18 Mayıs 2022 Çarşamba

1994 YILI DAVRAZ DAĞI KIŞ TIRMANIŞI


I

         Vücudum spora elverişli değildir. Zayıf ve güçsüz oldum. Sık sık hastalandım. Koşularda sonuncuydum. Türk Hava Kurumunun, paraşüt kursuna yazılmak istedim, başvuru formunu babam sobada yaktı. Son spor hevesim dağcılıktı, yanımda gencecik bir kız ölünce, o da söndü. Spor yarışma ve müsabakalarını doğru dürüst izlemem bile…

         Üniversitenin ilk yılı ve HATTA ilk ayları. Her şeyi görerek, taklit ederek öğreniyoruz.her şeye özentiyiz. Üniversitenin yemekhanesinde o rezil tavuk yeme olayına halen gülerim. Yemekte tavuk-pilav var. Tavuk çok fazla haşlanmış, çatal değince parça parça oluyor. Bir de bakmışım herkes çatal-kaşıkla tavuk yiyor. Kaşığı destek yapıp, çatalla tavuğu parçalamaya kalkıyor. Ben dahil herkesin üstü başı batık haldeydi. Kızın bir böyle yapınca, diğerleri de onu taklit etmiş.

         Taşra üniversiteleri, mahrumiyet içerir. Büyük üniversitelerin meraklı arayan, bazılarının gitmediği o klüpler, ya azdır, ya da hiç yoktur. Konferansa da kamuoyunun ve dünya biliminin tanımadığı akademisyen ve yazarlar gelir. Klüp namına paraşütçüler vardı ama bende heves bir kere kaçtı mı geri gelmez. Bir de DAMAK grubu vardı. Dağ ve Mağaracılık grubu.

         1998'in ekim ayı, bir duvar ilanı. Davraz dağına kış tırmanışı. İlk toplantı, mühendisliğin büyük amfisi. Süleyman Demirel Üniversitesi'nde, E bloklarının Taşkafe'ye doğru uctaki kısmında bulunurdu bu amfi. Aşağıya doğru alçalan bir merdiven silsilesi ve en ucunda hocanın ders anlattığı bir alan. Karşımızda genç bir yardımcı doçent.

         Haricen bu yardımcı doçentlik müessesi hakkında iki çift laf etmek istiyorum. Dünyanın başka her yerinde doktorasını verenler, doçent olur, yani doktora tezi imzalamaya yetkilidir. Türkiye'de ise YÖK dene kurum, kendi onayladığı doktora tezi ve savunmasına güvenmez. Beş sene daha asistan yapar. Bir daha tez ister, hatta bir de Kamu Personeli Dil Sınavı ve Üniversiteler Dil Sınavı adı altına, aşırı zor bir sınava sokar, bundan derece bekler. Bu sınavı beş sene Amerika'da doktora yapıp da, geçemeyen akademisyenler vardır. Bir de YÖK, yeterince doçent bulamadığından, bu yardımcı doçentleri, özellikle taşrada ihtiyaç duyduğu yerlerde yardımcı doçent adı altında çalıştırır. Bu yardımcı doçentler, lisans öğrencilerine ders anlatır, mastır tezi imzalar. Doktora imzalayamaz. Üniversiteler, doktora yapan asistanlarına, yani araştırma görevlilerine keyfi isterse yardımcı doçent kadrosu açar. Neyse, bu konu burada bitsin.

         Bu yardımcı doçent, jeoloji mühendisliğinin hocasıdır. Otuzlarında olmalıdır, gençtir, bıyıkları, saçları beyazlamamıştır. Karşımızda konuşur, bize cesaret verir, olayın kolaylığını anlatır. Tırmanışa, altmışına yaklaşmış, sonradan milletvekilliğine aday olup, partisi barajın altında kalması sonucu seçilemeyen, Fen-Edebiyat fakültesi dekanı, Profesör Bayram Kodaman bile katılacaktır. Demek ki bu iş çok kolaydır.

         Bu tırmanışın adı kış tırmanışıdır, çünkü dağa ilk kar yağmamıştır. Dik tırmanışı da olmadığından, teçhizata da gerek yoktur. Esnek, spor ayakkabıları yeterlidir. Günlerden perşembedir ve Cumartesi günü tırmanış olacaktır. Bu kadar öğrencinin tırmanmasıyla, belli bir metrenin üzerindeki bir dağa tırmanan en kalabalık grup olarak rekor kıracağız.

 

II

 

         Cumartesi günü yola çıktık. Biz yurtta kalanlar, yurttan kalkış yaptık. Yurtta kalmayanlar, o zamanlar Gazi Lisesinin arkasındaki Meslek Yüksek Okulunun önünden bindiler. Ben son sınıftayken Meslek Yüksek Okulu, kampusa taşındı. Okul binasının bir kısmı Gazi Lisesinin oldu, geri kalanını da üniversiteye misafirhane yaptılar.  Neyse, biz sorunsuz olarak otobüslerle Sav kasabasına kadar gittik. Oradan da, biraz daha öteye, galiba şimdilerde kayak tesislerinin olduğu yere kadar traktörlerle gittik. Dekanımızı da orada gördük. Gerçi sonradan öğrendiğime göre bu tırmanışa katılanların çoğu mühendislik öğrencisiymiş. Fen Edebiyattan iki kişiymişiz, bir diğeri de kimya bölümünden bir öğrenciymiş. Bayram hoca, kendisi gibi birkaç ihtiyarla beraber tüfek atışı yaptı, geri döndü. Biz tırmanışa başladık. Grup bayağı kalabalık, şimdi zaman geçti, kaç sayı versem yalan. Şöyle beş yüz civarıyız belki. Kalabalık bir grup vardı. Jeoloji mühendisliği öğrencileriymiş. Daha doğrusu son sınıfları.

         Son sınıf kavramı, özellikle mühendislik fakülteleri ve sayısal bölümlerde muğlaktır. Çocuk gayet rahatça, jeoloji beşim, fizik altıyım, inşaat dokuzum diyebilir. Bunlar dördüncü sınıflarmış, çok acı bir şekilde öğrendim. Neyse, biz hikayenin sonunu anlatmayalım. Biz de grup halinde yürüyoruz. Grup, daha küçük gruplara bölünüyor zamanla, ama çok yavaş. Çünkü yazdan kalma hava var, katılımcıların çoğu genç. Ben hem birinci sınıfım, hem de bu tırmanışa katılan arkadaşım yok. Dolayısıyla yalnızım. Tek tanıdığım isim, makine mühendisliğinden, şu an adını hatırlayamadığım bir birinci sınıf öğencisi. Mecburen onunla konuşmaktayım. Bursa'yı anlatıyor bana. Derken uzaklaştı ve onu unuttum.

         Yağmur başladı sonra. Yağmur, daha sonra olacakların habercisi. Çünkü daha çok aşağılardayız, daha zirveye çok var. Benim üzerimde vişne çürüğü renginde montum, kot pantolonum ve Isparta'da bol ve ucuz olarak bulunan asker botum var. Kırkıncı Piyade Alayının ve Eğirdir Dağ Komando Tümeninin bulunduğu şehirde bolca askeri malzeme satan dükkan bulunur. Askerliğimi yaptığım Balıkesir'de de en az Isparta kadar asker vardı ama bu kadar çok askeri malzeme satan dükkan yoktu. Başka şehirlere de bu malzemeler, Isparta'dan gider. Bu bot, nisan ayından sonra ayağımı parçaladıysa da, o gün hayatımı kurtardı. Bunları giydiğimi gören abam, beni kınadı.

         -Oğlum, sen heves edip giymişsin ama bana sırf bunları giymem için para verseler, bunları giymem, bir askerde giydim, dedi.  O gün beni  kurtaran bir başka eşyada, bir arkadaştan, hemen o gün satın almış olduğum külahtı. Çünkü o kadar olaydan sonra, yurda döndüğümde, saçlarım hiç ıslanmamıştı.

         Biz acemi dağcılar, yağmur birazdan dinecek diyerek, kendimiz kandırıyoruz. Halbuki annemin sık sık kullandığı,

         -Dağa giden kişi, Allah bilir işi. Sonradan işler tam o kıvama geldi. Gerçi

         -Köy ıssız kalır, dağ ıssız kalmaz, diye başka bir deyim vardır ama bu konumuzla alakalı değil.

         Yağmur, iyice delendi. E, sen ekim havasına, yazdan kalma diye hakaret edersen, olacağı budur. Sonra ardından kar geliyor. 1994-95 kışının ilk karı. Hoş geldin kar kardeş. Biz yolumuzu şaşırdıkta, bir uğrayıverelim dedik.

         Tırmandıkça kar artıyor doğal olarak. Daha sonraları, çalıştığım ilçemde de iyi öğreneceğim gibi, yazın bile, aşağılara yağmur yağarsa, yukarıya dolu yağar. Tabi kar yağar, yürüyüş zayıflar. Gruplar çoğalır. Derken yavaş yavaş, bazıları geri dönmeye başlar. Gittikçe geri dönmeler artar. Ben azimliyim, zirveye çıkacağım. Ya da kendimi öyle zannediyorum. Yanımdaki oynakbaşları pür neşe var, buna rağmen de tuhaflık var. Kızlardan birisi fenalaşmış. Fakat bir oğlan, kolundan tutmuş onu sürüklüyor. Ona,

         -Zirveye çıkacağız, orada erik rakısı içeceğiz, deyip duruyor. Eklemeyi unuttuğum bir ayrıntıda, yolun giderek çamurlaşması. Dağlık ve kızıl topraklı arazilere özgü, yapışkan, sakız gibi bir toprak bu. Ayağı sıkça silkelemek gerek. Tabana birikip, ağırlık yapıyor. Yükseğe çıktıkça, kar tipiye dönüşüyor, çamurdan sakızdan yoğunlaşıp, güçleniyor. Jeoloji öğrencileri o kızı sürüklemeye devam ediyor. Yorulmada var bu arada.  Bitkinleştim. Fırtına iyice dellendi, nefes almak zor. Bulunduğum grup on kişi kadar ya var, ya yok, iyice bitmişim. Birisi ZİRVE diyor ama benim başım dönüyor, kulaklarım uğulduyor.

         -Ne kadar yol var? Diye soruyorum. Üç yüz metre civarıymış. Sonradan, aslında bu mesafenin otuz metre civarı olduğunu öğrendim. Gitse miydim diye arada bir düşünürüm de, o vücut ve ruh halim aklıma geldikçe, döndüğüme iyi ettim derim. Gerçi arda, şu ömürde, bir dağ zirvesi görmeye elinde bir fırsat vardı, onu da teptin derim ya, o ayrı konu. Şu an, şu yerde, şu konuları size yazamıyor olabilirdim. Geri dönerken son hatırladığım o jeoloji grubu ve o kızdı. Kız alenen inliyor, kafasını sağa sallıyordu. Bitkinde onu iki erkek kollarında taşıyordu. Gene,

         -Zirveye çıkacağız, orada erik rakısı içeceğiz, diyip duruyorlardı. Sonrasında dönüş yolculuğu başladı. Bir ara bayağı yorulmuş olacağım, oturup, dinlendim. Zirveye çıkanlarda döndüler, o kızın grubu hariç. Yolda kar bittikten sonra, çamur başladı. Tolga, hah, adını yeni hatırladım, şu makine mühendisliğindeki Bursalı çocuk, o da dönüşteydi. Zirvenin, benim döndüğüm noktanın otuz metre, hatta daha yakınında olduğunu orada öğrendim. O, nedense geride kaldı. Çevre mühendisliğinden, Semra diye (Adını yanlış hatırlıyorsam özür dilerim) bir kızı bana emanet verdiler. O kızla el ele, Sav kasabasına kadar beraber gittik. Orada kendi otobüslerimize binip, ayrıldık.  Yalnız yolda hatırladığım ayrıntı, kızın dönüşüyle ilgili bir haberdi. Kızın sara hastası olduğunu öğrendim. Öğrendik diyebilirdim ama en azından kızın arkadaşlarının çoğu biliyordu.

         En nihayetinde Sav'a geldik. Bu arda, bu anlattıklarım bayağı vakit aldı, zira Sav'da artık hava kararmıştı. Akşam altı yedi gibiydi galiba. Çünkü yırda geldiğimde sekiz olmuştu. Orada bayağı kalabalık bir öğrenci grubu vardı. Öğrencilerin hepsi perişandı. Kendi halime baktım. Üstüm başım çamur içindeydi. Birkaç kere de düşmüştüm. Demek ki pek az öğrenci  erken geri dönmüştü. Gerçi dönenler ne yapacaktı? Sav, küçük bir kasabaydı ve oradan da il merkezine daha bayağı yol vardı. Orada oyalanmak zordu ve bu yola çıkmışken en azından zirveye yakın bir yerlere kadar gelinmeliydi, mümkün olduğunca yükseğe çıkılmalıydı.

         Derken yemek geldi. Tavuklu pilav, haşlanmış tavuk, düğün çorbası ve Isparta'nın yaygın yiyeceği irmik helvası. Bu irmik helvasını Isparta'da, ramazan ayında her köşe başında satılır. Kırıkkale'de de ramazan ayında aynı şekilde tulumba tatlısı satılır. Yemekten sonra otobüslere bindik. İşte otobüste iken o kızın öldüğünü öğrendim.

         İşte o an psikolojik halim, allak bullak oldu. O kız yanımdan geçmişti. Belki engel olabilirdim diye aylarca kendimi yedim. Sonrası, yurda geldim.

 

III

 

         Bunun bir de yurtta ve kampüste yaşananları, daha doğrusu hesap vermesi vardı. Herkes olanı biteni soruyordu, ben ise çökmüş bir haldeydim. Bünyamin adlı bir arkadaşın laflarını hatırlıyorum. Bir de hatırlıyorum ki, üstüm başım berbat bir haldeydi.

         Asıl anlatılacak olay ertesi gün oldu. O günkü iktisat dersine girmemeye karar verdim. İktisat dersine, profesör yerine giren asistanı gördüm, daha doğrusu gördüğümü sandım. Adamın yanına gidip, dünkü geziden dolayı bu günkü derse giremeyeceğimi söyledim. Adam da bana istirahat tavsiye etti. Zira o, yurt yöneticilerinden birisiydi. Bizim hocadan en az on santim kısaydı. Üstelik o yıl, beni kaldığım, ben son sınıfta eve çıktığımda kız yurdu olacak olan beşinci bloğun yöneticisiydi. Her gün gördüğüm adamı nasıl karıştırmıştım.

         Bir de yurtta kalmayan arkadaşlara hesap verme vardı. İlginçtir o gün, bizim sınıfça kampüse geldiğimiz gündü. Söylemeyi unuttum.Süleyman Demirel Üniversitesi, şu zamanki bina bolluğu içinde değildi. Mühendisliğin binasına yapılan eklerin içinde, Fen Edebiyat, İlahiyat, Teknik Eğitim fakülteleri sıkışmaya çalışıyordu. Daha doğrusu Teknik Eğitim, Mühendislikte, ders boşluğu olan sınıflarda derslerini görüyordu. Tıp fakültesi şehirde, Devlet hastanesi içindeydi. Şimdi sadece Şevket Demirel Kalp Merkezi denen bir bölüm çarşıda. Güzel Sanatlar, ben Isparta'yı terk ederken ne oldu bilmiyorum ama halen kampüse taşınmadı. Ziraat ve Ormancılık, Atabey ilçesinde kaldı uzun süre.

         Bizim Sosyoloji bölümü ve İlahiyat fakültesinin bir sınıfı da, yer yokluğundan, çarşı içindeki Meslek Yüksek Okulu binasında ders görüyorduk. Ben son sınıfta iken, bu okulda kampüse taşındı. Binanın bir kısmı, hemen yanındaki Gazi Lisesine devredildi. Kalan kısmını da üniversite yönetimi misafirhane yaptı.

         Öğle yemeğimizi de üniversitede yerdik. İki haftalık kupon kartları satın alırdık. Fiyat uygun olurdu, en az üç çeşit yemek yenirdi. Her öğlen görevliler bir günü kalemle çizer, o günkü istihkakımızı yediğimiz anlaşılırdı. Yüksek okulun ve üniversitenin yemekhanelerinin kartlarının rengi farklıydı. Üniversite derken, şimdiki yemekhane binasını anlamayın, o zamanki yemekhanemiz, mühendisliğin bir salonuydu.

         Neyse, bozlak girizgahı gibi lafı uzatmayalım, ben, Rüstem diye bir arkadaşa uymuş, merkezde yemek yiyorduk. Her öğle otobüsle yemeğe geliyorduk. Bu sefer arkadaşlar yemeğe gidiyordu. İlk defa yeni binamızda ders görmüştük. Daha doğrusu binanın bizim kullandığımız uzantısı. O kısım, ikinci döneme kadar boş kaldı. Durakta bizim sınıftan arkadaşlara rastladım. Onlarla konuşurken, elinde neredeyse bir av tüfeği büyüklüğündeki  fotoğraf makinesi olan bir bayana rastladım.  Yerel bir gazetenin muhabiriymiş. Bana soru sormadı. Az önce rektörle konuşmuş. Onun dedikleri bambaşkaymış.

         İşte beni dağcılık hikayem böyle hazin bir şekilde noktalandı. Tabi üniversitemizin de kalabalık kış tırmanışı rekoru hevesi. Sonradan da oralara bir kayak tesisi kurdular.

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder