25 Mayıs 2022 Çarşamba

YAĞMURLU HAVALARDA LAZIM OLUYOR.

 



YAĞMURLU HAVALARDA LAZIM OLUYOR.

 

         Veli Karca, dünyada insanların hayatta sadece bir kere tanıyabileceği insanlardandır. Emekli öğretmendir ve köy enstitüsü mezunudur. Gönen Köy Enstitüsünün ilk mezunlarındandır. Köy enstitüleri zannedildiğinden daha az mezun vermiştir.

         Ben önce bu köy enstitülerini biraz anlatmak istiyorum. Şehir çocukları köyde öğretmen olmak istemeyince, köy şartlarına dayanamayınca kurulmuşlardır. Sadece müfredatı anlatan öğretmen değillerdir. Eğitimli birer çiftçi, besici, arıcı, marangoz, demirci ve inşaatçıdırlar. Bu mesleklerden bir yada bir kaçı, öğretmenliklerine ektir. Gittikleri köye yeni tarım yöntemlerini ve teknolojilerini getirmişlerdir.

         Ayrıca bu öğretmenler, bulundukları köyün kültürünü ve tarihini belgelendirmişlerdir. Bununla görevlendirmişlerdir. Köy Enstitülü yazarlar, bir yazı okuludur. Edebiyatımızda köy enstitülü yazarlar, kendilerine özgü yazı tarzları ve konularıyla bambaşka bir edebiyat dünyasıdırlar.

         İddialı olarak eğitime başlaya İmam Hatip liselerinin böyle bir özelliği olmamıştır. Bu okullar bir dini bilgide apayrı bir ekol olmamıştır. Pek fazla din adamı da yetiştirmemişlerdir. Liselerin ders kitaplarında, Cumhuriyet dönemi yazarlarını incelerken, çoğunun Galatasaray başta olmak üzere İstanbul'un namlı liselerinin adını görürsünüz. Özellikle Galatasaray lisesi mezunu yazarlar, çağının Fransız edebiyatının, Türkiye temsilcileridir. Kendi başlarına bir edebi okul değildirler.

         Veli Karaca'da böyle bir kitap yazmıştı. Hatta düzeltmelerini beraber yaptık. Bu kitap internette yayımdaydı ama kalkmış. Aslında kendi cebinden ödese, o kitabı çok güzel yayımlardı. Isparta'nın matbaalar caddesindeki matbaacılar bile kitabı basabilirlerdi. Neyse, ayrıntıları bizzat onu ilgilendiren bir hikayede anlatırım. Konumuz o değil, kayınpederi.

         Kayınpederi Hüseyin efendi, Yenişarbademli ilçesinin biricik köyü, eski adı muma olan, Gölkonak'ın eski, Cumhuriyetin ilk yıllarındaki imamı ve sübyan mektebi hocasıdır.  Şahsına özel özellikleri vardır ki, ayrı ayrı hikaye çıkar. Sıkı mantıkçıymış ve Aristo'nun doksan altı ayrı kıyasını ezbere bilirmiş. Camiden evine sadece yere bakarak gidermiş. Bir keresinde, bir çocuğu ona getirmişler. Çok şeker yiyor, dişleri çürüyecek, öğüt ver diye. O da, çocuğun götürülüp, kırk gün sonra getirilmesini istemiş. Kırk gün sonra geldiğinde çocuğa,

         -Şeker çok yeme, dişlerin çürür evladım, yazık dişlerine demiş. Bu sefer çocuğun babası hocaya sormuş.

         -Ya hoca, sen bu iki kelime laf için niye kırk gün sonrasına dedin.

         -Ben de çok şeker yiyordum. Şekerin Zaralı olduğunu bilmiyordum. Kendi yaptığıma yapma demek içimden gelmedi.

         İşte bu Hüseyin Hoca bir gün, iş gereği kış ortasında Beyşehir'e gitmek zorunda kalmış. Yenişarbademli ile Beyşehir, haritadan yakın görünürse de, kara yolu  ile yaklaşık altmış kilometredir. Doksanlı yılların asfaltlı yollarında bu çok kolay değilken, yirmili yıllarda imkansızdır. Örneğim, Beyşehir'e, Yenişarbademli'ye oranla iki kilometre daha yakın Kurucuova diye bir kasaba vardır. Orada kesimi yapılan ağaçlar, kışın, gölü ters istikametten, Şarkikaraağaç'ın biraz güneyinden dolaşarak, Beyşehir'e gider. Bu, almış yerine, üç yüz kilometre yol demektir. Çok yüksek dağ olmamakla beraber buzlanan yol, aşırı virajlar ve göle uçma tehlikesi, bu yolu tehlikeli yapar. Sonuçta o da, gölden kayıkla gitmeye karar vermiş. Basit kayık, motoru yok. Galiba yelkeni yok, sadece kürekli.

         Kış ortası ve akşam, bir de  yağmur yağmış. Yağmur gölde çok kötü fırtınaya dönmüş. Hoca ve arkadaşlarının olduğu kayığı sürüklemiş ve onları kuzeye bir yerlere atmış. Bunlarda nasıl olmuşsa, gecenin bayağı geç bir vaktinde ilçeye varmayı başarmış. İlçede o zamanlar han var. Otel yok. Daha doğrusu o zamanlar han diyorlar. Han kapalı. Kapıyı yumrukluyorlar, açan yok. Bağırıyorlar, açan yok. Yağmur  da bir yandan. O sırada oradan bir sarhoş geçiyor. Olayı öğreniyor. Eline bir taş alıp, kapı demirlerine vuruyor, bir yandan da bağırıyor.

         -Hancı, açsana lan kapıları. Lan söküp, diktiklerim, lan sökmeden diktiklerim. (Bunlar o yöre ağzında çok ağır küfürler. Erkekler ne anaya geldiğini anlarlar.) Ben sana yarın sormaz mıyım? Sana Dünyayı dar etmez miyim?

         En sonunda han kapısını açıp, bu gariplere oda veriyorlar. O geceyi Şarkikaraağaç'ta geçirip, ertesi gün kara yoluyla Beyşehir'e gidiyorlar. Birkaç hafta sonra Cuma vaazı geliyor. Konu alkolün Zaralarına geliyor. Bir de günah tabi. Dayanamıyor, şöyle bir laf ediyor.

         -Günah olmasına günah, zararlı olmasına zararlı ama yağmurlu havada lazım oluyor.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder