I
Vücudum spora elverişli değildir. Zayıf
ve güçsüz oldum. Sık sık hastalandım. Koşularda sonuncuydum. Türk Hava
Kurumunun, paraşüt kursuna yazılmak istedim, başvuru formunu babam sobada
yaktı. Son spor hevesim dağcılıktı, yanımda gencecik bir kız ölünce, o da
söndü. Spor yarışma ve müsabakalarını doğru dürüst izlemem bile…
Üniversitenin ilk yılı ve HATTA ilk
ayları. Her şeyi görerek, taklit ederek öğreniyoruz.her şeye özentiyiz.
Üniversitenin yemekhanesinde o rezil tavuk yeme olayına halen gülerim. Yemekte
tavuk-pilav var. Tavuk çok fazla haşlanmış, çatal değince parça parça oluyor.
Bir de bakmışım herkes çatal-kaşıkla tavuk yiyor. Kaşığı destek yapıp, çatalla
tavuğu parçalamaya kalkıyor. Ben dahil herkesin üstü başı batık haldeydi. Kızın
bir böyle yapınca, diğerleri de onu taklit etmiş.
Taşra üniversiteleri, mahrumiyet
içerir. Büyük üniversitelerin meraklı arayan, bazılarının gitmediği o klüpler,
ya azdır, ya da hiç yoktur. Konferansa da kamuoyunun ve dünya biliminin
tanımadığı akademisyen ve yazarlar gelir. Klüp namına paraşütçüler vardı ama
bende heves bir kere kaçtı mı geri gelmez. Bir de DAMAK grubu vardı. Dağ ve
Mağaracılık grubu.
1998'in ekim ayı, bir duvar ilanı.
Davraz dağına kış tırmanışı. İlk toplantı, mühendisliğin büyük amfisi. Süleyman
Demirel Üniversitesi'nde, E bloklarının Taşkafe'ye doğru uctaki kısmında
bulunurdu bu amfi. Aşağıya doğru alçalan bir merdiven silsilesi ve en ucunda
hocanın ders anlattığı bir alan. Karşımızda genç bir yardımcı doçent.
Haricen bu yardımcı doçentlik müessesi
hakkında iki çift laf etmek istiyorum. Dünyanın başka her yerinde doktorasını
verenler, doçent olur, yani doktora tezi imzalamaya yetkilidir. Türkiye'de ise
YÖK dene kurum, kendi onayladığı doktora tezi ve savunmasına güvenmez. Beş sene
daha asistan yapar. Bir daha tez ister, hatta bir de Kamu Personeli Dil Sınavı
ve Üniversiteler Dil Sınavı adı altına, aşırı zor bir sınava sokar, bundan
derece bekler. Bu sınavı beş sene Amerika'da doktora yapıp da, geçemeyen
akademisyenler vardır. Bir de YÖK, yeterince doçent bulamadığından, bu yardımcı
doçentleri, özellikle taşrada ihtiyaç duyduğu yerlerde yardımcı doçent adı
altında çalıştırır. Bu yardımcı doçentler, lisans öğrencilerine ders anlatır,
mastır tezi imzalar. Doktora imzalayamaz. Üniversiteler, doktora yapan
asistanlarına, yani araştırma görevlilerine keyfi isterse yardımcı doçent
kadrosu açar. Neyse, bu konu burada bitsin.
Bu yardımcı doçent, jeoloji
mühendisliğinin hocasıdır. Otuzlarında olmalıdır, gençtir, bıyıkları, saçları
beyazlamamıştır. Karşımızda konuşur, bize cesaret verir, olayın kolaylığını
anlatır. Tırmanışa, altmışına yaklaşmış, sonradan milletvekilliğine aday olup,
partisi barajın altında kalması sonucu seçilemeyen, Fen-Edebiyat fakültesi
dekanı, Profesör Bayram Kodaman bile katılacaktır. Demek ki bu iş çok kolaydır.
Bu tırmanışın adı kış tırmanışıdır,
çünkü dağa ilk kar yağmamıştır. Dik tırmanışı da olmadığından, teçhizata da
gerek yoktur. Esnek, spor ayakkabıları yeterlidir. Günlerden perşembedir ve
Cumartesi günü tırmanış olacaktır. Bu kadar öğrencinin tırmanmasıyla, belli bir
metrenin üzerindeki bir dağa tırmanan en kalabalık grup olarak rekor kıracağız.
II
Cumartesi günü yola çıktık. Biz yurtta
kalanlar, yurttan kalkış yaptık. Yurtta kalmayanlar, o zamanlar Gazi Lisesinin
arkasındaki Meslek Yüksek Okulunun önünden bindiler. Ben son sınıftayken Meslek
Yüksek Okulu, kampusa taşındı. Okul binasının bir kısmı Gazi Lisesinin oldu,
geri kalanını da üniversiteye misafirhane yaptılar. Neyse, biz sorunsuz olarak otobüslerle Sav
kasabasına kadar gittik. Oradan da, biraz daha öteye, galiba şimdilerde kayak
tesislerinin olduğu yere kadar traktörlerle gittik. Dekanımızı da orada gördük.
Gerçi sonradan öğrendiğime göre bu tırmanışa katılanların çoğu mühendislik
öğrencisiymiş. Fen Edebiyattan iki kişiymişiz, bir diğeri de kimya bölümünden
bir öğrenciymiş. Bayram hoca, kendisi gibi birkaç ihtiyarla beraber tüfek atışı
yaptı, geri döndü. Biz tırmanışa başladık. Grup bayağı kalabalık, şimdi zaman
geçti, kaç sayı versem yalan. Şöyle beş yüz civarıyız belki. Kalabalık bir grup
vardı. Jeoloji mühendisliği öğrencileriymiş. Daha doğrusu son sınıfları.
Son sınıf kavramı, özellikle
mühendislik fakülteleri ve sayısal bölümlerde muğlaktır. Çocuk gayet rahatça,
jeoloji beşim, fizik altıyım, inşaat dokuzum diyebilir. Bunlar dördüncü
sınıflarmış, çok acı bir şekilde öğrendim. Neyse, biz hikayenin sonunu
anlatmayalım. Biz de grup halinde yürüyoruz. Grup, daha küçük gruplara
bölünüyor zamanla, ama çok yavaş. Çünkü yazdan kalma hava var, katılımcıların
çoğu genç. Ben hem birinci sınıfım, hem de bu tırmanışa katılan arkadaşım yok.
Dolayısıyla yalnızım. Tek tanıdığım isim, makine mühendisliğinden, şu an adını
hatırlayamadığım bir birinci sınıf öğencisi. Mecburen onunla konuşmaktayım.
Bursa'yı anlatıyor bana. Derken uzaklaştı ve onu unuttum.
Yağmur başladı sonra. Yağmur, daha
sonra olacakların habercisi. Çünkü daha çok aşağılardayız, daha zirveye çok
var. Benim üzerimde vişne çürüğü renginde montum, kot pantolonum ve Isparta'da
bol ve ucuz olarak bulunan asker botum var. Kırkıncı Piyade Alayının ve Eğirdir
Dağ Komando Tümeninin bulunduğu şehirde bolca askeri malzeme satan dükkan
bulunur. Askerliğimi yaptığım Balıkesir'de de en az Isparta kadar asker vardı
ama bu kadar çok askeri malzeme satan dükkan yoktu. Başka şehirlere de bu
malzemeler, Isparta'dan gider. Bu bot, nisan ayından sonra ayağımı parçaladıysa
da, o gün hayatımı kurtardı. Bunları giydiğimi gören abam, beni kınadı.
-Oğlum, sen heves edip giymişsin ama
bana sırf bunları giymem için para verseler, bunları giymem, bir askerde
giydim, dedi. O gün beni kurtaran bir başka eşyada, bir arkadaştan,
hemen o gün satın almış olduğum külahtı. Çünkü o kadar olaydan sonra, yurda
döndüğümde, saçlarım hiç ıslanmamıştı.
Biz acemi dağcılar, yağmur birazdan
dinecek diyerek, kendimiz kandırıyoruz. Halbuki annemin sık sık kullandığı,
-Dağa giden kişi, Allah bilir işi.
Sonradan işler tam o kıvama geldi. Gerçi
-Köy ıssız kalır, dağ ıssız kalmaz,
diye başka bir deyim vardır ama bu konumuzla alakalı değil.
Yağmur, iyice delendi. E, sen ekim
havasına, yazdan kalma diye hakaret edersen, olacağı budur. Sonra ardından kar
geliyor. 1994-95 kışının ilk karı. Hoş geldin kar kardeş. Biz yolumuzu
şaşırdıkta, bir uğrayıverelim dedik.
Tırmandıkça kar artıyor doğal olarak.
Daha sonraları, çalıştığım ilçemde de iyi öğreneceğim gibi, yazın bile,
aşağılara yağmur yağarsa, yukarıya dolu yağar. Tabi kar yağar, yürüyüş
zayıflar. Gruplar çoğalır. Derken yavaş yavaş, bazıları geri dönmeye başlar.
Gittikçe geri dönmeler artar. Ben azimliyim, zirveye çıkacağım. Ya da kendimi
öyle zannediyorum. Yanımdaki oynakbaşları pür neşe var, buna rağmen de tuhaflık
var. Kızlardan birisi fenalaşmış. Fakat bir oğlan, kolundan tutmuş onu
sürüklüyor. Ona,
-Zirveye çıkacağız, orada erik rakısı
içeceğiz, deyip duruyor. Eklemeyi unuttuğum bir ayrıntıda, yolun giderek
çamurlaşması. Dağlık ve kızıl topraklı arazilere özgü, yapışkan, sakız gibi bir
toprak bu. Ayağı sıkça silkelemek gerek. Tabana birikip, ağırlık yapıyor.
Yükseğe çıktıkça, kar tipiye dönüşüyor, çamurdan sakızdan yoğunlaşıp,
güçleniyor. Jeoloji öğrencileri o kızı sürüklemeye devam ediyor. Yorulmada var
bu arada. Bitkinleştim. Fırtına iyice
dellendi, nefes almak zor. Bulunduğum grup on kişi kadar ya var, ya yok, iyice
bitmişim. Birisi ZİRVE diyor ama benim başım dönüyor, kulaklarım uğulduyor.
-Ne kadar yol var? Diye soruyorum. Üç
yüz metre civarıymış. Sonradan, aslında bu mesafenin otuz metre civarı olduğunu
öğrendim. Gitse miydim diye arada bir düşünürüm de, o vücut ve ruh halim aklıma
geldikçe, döndüğüme iyi ettim derim. Gerçi arda, şu ömürde, bir dağ zirvesi
görmeye elinde bir fırsat vardı, onu da teptin derim ya, o ayrı konu. Şu an, şu
yerde, şu konuları size yazamıyor olabilirdim. Geri dönerken son hatırladığım o
jeoloji grubu ve o kızdı. Kız alenen inliyor, kafasını sağa sallıyordu.
Bitkinde onu iki erkek kollarında taşıyordu. Gene,
-Zirveye çıkacağız, orada erik rakısı
içeceğiz, diyip duruyorlardı. Sonrasında dönüş yolculuğu başladı. Bir ara
bayağı yorulmuş olacağım, oturup, dinlendim. Zirveye çıkanlarda döndüler, o
kızın grubu hariç. Yolda kar bittikten sonra, çamur başladı. Tolga, hah, adını
yeni hatırladım, şu makine mühendisliğindeki Bursalı çocuk, o da dönüşteydi.
Zirvenin, benim döndüğüm noktanın otuz metre, hatta daha yakınında olduğunu orada
öğrendim. O, nedense geride kaldı. Çevre mühendisliğinden, Semra diye (Adını
yanlış hatırlıyorsam özür dilerim) bir kızı bana emanet verdiler. O kızla el
ele, Sav kasabasına kadar beraber gittik. Orada kendi otobüslerimize binip,
ayrıldık. Yalnız yolda hatırladığım
ayrıntı, kızın dönüşüyle ilgili bir haberdi. Kızın sara hastası olduğunu
öğrendim. Öğrendik diyebilirdim ama en azından kızın arkadaşlarının çoğu
biliyordu.
En nihayetinde Sav'a geldik. Bu arda,
bu anlattıklarım bayağı vakit aldı, zira Sav'da artık hava kararmıştı. Akşam
altı yedi gibiydi galiba. Çünkü yırda geldiğimde sekiz olmuştu. Orada bayağı
kalabalık bir öğrenci grubu vardı. Öğrencilerin hepsi perişandı. Kendi halime
baktım. Üstüm başım çamur içindeydi. Birkaç kere de düşmüştüm. Demek ki pek az
öğrenci erken geri dönmüştü. Gerçi
dönenler ne yapacaktı? Sav, küçük bir kasabaydı ve oradan da il merkezine daha
bayağı yol vardı. Orada oyalanmak zordu ve bu yola çıkmışken en azından zirveye
yakın bir yerlere kadar gelinmeliydi, mümkün olduğunca yükseğe çıkılmalıydı.
Derken yemek geldi. Tavuklu pilav,
haşlanmış tavuk, düğün çorbası ve Isparta'nın yaygın yiyeceği irmik helvası. Bu
irmik helvasını Isparta'da, ramazan ayında her köşe başında satılır.
Kırıkkale'de de ramazan ayında aynı şekilde tulumba tatlısı satılır. Yemekten
sonra otobüslere bindik. İşte otobüste iken o kızın öldüğünü öğrendim.
İşte o an psikolojik halim, allak
bullak oldu. O kız yanımdan geçmişti. Belki engel olabilirdim diye aylarca
kendimi yedim. Sonrası, yurda geldim.
III
Bunun bir de yurtta ve kampüste
yaşananları, daha doğrusu hesap vermesi vardı. Herkes olanı biteni soruyordu,
ben ise çökmüş bir haldeydim. Bünyamin adlı bir arkadaşın laflarını
hatırlıyorum. Bir de hatırlıyorum ki, üstüm başım berbat bir haldeydi.
Asıl anlatılacak olay ertesi gün oldu.
O günkü iktisat dersine girmemeye karar verdim. İktisat dersine, profesör
yerine giren asistanı gördüm, daha doğrusu gördüğümü sandım. Adamın yanına
gidip, dünkü geziden dolayı bu günkü derse giremeyeceğimi söyledim. Adam da
bana istirahat tavsiye etti. Zira o, yurt yöneticilerinden birisiydi. Bizim
hocadan en az on santim kısaydı. Üstelik o yıl, beni kaldığım, ben son sınıfta
eve çıktığımda kız yurdu olacak olan beşinci bloğun yöneticisiydi. Her gün
gördüğüm adamı nasıl karıştırmıştım.
Bir de yurtta kalmayan arkadaşlara
hesap verme vardı. İlginçtir o gün, bizim sınıfça kampüse geldiğimiz gündü.
Söylemeyi unuttum.Süleyman Demirel Üniversitesi, şu zamanki bina bolluğu içinde
değildi. Mühendisliğin binasına yapılan eklerin içinde, Fen Edebiyat, İlahiyat,
Teknik Eğitim fakülteleri sıkışmaya çalışıyordu. Daha doğrusu Teknik Eğitim,
Mühendislikte, ders boşluğu olan sınıflarda derslerini görüyordu. Tıp fakültesi
şehirde, Devlet hastanesi içindeydi. Şimdi sadece Şevket Demirel Kalp Merkezi
denen bir bölüm çarşıda. Güzel Sanatlar, ben Isparta'yı terk ederken ne oldu
bilmiyorum ama halen kampüse taşınmadı. Ziraat ve Ormancılık, Atabey ilçesinde
kaldı uzun süre.
Bizim Sosyoloji bölümü ve İlahiyat
fakültesinin bir sınıfı da, yer yokluğundan, çarşı içindeki Meslek Yüksek Okulu
binasında ders görüyorduk. Ben son sınıfta iken, bu okulda kampüse taşındı.
Binanın bir kısmı, hemen yanındaki Gazi Lisesine devredildi. Kalan kısmını da
üniversite yönetimi misafirhane yaptı.
Öğle yemeğimizi de üniversitede yerdik.
İki haftalık kupon kartları satın alırdık. Fiyat uygun olurdu, en az üç çeşit
yemek yenirdi. Her öğlen görevliler bir günü kalemle çizer, o günkü
istihkakımızı yediğimiz anlaşılırdı. Yüksek okulun ve üniversitenin
yemekhanelerinin kartlarının rengi farklıydı. Üniversite derken, şimdiki
yemekhane binasını anlamayın, o zamanki yemekhanemiz, mühendisliğin bir
salonuydu.
Neyse, bozlak girizgahı gibi lafı
uzatmayalım, ben, Rüstem diye bir arkadaşa uymuş, merkezde yemek yiyorduk. Her
öğle otobüsle yemeğe geliyorduk. Bu sefer arkadaşlar yemeğe gidiyordu. İlk defa
yeni binamızda ders görmüştük. Daha doğrusu binanın bizim kullandığımız
uzantısı. O kısım, ikinci döneme kadar boş kaldı. Durakta bizim sınıftan
arkadaşlara rastladım. Onlarla konuşurken, elinde neredeyse bir av tüfeği
büyüklüğündeki fotoğraf makinesi olan
bir bayana rastladım. Yerel bir
gazetenin muhabiriymiş. Bana soru sormadı. Az önce rektörle konuşmuş. Onun
dedikleri bambaşkaymış.
İşte
beni dağcılık hikayem böyle hazin bir şekilde noktalandı. Tabi üniversitemizin
de kalabalık kış tırmanışı rekoru hevesi. Sonradan da oralara bir kayak tesisi
kurdular.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder