben sekiz aya askerlik yaptım. Ertesi gün okullar açıldıktan bir kaç hafta sonra Ekim ayına doğru bir cumartesi günü, yakınlarına ait bir otomıbille geldi. Kapıda karşılaştık, kırk yıllık dostu özler gibi sarıldı bana. Eşyalarını taşımaya yardım ettim. Büyükçe, şöyle yaklaşık bir metre çapında aliminyum tepsi ve züerindeki bir sürü mutfak eşyasını bana bıraktı. Bazılarını lojmanın en üst katına yerleşmiş sınıf öğretmeni Kezban hocaya (nişanlıydı), pilastik tabak ve çatal-kaşınları askerden dönen ve lojmanı bıraktığım Ahmet Salih Kutlu'ya bıraktım. Diğer pek çok eşyayı, Beypazarı'na kadar kendimle gezdirdim. Çok büyük bir çoğunluğunu, Beypazarı'ndan taşınırken, vedalaştığım ve orada ortak ev tutmuş olan, Hatice-Cemil Ercan Anadolu Öğretmen Lisesi öğrencilerine bıraktım.

Yenişarbademli'nin aklımdaki en olumsuz imajı, o hevesli genç öğretmene yaptıkları ve bununla öğünmeleriydi.

27 Nisan 2025 Pazar

ARKADAŞIM VELİ KARACA



 Bitmeyen Yenişarbademli anılarımı anlatırken, orada kaldığım süre içerisinde en yakın arkadaşım olan, köy enstitüsü mezunu, emekli öğretmen Veli Karaca'dan bahsetmem lazım. Kendisi ben daha doğmadan, 1973'de emekli olmuştu. 25 sene öğretmenlik, üç sene de gezici başöğretmenlik denen, bir çeşit ilkokul müfettişliği yapmıştı. Bana anlattığı şeylerin çoğu aklımda da olsa, bayağı bir kısmı da palavra içeriyordu.  Kendisi normalde yirmi beş yıldır emekliydi ve emekli maaşı ile geçiniyordu, yani kağıt üstünde öyleydi.  Kendisi köyde (köyümsü ilçede) mütevazi bir hayat yaşıyordu. İlçe dışına nadiren çıkıyor, ilçe içinde küçük bir motorbisikleti ile geziyordu, beraberken arkasına beni de alıyordu. Servetini ara ara ağzından kaçırıyor yada bile bile sızdırıyordu. Antika belge-eşya toplayıcısıydı ve bayağı bir antika kitap ve belgeyi, Süleyman Demirel Üniversitesi, İlahiyat Fakültesinin kütüphanesine bağışlamıştı. (Bunu not edin, yazının sonunda lazım olacak.)

Onunla tanışmamız, Belgelerle Yenişar'ın Tarihi adlı kitabı üzerinden oldu. Okulun edebiyat öğretmeni Ülkübey Özsoy'a, kitabın düzeltmelerini yaptırtmaya çalılıyor, Ülkübey'de buna yanaşmıyordu ve ben ilgileniyordum. O da sürekki okula, benim yanıma gelir oldu. Sonra motorbisikletiyle beni evine götürdü, onun evinde çalıştık. Karısı da yanımızda olurdu. İlk eşi öldükten sonra, bir daha evlenmişti. Kendisi o sıralar yetmişlerindeydi, ikinci karısı da tahminim ellisine yakındı. İlçe halkı Veli Karaca'yı pek sevmiyor, ondan korkuyordu. Karaca'nın çocukları ve torunları, Bademli, hatta Isparta dışında yaşıyordu. Pardon, bir kızı, ilçe encümen meclisi üyesi de olan emekli astsubay damadı da ilçede yaşıyordu. Onlarla pek az görüştüm.

Karaca'nın geçmişi ile ilgili pek az şey öğrendim. İlçe halkı ve hatta Yenişarbademli'nin eskiden bağlı olduğu Şarkikaraağaç bile tanıyordu onu ve lakabı kedi Veli'ydi. Bu lakabı da çapkınlığı yüzünden aldığını, kadına gitmek için öğrencileri sınıfta tek başına bırakıp, camdan çıkarak, kadına gittiğini anlatmışlardı bana. Bunu ona sorduğumda, Yenişarbademli'nin o zamanlar köyü olan Yenice mahallesinde öğretmenken, eşinin üzerine kuma almaya çalıştığını, bu da öğrenilince şubat tatilinde Şarkikaraağaç'ın, Bademli'ye uzak bir köyüne atandığını anlattı. Tüm öğretmenlik ve memuriyet hayatı, Şarkikaraağaç'ın sınırları içerisinde geçmişti. İlçenin üç köyünde öğretmenlik yapmış, son üç yılında da o yıllarda gezici başöğretmenlik denen ilk öğretim müfettişliği yapmıştı.  1973 yılının aralğında, 1.4'ü olunca, muhtemelen o dönemin ilçe milli eğitim müdürünün baskısı ile emekli olmuştu; çünkü emekli olduğu dün, Şarkikaraağaç ilçe milli eğitim müdürünü dövdüğünü söylüyordu.

Bütün bu karanlık yönlerine rağmen, orada yaşadığım süre boyunca kendimin ve arada bir Bademli'ye gelen annemin en güvendiği bir kaç kişiden birisi oldu. Buraya kadar anlatılacak bir sürü ayrıntıyı pas geçeceğim. Asıl konu,, bu dostumdan nasıl ayrı düştüğüm, tayinimle olmadı, tayinimden önce oldu. Askerlşk dönüşümden sonra,  ev ortağımın askerden dönüşünden önceydi. 2000 yılının kasım yada aralık ayı, baca temizleme maceramdan sonraydı. (Ev ortağım asteğmenlik yapmış, on altı gün de askerliği uzatmıştı.) Ev ortağım 2001 martının sonlarına doğru ve galiba Nisan başında gelmişti Bademli'ye. 

Konu annemin Bademli'ye son gelişi ve Veli Karaca'nın bana kurmaya çalıştığı tuzak, bunu anlatayım. Annemle beraber, Veli Karaca'nın evine, o ve ailesi de bizim lojmana gelip, gidiyordu. Kendisi uzun süredir bize gelmeyip, bizi kendisine davet ediyordu. Anneme göre sıra Veli Karaca'nın ailesindeydi, onlarsa gelmemekte ısrar ediyordu. Nedeni de bir gün aniden ve tesadüfen ortaya çıktı. Annem hamur açmak için daha büyük bir oklaya yada merdane almaya, lojmana yakın bir köylünün evine gitti. Orada konuşulanları duydu.

-Lojmandaki h(oooğlan)'ın annesi gelicekmiş de, virivirceklermiş.

 Meğer annem ve ben, eve geldiğimizde, kız ve ailesi de evde olacakmış, kızı da bana vermiş olacaklarmış.  Söz konuusu kız, 1999 depreminden sonra Gölcük'ten memleketine ailesi ile memleketi olan Bademli'ye göç etmişti. Bademli'nin kızlarının pek çoğu gibi erken gelişmişti ve bayağı uzun boyluydu. (Ben 1,72'yim ve hatırkadığım kadarı ile benim kadar uzun yada benden çok az bir şey uzundu) Görseninz lise 2. sınıf öğrencisi ve 15-16 yaşlarında demezdiniz. İşin kötüsü ilçeye gelir gelmez, ilçede yeni kurulan polis teşkilatından bir biri ile işleri karıştırmıştı. Polis memuru ile evlenmek istiyor ama polis buna yanaşmıyordu. Benimle evlendirip, problemlerini çözmek istiyorlardı anlaşılan.  Annem aceleyle Ankara'ya döndü, ben de o eğitim-öğretim yılının sonuna kadar Karaca^'nın evine gitmedim. O yıl, iki bin yılından önce göreve başlayanlar için zorunlu hizmetin kalkmış oması, o dönemlerin tayin-atama yönetmeliği gereği il içinde 2-il dışında 3 yıl dolmadan tayim istenememesi, Yenişarbademli'nin o zamanlar zorunlu hizmet bölgesi olmaması (2005'de zorunlu hizmeti il ve ilçeler bazına ilçeler bazında ayrı bir değerlendirmeye tuttular) ve sekiz aylık kısa dönem askerliğimin görevden sayılmaması sebebi ile, Isparta il merkezinin yanında,  Yalvaç'ı da yazdım. Okulların kapandığı gün de Veli Karaca'nın evine gittim ve süpriz; kız, anası, babası ve okuldan sınıf arkadaşı başka bir kız. Ziyareti kısa kesip, Ankara'ya döndüm.

Yaz tatilinde Yalvaç'a tayinim çıktı ve çok da iyi oldu. Yalvaç uzak ve sapaydı, Bademli halkının yolu pek düşmüyordu. Isparta ise il merkeziydi ve herkesin illa bir bağlantısı vardı. O günlerde yolluk ve evi toplama meseleleri içe bir kaç gün geçirdim. İlçeden bir an önce kaçmak ve bir daha (en azından fiziken) geri dönmek istemiyordum. O günlerde sokakta Veli Karaca'yı gördüm ve kızı başıma bela etmesin diye selam vermedim, sonra bunu okulda arkadaşlara anlattım. Taşındığım gün,  özellikle yanıma geldi, Sinan, Sinan diye bağırdı herkesin içinde.Ben de ellerimle gitme işareti yaptım, ondan uzaklaştım. 

Bademli'den Yalvaç'da tayin olan tek ben değildim. Okulun fizik öğretmeni Veli Kitiş'te tayin olmuştu.  Sohbette benim bu selma vermemei de sordu, ben durumu anlatınca, o da, o kadar zaman Bademli'de anlatmadığı bazı gerçekleri anlattı. Kendisi yıllarca, ta gezici başöğretmenliğinden itibaren çevre köyleri dolaşıp, evlerdeki antikaları ucuza toplayıp, ulusları piyasada satıyormuş, servetinin kaynağı buymuş. Hatta Süleyman Demirel İlahiyat'a kitap bağışının sebebi de, böylesi bir satışın açığa çıkmasıymış.

Aradan yıllar geçti, Yenişarbademli'nin adını internette ararken, bir Facebook göndersinde, Belgelerle Yenişar'ın Tarihi adlı kitabından alıntılar ve çoktan öldüğünü öğrendim. Kitabı kendi parası ile bastırmak yerine, belediye veya diğer devlet kurumlarında bastırmak için çok uğraşmıştı. Kitap şimdi Google'da dijital kitap olarak var ama ben almayacağım, zaten tüm düzletmelerini ben yaptım, pek çok yerini de ben yazdım.

İyi arkadaştı Veli Karaca ama gerçek dost değildi. Sayesinde Halil Cibran, Arif Nihat Asya ve pek çok yazarı tanıdım ama bana kumpas kurmaya kalkmayacaktı. (O zamanlar intetnet, Nadirkitap.com yada Kitantik gibi siteler yoktu. Hak Erenler kitabını aramak için sahaf sahaf gezdiğimi hatırlarım. İstanbul'da, köy enstitüsü mezunu emekli bir dahaftan, kitabın adını Ermiş olduğunu öğrenmiştim.)

1 Şubat 2025 Cumartesi

GARSONUN SIRITMASI





 Benim Yenişarbademli hikayelerim bitmiyor ve bitmez. İlk atandığım ve en mutsuz olduğum yerdi. Isparta gibi güneyde ve batıda bir ilde zor göreceğiniz bir mahrumiyeti vardı. En azından 29 Eylül 1998 ile 7 Eylül 2001 arası öyleydi. İlçede ciddi anlamda sadece bir tane bakkal vardı (Halil market).  İlçeye gitmek için tek dolmuş vardı. Isparta il merkezinden, kışın saat öğleden sonra üç, yazın beşte, Isparta il merkezinden kalkardı. Sabah 7'de Yenişarbademlş'den kalkardı. Yolculuk mevsime göre en az bir buçuk saat, bazen de iki buçuk saat sürerdi. Oradaki haaytımı kabaca ikiye ayırabilirim. İlki 29 Eylül 1998'de göreve başlamamla, 199 20 Kasımda askere gitmem, ikincisi de 2020 Temmuzunda askere dönmemle, 7 eylül 2001'de Yalvaç ilçesine tayinim çıkması arasındaki dönemdir.

Bu garip ilçede, bu yazıda bahsedeceğim olay, ilçede birilerinin beni evlendirme çabası olayıdır. Bu olayında benim askerliğim öncesi, ben askerken olanlar ve askerden geldikten sonra olanlar olmak üzere üç safhası vardır. Her şeyi değiştiren, bir garsonun bana gülmesidir. Bu da olayın başlarında oldu. İlçedeki kısa yaşamımda pek çok şey yaşadım, hepsini yazmamamın bir sebebi , başımı belaya sokmamak. Diğeri de yıllar önceki yaraları kaşımamak. Yazmamın sebebi de artık yazma zamanının geldiğini düşünmem. Bu olanlar sadece benim anılarım değil, bir devrin tasfiridir.

Evlendirilme olayım, gelişimin ilk yada ikinci ayında, bir akşam sohbeti sırasında birden söylendi. O zamanlar hayatımda ilk ve son kez lojmanda kalıyordum. (Bundan sonra kalma ihtimalim çok zayıf) Lojman dairemi de , yediği onca halttan sonra namaza başladığı için kendini evliya zanneden ve beden eğitimi dersi ilde din dersini karıştıran bir salakla paylaşıyordum. Akşam otururken, coğrafya öğretmeni arkadaş, kızın adını söyledi, düşünmemi falan söyledi. Kızın adını duyunca irkildim, daha lise iki öğrencisiydi. (O yıllarda bazı meslek yada hazırlıklı liseler hariç, liseler 3 yıllıktı.) Babası da eski belediye başkanıydı ve mart ayında yeniden belediye başkanı seçilecekti. (Doğrudan adlarını yazmama sebebim, arama motorlarında arama yaparken, buraya denk gelmesinler diye.) Sonra kızın adı ara ara bana çıtlatıldı ve doğal olarak bunu ahlaki görmüyordum. Diğer yandan, üniversitede dört sene Ülkücüler tarafından zorbalandıktan sonra, böyle sağcı ve hatta Ülkü ocaklı bir aile, kızlarını bana neden versin anlamıyordum. Bir kaç ay sonra öğrenecektim. Bu olaydan bir ay kadar sonra, okulun beden eğitimi öğretmeni değişti ve öteki, ilkini aratacak dümdüz faşist olan ikincisi geldi. Bu faşist olan geldiği günde bizim, stajyer öğretmen kursumuz başladı. Kurs, elli iki kiometre uzaklıkta, eski ilçe merkezi olan Şarkikaraağaç'taydı. Bir kaç gün sonra da Şarkikaraağaç seferlerimiz başladı. Bademli'ye benimle atanmış, sınıf öğretmeni bir arkadaş vardı. Onun arabası ile gelip, gidiyorduk. Dersler hafta içi akşam saat 6 le 8 arasındaydı. Bazne 10 yada 11'i buluyordu. Aralık ayı sonlarından, Mayıs ayı ortalarına kadar, aralıklarla sürdü bu gidiş, gelişlerimiz. 

Başlığa konu olan olay, ilk gittiğimiz akşam yada o haftada oldu. Biz iki arkadaş, evden yemek yemeden çıkmıştık. Sınıf öğretmeni arkadaş da o gün yemek yememişti. Lokantaya da bizden önce gelmişti. Benden önce garsonla ne konuştu bilmiyorum. Garson, ev arkadaşımın eline sarıldı. Hoş geldin damat bey dedi. (Ev arkadaşım benden daha uzun boyluydu, belki de bu yüzden öyle sandı.) Sonra sınıf öğretmeni arkadaş o değil dedi. (O sırada oturmuştuk.) Sonra garson gülerek bana baktı ve

-Bu mu Bademli'ye damat olacak, diyerek sırtırrı. Sonra sınıf öğretmeni arkadaş da sırıtmaya devam etti. Ev arkadaşımsa, bir çuval incirin berbat edildiğini anlayıp, somurttu.

Sonra o kızın adı ve başka kızların adı da geçti. İlçede halkın dedikodu ve kumpas kültüründen çok bunalıyordum, özellikle de askerden önce.  Askerden önce yerel ve genel seçimler oldu. Kızın babası tekrar belediye başkanı oldu. Sonuç merkez sağın iflasıydı. Gene de ilçe iki merkez sağ parti arasında ikiye bölünmüştü. DYP ve ANAP'lılar birbirine selam bile vermiyordu. İlçe milli eğitim müdürlüğüne vekalet eden şahsın,  bizim ilk atanma yolluğunu duyuna, yani bir sonraki yılın borcuna atılması, bizm de yolluğumuz mart sonunda almamızdan dolayı DYP'li başkana kızgındım. Bu sebeple belediyede ANAP'a oy verecektim. Kaydımı da aldırmıştım ama seçmen listesinde adım çıkmadı, iyiki de çıkadı. Muhtemelen rengimi çok belli ettiğim için olmalı. İyiki de öyle olmuş, batan merkez sağa son oy verenlerden biri olacaktım. 

O yıl çok yoğun mobbinge uğradım ve 20 günlük depresyon raporu aldım. Raporlu olduğum için maaşım kesilmemesi gerekirken, maaşım kesildi.  Stajımın onaylanmama durumu vardı. Durumu askerlik sonrasına bırakamazdım. Temmuza kadar olan tecilimi, Kasıma kadar uzatmalıydım. ( O dönemde üniversite mezunları, Mart, Temmuz ve Kasım aylarında üç dönem olarak askere alınıyor, ihtiyaca göre 16 aylık asteğmen yada 8 aylık çavuş olarak askere alınıyordu.) Zoraki ilçemizde askerlik şubesi olmadığı için (Sonradan adliye de kalkacaktı), bir günlüğüne Şarkikaraağaç'a gitmem gerekliydi ve bir gün izin almak için,  O izni almak, bir günümü aldı. Saatlerce kaymakamın kapısında bekledim. Oradan başka bir ilçeye  gittiğimde, sadece dilekçeyi müdüre vermenin yetttiğini gördüm. Beni sevmeyen, hatta benden nefret eden halk, neden beni damat yapmak istiyorlardı ve benim bunu kablleneceğimi sandıklarını düşündüm. Damat yapma çabalarının sebebi, ilçe halkının çoğuna çok görünen maaşım ve Ankara'da esnaf olan babamın servetini sömürmek yada yağmalamaktı. Beni de disleksi olmam ve psikolojik sorunlarımdan dolayı aşırı saf sanıyorlardı. Benzer bir sorunu üniversite okurken de yaşamıştım. İkinci yılda benim o kadar da saf olmadığımı, üniversite arkadaşlarım anlamıştı ama Bademlililer hiç anlamadı. (Bir kaç yakın dostum hariç.)

İlk yılın yaz tatilinden sonra, askerliğime fazla bir zaman kalmamıştı. Ben de askerliğimi, Kasım'a kadar tecil etmiştim. Kasım ayında askere giderken, bu kızın uslu durmayacağını ve askerden sonra rahatlayacağımı tahmin ettim ve tahmin ettiğim gibi oldu. Ben sekiz ay boyunca Balıkesir'de  askerken, okul hepten karışmış. Söz konusu kız, hem okulda öğrenci bile olmayan bir oğlanla, hem de ücretli öğretmenlik yapan ve Şarkikaraağaç'lı genç bir arkadaşla olay çıkarmış, öğretmen arkadaşın sene sonu göstersinden evvel belediye başkanının adamlarından dayak yemesine yol açmıştı. Bütün bu olanlara rağmen 2000 yılının son sınıfları topluca mezun olmuşlardı.

Askerden sonraki yıl kafamda sadece başka bir ile, ilçeye tayin olmak vardı.  Askerden geldikten sonraki yıl, ANAP aslında daha güçsüzken, önüne gelen beni sürgünle tehdit ediyordu. Isparta'nın her açıdan en mahrum ilçesindeydim ama beni, yok suyunu Şırnak'ta içen, Ağrı'yı biliyon mu falan diye beni sürmekle tehdit ediyorlardı. Bir de o sene galiba Yenişarbademli'de,  herkes, herkesi sürgünle tehdit ediyordu. En fazla tehdit yeri de Kesme'ydi. Isparta'nın Sütçüler ilçesinin kasabası olan Kesme,  belediye başkanının daha önce seçimi kaybettikten sonra öğretmenliğe dönmek (sınıf öğretmeniydi) zorunda kalınca atandığı yerdi ve başka bir öğretmen arkadaştan duyduğuma göre Sütçüler merkezden daha kalabalık ve ulaşılması daha zor bir yerdeydi. Başkan burada iki sene kalıp, partili arkadaşları sayesinde geçici görevle Isparta merkeze atanmış, geçici görevden de emekli olmuştu. ANAP'ın gücü tükenmişti ama küçücük ilçede herkesin, her partiden tanıdığı vardı. (Dönem, koalisyonlar dönemiydi.)

Bu dönem boyunca diğer kız analarının da radarına girmiştim. Beni ve annemi taciz ediyorlardı. Özellikle cuma günleri sekiz yada on adet tezgah olan ve saat 10,30 ,le 15.00 arası açık olan pazarında beni düpedüz kuşatıyorlardı. İlçeye pek çok bekar öğretmen ve memur gelmişti ve fazla saf buldukları beni hedef seçmişlerdi. İlçenin pazarından bir kaç kilo domates- salatalık yada mevsimine göre meyve-sebze alıyordum. Bir kere annem de gelmişti. Alış veriş sonrası lojmana dönüyorduk. Ev ortağım o zamanlar askerdeydi. (Anlatmayı unutmuşum. Kendisi asteğmen olarak yapmasının yanı sıra,  on beş gün de askerliği uzatmıştı.) Annemle bir gün pazardayken, pazarda kendi bahçesindeki ürünleri satan bir kadın, biz pazardan dönerken annemin peşinden geldi. Annemin omuzlarına vurup, niye para verdin ki gıı, ben bahçeden yolar yolar, sana verirdim falan dedi. Annem de ne gereği var, kend,m alırdım dedi. Evde anneme kadınla ne çabuk samimi oldun diye çıkıştım. Çünkü annemi kırk yıldır tanıyormuş gibi yapıyordu. Oysa annem, o kadını ilk defa orada görmüştü.

Asıl komplo, hiç beklmedeğim yerden geldi ve hiç ummadığım yerden öğrendim, daha doğrusu annem öğrendi. Börek yapmak için komşudan aldığı oklavayı iadeye giderken, kadınların konuşmasına şahit oldu. Yörenin Konya-Isparta karışımı aksanıyla, lojmandaki hoolan eve gidecekmiş de, isteyiverecekmi falan diyoarlar. O zamanlar da, ev ortağım askerde olduğu için, lojmandaki tek bekar benim. Karşı dairemde karısı ile sorunlu bir arkadaş var, o da çok yaşlı, benim şu anki yaşımda falan. Annem de lojmandaki oğlan, benim oğlan. Kız isteme falan yok, siz neden konuşuyorsunuz diye sormuş. Onlar da kumpası anlatmış. Benim Bademli'deki emekli, köy enstitüsü mezunu arkadaşım Veli Karaca, arkadaşlığımızı kara çevirmeye karar vermişti. Ben ve annem, onun evine ziyarete geldiğimizde, kız ve ailesi de eve gelecek, biz de kızı istemiş olacaktık. Annemse kendi ziyaretine iade beklediği için bu olay, o ana kadar tuzak işlememişti. Annem panikle Bademli'yi terk etti. Bir daha da gelmedi. Ben de o yıl, okullar kapanana kadar Veli Karaca'nın evine gitmedim. Gittiğim de beklediğim süprizle karşılaştım. Süpriz yazının sonunda.

Annem gittikten sonra bazı kişilere garip bir cesaret geldi. Okula o sene gelen ve ilçenin yerlisi bir hizmetli vardı. Durduk yerde bana sataşmaya, benimle tartışmaya başladı. Okulu temizlemekle görevli hizmetlinin, öğretmenler odasında ne işi var diyeceğim de, okul o kadar küçük ki, öğretmen-öğrenci, aynı tuvaleti kullanmak zorundayız. Okul, hem meali, hem de mecazianlamda kümes gibi. Tek katlı ve pek çok apartman dairesinden daha küçük.  Pek çok fenni kümse bile, buradan büyüktür. Bina eski köy ilkokulu binasıymış. Okul binası ve tarihi bambaşka bir konu. Hadi o bir şekilde okulun elemanı, ya ilçe milli eğitimdeki memura ne oluyordu? Bana, burası sayesinde maaş aldığımı ve parayı tek başına yiyemeyeceğimi söylüyordu. İlçe halkının, orada maaşımı fazla gördüklerini ve hatta Anakra'da esnaf olan babamın varlığını bir servet gibi gördüklerini yazmıştım. Bu adam da, buraya atandığım için,  maaşı burayla paylaşmam, bunu da buradan bir kızla evlenerek yapmam gerektiğini söyleyip durdu. Bu işe yaramaz yere kurulan kaymakamlığın gereksizliğinin ispat abidesiydi. İlçe milli eğitimden habire bir bahaneyle okula gelip, duruyordu. Çünkü otuz beş öğrencili ve kümes boyutlarında bir lisesi, iki ilköğretim okulu ve bir halk eğitim merkezinden ibaret ilçede milli eğitim müdürliğinde yapılacak iş yoktu.

Annemin gidişi ile o yılın yaz tatilinde olan bazı olayları özetleyeceğim, bazılarını unuttum, bazılarını anlatmak istemiyorum. Bu süreç içinde hayatım, rutin devam etti. Bu dönemde Isparta merkeze yada Şarkikaraağaç'a nadiren gittim. Bu gidişlerden birinde, Isparta'ya dönerken, lojmanda karşımdaki dairede oturan arkadaşla geliyordum. İlçenin dolmuşunda, başka bir baba ve kızı da vardı. Kız, dikkat çekici bir şekilde güzeldi.  (Zaten orada, özellikle uzun boylu kızların geneli öyleydi). İndiğimizde komlum bana o kızı beğenip, beğenmediğimi sordu, ben de evlenmek istemediğimi söyledim ve konu kapandı. Veli Karaca ile bir kaç kere buluşsam, hatta onuna Beyşehir merkez ve Gölkonak köylerine gitmiş olsam da, onun evine sene sonuna kadar gitmedim. Ben askerdeyken, 2000 öncesi atananlara zorunlu hizmet kalkmıştı. O zamanki atama yönetmeliğine göre il dışına atama istemek için, o ilde üç yıl, il içi için de o ilçede yada okulda iki yıl kalmak gerekliydi. Askerliğim sebebiyle üç yılım dolmuyor, il dışı tayin isteyemiyordum ama iki yılım dolduğu için il içi isteyebiliyordum. O zamanlar ya yerleşim biriminden (şehrin belediye sınırı, köy yada kasaba) tayin istiyebiliyordunuz, okul değil. Ben de il sırada Isparta il merkezini, ikinci sırada da Yalvaç ilçe merkezini istedim. (Yalvaç'ın otuz altı köyünden on ikisinde belde belediyesi ve bunlardan üçünde lise vardı ama onları istemiyordum.) Yalvaç'a üniversitedeyken bir kere, günü birlik gitmiştim.

İkinci dönem için Bademli'ye döndüğümde, pazara gitmek daha bir zor olmuştu. Ana-kız beni düpedüz kovalıyordu o minik meydan boyunca. En fenasında, pazardan alacağım bir iki kilo meyve-sebzeyi (o da genelde domates, salatalık oluyordu, dönerken düpedüz ardıma düşmüşlerdi. Arkama baktığımda ise düpedüz tüm pazar arkamdan geliyor yada bana öyle geliyordu. Ana kızın kovalamacasından koşmaya başladım ve sonra bir dükkana girdim. Nefes nefese kalmıştım, ter içindeydim. Dükkan sahibi bana hiç bir şey sormadı. Sonra kızın annesi girdi dükkana, dükkan sahibi ile bir şeyler konuştu, bir şeyin tadına baktı, sonra çıktı gitti. Ben bir süre daha dükkanda kalıp, soluklandım. Dükkan sahibi gene bir şey sormadı.

Sonraki günlerde diğer bir de dayak korkusu da yaşıyordum. Ben askerdeyken, ücretli öğretmen arkadaşın, o kız yüzünden dayak yediğini yazmıştım. Daha kötüsü köy halkı bu dayakla övünüyorlardı. Galiba Mayıs ayına doğru da ilçede bir astsubayı, bir düğünde, meydan dayağı ile dövdüler. Genelde görev süresi biten yada bitmeye yakın, memurlarla uğraşıyor, bazen meydan dayağı atıyorlar, bazen de mahkemelik ediyorlardı. Benim askere gitmemden evvel, Gaziantep'ten ilçeye milli eğitim müdürü atanmıştı. Bu şahıs, Antep'e dönmezden evvel de zimmet suçlaması ile hakkında dava açılmıştı. Sonra bu müdür, Bademli'ye geri döndü. Sonra da  bu davadan beraat etti. Aslında olay tamamen gidenin kuruğuna teneke takma olayıydı. Ben astsubayın olayından sonra, en azından bana bulaşamyacaklarını düşündüm.

Eğitim yılının sonu geldi ve Veli Karaca'ya veda ziyaretine gittim ve tuzağa düştüm. Evde, Veli, eşi, bir lız ve aile ile, ondan başka bir kız da vardı. Ben lafı geveleyip, hemen çıktım ama kızı istemiş duruma düşmüştüm. Mutlaka tayinimin çıkması gerekliydi, çıktı da. Kızın adı daha önce ilçeye yeni açılan ilçe emniyet müdürlüğüne yeni atanan bir polisle anılıyordu ve ilçede yedi polisten oluşan polis teşkilarının başı bu yüzden dertteydi. Bademli'de Veli Karaca'yı gördüm ve selam vermedim.Hatta yerime yeni bir felsefeci de geldi. Benda Bademli'ye geldim ve tayimin çıktığını öğrenince bir hafta sonu Yalvaç'a gittim, doğru dürüst kimseyi tanımadığım bu ilçede bir günde uygun fiyata kiralık ev buldum. Sonra Bademli'ye geri döndüm. Orada da bir günde yolluğum çıkıtı ve bankaya, ilçedeki tek banka şubesi olan Ziraat Bankasına yattı. Aynı gün bir kamyon da ayarlayıp, Yalvaç'a taşındım. Bankadan  parayı çekerken Veli Karaca'ya denk geldim, altında motorsikleti. Ben gene görmezden geliyordum ki, Sinan, Sinan diye bağırdı. Bense elimle gidiyorum işareti yapıp uzaklaşmıştım.

29 Eylül 1998'de geldiğim Yenişarbademli'den, 7 Eylül 2001'de ayrıldım. Bir daha da gitmedim, gitmem de çok zordu. Arabam yoktu ve halen de hiç olmadı. O dolmuşa bir daha binecek değildim. Arabam olsa da o virajlı dağ yıllarından, göl kıyılarından gidemezdim. Üstelik ilçede paramla baca temilzetecek birini bile bulamamış, kendim temizlemiştim. (O olayın hikayesi de blogda mevcut.) Ev ortağımın zorbalıkları vardı, bana atamadıkları dayakları, ziyaret yada gezmeye gitmişken atma ihtimalleti vardı, var oğlu vardı.

Ancak en önemlisi Şarkikaraağaç Lezzet Lokantasındaki garsonun sırıtması vardı ki,  hep bunu hatırladım. Yazılacak çok şey var, bu yazıyı yazmaya başladığımdan beri yeni ayrıntılar hatırlıyorum ancak oları da ayrı başlıklar halinde yazmam gerekecek.

Yıllar içinde arada aklıma geldikçe Yenişarbademli'yi ve oradan hatırladığım isimleri, arama motorları ve sosyal medyada arada bir arattim. Veli Karaca'nın öldüğünü öğrendim. Öğretmen arkadaşların tamamı da oradan tayin olmuşlardı. Bir ara Melikler yaylasında, gökyüzü gözlem şenliğine katılmayı düşündüm,  benim yüzümden kavga çıkabilir diye vazgeçtim. Onu da 2019'da bir kere yapabilmişler.




3 Kasım 2024 Pazar

SABAHADDİN BEYİN DEDESİNİN HİKAYESİ

 


Anlatacağım hikâye biraz garip. Korkaklık mı, cesaret mi, bilemedim. Bildiğim, bu davranışın, askerin İstiklal madalyasını almasına engel olduğu.

         Sabahaddin bey dediğim şahıs, ilk atandığım okul olan Yenişarbademli Lisesinde memurdu. İlçenin yerlisiydi ve ilçenin yerlisi düz memurlar gibi, belediyeden geçiş yapmıştı. Ellili yaşlarda, yaşını belli eden, saçı, sakalı ağarmış, gözlüklü, bıyıklı, ortalama bir Anadolu insanıydı. Yaşadığı bu ilçeden hiç ayrılmamıştı. Anlatacak hikayesi olmayan birisiydi.

         Gerçi ilçenin anlatılacak bir şeyi yoktu denebilir. Aslında anlatılacak çok şeyi vardı ama anlatılacak şeyleri tarihi eser olmuştu ya da doğal yapıydı. Selçuklu sultanlarının sarayı Kubad-ı Abad sarayı, ilçe sınırları içinde değilse bile, ilçeye çok yakındı. Beyşehir Gölüne üç kilometre uzaklıktaydı. Gene yakınında Pınargözü mağarası vardı. Fransızların beş kilometre derinine indiği iddia edilen mağaranın derinliğini bilen yoktu. Buna benzer şeyleri anlatmakla bitmez.

         Neyse, biz ilçenin  muhabbetini bırakıp, Sabahaddin beyin dedesine gelelim. Hikâyeyi o anlatmadı. Emekli öğretmen arkadaşım Veli Karaca anlattı. Yaşıyorsa kulakları çınlasın. Haziran ayıydı ve galiba ortalama yükseltme, sorumluluk sınavları nedeniyle okuldaydık. Tek katlı okul binasının, küçümen öğretmenler odasındaydık. Okulun tüm öğretmenleri oradaydı ve üstüne ilköğretim okulundan bayağı öğretmen vardı. Bizim okulda dersi olanlar, sınavda görevli olanlar, okulun müdürü ve emekli başka bir öğretmenler vardı.

         Ve Veli Karaca vardı. Kedi Veli, benim sahtekar dostum. onunla maceralarım ayrı bir kitap olur. O zamanlar bayağı samimiydik. Bir kitap yazmıştı 'Belgelerle Yenişarın Tarihi' adlı. O kitabı düzeltmeye ve tasniflemeye çalışıyordu. Lisenin edebiyat öğretmeni Ülkübey hoca, bu işi yapmayı ret etmişti, çünkü araları bozuktu. Ülkübey, benden dört yıl önce gelmişti ve ben orada kaldığım sürece aralarının hep bozuk olduğunu öğrenmiştim. Neden küsmüşlerdi ya da kavga etmişlerdi, bilmiyorum. Ben oradayken barışmadılar. O kitabı benimle beraber düzeltti. Sonra bastıramadı. Ne belediye, ne il kültür müdürlüğü, ne de diğer kamu kuruluşları, onun kitabını basmak istemedi. Tayinim çıktıktan sonra basmış diye duydum, duyduğum yalanmış, internette gördüm o kitabı.

         Hakkında güzel şeyler anlatılmıyordu. Gönen Köy Enstitüsünden mezun bir öğretmendi. Yirmi sekiz yıllık memuriyeti, Şarkikarağaç ilçesinin üç köyünde ve Şarkikarağaç'ta gezici başöğretmen olarak geçmişti. Bu gezici baş öğretmenlik denen kurum, bir çeşit ilk öğretim müfettişliğiydi anladığım kadarıyla. Görev yaptığı köylerden birisi, daha doğrusu ilki de, o zamanlar Şarkikaraağaç'ın köyü olan Yenice'nin ilkokulunun öğretmenliğiydi. İlk vukuatı o zamanlar olmuştu ve elli yıldan fazla zamandır unutulmamıştı. Zira yirmi sekiz yıllık öğretmenlik, yirmi beş yıllık emeklilik, bu olayı unutturmamıştı. Yenice, önce belediye, sonra ilçe olan Yenişarbademli'nin mahallesi olmuş, kesintisiz sekiz yıllık eğitime geçişten sonra da, Yenice'nin okulu kapatılmış, ama vukuat unutulmamıştı. Bana anlattığına göre hasta karısının üzerine kuma getirmeye kalkmış, şubat tatilinde Salur köyüne tayini çıkmıştı. Hakkında anlatacağım çok. Ondan çok ve tuhaf hikâyeler dinledim. Bu da onlardan birisi.

         Bu Sabahaddin beyin dedesi, Kurtuluş Savaşına katılmış. Ortamda sohbetin konusunu Veli Karaca açtı. Sabahaddin beyin bu muhabbete canı sıkıldı. Evet o benim dedem, dedi ve başını eğdi. Veli hocada hikâyeye başladı.

         Bu dedenin son Kurtuluş Savaşında katıldığı çarpışma, Eskişehir-Kütahya muhabereleriymiş. Hikâye bu savaşla başlıyor. Bu savaşta koca bir tümen asker esir düşüyor. Biride bizim dede. Tabi o zamanlar genç. Bu kardeşimiz, orduda çavuş rütbesinde. Zaten başına belayı da bu rütbe getiriyor. Askerler, teslim olunacağı anlaşılınca, rütbelerini kolundan sökmeye başlıyor. Bizim çavuş sökmüyor. Benim rütbemden ne olacak diye düşünüyor. Galiba bu rütbe sökme konusunda emir de veriliyor.

         Sonra bu esir kafilesi yürümeye başlıyor. Savaşın olduğu yer ile, Kütahya şehri arasında bayağı mesafe var. Eller, kollar bağlı yürüyorlar. Bir ara, yokuş yukarı ya da aşağı giderken yanlarından kan aktığını görüyorlar. Nedir, ne değildir diye etraflarına bakıyorlar ki, Yunanlılar, esirleri süngü ile kıyıyor. Esir sayısı kalabalık gelmiş olacak, sayıyı azaltıyorlar. Kütahya'ya yürüyüş bayağı sürüyor. Sayıları yarı yarıya azalıyor.

         Kütahya'da da, büyük bir camiye dolduruluyor esirler. Doldurulma bir yana tıkıştırılıyorlar. Çünkü gece yorgunluktan uyuyorlar. Lakin öyle bir tıkıştırılıyorlar ki, yere düşmüyorlar uyudukları halde.

         Bu şehre bir kere, Ispartaspor-Kütahyaspor maçına gittiğimde gördüm. O devirde, şehrin en büyük camisi neyse, o cami, hangisi bilmiyorum ama eminim Kütahyalılar bilir.

         Sabaha, ya da ertesi gün bir vakitte, esirleri toplayıp, sorguluyorlar. Bizimki hariç kimsede rütbe yok. Konuşan da olmayınca, kim, ne rütbede bilmiyorlar. Sonra esirleri gene derdest edip, trenlere bindiriyorlar. Bizimkisi, tek başına bir vagona biniyor, rütbeli olduğundan dolayı. Hikâyemizin esprisi de bu.

         İzmir'e trenle, özel vagonunda gidiyor. Gerçi vagon pek konforlu değil. Oradan gemiyle Atina'ya. Gemide de ayrı kamarası var. Diğerleri itiş, tıkış kalabalıkta seyahat  ederken, çavuşumuz tek başınadır. Atina'da esir kampında kendine ait bir yerde, hamak yatağın olduğu bir odada yaşıyor.

         Bu esirlik, Mudanya Müzakeresine kadar sürüyor. Antlaşmadan sonra, artık ne kadar sonra bilmiyorum, artık tarihçiler bilir. Gene gemilerle İzmir'e, ardından da memleketlerine gidiyorlar.

         İşte Sabahaddin beyin dedesinin bu esirlik sefası unutulmuyor ve bu kabahatin yüzünden, İstiklal Madalyası alamıyor, gazilik maaşını da tabi.

         Hikaye bittiğinde Sabahaddin beyin suratı kıpkırmızı olmuştu.

23 Ekim 2024 Çarşamba

KÖY ENSTİTÜLERİNE HALEN İHTİYACIMIZ VAR


Atatürkçü, sosyal demokrat, hatta solcu sohbetlerde, konu illa köy enstitülerine gelir. O zaman ortama bir hüzün çöker. Kapatılması bu günün pek çok sağcısını bile üzer. Fakat en ateşli savunucuları için bile köy ensittüleri bir nostaljidir, geri dönüşü imkansızdır. Burada tek haklı oldukları nokta,  köy enstitüleri kapatılmasa bile, o zamanki hailyle kalmayacaktı. Onlar da zamanla değişecekti. Köy enstitüleri, adları ile köy için kurulmuş da olsa, ülkemizin kasaba, şehir, hatta ilçelerinin de ihtiyacı olan bir şeydir halen. Olay sadece öğretmen okulu, köy öğretmeni yetiştirme meselesi değildir. Olay pratiğe yönelik, yaparak ve yaşayarak öğrenmedir. Bunun yolu da staj denen sömürü düzen değil, okuldaki atelyelerdir. Köy enstitüleri hep tarım ve hayvancılıkla hatırlanır. Oysa Kastamonu,  Gölköy köy enstitüsü, Türkiye'nin ilk modern tuğla fabrikasını kurmuştu. Daha evvel güneşte kurutulan biriket denen daha ilke tuğlalar üretiliyordu Türkiye'de. Yani köy enstitüleri, sanayileşmeye de destek olmuştu. Bu okullar sadeceöğretmen yetiştirmemiştir. Bu okularda demircilik, marangozluk be duvarcılık ustalıklarından biri de mutlaka öğretiliyordu. Bu okullar sağlık memurları da yetiştiriyodu.

Köy enstitülerinin kapatılmasının yegane bahanesi solculuktur. Ben 1998 yılında öğretmenliğe atandığımda, Gönen Köy Enstitüsü mezunu emekli bir öğretmenşe tanışmıştım. Kendisi benim doğumumdan bir sene sonra emeki omuştu, yaklaşık yirmi beş yıllık emekliydi. Kendisi gayet sağcı ve dindar  birisydi. Onun aracılığıyla halen sağ kalmış bazı köy enstitülü ve köy enstitüsü sonrası öğretmen okul mezunu emeklilerle tanıştım. Pek çoğuda sağcı ve muhafazakardı. Köy enstitülerine bu imajı, köy enstitülü yazarlar ( Fakir Baykurt, Talip Apaydın, Mahmut Makal, Ümit Kaftancıoğlu, Pakize Türkoğlu,  Hatun Birsen Başaran vesaire) kazandırmıştı. Okuların sağcı mezunları genelde okularını sahiplenmemişti. Köy enstitülülere atılan diğer bir iftira da, kız-erkek ilişkileri üzerineydi ki ben bunun da yalan olduğunu gördüm. Benim tanıdıklarım erkekti ve hepsi de mezun olduktan sonra atandıkları köylerde evlenmiş, okuldayken sevgilileri olmamıştı. Bu süreçte köy enstitülerinin gerçek kapatılma nedenini öğrendim. Bu okulların mezunlarının hemen hepsi tayin oldukları köylerde toprak sahibi olmuşlardır. Pek çok toprak sahibi, o yıllarda vergiden kaçırmak için tarlalarını tapuya kaydetmemiştir. Çok iyi hukuk bilgisi sahibi olan enstitü mezunları, pek çok tarlayı üzerlerine yapmıştı. Sadece tapu konusunda değil, her konuda göz açık kimselerdi. Osmanlı'dan kalma, kolay ezilebilir memur isteyen zihniyet, halkın eğitim almasını da istemeyen tarikatlarla birleşince, köy enstitülerinin ömrü kısa olmuştu.

Köy enstitülerinin kapatılma sebebi, solculuk ve komünizm olsaydı, stadına eşek kadar harflerle DEVRİM yazısı  halen yerinde duran ODTÜ ya da tüm illegal sol örgütlerin kuruluşların doğum yeri olan Mülkiye Mektebi (Ankara Üniversitesi, Siyasal Bilimler Fakültesi) falan kapatılırdı. Konu cinsel suçlar olsa, Ensar vakfı falan kapatılırdı. Bu okulların önce ktüphanelerinin kapatıldığını da herkes yazmaz. Bu okullardan örnek çiftçi ve zanaatkar yetiştirilme işine de parça parça son verildi. Bu okullar en son Anadolu Öğretmen Lisesi yapıldı, ardından da kapatıldı.

Bu okullardan almamız gereken ilk ilke, okulların meslek ve akademik eğitimin bir arada olması gerekliliği, yani politeknik okulların kurulması gerekliliğidir. Politeknik okullar akla hep Sovyetler Birliği gelirken, aslında bu okulları ilk kuranlar Almanlardır ve Köy Enstitülerinin rol modeli de daha çok Finlilerdir. Atatürk'ün meşhur Beyaz Zambaklar Ülkesinde kitapçığını önermesi boşuna değildir. Bu çağda politeknik eğitim daha da gereklidir. Mina Urgan, Bir Dinazorun Anıları adlı kitabında,  üniversiteden uzaklaştırıldığı ve işsiz kaldığı yıllarda, çevirmenlik yaparak geçindiğini, bebek bakıcısı olmayı yeğleyeceğini yazmış  ve her eğitimli insanın bir el beceresi olması gerektiğini de eklemiştir. Bu  durum günümüz için daha bir gerçekliktir. Her meslek liseliye, bir şekilde üniversite yolu açmamız gerektiği gibi, en akademik liseye (bu isterse en ala fen lisesi olsun) bir el becerisi yada kendi işini kuracak bir  ustalık (yazılım, spor  yada sanat alanı olabilir) becerisi verilmelidir. Bu da devletin öğretmenleri gözetiminde olmalıdır, ticaret ve sanayi odalarının değil. Ticaret ve sanayi odaları, stajyer adı altında bedava işçi aramaktadır. Çok kere meslek lisesileri yarı kalifiye eleman yetiştiriyor. Yarı kalifiye eleman, işverenlere işçi yetiştirir. Kalifiye eleman derken, az bir sermaye ile kendi işini kurmaya da yetkili bireydir. Ülkemizde mesleki eğitim, son yılarda ticaret ve sanayi odalarının da iyice devreye girmesiyle yarı kalifiye eleman yetiştirmeye yoğunlaştı. Staj programları da iş öğretmek yerine, iş yerinde kimsenin yapmak istemediğ getir-götür yada sabun işleri yapmaya yöneldi. Sigortayı zaten okul yapıyorken, pek çoğu öğrenci fazlası var diye, öğrencilere maaş da vermez oldu. Hatta sırf öğrencilere öğle yemeği vermemek için stajı öğleden sonra başlatan işletmeler var.  Öğrenciyi avukatın yerine staja gönderiyoruz. Avukat bey en pahalı lokantadan her öğün kendisine ziyafet çekiyor, masayı da stajyerlere hazırlatıyor,  stajyerleri de aç bırakıyor. Ertesi yıl o avukata stajyer göndermeyince de, neden göndermediğimizi soruyor. (Sonra bu avukatlar hakim ve savcı oldukarında, onlardan adalet arıyoruz.) Okullar, öğrencilerin haklarını korumalı, stajda eğitimin yanı sıra sosyal faaliyetler de olmaı, şirket içi sosyal faaliyetlere öğrenciler de katılmalıdır. Akademik liselerde de öğrenciler kendi başına ürünler vermeyi öğrenmelidir.

Bunlardan daha önemlisi, daha doğrusu en önemlisi, öğretmenliğe itibar verilmelidir. Bu sadece maaş ve özlük hakları değildir (onlar da var).  Eğitim fakültesi mezunlarının  yıllarca işsiz bırakılması, ücretli öğretmenlik adı altında süründürülmesi yada özel sektörde çok düşük maaşlarla çalıştırılmasının önüne geçilmeli, asgari öğretmen maaşı uygulamasına geçilmelidir. Bunun için de eğitim fakültelerini kapatmak yada azaltmak yerine, eğitim fakültesi mezunlarına farklı kariyer alanlarını da açmak gereklidir. Örneğin fizik öğretmenliği mezunu, eksik derslerini tamamlayıp, fizik mühendisi yada malzeme mühendisi olabilmelidir.

Öğretmenlerin diğer idareciler tarafından itilip, kakılmasına engel olunmalı, CİMER 'e yapılan asılsız ihbar ve şikayetler cezalandırılmaıdır. Öğretmenler, özellikle performans notu vermede özgür bırakılmalı, veli yada amirlerin baskılarından uzak tutulmalıdır.

Öğretmenliğini itibar ve cazibesi, en önemli olanıdır. İstediğiniz kadar teknooji kullanın, sonuçta iş öğrenci-öğretmen ilişkisindedir. Öğretmenin itibarı olmazsa, öğrenciye rol model olamaz. Rol model olamazsa çğretemenz, sadece bakılıcılık yapar.

30 Ağustos 2024 Cuma

BACA TEMİZLİĞİ

 


Pek çok işi, eğitim almadığınız, eğitiminiz yetersiz ve göreviniz değilken, yapmak zorunda kalırsınız. Bu blogda yazı yazmaya başlamam da böyle oldu. Aslında pek çok iş böyledir. Bir iş, yapacak başka kimse olmadığında, yada illa siz yapmanız gereken işlerdir. Savaş çıktığında asker olmak gibi. Belki yılarca bisiklet bile sürmediniz, savaş başlayınca tank şoförü olursunuz. Yada denize bile girmemiş biriyken, bir anda denizci olursunuz. Bunun için savaşa gerek yoktur. İnsan, tüm canlılar gibi ya doğaya  uyum sağlayacaktır, yada yok olacaktır. Uzak doğu dediğimiz, Pasifik kıyısı Asya ülkelerine, Japonya yada Kore'ye gittiniz diyelim. Mecburen çubukla yemek yiyeceksiniz. Suşi veya öyle çok tuhaf yemekleri yemezsiniz ama mecburen ucundan ucundan da olsa yerel mutfağa alışacaksınız (aç mı duracaksınız?) Benzer bir durum, taşraya taşınırsanız da olur. Şehirde alışık olduğunuz pek çok şeyi, taşrada bulamazsınız. Bu çağda bile mi dersiniz, bu ilde mi bile mi dersiniz, bu çağda bile böyledir. Çünkü belli hizmetlerin bir maliyeti vardır ve belli bir miktar müşteri birikmediğinde fiyatı katlanmakla kalmaz, bazen de bulunmaz. Buna kamu hizmetleri de dahil.

1998 yılında atandığım, Isparta, Yenişarbademli, aynen böyle bir yerdi. Geçenlerde, oraya komşu, Beyşehir'e bağlı Kurucuova köyünden biri ile tanıştım, galiba şimdi daha kötüymüş. Nüfus daha azmış. İnternete baktığımda da,  durumun böyle olduğunu gördüm. İlçenin en büyük iki gelir kaynağı kapanmıştı. Biri kuzugöbeği mantarı, bu eskiden sadece doğada bulunuyordu. Sonra Almanlar, toprak setleri, yani hazır saksılar üretmeye başladı. Düzenli olarak sulayıp, gübreliyorsun, sana mantarını veriyor. Salep yani Mahlep bitkisinin de yapay aroması var. O da toplansa da, çok para etmiyor artı. (Onu da köklerinden biri alıyorlar, ötekisi tekrar ürüyor) Diğeri de belediye işçiliğiydi. Nüfus sayımın beş yılda bir ve eve kapanmalı olduğu yılarda, eve misafir geldi diye, defterlere  hayali insan yazdırarak, belediyeye gelen parayı arttıramaz oldular. Eskiden, belediyelerden, devlet kadrolarına (bakanlıklar, özel idare yada henüz özelleştirilmemiş kamu iktisadi teşebbüslerine) geçişi sağlanırdı. KPSS ile bu imkan da kaltı.

Bu ilçeyi daha fazla tasfir etmek istemiyorum ama bu olayın anlaşılması için biraz daha anlatmam gerek. Bundan 26 yıl önce, yani 1998'de, ülkeyi koalisyonlar yönetiyordu ve Yenişarlılar da bundan memnundu. Aslında belediye bile olmaması gereken köy, belediye başkanı ANAP'lı diye ilçe yapılmıştı. İlçe de zaten ikiye bölünmüştü, DYP-ANAP diye. İki taraf birbirine selam bile vermiyordu. İlçede bir süre yaşayınca, oy vermediğiniz halde, istemediğiniz halde, iki taraftan birinden oluyordunuz. Anlattıka uzayan bu olayda en büyük şansım, lisenin lojmanı olmasıydı. O lojmanı, birbirinden gereksiz iki kişiyle paylaştım. İkisi de beden eğitimi öğretmeniydi

Hatta  bu blogdaki ilk yazım, onunla ilgiliymiş:  https://onbinkitap.blogspot.com/2016/07/ 

İkincisi ondan beterdi ama şimdi onu anlatınca da hikaye daha çok uzayacak. Zaten anlatacağım bu baca temizleme olayı, o askerdeyken oldu. O zamanın askerlik sistemi çeşitliydi. Üniversite, daha doğrusu fakülte mezunu olmayanalar, bir buçuk yıl, on sekiz ay, beş yüz elli gün askerlik yapar, yılda dört kere askere alınır, yirmi yıl öncesi tarihlendirme ile celplenirlerdi. Örneğin 2000 Ocak ayında askere alınan kişi, seksene bir celp olurdu. Üniversite mezunları ise (tıp fakülteliler hariç, onların askerliği daha bir farklıydı), yılda üç kere (mart-temmuz-kasım) askere alınır ve tek sayı ile ilerleyen dönemleri olurdu.  Fakülte mezunları, ordunun ihtiyacına ya sekiz aylık erlik (çoğunlukla eğitim çavuşluğu) yada asteğmenlik yapardı. Ben ve ev arkadaşım, 271. dönem olarak, 1999 Kasım ayında askere gittik. Ben kısa dönem yaparken, o asteğmen oldu. Daha iyisi kendisi askerde ceza alıp, 16 gün geç geldi askerlikten. Kendisi, bir önceki gibi bana Alevi olduğum için zorbalık yapıyordu. Bir ara tencereyi-tabağı ayırmaya kalkmıştı. Daha pek çok şeyi vardı ama baca temizleme konusuna geçmem gerektiğinden, başka bir yazıda ayrıca hikaye etmeyi düşünüyorum.

Size önce lojmanı ve bacayı anlatayım. Bildiğiniz üç katlı apartman. Her katta iki daire olmak üzere, altı apartman dairesi vardır.  Giriş katındaki iki daire, bekar, erkek öğretmenlere aitti. En üstteki bir dairede bekar, kadın öğretmenlere aitti. Lojmanın yanındaki  üç katlı bina, lise binası olarak yapılmıştı ama sekiz yıllık kesintisiz eğitime geçilince,  lise yerine ilköğretim okulu yapılmıştı. Lojmanın hemen  karşısında ufacık bina, lise binasıydı. Lisenin binası karikatürize denilecek kadar ufaktı. İnternetten baktığım kadarı ile bu bina, Süleyman Demirel Üniversitesine, Meslek Yüksek Okulu olmuş. Lise de, yukarı mahalledeki ilkokula taşınmış. Lojman halen liseye mi ait, bilmiyorum.

İki bin yılının temmuzunda, yani yirmi dört  yıl önce terhis olup, görev yaptığım Yenişarbademli ilçesine geri döndüm. Karşımdaki daireye, adının Erol olduğunu hatırladığım, en az otuz yıllık,  uzun bir hikayesi olan, garip bir öğretmen atanmıştı. Kendisi çok az grafik tasarım mezunu olup da, resim öğretmeni atananlardan birisiydi. İki kere istifa edip, geri dönmüştü. Bense, dairemde en azından marta kadar tek başına kalacak gibiydim. Ondan sonra da mutlaka ilçeden tayin isteyecektim. İşim zordu çünkü ben askerdeyken, 2000 yılı, mart ayından önce atananların zorunlu hizmeti kalkmıştı. O dönem il bazında zorunlu hizmet bölgeleri vardı. Beneim niyetimse Kırıkkale, Niğde gibi Ankara'ya yakın bir ilde zorunlu hizmetimi tamamlamaktı. Oysa artık zorunlu hizmete gidemeyecektim. Sonraki yıllar, ilçe bazlı zorunlu hizmete geçilecek, Yenişarbademli'de hak ettiği gibi zorunlu hizmet bölgesi olacaktı. Oysa ben askerde geçirdiğim sekiz ay yüzünden, ilçede üç yılı tamamlamadığım için, o zamanki mevzuat gereği, il dışı tayin isteyemiyordum. Ben de il içi tayinle Yalvaç ilçesine gidecektim.

Okullar açılınca, annemle ilçeye geldim ve lojmana yerleştim. Annem bu sefer bayağı kaldı burada. Yenişarbademli'ye de son gelişi  oldu. Neden gelmediği de bambaşka bir öykü. Evde, müdürün ısrarı ile kireç badana  yaptı ana-oğul. O badana, bana tıkanıklığı ile bacanın tütmesi ile hiç oldu, o da ayrı konu. Havalar o yıl erken soğumaya başladı. Isparta'nın, Antalya'ya yakınlığına bakmayın, kışı aynı Ankara'dır. Bademli hele, biraz daha soğuktur. 

İlk yağmurlarla beraber, sobayı yakmaya başladık ve hemen tütmeye başladı. Pencereleri açsak da, tütmeye devam etti. Sonraki günler ve haftalar, baca tıkanıklığını açma çabaları ile geçti. Daha yeni soba kurmuş olduğumuz halde, boruları tekrar temizledik. Soba bacasının giriş kısmına benzinli kumaş yaktık. En son, evin salonu  değil de, yan odasındaki bir deliğe soktuk boruyu,  bu sefer de üst kattaki komşunun nevi dumanla doldu. Havalar iyice soğumaya başlayınca, annem Ankara'ya geri döndü. Okul müdürü, bunun sebebini, çıralı çam ve kavak odunları yakmam olduğunu söyledi. Oysa ilçede herkes öyle yapıyordu, dağlık arazide ağaçlar çam,  yerleşime yakın yerlerde kavaktı. Bu yüzden sobalara haftada yada en fazla iki haftada bir bacasil atıyor, üç ayda bir boruların içini temizliyorduk. Bacanın içini temizlemek gerekiyordu. Bunu parası ile yapacak adam bulamadım. Diğer arkadaşlar da, yapacak birini bulmak yerine, bana akıl verdiler, nasıl yapılacağını anlattılar. Burada köy halkı öyle yapıyormuş.

Ben de öyle yapacaktım. 1,72 boy, 95 kiloluk ve bu işi daha önce hiç yapmamış, birisi olarak bunu yapmalıydım. Yanlış anlamayın, öyle ultra beceriksiz biri değilimdir. Ankara'da, yıllarca sobalı evlerde yaşadım ve soba kovasını hazırlamak, benim görevimdi. Çocukken, sobalar kovalı değilken, bu iş daha zordu. Üsten kömür koy, alttan ızgara ile külleri topla, yüzün-gözün kül, çok iğrençti. Bademli^'ye atanınca, odun kırmayı öğrendim. Odunları benim kırdığımı duyan annem, çok şaşırdı. Bademli'de odun, doğrudan kütük olarak satılıyordu, mecburen kendin kırıyordun. Hatta ben odunları, faşist oda arkadaşım gibi, serçe parmağım inceliğinde kırmayı alışkanlık edindim. Gene onun gibi soba kurdum. İncecik odunları bir kare olacak şekilde, kütük ev olarak ve en fazla on beş santim yükseklikte dizip, yam ortasına çıra koyuyor ve böylece en az odunla, kömürü tutuşturuyordum. Fakat bu baca temizliği işi ciddi tehlikeydi.  Çatıda, kiremitlerin üzerinde yürümeyi bilmiyordum ve yaklaşık 10-12 metre yükseklikten aşağıya düştüğümde, ölmem değilse bile, sakat kalmam garantiydi.En yakın hastane, altmış kilometre ötede Şarkikaraağaç'taydı ve ambulansın bol virajlı Beyşehir gölü kıyısından geçmesi gerekliydi. Diğer seçenekte, ondan daha kötü yolu olan ve doksan kilometre ötedeki Eğirdik kemik hastalıkları hastanesiydi. Gene yaklaşık altmış kilometre ötedeki Beyşehir ise, il dışıydı. Gene de yapmak zorundaydım. Son  altı yada yedi ayım için ve bu sorun yüzünden birilerinin evine kiraya gidemezdim. İlçe halkına güvenmiyordum. Baca da bu güvenimi doğrulayacaktı.

Sonuçta baca temizlemek bana kaldı ve hafta içi, dersimin olmadığı bir gün, bu işi yapmaya karar verdim. Bunun için, ilçenin hırdavatçısından on iki metre ip aldım ve bir kiloluk tartı ağırlığı istedim. Ben oradan gittikten sonra belediye başkanı olacak olan hırdavatçı,  bende fazla bir kiloluk demir ağırlık yok,  sen benim kiloluğumu kırarsın diye bana balyoz kafası verdi. Ben de işime, önce az bir şey sobayı yakarak başladım. Gündüz, hava güneşli olduğundan, daha hava kararmadan soba yakma alışkanlığı yoktu. Çatıda dış görünüşte iki ince, uzun baca vardı. Her iki baca da aslında üç bacaydı ve kendi aralarında tuğla ile bölünmüştü. Duman sızandan, benimkini buldum. Sonra asıl aşmaya geldi. Balyoz kafasını iple sıkıca bağladım. Bacadan aşağı sallandırdım ve dört kulaç yada beş metre kadar sonra balyozun durdu. Demek ki bacayı tıkayan bir şey vardı.  Sonra asıl işim  başladı. Balyoz kafasını yukarı çekip, birden aşağı bırakıyordum. Galiba yarım saat kadar sürdü bu iş. Belki de çatıda olmanın tedirginliği ile bana daha uzun gelmiş yada yaklaşık çeyrek yüz yıl sonra daha fazla diye hatırlıyor olabilirim. Sonuçta kırılmış olmalıydı ki balyoz kafası on metreden fazla gitti. Balyoz kafasını yukarı çekip, güvenli bir yere koyup, aşağıya indim. İnerken, üst kat komşum, sesi duyduklarını ve tıkanıklığın açılıdığını söyledi. Eve gidip, bacanın havalandırma deliğinden döküntüleri topladım. Müdürün dediği gibi bolca kurum vardı ama kocaman da bir kiremit vardı. Bu kiremitin insan eli olmadan oraya girmesi imkansızdı. Müdür yada diğer arkadaşlar ne derse desin. Hırdavatçının da bana neden bir yada beş kiloluk ağırlık vermeyip, koca balyoz kafasını verdiğini o zaman anladım. Aslında herkes bacanın neden ve nasıl tıkandığını biliyor ve bana söylemiyordu. Sonra yukaru çıkıp, balyoz kafasını son kez aşağı salladım ve havalandırmadan görünce, baca sorununu çözdüğümü anladım.

Sonraki günler, ilçede hiç kimseye güvenim kalmadı. Tayinim çıkınca, sadece ilçenin posta müdürü ile, o da Kırıkale'ye tayinim çıkana kadar, arkadaşlığımı devam ettirdim. Oğlu da, Anadolu Öğretmen Lisesinde öğrencim oldu bir yıl.

Bademliden ayrıldıktan sonra bir daha gitmemeye yemin ettim. Zaten gidemezdim de. Isparta merkeze bir aracı vardı, o da sabah 7 civarında. Kışın da öğlen 3'de dönüyordu. Yolculuk mevsime göre  bir buçuk saat ile, iki buçuk saat sürüyordu. Arabam yoktu, halen yok, olsa da o yollarda araba sürmek istemem.

Gene de Bademli'yi ne zaman özlesem, kendime lçöyle derim. Aptal olma, onlar seni kalleşçe öldürmeye kalktı.