30 Ağustos 2024 Cuma

BACA TEMİZLİĞİ

 


Pek çok işi, eğitim almadığınız, eğitiminiz yetersiz ve göreviniz değilken, yapmak zorunda kalırsınız. Bu blogda yazı yazmaya başlamam da böyle oldu. Aslında pek çok iş böyledir. Bir iş, yapacak başka kimse olmadığında, yada illa siz yapmanız gereken işlerdir. Savaş çıktığında asker olmak gibi. Belki yılarca bisiklet bile sürmediniz, savaş başlayınca tank şoförü olursunuz. Yada denize bile girmemiş biriyken, bir anda denizci olursunuz. Bunun için savaşa gerek yoktur. İnsan, tüm canlılar gibi ya doğaya  uyum sağlayacaktır, yada yok olacaktır. Uzak doğu dediğimiz, Pasifik kıyısı Asya ülkelerine, Japonya yada Kore'ye gittiniz diyelim. Mecburen çubukla yemek yiyeceksiniz. Suşi veya öyle çok tuhaf yemekleri yemezsiniz ama mecburen ucundan ucundan da olsa yerel mutfağa alışacaksınız (aç mı duracaksınız?) Benzer bir durum, taşraya taşınırsanız da olur. Şehirde alışık olduğunuz pek çok şeyi, taşrada bulamazsınız. Bu çağda bile mi dersiniz, bu ilde mi bile mi dersiniz, bu çağda bile böyledir. Çünkü belli hizmetlerin bir maliyeti vardır ve belli bir miktar müşteri birikmediğinde fiyatı katlanmakla kalmaz, bazen de bulunmaz. Buna kamu hizmetleri de dahil.

1998 yılında atandığım, Isparta, Yenişarbademli, aynen böyle bir yerdi. Geçenlerde, oraya komşu, Beyşehir'e bağlı Kurucuova köyünden biri ile tanıştım, galiba şimdi daha kötüymüş. Nüfus daha azmış. İnternete baktığımda da,  durumun böyle olduğunu gördüm. İlçenin en büyük iki gelir kaynağı kapanmıştı. Biri kuzugöbeği mantarı, bu eskiden sadece doğada bulunuyordu. Sonra Almanlar, toprak setleri, yani hazır saksılar üretmeye başladı. Düzenli olarak sulayıp, gübreliyorsun, sana mantarını veriyor. Salep yani Mahlep bitkisinin de yapay aroması var. O da toplansa da, çok para etmiyor artı. (Onu da köklerinden biri alıyorlar, ötekisi tekrar ürüyor) Diğeri de belediye işçiliğiydi. Nüfus sayımın beş yılda bir ve eve kapanmalı olduğu yılarda, eve misafir geldi diye, defterlere  hayali insan yazdırarak, belediyeye gelen parayı arttıramaz oldular. Eskiden, belediyelerden, devlet kadrolarına (bakanlıklar, özel idare yada henüz özelleştirilmemiş kamu iktisadi teşebbüslerine) geçişi sağlanırdı. KPSS ile bu imkan da kaltı.

Bu ilçeyi daha fazla tasfir etmek istemiyorum ama bu olayın anlaşılması için biraz daha anlatmam gerek. Bundan 26 yıl önce, yani 1998'de, ülkeyi koalisyonlar yönetiyordu ve Yenişarlılar da bundan memnundu. Aslında belediye bile olmaması gereken köy, belediye başkanı ANAP'lı diye ilçe yapılmıştı. İlçe de zaten ikiye bölünmüştü, DYP-ANAP diye. İki taraf birbirine selam bile vermiyordu. İlçede bir süre yaşayınca, oy vermediğiniz halde, istemediğiniz halde, iki taraftan birinden oluyordunuz. Anlattıka uzayan bu olayda en büyük şansım, lisenin lojmanı olmasıydı. O lojmanı, birbirinden gereksiz iki kişiyle paylaştım. İkisi de beden eğitimi öğretmeniydi

Hatta  bu blogdaki ilk yazım, onunla ilgiliymiş:  https://onbinkitap.blogspot.com/2016/07/ 

İkincisi ondan beterdi ama şimdi onu anlatınca da hikaye daha çok uzayacak. Zaten anlatacağım bu baca temizleme olayı, o askerdeyken oldu. O zamanın askerlik sistemi çeşitliydi. Üniversite, daha doğrusu fakülte mezunu olmayanalar, bir buçuk yıl, on sekiz ay, beş yüz elli gün askerlik yapar, yılda dört kere askere alınır, yirmi yıl öncesi tarihlendirme ile celplenirlerdi. Örneğin 2000 Ocak ayında askere alınan kişi, seksene bir celp olurdu. Üniversite mezunları ise (tıp fakülteliler hariç, onların askerliği daha bir farklıydı), yılda üç kere (mart-temmuz-kasım) askere alınır ve tek sayı ile ilerleyen dönemleri olurdu.  Fakülte mezunları, ordunun ihtiyacına ya sekiz aylık erlik (çoğunlukla eğitim çavuşluğu) yada asteğmenlik yapardı. Ben ve ev arkadaşım, 271. dönem olarak, 1999 Kasım ayında askere gittik. Ben kısa dönem yaparken, o asteğmen oldu. Daha iyisi kendisi askerde ceza alıp, 16 gün geç geldi askerlikten. Kendisi, bir önceki gibi bana Alevi olduğum için zorbalık yapıyordu. Bir ara tencereyi-tabağı ayırmaya kalkmıştı. Daha pek çok şeyi vardı ama baca temizleme konusuna geçmem gerektiğinden, başka bir yazıda ayrıca hikaye etmeyi düşünüyorum.

Size önce lojmanı ve bacayı anlatayım. Bildiğiniz üç katlı apartman. Her katta iki daire olmak üzere, altı apartman dairesi vardır.  Giriş katındaki iki daire, bekar, erkek öğretmenlere aitti. En üstteki bir dairede bekar, kadın öğretmenlere aitti. Lojmanın yanındaki  üç katlı bina, lise binası olarak yapılmıştı ama sekiz yıllık kesintisiz eğitime geçilince,  lise yerine ilköğretim okulu yapılmıştı. Lojmanın hemen  karşısında ufacık bina, lise binasıydı. Lisenin binası karikatürize denilecek kadar ufaktı. İnternetten baktığım kadarı ile bu bina, Süleyman Demirel Üniversitesine, Meslek Yüksek Okulu olmuş. Lise de, yukarı mahalledeki ilkokula taşınmış. Lojman halen liseye mi ait, bilmiyorum.

İki bin yılının temmuzunda, yani yirmi dört  yıl önce terhis olup, görev yaptığım Yenişarbademli ilçesine geri döndüm. Karşımdaki daireye, adının Erol olduğunu hatırladığım, en az otuz yıllık,  uzun bir hikayesi olan, garip bir öğretmen atanmıştı. Kendisi çok az grafik tasarım mezunu olup da, resim öğretmeni atananlardan birisiydi. İki kere istifa edip, geri dönmüştü. Bense, dairemde en azından marta kadar tek başına kalacak gibiydim. Ondan sonra da mutlaka ilçeden tayin isteyecektim. İşim zordu çünkü ben askerdeyken, 2000 yılı, mart ayından önce atananların zorunlu hizmeti kalkmıştı. O dönem il bazında zorunlu hizmet bölgeleri vardı. Beneim niyetimse Kırıkkale, Niğde gibi Ankara'ya yakın bir ilde zorunlu hizmetimi tamamlamaktı. Oysa artık zorunlu hizmete gidemeyecektim. Sonraki yıllar, ilçe bazlı zorunlu hizmete geçilecek, Yenişarbademli'de hak ettiği gibi zorunlu hizmet bölgesi olacaktı. Oysa ben askerde geçirdiğim sekiz ay yüzünden, ilçede üç yılı tamamlamadığım için, o zamanki mevzuat gereği, il dışı tayin isteyemiyordum. Ben de il içi tayinle Yalvaç ilçesine gidecektim.

Okullar açılınca, annemle ilçeye geldim ve lojmana yerleştim. Annem bu sefer bayağı kaldı burada. Yenişarbademli'ye de son gelişi  oldu. Neden gelmediği de bambaşka bir öykü. Evde, müdürün ısrarı ile kireç badana  yaptı ana-oğul. O badana, bana tıkanıklığı ile bacanın tütmesi ile hiç oldu, o da ayrı konu. Havalar o yıl erken soğumaya başladı. Isparta'nın, Antalya'ya yakınlığına bakmayın, kışı aynı Ankara'dır. Bademli hele, biraz daha soğuktur. 

İlk yağmurlarla beraber, sobayı yakmaya başladık ve hemen tütmeye başladı. Pencereleri açsak da, tütmeye devam etti. Sonraki günler ve haftalar, baca tıkanıklığını açma çabaları ile geçti. Daha yeni soba kurmuş olduğumuz halde, boruları tekrar temizledik. Soba bacasının giriş kısmına benzinli kumaş yaktık. En son, evin salonu  değil de, yan odasındaki bir deliğe soktuk boruyu,  bu sefer de üst kattaki komşunun nevi dumanla doldu. Havalar iyice soğumaya başlayınca, annem Ankara'ya geri döndü. Okul müdürü, bunun sebebini, çıralı çam ve kavak odunları yakmam olduğunu söyledi. Oysa ilçede herkes öyle yapıyordu, dağlık arazide ağaçlar çam,  yerleşime yakın yerlerde kavaktı. Bu yüzden sobalara haftada yada en fazla iki haftada bir bacasil atıyor, üç ayda bir boruların içini temizliyorduk. Bacanın içini temizlemek gerekiyordu. Bunu parası ile yapacak adam bulamadım. Diğer arkadaşlar da, yapacak birini bulmak yerine, bana akıl verdiler, nasıl yapılacağını anlattılar. Burada köy halkı öyle yapıyormuş.

Ben de öyle yapacaktım. 1,72 boy, 95 kiloluk ve bu işi daha önce hiç yapmamış, birisi olarak bunu yapmalıydım. Yanlış anlamayın, öyle ultra beceriksiz biri değilimdir. Ankara'da, yıllarca sobalı evlerde yaşadım ve soba kovasını hazırlamak, benim görevimdi. Çocukken, sobalar kovalı değilken, bu iş daha zordu. Üsten kömür koy, alttan ızgara ile külleri topla, yüzün-gözün kül, çok iğrençti. Bademli^'ye atanınca, odun kırmayı öğrendim. Odunları benim kırdığımı duyan annem, çok şaşırdı. Bademli'de odun, doğrudan kütük olarak satılıyordu, mecburen kendin kırıyordun. Hatta ben odunları, faşist oda arkadaşım gibi, serçe parmağım inceliğinde kırmayı alışkanlık edindim. Gene onun gibi soba kurdum. İncecik odunları bir kare olacak şekilde, kütük ev olarak ve en fazla on beş santim yükseklikte dizip, yam ortasına çıra koyuyor ve böylece en az odunla, kömürü tutuşturuyordum. Fakat bu baca temizliği işi ciddi tehlikeydi.  Çatıda, kiremitlerin üzerinde yürümeyi bilmiyordum ve yaklaşık 10-12 metre yükseklikten aşağıya düştüğümde, ölmem değilse bile, sakat kalmam garantiydi.En yakın hastane, altmış kilometre ötede Şarkikaraağaç'taydı ve ambulansın bol virajlı Beyşehir gölü kıyısından geçmesi gerekliydi. Diğer seçenekte, ondan daha kötü yolu olan ve doksan kilometre ötedeki Eğirdik kemik hastalıkları hastanesiydi. Gene yaklaşık altmış kilometre ötedeki Beyşehir ise, il dışıydı. Gene de yapmak zorundaydım. Son  altı yada yedi ayım için ve bu sorun yüzünden birilerinin evine kiraya gidemezdim. İlçe halkına güvenmiyordum. Baca da bu güvenimi doğrulayacaktı.

