YAĞMURLU HAVALARDA LAZIM OLUYOR.
Veli Karca, dünyada insanların hayatta
sadece bir kere tanıyabileceği insanlardandır. Emekli öğretmendir ve köy
enstitüsü mezunudur. Gönen Köy Enstitüsünün ilk mezunlarındandır. Köy enstitüleri
zannedildiğinden daha az mezun vermiştir.
Ben önce bu köy enstitülerini biraz
anlatmak istiyorum. Şehir çocukları köyde öğretmen olmak istemeyince, köy
şartlarına dayanamayınca kurulmuşlardır. Sadece müfredatı anlatan öğretmen
değillerdir. Eğitimli birer çiftçi, besici, arıcı, marangoz, demirci ve
inşaatçıdırlar. Bu mesleklerden bir yada bir kaçı, öğretmenliklerine ektir.
Gittikleri köye yeni tarım yöntemlerini ve teknolojilerini getirmişlerdir.
Ayrıca bu öğretmenler, bulundukları
köyün kültürünü ve tarihini belgelendirmişlerdir. Bununla görevlendirmişlerdir.
Köy Enstitülü yazarlar, bir yazı okuludur. Edebiyatımızda köy enstitülü
yazarlar, kendilerine özgü yazı tarzları ve konularıyla bambaşka bir edebiyat
dünyasıdırlar.
İddialı olarak eğitime başlaya İmam
Hatip liselerinin böyle bir özelliği olmamıştır. Bu okullar bir dini bilgide
apayrı bir ekol olmamıştır. Pek fazla din adamı da yetiştirmemişlerdir.
Liselerin ders kitaplarında, Cumhuriyet dönemi yazarlarını incelerken, çoğunun
Galatasaray başta olmak üzere İstanbul'un namlı liselerinin adını görürsünüz.
Özellikle Galatasaray lisesi mezunu yazarlar, çağının Fransız edebiyatının,
Türkiye temsilcileridir. Kendi başlarına bir edebi okul değildirler.
Veli Karaca'da böyle bir kitap
yazmıştı. Hatta düzeltmelerini beraber yaptık. Bu kitap internette yayımdaydı
ama kalkmış. Aslında kendi cebinden ödese, o kitabı çok güzel yayımlardı.
Isparta'nın matbaalar caddesindeki matbaacılar bile kitabı basabilirlerdi.
Neyse, ayrıntıları bizzat onu ilgilendiren bir hikayede anlatırım. Konumuz o
değil, kayınpederi.
Kayınpederi Hüseyin efendi,
Yenişarbademli ilçesinin biricik köyü, eski adı muma olan, Gölkonak'ın eski,
Cumhuriyetin ilk yıllarındaki imamı ve sübyan mektebi hocasıdır. Şahsına özel özellikleri vardır ki, ayrı ayrı
hikaye çıkar. Sıkı mantıkçıymış ve Aristo'nun doksan altı ayrı kıyasını ezbere
bilirmiş. Camiden evine sadece yere bakarak gidermiş. Bir keresinde, bir çocuğu
ona getirmişler. Çok şeker yiyor, dişleri çürüyecek, öğüt ver diye. O da,
çocuğun götürülüp, kırk gün sonra getirilmesini istemiş. Kırk gün sonra
geldiğinde çocuğa,
-Şeker çok yeme, dişlerin çürür
evladım, yazık dişlerine demiş. Bu sefer çocuğun babası hocaya sormuş.
-Ya hoca, sen bu iki kelime laf için
niye kırk gün sonrasına dedin.
-Ben de çok şeker yiyordum. Şekerin
Zaralı olduğunu bilmiyordum. Kendi yaptığıma yapma demek içimden gelmedi.
İşte bu Hüseyin Hoca bir gün, iş gereği
kış ortasında Beyşehir'e gitmek zorunda kalmış. Yenişarbademli ile Beyşehir,
haritadan yakın görünürse de, kara yolu
ile yaklaşık altmış kilometredir. Doksanlı yılların asfaltlı yollarında
bu çok kolay değilken, yirmili yıllarda imkansızdır. Örneğim, Beyşehir'e,
Yenişarbademli'ye oranla iki kilometre daha yakın Kurucuova diye bir kasaba
vardır. Orada kesimi yapılan ağaçlar, kışın, gölü ters istikametten,
Şarkikaraağaç'ın biraz güneyinden dolaşarak, Beyşehir'e gider. Bu, almış
yerine, üç yüz kilometre yol demektir. Çok yüksek dağ olmamakla beraber
buzlanan yol, aşırı virajlar ve göle uçma tehlikesi, bu yolu tehlikeli yapar.
Sonuçta o da, gölden kayıkla gitmeye karar vermiş. Basit kayık, motoru yok.
Galiba yelkeni yok, sadece kürekli.
Kış ortası ve akşam, bir de yağmur yağmış. Yağmur gölde çok kötü
fırtınaya dönmüş. Hoca ve arkadaşlarının olduğu kayığı sürüklemiş ve onları
kuzeye bir yerlere atmış. Bunlarda nasıl olmuşsa, gecenin bayağı geç bir
vaktinde ilçeye varmayı başarmış. İlçede o zamanlar han var. Otel yok. Daha
doğrusu o zamanlar han diyorlar. Han kapalı. Kapıyı yumrukluyorlar, açan yok. Bağırıyorlar,
açan yok. Yağmur da bir yandan. O sırada
oradan bir sarhoş geçiyor. Olayı öğreniyor. Eline bir taş alıp, kapı
demirlerine vuruyor, bir yandan da bağırıyor.
-Hancı, açsana lan kapıları. Lan söküp,
diktiklerim, lan sökmeden diktiklerim. (Bunlar o yöre ağzında çok ağır
küfürler. Erkekler ne anaya geldiğini anlarlar.) Ben sana yarın sormaz mıyım?
Sana Dünyayı dar etmez miyim?
En sonunda han kapısını açıp, bu
gariplere oda veriyorlar. O geceyi Şarkikaraağaç'ta geçirip, ertesi gün kara
yoluyla Beyşehir'e gidiyorlar. Birkaç hafta sonra Cuma vaazı geliyor. Konu
alkolün Zaralarına geliyor. Bir de günah tabi. Dayanamıyor, şöyle bir laf
ediyor.
-Günah olmasına günah, zararlı olmasına
zararlı ama yağmurlu havada lazım oluyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder