tüsiad etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
tüsiad etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

25 Ekim 2025 Cumartesi

MASA-KASA-NİSA MESELESİ (İLLE DE MASA)



 Hiç tanımadığı birilerinin tartışmasını dinliyordum; biri, bunlar kasa-masa nisa meselesidir dedi; ben de kullanayım bunu dedim, güzel kafiye. Kasa, para demek; sadece para saklanan yer değil, dükkanlarda ödeme yapılan yerlere de kasa deniliyor. Masa, makam demek; bugün makam sahipleri yükseltilmiş tahtlardas değil, makam odalarında ve o odalardaki kocaman masalarda oturmak demek. Nisa daArapça kadın demek; kadınları dövebilrisiniz, 4 taneye kadar evlenebilirsiniz, erkek çocuklara göre yarım pay verin gibi hüküm veren ayetlerin olduğu Kuran suresi aynı zamanda. Fakirlere göre en değerli olan nisadır; hali vakti yerinde olanlara göre kasadır, masayı perde arkasından o yönetir; tarihse masanın tadının baldan tatlı olduğunu söyler. Tarihte, en azından benim bildiğim, sadece Büyük Britanya kralı 8. Edvard, 20 Ocal 1936'da, dul bir kadınla evlenebilmek için tahttan çekilmiştir.Gavad kelimesinin kökeni ile ilgili olaak Şah 1. Gavad ile ilgili söylentiler ise asılsızdır, kelimenin kökeni Arapçadır. Tahta geçmek  değil de, makam kapmak için sultanlarına kadın ikram eden yada karısını boşayıp, saraya damat olan çok isim vardır, hele Osmanlı'da, zira padişahın kızı kuma olamazdı, üzerine kuma getirilemezdi. 16. yüzyıl Bektaşi babalarından Harabati Baba'nın diğer bir adı da Sersem Ali Baba'dır. Karısını çok sevdiği için, Kanuni Sultan Süleyman'ın damadı olmayı red etmiş, devlet görevlerinden istifa eder, Hacı Bektaş Dergahına postuşin olmuştur.

Bu kafiyeye İsa'yı, dini de ekleyebilirdik; lakin biliyoruz ki din, hiç bir zaman sebep olmadı. 4. Haçlı seferi, Müslümanlarla savaşmak yerine, Doğu Roma'nın başkenti, doğu-batı ticaretinin merkezi, o dönemin Konstantinopolis'i, şimdinin İstanbul'unu yağmaladı. Cumhuriyet tarihinin en büyük tarikatı, bit bankanın şubelerinde Kuran okuyarak son nefesini verdi. Tarikatlardan birinin cübbeli yüzü, yavru vatan'da kumarhaneciler için dua etti. Bu yüzden İsa'da, Musa'dan yada Muhammed'den bahsetmenin çok bir anlamı yok.

Nisa meselesi, hep öne sürüldü. Yıllarca türbanlı bacım söylemi, türbanlı kadınlara saldırı yalanları ortaya atıldı. Yıllar önce bir polis bana iki tane unutamayacağım laf etmişti. Biri, aptal adam bok yiyecek ki, akıllı adam bal yesin'di; diğeri de adamın çirkefi adamın üzerine çocuğuylai karısını gönderirmiş sözüydü. Bu parağrafta ikinci söz üzerine. Türkiye'de tarikatlar, önce kızların eğitimine ve karma eğitime karşı çıktılar; kızlar okursa o.. olur, bakire olmaz falan dediler. Sonra en büyük silahlarını, dedikodularını ortaya çıkardılar; köy enstitülerinde kız-erkek beraber kalıyor falan dediler.  Menderes hükumetinin ilk işi, köy enstitülerinde karma yatakhanelere (ayrı binalarda da olsa) son vermek oldu. Binlerce öğrenci başka okullara göç etti. Altmışlı yıllarla beraber, muhafazakar-dindar kızların da eğitim istediği, eğitimi haremlik-selamlık yapmanın da çok mümkün olmadığını görünce, kadın meselesini yeni bir boyuta taşıdılar ve Şule Yüksel Şenler, bu günkü modern türbanı icat etti. Nisa meselesi de türban üzerinden yürüdü; 12 Eylül rejiminin türban meselesi ile rejime muhalefet edildi. Türkiyeîn 1960'lar öncesi fotoğraflarına bakın, sıkma baş yada Şule başa rastlayamazsınız. Doksanlarda bu sıkma baş meselesi, kadın meselesinin tamamı haine getirildi, sağcılar tarafından. Oysa türban kelimesi bile Fransızcadır ve Hindistan'daki Sih toplukunun erkeklerinin başına bağladıkları bezin adıdır. Osmanlı'da, binde dört olan kadın okuryazarlığının cumhuriyetle artışını; ili kadının şahidinin bir erkeğe eşit sayıldığı şeri mahkemeleri ve daha neleri neleri görmeyen liberal tayfa,  şapka devrimi ve türban üzerinden Atatürkçülüğü, özgülük düşmanı ilan etti, seksenler ve doksanlar boyunca. O zamanlar bir tarikat lideri, tüm kadınlar kapalı da olsa, edepli de olsa, kadın bir numaralı meselemiz olacak diye bir beyanat vermişti. Türbanlılar da hayata karışmaya, eğlenmeye, kariyer edinmeye ve kapitalistleşmeye başlayınca, türbanı kazandık,  içindekini kaybettik diye ağladılar. 17-25 Aralık operasyonları ile türbanlı kadın ve kız, süratle türbanını çıkarmaya başladı, yeni nesil türbansız büyümeye başladı. 15 Temmuzdan sonra türbandan ayrılık hızlandı, 2025'den sonra da hızlandı. Sağcılık, elindeki nisa silahını kaybetti. Profesör Nilüfer Göle'ye göre mahalle baskısı, örtünmek isteyene engel oluyordu, gördük ki açılmak isteyene engel oluyormuş. Göle ve çetesi, türban üzerinden Atatürkçülüğe aldırdı, ödlüllünü (yada çetesi ile ödüllerini) de aldıç

Kasa sahipleri her zaman masayı da kontrol etmek istediler ama siyasete atılmak her zaman risk taşıdığı için çoğu kez yapamadılar. Bir Türk atasözü, ya devlet başa, ya kuzgun leşe der. Osmanlı döneminde devlete isyan edenler gömülmez, leş kargalarına yem yapılırmış. Uzman Çavuş Ömer Halisdemir'in öldürdüğü Tuğgeneral Semih Terzi, kendisine mezar yeri verilmeyince, üzüm bağına gömüldü. 15 Temmuz kadar büyük değilse de, başka türlü hezimetleri de tarih ve yakın tarih yazmıştır. Turgut Özal'a yönelik 18 Haziran 1988 tarihli başarısız suikast teşebbüsünden sonra, yolsuzlukları tüm kamuoyunun bildiği ama kendilerine hiç dokunulmayan üç iş insanının serveti yok edildi; Kemal Horzum, Mehmet Okumuş ve Hasbi Menteşoğlu. Bu üç kişinin, Özal suikasti ile alakası nedir, tam bilmiyorum ama suikastin, daha doğrusu duikastin ertesi günü, önce medya, sonra adalet mekanizması, bu kişilerin aleyhine döndü. Kemal Horzum'la suikast teşebbüsünğ birbşrşne bağlayan bir köşe yazısı okuduğumu hatırlıyorum. Horzum'un devlet bankası olan, şimdilerde olmayan Emlak Bank'ı, faks havalesi solandırıcılığı ile dolandırdığı konuşuluyordu. Suikastten sonra Emlak Bank, yabancı dil bilen, işin uzmanı avukatlar tuttu.  Derken sıra Hasbi Menteşolu ve Mehmet Okumuş'a geldi. Geeçmiş zaman, merak eden internette iyice araştırır, hatta olay, bazı kaynaklara göre Asil Nadir'e de ulaşıyor. Tek diyebileceğim olanlar, başarısız bir masayı elegeçirme çabasıydı. Özetle üçü de mahvoldu.

Kapitalistler, genellikle masayı perde gerisinden kontrol etme çabasındadırlar. Turgut Özal, bunun bir örneğidir. Özal, 1983 öncesinde Sabancı Holding, TÜSİAD ve Dünya Bankasında çalışmış profesyönel bir yöneticiydi. Partisini hızla kurduktan sonra, dönemin medya karteli Erol-Haldun Simavi kardeşler gazeteleri tarafından parlatıldı. O günlerde yeni kurulan Sabah gazetesi de bu kervana katıldı. Derken ANAP,  Sabah gazetesinin anketinde ANAP, birinci parti çıktı, Kenan Evren'de anket yapmayı yasakladı. ANAP'ı kapatamadı, kapatsaydı seçim çok daha komik bir hal alacaktı. Seçimlere üç parti, Evren'in deyimiyle iki buçuk parti katılıyordu, buçuğu ANAP'tı. Diğer iki partiyi zaten askerler kurmuş, kurulan diğer partileri de kurucularını vetolayarak, kurulmalarına engel olmuştu. ANAP', en sazından seçim varmış gibi görünmesi için lazımdı. Sadece Özal değil, dünyada pek çok politikacının geçmişinde, özel sektörde profesyönel yöneticilik yada bayilik vardır. Süleyman Demirel'de, Amerikalı Morison firmasının Türkiye temsilcisiydi. Türkiye'de politikacılar çoğunlukla devlet memuru (üst düzey bürokrat) yada avukat kökenlidir Özal, Devlet Planlama Teşkilatının müsteşarı, Demirel'de Devlet Su İşleri, genel müdürüydü.

Bazen de kasa sahipleri, yani büyük burjuvalar, masa başına geçmeyi tercih eder. Silvio Berlusconi ve Donald Trump gibi başarılı olanları vardır; Cem Uzan ve Cem Boyner gibi başarısız olanları vardır. Devlet masasının başına geçmek öyle kolay değildir. Cem Uzan demişken,  Ali Koç'un son bir kaç yıldır hali, özellike Fenerbahçe başkanlığını kaybettiği zamanki hali, tavırları, jestleri, mimikleri, Cem Uzan'ın iki binli yıllardaki tavrına benziyor. Aradaki fark, Cem Uzan, muhtemelen içtiklerinden dolayı, bembeyaz bir surata sahipken; Ali Koç'da gene muhtemelen içtiklerinden dolayı, kıpkırmızı bir surata sahip. Cem Uzan'ın giyim kombini beyaz gömlek, siyah pantolonken, Ali Koç, koyu renk t elbisler giyiyor; ikisinin de kombinini kocaman ve muhtemelen Rolex yada Patek Philippe marksa lüks saat tamamlıyor. Diğer yandan Koç ailesi ve üyeleri, yarım asırdan fazla bir süredir (27 Mayıs 1960 darbesinde günler kala Vehbi Koç'un istifasından beri) açıkça bir partiyi desteklemez veya partililerle samimi olmaz. Ali Koç ise uzun süredir MHP ve Bahçeli ile fazla samimi hatta son kongreyi MHP ve Ülkü Ocaklarının desteğine rağmen kaybetti. 2025'deki Koç ailesi, abartmıyorum 2002'deki Uzan ailesini en az yüz kere satın alır, hatta 1997'de Boyner ailesinin servetini çok rahat seçim için harcar. Başkanlığı süresince Fenerbahçe klubünün futbol takımını bir kaç kere şampiyon yapsa kesin siyasete atılır, 2002'den beter ortalığı karıştırırdı. Seçimi kaybettikten sonra, dayak yemiş ergenler gibi küfrederek ve tehdit ederek dışarı çıkması ve oğlu Kerim Koç'un ağlaması bence bunu gösteriyor. Fenerbahçeli arkadaşlar kızmasın ama Fenerbahçe'nin şampiyon olamaması iyi olmuş. Fenerbahçe'yi sevmeyenler de kızmasın ama yokluunda Fenerbahçe şampiyon olursa, Koç ailesinin imajı iyice yerle bir olur.

25 Mayıs 2025 Pazar

UĞUR MUMCU'NUN KALEMİNDEN DÖNEKLER VE PROVAKATÖRLER



 Vedat Türkali'nin, Bir Gün Tek Başına romanını okudğumda,  illegal sol pariler de, 1960 yılında bile provakatör-ajanların çokluğuna bakıp, hayret etmiştim. Bu yüzden Büyüklerimiz adlı kitabını okuyunca hayret etmedim ama bu günü daha iyi anlatacak bazı konuları da yazmak istedim. Bu konular, hem aradan geçen yıllar, hem de öğrendiğim başka şeylerle birleşince, yeni anlamlar kazandı kafamda. Kitabın ilk kısmı Adalet Partisinin kurucuları ve büyükleri ile ilgili (Süleyman Demirel ve Saadettin Elverdi gibi.) Bir kısmı da 68 kuşağının sosyalisti yada en büyük sosyal demokrat-ortanın solcusu olup, darbe zamanı birdenbire sağcı olanlarla ilgili. Kitapta, İsmet İnönü'nün damadı Metin Toker'de eleştirilmiş. Toker, meşhur Akis dergisi sayesinde çok para kazanmış. Derginin satışları düşünce, dergiyi kapatmış. İsmet paşanın anılarını kitap yapıp, bir de oradan parayı kapmış. İnönü ailesinin Pembe Köşkün devasa arazisini parsel parsl satması konusunda da Metin Toker suçlanmakta. Toker, uzun süre Adalet partisi ile CHP'yi birleştirmeye çalışmış. meşhur MİT ajanı Mahir Kaynak, harbiyeden beşinci olarak mezun olduğu halde, ajan olabilmesi için ordudan atılmış ve sürekli aşırı solculuk provakatörlüğü yapmış.



Bu yazıyı yazma zahmetimin asıl sebebi, bakanlık da yapmış olan Doçent doktor Yılmaz Ergenekon. Kendisi, Emin Çölaşan'ın, Turgut Nereden Koşuyor kitabında da bahsettiği, İngiltere'de gazoz fabrikası kurma macerasının baş aktörlerinden. Bu macera paraların, Mumcu'nun deyimiyle yengen olması, yani yatırıın batmasıyla sonuçlanıyor. Devletin milyonlarca sterlini, İngiltere'de yok oluyor. Krizin ardından Ergenekon, istifa ediyor ve kredi verdiği Kadir Has holdingte işe başlıyor. Has holdinten yüksek bir maaş almakla kalmıyor, evinin kirasını da holdinge ödetiyor. Olayı, Emin Çölaşan'da , seksenli yılların çok satan kitabı, Turgut Nereden Koşuyor'da anlatıyor. Çölaşan bu olayı, Turgut Özal'ın müsteşarlığında olmuş yada Özal'ın etkisi olmuş gibi anlatıyor. Özal, Devlet Planlama Teşkilatına müsteşar olduğunda, Çölaşan orada çalışan bir elemandır. Anlattığına göre Özal müsteşar olunca müsteşarlık, TÜSİAD'ın ucuz kredi kaynağı haline gelir. TÜSİAD üyeleri koridorlarda sakınarak gezer, bacak bacak üstüne atar, ayaklarıyla yerde sigara söndürürler. Özal onlara paşa muamelesi yapar. (Çölaşan, kurumda olanları Milliyet gazetesine sızdırınca ve Özal ile arası bozulunca, müsteşarlıktan kovulur ama babasının torpiliyle bir tavsiye mektubu alır. Ardından TÜPRAŞ ve Maliye bakanlıklarında da çalışır ve en nihayetinde, 1977'de 35 yaşında gazeteciliğe başlar. Özal ile ilk karşılaşması, 1960 yılında ODTÜ'de öğrenciyken olur. Ankara'da askerliğini yapan Özal, ODTÜ'de matematik dersleri vermektedir. Özal, Çölaşan'ı kopya çekerken yakalar. Bu olayları da Çölaşan'ın Önce İnsanım Sonr Gazeteciyim kitabında okuyabilirsiniz.)

Özal'da TÜSİAD tarafından ödüllendirilir. Özal, bir çok ile girer-çıkar. Özal olunca bu işler, TÜSİAD, MESS, Dünya Bankarı ve Sabancı Holding gibi kurumlar olur. Hatta Özal 1977'de MSP (Milli Selamet Partisi-Necmettin Erbakan başkanlığında)'den İzmir milletvekili adayı olur ve kaybeder. Kazansaydı, 1983 anayasası gereği parti kuramayacak ve aday olamayacaktı.

Devlet Planlama Teşkilatındaki bu olay bize TÜSİAD'ın neden Ecevit hükumetini düşürmek için paralı ilanlara başvurduğunu,  12 Eylülü nasıl hararetle desteklediğini, tüm işçi-memur  örgütlerini, sendikaları, baroları, odaları kapatan yada zorbalıyan 12 Eylül generallerinin TÜSİAD'ı el üstünde tutmasını, TÜSİAD'ın da emekli gererallere lastik damga yönetim kurulu üyelikleriyle maaş bağlamasını açıklıyor.  CHP ve Ecevit, Devlet Planlama'yı, kurulduğu zamanki gibi devlet yatırımlarını planlayan kurum haline getirmeye çalışıyor ve TÜSİAD'ın bedavadan ucuz faizli teşvik kredilerini kesiyor. Ecevit'in Güneş Motel trasnferleri ile kurabildiği hükumet düşse de, Demirel hükumeti de teşvikleri dağıtmakta çekingen davranıyor. Derken 12 Eylül darbesi geliyor. Özal, önce başbakanlık müsteşarı, sonra Anavatan partisi genel başkanı, Başbakan ve Cumhurbaşkanı oluyor. TÜSİAD'da teşviklerine kavuşuyor.

TÜSİAD'ın, iktidarla olan son krizini de, devlet teşviklerinden eskisi gibi nasiplenmemekle ilgili olma ihtimali var.



30 Nisan 2025 Çarşamba

SUSKUNLUK FAŞİZMİ-2 KONUŞULMAYIP, UNUTULAN SUÇLAR

 


Nuri Dersimi, anılarının bir yerinde, Kemah boğazında Ermeni göç kafilelerinin katliamına şahit olduğunu, gördüğü vahşeti anlatamayacağını söyleyip, kısa kesmiş. Bu bana tuhaf geldi. Kendisi Türkler aleyhine her şeyi, ballandıra ballandıra anlatması ile ünlü. O an bir aydınlanma yaşadım. Ermeni tehcirini katliama, hatta soykırına çevirenler, Osmanlı devleti veya İttihat ve Terakki hükumetinden çok, fırsatı ganimet sayan eşkiya-haydut gruplarıydı. İngilizlerin, Malta adasında uzun süre tutuklu kalan İttihatçıları yargılayamama sebebi de büyük ölçüde buydu. İngiliz savcılar, hem resmi bir katliam emri bulamıyorlardı, hem de daha sonra kullanabileceklerini düşündükleri Kürtleri ve Arapları küstürmek istemiyorlardı. İttiharçıların salıverilmesini, esir değişimi gibi gösterdiler. Ardından Boğazlıyan Kaymakamı Ali Kemal'i, aynı suçtan daha önce yargılanıp, suçsuz bulunduğu halde, Nemrut Mustafa Paşa tarafından tekrar yargılayıp, idam etmekte buldu.

Türkiye'de devletin ve sağcıların kafasındaki, eşkiylara, asiler yurdu,  asker vermez, vergi vermez Dersim ve sürekli baş belası Kürtler mitosu, Ermeni tehcir kafilelerinin yağmalanmasıyla ortaya çıkmıştır.  Osmanlı döneminde Dersim'in, diğer illerden çok bir farkı yoktu. Ermenilerin mallarını ve kadınlarını yağmalamaları yüzünden İstanbul hukümeti ile araları açılmıştı. Koçgiri isyanına destek vermemeleri ve bir kısım aşiretlerin Kurtuluş savaşına destek vermesi de bu yüzdendi. Koçgiriler, Alişan beyin babası Mustafa Paşadan beri İstanbul hukümetinin adamıydı. Bu kanlı coğrafyada Alevilerin, Kürtlerin veya diğer azınlık-çoğunluk milletlerin elleri temiz değildir. 

Olayları tekrar yaşamanın tek yolu unutmak, unutmanın da tek yolu o olayları hiç anmamaktır. Faşizm, özelikle bazı anmaları istmez ve unutturmaya çalışır; 1934 Trakya olaylarını hiç anmayıp,  Hüseyin Nihal Atsız'ı sadece ütopik roman ve hikayeler yazan bir edebiyatçı olarak göstermek gibi.  Anılmayan olaylar, bir kaç nesil sonra unutulur. Kurbanlar olanları sık sık hatırlar, unutanlar, katiller ve onların çocukları olur. Bir kaç yıl önce İnstagram'da, hatırlamadığım bir gönderiye yorum yazmış, Maraş ve . Çorum unutulmamalı demiştim. Baş örtülü bir kız, özelden mesaj atıp, bana, 16-17. yy, Celali İsyanlarından bahsedip, bahsetmediğimi sormuştu. Ben de ona 1980 yılında önce şubat, sonra temmuz ayı boyunca, tüm ili saran katliamlardan bahsetmiştim, sinirle. Sonra da sohbeti bıraktık. Ailesi bundan hiç bahsetmemiş ve bu olanları ilk defa benden öğrenmiş. Kürtlerin dediği gibi, ölen senin sevdiğin değilse, helva kokusu tatlı gelirmiş. Katliamda bir yada bir kaç yakınını kaybetmiş olsaydı, olanları ondan öğrenirdi.

Sadece kitlelerin değil, bireylerin suçları da unutuluyor.  Elli bir yaşını yaşayıp, elli ikisinden gün alan bendeniz, 12 Eylül darbesi sonrası yıllarda çocuktum.  Bazı kişiler, benim zihnimde 12 Eylül ünlüsüdür. Bunların en başında Emel Sayın gelir. Sürekli televizyonlarda canlı yayınlarda ( TRT'nin günde beş-altı saat yayın yapan televizyonun canlı yayını büyük olaydı), Kenan Evren'in karşısında konserler veren Emel Sayın gelir. Evren'in, Dersim kökenli, kızlar tertelesi ile ailesinden koparılmış ve ihtiyarlık günlerinde de Dersimlilere özgü bir sürü batıl itikadı olan karısı yerine, Emel Sayın'la vakit geçirdiği, fısıltı ile konuşulurdu. Şimdilerde gazeteci Sabaattin Önkibar, youtube yayınlarında açıkça söylüyor. Hüla Kpçyiğit'te o yıllarda sinema filminden çok, TRT'ye, 12 Eylül Atatürkçüsü, her bölümü ayrı hikaye olan filmler çekerdi. Metin Milli var, o çok kötü sesiyle süreki televizyona çıkan ve hatta Erovizyon'da komik ve zırva şarksıyla Türkiye'yi rezil  etmişti. Rivayete göre Ankara'da benzinlikleri olan bir mirasyediydi  ve TRT'yi yöneten albayla arkadaşlığı sayesinde şarkıcı olmuştu. Şimdilerde bilenler de, üç ünite kan almış Dracula diye alay edilen bir klip videosu ile biliniyor. Video demişken, şu günlerde gene sosyal medyada (çeşitli sitelerde) ,Allahsızlığı yayma kürsü başkanı videosu ile bilinen bir film var; Güneş Ne Zaman Doğacak. Bu film, sırf 1978 Maraş katliamında provakasyonluk yapsın diye üretilmiştir. Filmin ne oyuncuları, ne  yapımcısı, ne senaristi, ne de başka bir şeyi, bu absürtlük hakkında konuşmamıştır ve yaşayan son bir kaç kişi de konuşmamaktadır. (Bu salak sahnedeki kadın oyuncu doksanlarında ve sağ.) Filmi izleyen Ruslar vardır muhakkak. Sözde Sovyetler Birliği hicvi olan bu film hakkında neler düşünmektedir acaba?

Unutmak, tekrar yaşamaya sebep olur demiştim. 12 Eylülün en ateşli destekçisi TÜSİAD'dı ve TÜSİAD'ın sağcı iktidarlarla çatışmaları hep naza çekme olmuştu. Geçen ay iki tane TÜSİAD üyesine yurt dışına çıkma yasağı konuldu. Şimdi iktidar partileri, TÜSAD'la tekrar barışma çabasında.  

Suçlarınızı konuşmazsanız, sadece siz unutursunuz, kurbanlarınız daima hatırlar.

Pek çok 12 Eylül destekçisinin, bugünün iktidarın da destekçisidir. Bunu unutmayalım.

3 Nisan 2025 Perşembe

TÜSİAD'I TANIYALIM



Hazır iktidarla arası bozukken, ülkemizin zenginler klübü hakkında içimi dökeyim, geçmişi deşeyim. 1971'de kurulan bu dernek, altı yüz kadar üyesiyle, ülke sermayesinin yarıdan fazlasını oluşturur. Kuruluşu 12 Mart  1971 muhtırasının hemen ertesinde (2 Nisan 1971) olması tesadüf değildir. DİSK'in kapatılma davasına karşı, 16-17 Haziran 1970 İstanbul işçi isyanı da bu örgütün kurulmasında önemli bir etkendir. Burjuva sınıfı olaak rahatının bozulacağını hissetmiş, siyasete ve topluma örgütlü olaak müdahale etmesi gereğini anlamıştı. TÜSİAD'ı kurmaya iten asıl sebep, efendilernini istekleridir. Çünkü TÜSİAD üteleri burjuvadan çol komprador, yani işbirlikçilerdir. 

En basitinden otomotiv sanayini ele alalım. Ülkemizin neden bir otomobil markası yok? TOGG denen şey, cumhurbaşkanlığı makamının Borcam'ı, yani hediyelik eşyası oldu. (Aklıma gelmişken,  Borcam denen şey, ne işlevsiz bir şeydir. Isınmaya zannedildiği kadar dayanıklı olmadığı gibi, ani soğuaya hassastır, birden çatlar. Her tarafı ısındığı için kulbu eldivensiz tutulmaz. Ancak ısıtılan yemeğim, masaya sıcak ve şık servisini sağlar. Diğer bir konu da, siz hiç İsveç kralının Volvo, İspanya kralının Seat, İngiliz kraliçesinin Benyley hediye ettiğini gördünüz, duydunuz mu? ) Pek çok otomotiv parçası (mesela dünya çapında fren başatalarının  üçte ikisi Türkiye'de üretilmekte) ülkemizd3e üretilirken, ülkemizde motor üretilmemesi, ilginç değil mi? Koç holding, 1961'den beri otomobil üretiyor ama dünya çapında bir tane bile otomobil markası yok. Dünyaca meşhur Kore markaları, Koç'tan onlarca sonra üretime başladı. Hatta bu holding, sanayiciliğe otomotivle başladı. Yetmiş yıldan uzun zamandır otomotiv sanayiciliği yapan Koç grubunun, uluslar arası bir otomotiv markası, traktör, kamyon, kamyonet markası yok ve edinmeye de niyeti yok. Aslında üretmeye de niyeti yoktu, disbürütörlük, yani bayilik ona yetiyordu. 27 Mayıs'ta gaza gelen bir grup devlet mühendisi, yerli araba üretmeye teşebbüs etmeseydi, üretmeyi de düşünmüyorlardı. Şimdi siz bu satırların sayın okuyucularım, Devrim Arabaları ile ilgili pek çok şey duymuş, okumuş ve hatta filmini bile izlemişsinizidir.  Ben şimdi tüm hepsini yalanlıyorum. O araba gayet iyi çalışıyordu. Alaska senatörü Ernest Gruening'e takdim edildi, mart 2025 itibarı ile videosu da var. Linkini de ekliyorum: 

https://www.youtube.com/watch?v=YfuicNUdswk

Videonun altındaki açıklamaları tercüme edin, Devrim adını açıkça okuyacaksınız. Bu araba, Türkiye'nin cumhurbaşkanı ve Türk halkından önce, Amerikalı senatörlere takdim edilmiş, senatör bey gezmiş, dolaşmış, incelemiş, sonra da otomobil rafa kaldırılmış. Yerli ve milli işletim sistemimiz Pardush'da, benzer bir şekilde rafa kaldırıldı. Aselsan'ın cep telefonunu da unutmayalım. Türk sanayisinin, beyaz eşyada kendi markasını üretmesi, Vestel'le başladı. Koskoca Arçelik, başlangıcın da Alman AEG'nin fason üreticisi ve AEG Arçelik'ti. Vestel, hem diğer Türk markalarının oluşmasını sağlamış, hem de Asil Nadir'in sonunu hazırlayan nedenlerden biri olmuştur. TÜSİAD, komprador topluluğu olarak efendilerine sadıktır. Kurulduktan sonra da Türkiye cumhuriyetini, efendilerine göre şekillendirmişlerdir. (Şu günlerdeki çatışmasıyda geçicidir.)

Kurulur kurulmaz, sol hareketler ve sosyal demokrasiye karşı mücadele vermiş, 1971-80 arası, seksen öncesi denen dönemde, sola karşı sağı bazen gizlice, bazen de açıkça destekledi. 1974'de Adalet Partisi ve diğer sağ partiler, seçimin birinci partiasi CHP ile koalisyon yapmıyordu. Kıbrıs'ta durum acildi. Bu sebeple MSP (Milli Selamet Partisi, Necmettin Erbakan başkanlığında) ve CHP, kısa süreli ve Kıbrıs harekatı mesaili bir koalisyon yaptı. Sonra sol iktidara gelmesin diye arka arkaya Milliyetçi Cephe koalisyonları yapıldı. 1977'de CHP, yüksek oy oranına rağmen, meclisin salt çoğunluğundan uzaktır ve hiç bir parti CHP ile koalisyon yapmıyordu. Derken meşhur Güneş Motel olayı, on adalet partili vekilin, bakanlık koltuğu karşılığında CHP hükumetine evet demesi oldu. Bu olaydan sonra TÜSİAD'ın CHP ile savaşımı sert oldu. O dönemin en etkili gazeteleri Hürriyet, Milliyet ve Günaydın'ın satın alamadıkları için,  paralı ilanlarla iktidara saldırdı. Hem CHP'yi, hem de bu gazeteleri de hedef almıştı. Bu gazetelerden Milliyet, 12 Eylüle günler kala, baş yazarı ve yayın yönetmeni Abdi İpekçi'yi öldürmesi ile TÜSİAD üyesi Aydın Doğan'a satıldı. Uzun yıllar medya patronu olacak, hatta bir  ara gazete ve dergilerin üçte ikisine sahip olacak olan Aydın Doğan'ın medya patronluğu da böyle başlayacaktır. TÜSİAD'ın Simavi kardeşlerle savaşı daha sonrayadır. Öncelikle CHP iktidardan düşmeli, sonra da iktidara bir daha gelmemesini ve solun bütünüyle ezilmesini sağlamalıydı. Bunun içinde 12 Eylül darbesi öncesi, CHP'nin zor bela kurduğu hükumetin düşmesini sağlamalıydı. Sadece gazeteye verdiği paralı ilanlarla olmazdı. Piyasaya mal sürülmedi, tonlarca mal depolarda bekledi ve bugün sağcıların ağızlarını şapırdata şapırdata  anlattığı tüp, ekmek, yağ kuyrukları oluştu. Ardından cumhuriyet tarihinin en büyük Alevi katliamı olan Maraş Progromu geldi. Sağcılar, solculara karşı saldırılarda vites yükseltmiş, bunu da iktidar olan ama muktedir olamayan CHP hukümeti döneminde yapmıştı. Ardından Güneş Motel'de transfer edilen Tuncay Mataracı'nın rüşvet soruşturması, istifa, meşhur bej sıfırlık ara seçim, ardında hukümetin istifası, Demirel'in, Erbakan'ın kehren desteği ile azınlık hukümeti, aylarca cumhurbaşkanı seçilememesi ve 12 Eylül darbesi.

12 Eylül, herkese kabus gibi çöktü, TÜSİAD hariç. Tüm işçi sendikaları kapatılırken, tüm işçi dernekleri, siyasi dernekler kapatılırken, TÜSİAD'a dokunulmadı. Tam aksine TÜSİAD ve yan örgütleri (Metal Sanayicileri sendikası MES, Türkiye işçi sendikaları konfederasyonu TİSK  gibi) yüceltildi. TİSK'in o dönemki genel başkanı Halit Narin, o meşhur sözlerini söyledi:

-Bugüne kadar hep işçiler gülmüştü, bundan sonra biz işverenler güleceğiz.

TÜSİAD,  sanki 12 Eylül öncesi siyasi kargaşalıkta rolü yokmuş, siyaseti karıştırmak için, sayfalarca ilan vermemiş, açıkça siyasi partilerin uzlaşmasına karşı çıkmamış gibi el üstünde tutuldu. 12 Eylül anayasası komisyonuna ve kurumların yeniden örgütlenmesine bizzat karıştı. Bir zamanlar profesyönel yöneticisi olan (hem TÜSİAD'ın, hem de Sabancıların) Turgut Özal, başbakanlık müsteşarı oldu. Kendisi daha sonra başbakan ve cumhurbaşkanı olarak, TÜSİAD ve Batılı efendilerinin emrinde olacaktı. 12 Eylül, eli kolu bağlı sendikalar, hak arayamayan tüketiciler yarattı. TÜSİAD'da emekli generalleri, lastik damga vererek, yüksek maaşlı yönetim kurulu üyelikleri bahşetti. Turgut Özal ve ardından gelen iktidarlar da, TÜSİAD'a ve 1990'da kurulan kardeşi MÜSİAD 'a, vergisiz ve grevsiz bir dünya bahşetti.  İthalatçı olan bu iki dernek sayesinde devlet yavaş yavaş çiftçiyi koruma politikalarını terk edip, tarım ülkesi Türkiye'yi, ithal buğdaya ve ete mecbur etti. 

Bu örgütün, bu günkü iktidarın gelişi ve iktidarda kalmasını sağlamada TÜSİAD'ın katkısı ve çabası olduğunu söylememe gerek yok. 2002'den itibaren özelleştirmeler hem hızlandı, hem ucuzladı, hem de elektirik dağıtımı başta olmak üzere daha da karlı oldu. 2007 seçimleri öncesi, Aydın Doğan'ın Hürriyet gazetesi, %47, her iki kişiden biri manşeti atmasaydı, iktidar bu günlere gelmezdi. Bu anketin yalan ve halkı yönlendirme amaçlı olduğu, sonradan ortaya çıkmıştır.

Bu örgütün üyeleri, siyasi açıdan hep iki taraflı oynamıştır. Her resmi bayramda ve 10 Kasımlarda cafcaflı Atatürk paylaşımı yapan Koç holding, Süleymancılık tarikatının en büyük sponsorlarındandır. Doksanlarda, Kürtçülüğün esas sebebi Türk kimliğini dayatmamızdır, diyen Cem Boyner'i gençliği Ülkü ocaklarında geçmiştir ve meşhur MHP'li siyasetçi Gün Sazak'ın damadıdır.

Şimdilerde kendi yarattığı yada desteklediği canavardan memnun değildir. Yerine koyacağı yeni bir canavar (Levait han) yaratamamakta, solun iktidarından da, en az iktidar kadar korkmaktadır. Siyaseti bile yönlendirmektedir. Bahçeli'nin, Mustafa Koç ile görüşmesinden sonra DEM  üzerine görüşleri birden değişmiştir.

Düzenden hesap soracaksak, siyasitçelerden çok, siyaseti yönlendirenlerden hesap sormalıyoz.

4 Ocak 2025 Cumartesi

ROMANTİK FAŞİZMİN SEFALETİ 3-KAPİTALİST MAŞALIĞI



Jack London, 1907 basımı Demir Ökçe romanında faşizmi en az 15 yıl öncesinden görmüştü. Romanda sosyalist devrimin geldiğini gören oligarşi, milliyetçiliğe dayali diktatörlük kuracağını yazar. Burada London'ın fütüristlik zekasını görürüz. Daha faşizme adını veren rejimin İtalya'da iktidara gelişine on beş yıl vardır. Gerçekten de Mussolini, bizzat burjuvanın ataması ile iktidara gelir, İtalya'da bir Bolşevik devrimine engel olmak için. Faşist birliklerin dört koldan Roma'ya yürüyüşü sadece iktidarı meşrulaştırma aracıdır. Portekiz'de iktisat profesörü Salazar,  yavaş yavaş yetkilerini arttırıp, en nihayet ülkenin diktatörü olur. Her ülkede faşizm, burjuvazinin hizmetindedir, işgal ve fetihleri, onun karı içindir. Hitler, daha birahane darbesi sonrası hapisteyken, Kavgam kitabını yazdığında, imparatorluğumuz doğuya doğru, kara imparatorluğu olacak demiştir. Alman burjuvaizisi ise, 1941'de Dünya petrolünün dörtte birinden fazlasını üreten Bakü'yü fethetmesi için onu Sovyetler Birliği ile savaşa yönlendirir. Yapması gereken, Kırım'ı almakla bile uğraşman, Bakü'ye gitmektir. Oysa Hitler, her diktatöt gibi kibirden aptallaşmış, Lenin'in adını taşıyan Leningrad'ı, başkent Moskova'yı, her ikisi de olmayınca Stalin'in adını taşıyan Stalingrad'ın fethine kafayı taktı. Sonrası malum, büyük yıkım.

1943'de, Amerikalılar, Sicilya adasının fethinde bazı mafya babalarını kullanınca, faşizmin ikinci dönemi başladı. Faşizmin, sosyalizmi engel olma görevi gene değişmemişti ama bu sefer mümkün olduğunca iktidardan uzak duracaktı.  Ülkücülerin meşhur türkücüsünün deyimiyle artık 'Yardımcı Güç Devlete' 'ydi. (Doksanlarda bu sözleri dinlediğimi hatırlıyorum ama interneti o kadar karıştırmama rağmen bu türküyü bulamıyorum) Zaten iktidarda olan faşist liderlere de (Franco ve Salazar) dokunulmadı. Onlar zaten burjuvaya hizmet ediyordu. Onların kendi kendine yıkılmasını bekledi. Mevcut faşsit oluşumlarsa, hem komünist militanlara karşı savaşmak, hem de demokrasiden pek hazzetmeyen burjuvalar için darbelere uygun zaman yaratacaklardı.  Darbeciler, iç savaşı  engelleyen kahramanlar olacaktır. Burada amaç sadece komünist  yada sol iktidarları engellemek değil,  aynı zamanda büyük şirketlerin ve uluslar arası şirketlerin karların artmasını sağlayacaklardı. Son yetmiş yılın askeri darbelere bakın. 27 Mayıs darbesinden sonra, Yassıada mahkemelerinde yolsuzluk diye sadece örtülü ödenekler yargılandı, ihaleler hiç incelenmedi. Demokrat  parti döneminde  kimler zenginleşti hiç incelenmedi. 12 Eylül DİSK'i (Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu) ve MİSK'i (Milliyetçi İşçi Sendikaları Konfederasyonu ) ve dahi bilumum işçi sendikalarını kapattı, tüm mallarına da el koydu. Kenan Evren, bir konuşmasında, DİSK'in matbaasından nefretle bahseder. (İnternetin bilim kurgu olduğu, radyo ve televizyonun da devletin olduğu çağda,  matbaa çok önemliydi.) MESS (Metal iş verenleri sendikası) ve diğer işveren sendikaları kapanmıyor. İşçi dernekleri ardı ardına kapanırken, TÜSİAD ve diğer işveren derneklerini kapatmak bir yana,  daha da büyütür. Halit Narin, o meşhur lafını etti:

-Bu güne kadar hep işçiler gülmüş, biz ağlamıştık; bundan sonra işçiler ağlayacak, biz güleceğiz.

Bu gülme bedava değildi elbet. 12 Eylül generallerinin hepsi bir şekilde TÜSİAD holdinglerinin, bankalarının, şirketlerinin yönetim kurulu üyesi, başkanı falan olur.    27 Mayıstan itibaren zaten, pek çoğu Özal ve sonrasında özelleştirilen kamu iktisadi teşebbüslerinde, özellikle bu gün son kuşağın adını bilmediği kamu bankalarının (Pamukbank, Tönbank, Türkbank vs) yönetim kurumlarında yada gümrük kapısı müdürü falan oluyordu. 12 Eylülle de TÜSİAD üyeleri arasına emekli general ve albay istihdamı, zorunlu gibi bir şey oldu. 12 Eylül'ün baş planlayıcısı Haydar Saltık, Koç Holdinge yanaştı. Sabancı ondan fazla general istihdam etmiş. Tahsin Şahinkaya, Kale holdingle hem ortak, hem dünürdü. Tüm Petrol Ofisi istasyonlarını, Kale Bodur seramikleriyle döşetti. Seksenlerin sonuna kadar, Özal'ın o meşhur generalleri emekli etme operasyonundan çok sonra bile askerlerin bürokrasi ve özel sektör yönetimindeki egemenliği devam etti. Hem de ne ediş. Mesut Yılmaz'ın Maliye ve Gümrük bakanı olduğu zamanda, Kapıkule gümrüğünde ülkeye sokulmaya çalışılan bol miktarda Amerikan dövizi ele geçirildi. Sonra dövizim sahibi ele geçirilen paranın çok daha fazla olduğunu ve yağmalandığını söyledi.Mesut Yılmaz soruşturma açacakken, diğer generaller araya girdi, soruşturma kapatıldı. Çünkü Kapıkule'nin o dönemki müdürü, emekli bir albaydı. (12 Eylül öncesi, Ecevit'in, Adalet Partisinden CHP'ye bakanlık vaadi ile trasnfer ettiği Maliye ve Gümrük Bakanı Tuncay Mataracı'nın görevden alınmasına sebep olan İpsala Gümrük Kapısının müdürü de emekli astsubaydı) Bu generallerin özel sektöre sadece emeklerini mi verdiklerini, çalışanların bile lastik damga dedikleri şahısların şahane özel sektör yöneticileri olduğunu mu sanıyorsunuz?

12 Eylül boyunca binlerce Ülkücünün tutuklanması, Ülkücülere şok oldu. Her şeyi devlet için yapmışlardı, öyleyse neden ceza alıyorlardı? Oysa darbe rejiminin, ülkeyi iç savaştan kurtardı görünümü vermesi gerekiyordu. Diğer yandan Ülkücüler, 12 Eylülün hemen sonrası devletteki görevlerine geri döndü. Doksanların sonlarından, 2015'lere kadar devletteki pek çok mevziyi tarikatlara kaptırdılar. Şimdilerde bir kısmını aldılarda da, pek çoğu da artık gelmez.

Bu son açılım sürecine getireyim konuyu. Devlet bey neden birden bire açılım sevdalısı oldu? Biraz geriye gidelim. Fenerbahçe başkanı ve ülkeminin en büyük sanayi burjuvası ailesinin üyesi Ali Koç'un ani ve nedeni belirsiz olarak  Bahçeli'yi ziyaretini ne çabuk unuttuk? Koç holdingin veya diğer holdinglerin belirli günlerdeki Atatürkçüyüz şovları, 8 Mart'ta kadınlardan yanayız şovu kadar sahtedir. (Hamile çalışanları hemen işten çıkarırlar yada kıdemini düşürürler.) Koç holding, dünya kadar kamu iktisadi teşebbüsünü özelleştirmelerle aldı. 12 Eylülün en büyük destekçilerindendi. Ragmetli Mustafa Koç'un Gezi zamanında göstericileri Divan oteline alması da sizi kandırmasın. Son açılımda sizi kandırmasın, umutlandırmasın. Örgüt bitse bile başımıza daha büyük bela gelecektir. Şu anda en az beş AKP, beş de DEM mebusu, ana-baba bir, öz kardeştirler. Her seçim sonrasında bu gerçeklik değişmez. Güney Doğuda seçimler büyük ölçüde feodal bağlarla ilgilidir. 

Diğer yandan siz hiç şehit TÜSİAD'lının, MÜSİAD'lın çocuğunun şehit olduğunu gördünüz mü sorusunu çok duymuşsunuzdur. Dağda ölen DEM-HDP-HADEP mebusunu yakınını da duymazsınız. Örgütün bir zamanlar iki numarası olan Şemdin Sakık'ta tutuklandığında, bir sürü kişiyi suçladı ve yargılanmasına sebep oldu. Bu sözde suçlamalar, Türk basının amiral linç edicisi, Ertuğrul Özkök Hürriyetinde manşetten verildi, sonra da yalan olduğu ortaya çıktı. Şimdi de pek çok yalan söyleniyor ve söylenecek. Şüpheci olmak en iyisidir. Savaştan incinmemiş olanların, savaşı bitireceklerine inanmayın.