Sonuçta baca temizlemek bana kaldı ve hafta içi, dersimin olmadığı bir gün, bu işi yapmaya karar verdim. Bunun için, ilçenin hırdavatçısından on iki metre ip aldım ve bir kiloluk tartı ağırlığı istedim. Ben oradan gittikten sonra belediye başkanı olacak olan hırdavatçı,  bende fazla bir kiloluk demir ağırlık yok,  sen benim kiloluğumu kırarsın diye bana balyoz kafası verdi. Ben de işime, önce az bir şey sobayı yakarak başladım. Gündüz, hava güneşli olduğundan, daha hava kararmadan soba yakma alışkanlığı yoktu. Çatıda dış görünüşte iki ince, uzun baca vardı. Her iki baca da aslında üç bacaydı ve kendi aralarında tuğla ile bölünmüştü. Duman sızandan, benimkini buldum. Sonra asıl aşmaya geldi. Balyoz kafasını iple sıkıca bağladım. Bacadan aşağı sallandırdım ve dört kulaç yada beş metre kadar sonra balyozun durdu. Demek ki bacayı tıkayan bir şey vardı.  Sonra asıl işim  başladı. Balyoz kafasını yukarı çekip, birden aşağı bırakıyordum. Galiba yarım saat kadar sürdü bu iş. Belki de çatıda olmanın tedirginliği ile bana daha uzun gelmiş yada yaklaşık çeyrek yüz yıl sonra daha fazla diye hatırlıyor olabilirim. Sonuçta kırılmış olmalıydı ki balyoz kafası on metreden fazla gitti. Balyoz kafasını yukarı çekip, güvenli bir yere koyup, aşağıya indim. İnerken, üst kat komşum, sesi duyduklarını ve tıkanıklığın açılıdığını söyledi. Eve gidip, bacanın havalandırma deliğinden döküntüleri topladım. Müdürün dediği gibi bolca kurum vardı ama kocaman da bir kiremit vardı. Bu kiremitin insan eli olmadan oraya girmesi imkansızdı. Müdür yada diğer arkadaşlar ne derse desin. Hırdavatçının da bana neden bir yada beş kiloluk ağırlık vermeyip, koca balyoz kafasını verdiğini o zaman anladım. Aslında herkes bacanın neden ve nasıl tıkandığını biliyor ve bana söylemiyordu. Sonra yukaru çıkıp, balyoz kafasını son kez aşağı salladım ve havalandırmadan görünce, baca sorununu çözdüğümü anladım.

Sonraki günler, ilçede hiç kimseye güvenim kalmadı. Tayinim çıkınca, sadece ilçenin posta müdürü ile, o da Kırıkale'ye tayinim çıkana kadar, arkadaşlığımı devam ettirdim. Oğlu da, Anadolu Öğretmen Lisesinde öğrencim oldu bir yıl.

Bademliden ayrıldıktan sonra bir daha gitmemeye yemin ettim. Zaten gidemezdim de. Isparta merkeze bir aracı vardı, o da sabah 7 civarında. Kışın da öğlen 3'de dönüyordu. Yolculuk mevsime göre  bir buçuk saat ile, iki buçuk saat sürüyordu. Arabam yoktu, halen yok, olsa da o yollarda araba sürmek istemem.

Gene de Bademli'yi ne zaman özlesem, kendime lçöyle derim. Aptal olma, onlar seni kalleşçe öldürmeye kalktı.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder