Bu sık ve yoğun tekrarlar büyük ölçüde yararlı olabilir. Ben buna düz propaganda diyorum. Gerçekten de etkili. Geçen gene bu blogda bir yazımda Iphone telefonunu kırdığını söyleyen birini yazmıştım, gerçek mi diye soran oldu, gerçekti. O telefonu kırdığını zannetmiyorum ama bu yalanı söylemesi kadar kırmış kadar ahmakçadır. Anlatılan iş ahmakça ise, bununla övündüğünüz zaman anlattığınız yalan da olsa, doğru da olsa ahmakça oluyor.
Öte yandan da şu anki iktidarın propagandasının gücünü gösteriyor. Muhalefetin önemli bir kısmı, iktidarın propagandasının gücünü küçümsüyor. Bu da aslında toplumun nasıl kutuplaştırıldığını gösterir ki, bu da iktidarın propagandasının gücünden dolayıdır.
İktidar yanlısı kitleler, neredeyse sosyal medyadan tamamen bihaber, kullansa da, siyasi olmayan konularda kullanıyor. Kullananlar da doğrudan trollük dediğimiz şeyi yapıyor. Birilerini sırf rahatsızn etmek için, gönderilerinin altına abuk-sabuk şeyler, yalan haberler yazıp, bazen de düz küfrediyorlar. Küfürlü yorum yazanlar ya iktidar yanlısı çıkıyor, ya da hesabına bakınca gizli iktidar yanlısı olduğu hemen anlaşılıyor.
İktidar yanlıların fikirlerini, muhalif insanlarda bile karşıma çıkabiliyor. Geçen de bir arkadaşım, üstelik kendisi İyi parti sempatizanı, niye dolar aldın, doların gerçek değeri beş buçuk dedi, şaka yollu da olsa. Bazı iktidar iddialarına da (gerçek üstü de olsa) muhalif bildiğim kişiler, gerçekten (kısa süreliğine de olsa) inanabiliyor.
Ben buna bodoslama propaganda diyorum. Bodoslama, denizcilikle ilgili bir terim. Geminin kilitlenmiş dümenle, dümdüz ve son sürat gitmesine diyorlar.
Bu tür propaganda halen yapılıyor ve son derece etkili. Öyle ki Ruslar, Berlin'e girdiklerinde pek çok Alman, duruma inanamamıştı.
Öte yandan bu tür propagandanın sakıncaları da var. İlk olarak kutuplaşmayı arttırıyor ki, bu faşizmin arzuladığı bir şey. Öte yandan da düşmanlarınızın bir araya gelmesini ve size karşı birleşmesini sağlar ve bir aşamadan sonra diplomasi yapamaz olur, değersiz bir yalnızlık kazanırsınız. Bodoslama giden gemilerde ya karaya oturur, ya da kayalıklara, ya da başka şeylere çarpar.
Bodoslama propagandanın ikinci sakıncası ise, insanı bir zaman sonra yorması ve en ateşli taraftarlar arasında bile kakafoni etkisi yaratması. Sovyetler Birliğinin propaganda alanında en önemli sorunu da sürekli bu bodoslama propaganda yapması ve benim ince propaganda dediğim şeyden uzak olmasıydı.
Mesela Sovyet yöneticileri işçilere, Amerika'da siyahi işçilerin polisçe dövülme görüntülerini izletiliyor. Sonuçta işçilerin dikkatini, işçilerin dayak yemesinden çok, giydikleri ayakkabıların ve pantolonların kalitesi çekiyor.
Bodoslama propagandanın üçüncü etkisi ise, kapalı olmayan toplumlarda işe yaramaması, etkisini de büyük ölçüde yitirmesidir. Ülkemizde son yıllarda gençler arasında Deizm, Ateizm, Tengricilik gibi akımların yükselmesinde, din adamlarının bodoslama propagandadan başka bir şey bilmemesinin de etkisi var.
Gençler pek çok İslami eseri kaynağından kitap olarak okuyor, gereğinde internetten araştırıyor. Böyle bir açıklığa karşı da genelde ilk düşünülen sansür oluyor. Sovyetler, Arap ülkeleri falan internetin sansürlendiği ülkeler. (Öz eleştiri, sanki Türkiye çok farklı)Burada da öğrenmek isteyen insanlar, tüm baskı ve cezalara rağmen bilgiye ulaşıyor.
Şimdilerde de gençleri internet ve diğer yeni iletişim araçlarından uzaklaştırmak için ikna etme çabaları var. Seksenli yıllarda tarikat üyeleri, kendi taraftarlarını televizyonlardan uzak tutarak kısmen başardılar. Şimdilerde ise, internete sormayın, imama sorun diyorlar. Bir tanesi de okumayın, dinleyin diyorlar.
Sonuçta buraya kadar anlattığımız bodoslama propagandanın gücü bir yere kadar. Günümüzde benin nitelikli propaganda dediğim şey daha yaygındır ve bodoslama propaganda ile beraber yürütülür.
Nitelikli propaganda daha karışık, ben kendim anlayabildiğim kadar açıklayıp, sınıflandıracağım.
Nitelikli propaganda 1, yetmez ama evetçilik (yatıştırma politikası) : Bu slogan her ne kadar 2010 referandumunun sloganı ise de, ilk yetmez ama evetçi, bu sloganın bulucusu olan, şimdilerde Almanya'da yaşayan Hayko Bağdat ve onun gibiler değildir. En azından benim tespit ettiğim ilk yetmez ama evetçi o değildir.
İngilizlerin, daha doğrusu o dönemin başbakanı Chamberlain'ın Hitler'e taviz üzerine taviz vererek savaştan vazgeçirme politikası, modern çağda, en azından benim tespit edebildiğim ilk yetmez ama evetçiliktir. Bir şekilde kabullenin durum kötüye gitmeyecek demektir.
Kurtuluş savaşı sırasında manda yanlıları da yetmez ama evetçiler arasında sayılabilir. Daha pek çok örnek bulunabilir. Benim burada bahsetmek istediğim, bunu çok daha ince yapanlar.
Buna en iyi örnek, TEMA vakfı ve erozyon dedemiz Hayrettin Karaca'dır. Kurduğu vakıf ve yaptığı çalışmaların temel amacı, Türkiye'nin orman ve meralarının yağmasına kılıf uydurmak, çevrecilerin ve halkın tepkisini yumuşatmaktır. Kendisi 2018 yılı itibarı ile 96 yaşında olup, vakıf işinden ve pek çok işten elini eteğini çekmiş olup, kurduğu vakıf ondan daha pasiftir.
Oysa doksanlı yıllarda öyle miydi? Sabah-akşam televizyonlarda
Türkiye çöl olmasın sloganını duyardık. Dedemiz her türlü yeşil eylemde en öndeydi. Tema, dönüm dönüm arazileri, erozyona karşı taraçalandırıp, ağaç dikerdi. O zamanlar dilimizden erozyon kelimesi düşmezdi. Türkiye, Nasa'nın da verilerine göre yaklaşık ellsi sene sonra, 2040 civarında çöl olabilirdi. o yıllardan bu zamana yirmi yıl kadar zaman geçti, kaldı yirmi yılımız. Doğru dürüst ağaçlandırma yapılmadığı gibi, olan ormanlık araziler ve meralar da yağmalanmakta.
Kimse de doksanlardaki gibi çığlıklar atmıyor, doğru dürüst ağaçlandırma bile yapmıyor. Geçenlerde bir tesadüf Tema'nın reklamını gördüm. Çocuklara çevre bilinci eğitimi vereceklermiş, bunun için bağış istiyorlardı. Yani koca vakıf artık bir yerleri ağaçlandırmaktan vazgeçmişti.
E tabi, yaptı yapacağını. İlk önce en büyük bağışçısı Koç Holding'in, İstanbul'un kuzey ormanlarına ilk hançeri olan Koç Üniversitesine hoş görüsü daha o yıllarda kamuoyunun dikkatini çekmişti. Kendisi öğrenciyken Süleyman Demirel üniversitesine de gelmişti. Ona Koç üniversitesini sorduğumda da, beni düpedüz azarlamıştı.
Aslında Tema'nın amacı, arazi yağmasını çevrecileştirmekti. İlk yetmez ama eveti, Koç üniversitesine özel ve tek sanıyorduk. Sonradan Belgrad ormanı da denen kuzey ormanlarının 3. havaalanı dahil yağması ve diğer tüm orman yağmalarının yasal dayanağı oldu Koç üniversitesi.
Bir de erozyon dedenin çok övündüğü mera yasası, mera yağmasını ot parası dene yirmi yıllık bir çeşit kiraya bağladı. Sonuçta ülke saman ithal eder hale geldi. Bütün bunlar Hayrettin Karaca olmadan olmazdı.
Malum yetmez ama evet kampanyacılarından Can Dündar'ı da bir kenrara koyalım. En hakiki iki nitelikli propagandacı odur. O kadar ki onun hakkındaki görüşüm. youtube'da Efe Aydal'ı dinleyince değişti. Gözüm o zaman anca açıldı. Kendisi en Atatürkçü görünen Atatürk düşmanıdır. Bunu kime anlatsam, onun Atatürk belgesellerinden bahsediyor.
Nasıl ki Belçikalı çizerler, Amerikalı Red Kit'i çizerken, siyahileri ve onların isyanlarını hiç göstermeyerek ırkçılık yapıyorsa, Can Dündar'da Atatürk'ü anlatırken, başarılarından bahsetmeyerek yapıyor. Çanakale'de bile onu zavallı bir çelimsiz gibi göstermeyi başarır. Genizin dibinden gelen buğulu ve hırıtlı ses, Atatürk'ü sevenleri göz yaşına boğarken, sevmeyenlerin de sevmesini sağlamaz, çünkü ortada onu öven bir şey yoktur.
Bu konuyu yakın arkadaşlarımla da ara ara konuşuyorum. Pek çoğu yetmez ama evetçilerin kandırıldığı görüşünde. Ben buna pek katılmıyorum. Hepsi de olanları ve olacakların farkındaydı.
Bu yetmez ama evetçilerin özgeçmişlerini okuduğumda, kendi özgeçmişim kaçacak yer arıyor. Mesela Can Dündar eminim sosyoloji lisansı almış ve yirmi yıldır felsefe öğretmenliği yapan şahsımdan daha fazla felsefe ve sosyoloji biliyordur. Hatta benim adını bile duymadığım sosyoloji tezleri ve felsefi akımları çok iyi biliyordur.
Aynı şekilde Can Dündar, hadi başka kapıya dediği kumpas mağduru askerlerin masumiyetini de biliyor, Cumhuriyet Kitapta yazı yazdırdığı Ahmet Altan'ın zamanında Cumhuriyet gazetesi için neler yazmış olduğunu da biliyordur.
Bunu biraz da kendimden bilme durumundayım. Yabancı dil bilmeyen, üniversiteden sonra mastır ya da doktora yapmadım, yabancı dil bilmediğim gibi, yurt dışına da hiç çıkmadım. Buna rağmen hiç yetmez ama evetçi olmadığım gibi, birazdan belirteceğim gibi analar ağlamasıncı da olmadım. Mehmet Ağar hapiste iken çözüm sürecine inanmadığım gibi, Selahattin Demirtaş'ın hapiste olduğu şu günlerde de, HDP-AKP düşmanlığına inanmıyorum.
Şu anda beş tane AKP milletvekili, beş tane HDP milletvekili ile kardeş. Mesela HDP ile CHP arasında böyle sıkı kardeşlik bağı yok. Bu kadar akrabalık çok mu tesadüf? Hele meşhur 33 silahsız erin öldürülmesi emrini veren Şemdin Sakık'ın kardeşinin de bu listede olmasının hiç mi anlamı yok?
Yetmez ama evetçilerin pek çoğu pişman değil. Pişman görülmelerinin en büyük sebebi, görünmez iplerle malum kişiye bağlı olmaları. O ve ona benzer pek çok kişi, sözüm ona başlarından bulundukları örgütleri yönetmiyorlar. Bu örgütlerin asıl yöneticisi, rahip Bronson ya da Graham Fuller gibiler.
Diğeri de pek çoğunun değiştirdikleri mahalle de pek itibar görmemeleri, aradıkları parayı bulamamaları. Bazıları da bu yüzden hem yetmez ama evetçilik, hem de Atatürkçülük yapıyor ya da yapıyormuş gibi göstermek istiyor.
Bunlardan biri geçenlerde Atatürklü bir sosyal medya paylaşımı yaptı. Sonra da İvedik bilmem kaçın tanıtım fragmanları döndü. (O serinin bir kaç tanesini otobüslerde mecburen izledim. İMDB puanı düşük Türk filmlerini izleyenlerin hepsi mi otobüs muavini acaba?)
Nitelikli Propaganda 2, Analar Ağlamasıncılık (Öfkelendir ve yıldır): İstediğiniz kişiye Sekiz Dakikada Nasıl Evet Dedirtirsiniz adlı kitap bir ara elime geçmişti. Kitap, her çok satan kişisel gelişim kitabı gibi zırvalıklarla doluydu. Gene de çok da çöp kitap saymayacağım, bazı ilginç bilgiler de vardı içinde.
Aklımda kalan tek şeyse , karşınızdakini ikna etmek için öfkelendirmeyi önermesi. Denildiğine göre öfke en başta sizi saldırganlaşıp, enerji verse de, sonradan bir tükenmişlik duygusu veriyor. Kendi öfke krizlerimden de hatırlıyorum, doğru söylüyor. Sonrasındaki yorgunluk duygusu, ardından da bir teslimiyet duygusu getiriyor. Ernest Hemingway'da, öfkelenmeyin, öfke korkudan kötüdür der.
Öfke geçince, şimdilik böyle olsun, ileride görürsün sen diyorsun ve kin bağlıyorsun. Aslında en baştan öfkeyi yenmek gerek.
Hitler'in Südet bölgesini alması da böyle bir öfke girişiminin sonucu. Sonrasında Hitler Çekoslovakya'nın geri kalanını da gasp etti. bu yöntem de, yetmez ama evetçiliğin bahanesi olabilir. Yukarında bahsettiğimiz yatıştırma politikası da bir analar ağlamasın projesidir. Chamberlain yerine Churchill'in dediği yapılsaydı, daha az ana ağlardı.
O zamanlar da terörün tamamen biteceğine inanmıyordum. Amaç sadece 2010 referandumu için Kürtlerin oyunu garantilemekti. HDP' de BOYKOT yalanı ile destekledi. HDP'nin açık EVET desteği yerine boykot yalanına sarılması, bence sürecin yalan olduğunun açık kanıtıydı.
3:Karşı mahalleden adam transferi (dönekler): Propaganda için karşı mahallenin (Bu mahalle kavramını da liboşlar soktu siyasi literatüre. Akıllarınca din faşizmini yücelttiler.) yıldız isimlerini transfer etmek önemlidir.
Bu transferler, faşizmi el altından destekleyen iş fünyası ve komprador burjuvalar aracılığı ile uluslararası sermaye aracılığı ile yapılır. Faşizm iktidara geldikçe ve güçlendikçe, bu transferler artar.
Naziler, bu işe Heidigger gibi Alman aydınlarla başladı. İşgallerini yaygınlaştığında da Knut Hamsun gibileri ile devam etti. Bu kişiler bir bahane ile Nazileri sempatik göstermeye çalıştı.
Sadece kendi mahallenizle iktidar olamazsınız. Karşı mahalleden birilerini de en azından susturmanız gerekir.
Bu demokrasi mahallesinden, diktatörlük mahallesine transfer olan aydınların çoğunun hüznü diktatörlerin yıkılmasından evvel, o diktatörlerin zamanı gelince bu yeni transferleri çöpe atması ile biter.
Aslında diktatörler, normalde de yanındakileri sık sık değiştirir. Adı sık duyulan kişiler, diktatörün muadili gibi görülüp, yerine geçmek isteyebilir. Gel gelelim karşı mahalleden gelenler, işleri biter bitmez çöpe atılır.
Ben bunlardan bir tanesini özellikle anlatmak istiyorum. Birincisi ülkemizin Nobel ödüllü tek yazarı Orhan Pamuk. Kendisi Atatürkçülüğü tu kaka edip, siyasal İslamcılığı öven İdris Küçükömer- Şerif Mardin akımının son temsilcilerinden oldu. 2010 yetmez ama evetçilerinden idi. Batının ve batılılaşmış, o pahallı kolejlilerin en sevdiği yazarlardan oldu.
Nobel adaylığı konuşulduğunda politik konuşmaya başladı. Derken meşhur, bu ülkede şu kadar Ermeni, şu kadar Kürt öldürüldü röportajı çıktı. Bunu Nobel için söyledi suçlamalarından sonra ispatı gibi 2006'da Nobel Edebiyat ödülünü kazandı.
Nobel'den sonra iki şey moda oldu. Birinci olarak Türk yazar-çizer,müzisyen,ressam-heykeltıraşlar arasında, özellikle de yurt dışında yaşayanlar arasında Türkiyeyi ve Türkleri kötüleme modası çıktı.Sonra da en koyu milliyetçiler arasında bile bir Orhan Pamuk'u övme modası başladı.
Nobel'den sonra Pamuk, apolitik tavrına geri döndü. Sadece arada bir yeni romanı çıktığında, Cumhuriyet başta olmak üzere, ülkem için üzülüyorum, endişeleniyorum gibisinden mülakatlar verdi.
Pamuk'un Nobel saltanatı 2015'de Aziz Sancar aynı ödülü tıp alanında alıncaya kadar sürdü. Pamuk'a ilgi aniden söndü. Kitapları artık çıkar çıkmaz çok satanlar listesine girmiyordu, sonradan da bu listeye giremiyordu tabi ki. En son meşhur tarih profesörü İlber Ortaylı, Pamuk'un bir romanında imam caminin balkonuna çıktı, ezanı okudu sözünü alaya alınca da hepten gözden düştü. Bir kere caminin balkonu olmaz, minarenin şerefesi olur, ezanı da imam okumaz, müezzin okur diye. Gerçi cami görevlisi küçük camilerde bir kişidir, genelde resmi adı imamdır ama halk müezzin der, o da ayrı konu. Lakin minare şerefesine, cami balkonu demek, bu Nişantaşı çocuğunun Türk toplumu ile ilgili cehaletinin önemli bir belgesidir.
En son baktı ki olmayacak, bir batı gazetesine, ben batı eğitimi ile büyüdüm, artık Türkiye'de yaşayamam (neden, zamanında bu iktidarın demokrasi getireceğini söyleyip, evet oyu isteyen sen değil miydin?) diye mülakat verip, İtalya'ya yerleşti. Nobel ödülü alanlar arasında, sonraki nesil tarafından en az bilinen yazarlardan biri olabilir kendisi.
4:Bazı şeylerden bahsetmemek; En ince propaganda budur. Sık verdiğim Red Kit'de olmayan siyahiler buna örnektir. Bunun pek çok örneği vardır. Amerikan sineması bunu çok iyi yapar. Mesela Büyük İskender filmi yapar, filmde İskender'in Persepolis şehrini yakıp, yıkmasını göstermez. Ya da Sayda şehrini dokuz ay kuşattıktan sonra, şehir halkının tüm erkeklerini öldürüp, kadın ve çocuklarını da köle olarak satmasını anlatmaz. Kızılderililerin tarım yaptığını, o tüttürdükleri barış çubuklarının tütünlerinin yabani tütün olmadığı da anlatılmaz.
PKK kamplarına gidip, röportaj yapanlar da, örgütün katliamları anlatılmaz, kampın nası temiz tutulduğu, çevre köylerle ilişkisinin iyiliği falan anlatır. Can Dündar'da Atatürk'ün hiç bir başarısını ciddi anlamda anlatmadan sekiz tane Atatürk belgeseli yapmayı başarmıştır.
5.Pişmanlık ve kandırılmak; Bu pişmanlık söylemi daha çok faşizan rejim çökünce söylenmiştir. Zamanında faşizmi destekleyenler, faşizmin suçların üstlerinden temizlemek için söylemişlerdir.
Bu teoriye göre milyonlarca Alman ve Avusturyalı, burunlarının dibindeki toplama kamplarında neler olduğundan habersizdir. Bunlardan ilk ve en uzun süre açık olan Dachau, Münih şehrinin hemen dışındadır. Şehir halkı yakılan cesetlerin kokusunu bile almış olmalıdır.
Henric Böll, Dokuz Buçukta Bilardo adlı romanı ile, bu kandırılmışlık iddiası ile alay eder. Almanlar, özellikle Gerup 47 yazarları (Henrich Böll, Günter Grass, İngebor Bachman vs ) gayet güzel bir öz eleştiri edebiyatı yapmışlardır. Oysa Japonlardan böyle bir öz eleştiri edebiyatı çıkmamış, çıksa da Türkçe'ye de çevirisi olmamıştır.
Ünit 731'in insanlık dışı uygulamaları, Koreli kızların zorla askeri genelevlerde çalıştırılmaları, ve Nanking katliamları pek tartışılmamıştır.
Kaldı ki Nanking katliamı, Japon halkına o zamanın imkanları naklen yayımlanmıştır. Japon gazeteleri, subayların spor olsun diye birbirleri ile sivil öldürme yarışmalarının skorlarını gün gün takip etmişlerdir.
Ben iş işten geçtikten sonra, mutlak yenilgiden vs durumlardan sonraki pişmanlığa pek inanmıyorum. Meşhur çözüm sürecine hiç inanmadım, sonrasında her iki tarafın da pişmanlığına inanmıyorum.
Tanıdığım pek çok Kahramanaraşlı, Çorumlu ya da Sivaslı, yaptıkları katliamla övünüyor, çünkü ceza almadılar. Bu şehirlerin halkı, katlettikleri ve göç ettirdikleri Alevilerin mülklerine kondular. Tıpkı bayrak yaktı vb yalanlarla işçileri Ülkücülere dövdürtüp, ücretlerine konan işverenler gibi. Bir faşist ceza almadıkça pişman olmaz. Yakalanmayan ya da çok sonra yakalanan Nazilerin günlüklerinde çoğu kez pişmanlık ibareleri bulunmaz.
Bu yüzden sanal alemde Hiroşima ya da Dresden için ağıt yakacak değilim. Faşist politikacı ve generaller kadar onlara oy veren halk ve propagandasına alet olanların da canı yanmalı Bu yüzden Hamsun ya da Heidigger gibilerin yargılanmamış ve ceza almamış olmalarını eksiklik sayarım.
6: Masum ve mağdur görünmek: Hitler ile ilgili fotoğraflara bakacak olursanız, bol bol çocuk görürsünüz. Bilinçli bir çabadır bu, zira günlük hayatta bir çocuğu sahiplenmiş insanlar, kolay kolay kavgaya girmez, başını belaya sokmak istemez.
Sosyal medyada da küfürbaz hesapların profil resimlerinde sıkça çocuğa (muhtemelen kendi çocukları) rastlarız. Toplum olarak çocukların ve kadınların yanında küfretmeyiz ve bu tiplerde küfre, küfürlü cevap duymak istemediklerinden böyle yapmaktalar.
Masum görünmenin değişik yönleri de vardır. Bitmeyen mağduriyet, aynı olayı, yalan da olsa tekrar tekrar göstermek de bunlardan biri.Daha önce bahsettiğimiz bir şeyleri anlatmama, özellikle vahşetleri anlatmamak da bunlardan biri. Diğer bir yol da sürekli çocukluğundan, ailenden falan bahsetmektir.
Propagandanın Önemi: Bir rejim, işgal ordusu ya da darbe rejimi de olsa, yerel halkın en azından önemli bir kesimin desteğini almadan ayakta kalamaz. Hitler propagandası kendi halkına mükemmeldi ve Mussolini, Sicilya düştükten sonra devrildiği halde Hitler son ana kadar ayakta durdu. Öte yandan işgal ülkeleri halkını önemsemiyordu ve işgal ülkesi halkları Nazileri pek az destekledi.
Öte yandan faşizan ve dikta rejimlerinin sonucu büyük çöküştür. Çöküşün yaklaştığı belli olduğunda bodoslama ya da ince, hiç bir propagandanın tesiri kalmaz. 1990'da Sovyetler Birliğinde ya da 2011'de Libya'da olanlar buydu. Propaganda sadece rejimin ayakta kalması değil, diktatörün ve destekçilerinin egosu içinde gereklidir.