28 Aralık 2021 Salı

SÖMÜRGECİ GURBETÇİLER

 


Yıllar geçtikçe daha fazla kişi gurbetçilere antipati besler, eskilerin deyimi ilke gıcık olur. Bunun sebeplerini kendimce tane tane ve gurbetçilerin türüne göre yazmaya karar verdim. En başta şunu söylemeliyim ki, gurbetçi dediğimiz çok kişi, artık göç ettikleri ülkenin vatandaşı-insanı ve Türklükleri ile Türkiye ilgili bağlarını kendi çıkarları için kullanıyor. Türkiye'de para kazanıp, egolarını tatmin edip, yurt dışında harcıyorlar. Bunları gruplara ayırarak inceleyelim;

KLASİK GURBETÇİLER: Aralarında akrabalarımın da olduğu gruptur ve çoğunlukla  Almanya başta olmak üzere, sanayileşmiş batı ülkelerinde yaşar, yazın tatile memlekete gelirler. Memlekette evleri, hatta apartmanları vardır. Bunlardan muazzam kira geliri alırlar. Türkiye'deki akrabalarından kiracılarını gözetmelerini, mülklerini korumalarını, resmi muamelelerini yapmalarını; akrabalık namına isterler. Avrupa'dan getirdikleri hediyeler her sene daha da azalıp, ucuzlar. Buna karşılık akraba evine misafirlik diye çöküp, tatili bedava getirdikleri olduğu gibi, kendi evleri varsa bile tam yemek saatinde misafir olmayı da severler. 

Alevi olanları hariç genelde dinci-milliyetçidirler. Ben Avrupa'daki Alevilerin önemli bir kısmının da  gizlice sağcı partilere oy verdiklerine yemin edebilirim ama ispatlayamam. Zira bu sağ partiler sayesinde,  aldıkları arazilerden imar geçiyor, döviz birikimleri Türk lirası karşısında sürekli değerleniyor, yabancılara mülk satışı özendiriliyor ve bu da mülklerinin kira ve satış gelirlerini arttırıyor. Bankaların yüksek faizi de cabası.

Yaşadıkları batı ülkelerinde sola, hatta en sola oy vermeye dikkat ederken, Türkiye'de en sağa oy vermeye dikkat ederler. Mesela bir Türk, Almanya'da, sosyal demokratlara oy verir, Yeşillerden milletvekili seçilir ama Türkiye'de oy vermek için daima sağ partileri seçer. Hatta sağ partilerin propagandasını yapar.

Dahası Avrupa ülkelerinde Kürtçe eğitimi, Cemevlerinin ibadethane olmasını savunacak kadar demokratken, Türkiye'ye gelip; her türlü ayrımcı-faşizan propagandayı yaparlar. Bunu bir de Türkçe konuşurken zorlanan son nesil gurbetçiler yapınca, hem komik, hem de sinir bozucu oluyor.

FETÖCÜLER: Bunlar bir de mazlum ayağına yatıyorlar. Aslında pek çoğu pasaport çıkarabilecek durumda ama sığınmacı olmak için yurt dışına illegal olarak çıkmaları gerekiyor. Pek çoğunun da ölüme giden hikayesi bu. Bu topluluk, halen Türkiye'den para toplamaya devam ediyor.

YETMEZ AMACILAR VE KUMPASÇILAR: Bu kişilerin çoğunun  halen de cumhuriyet ve Atatürk değerleri ile pek barışmış değil.  Bu kitlenin doksanlardan itibaren yazıp-çizdiklerine bakacak olursak, laikliğin ve demokrasinin yıkılması için özellikle uğraştıklarını görürüz. Bunlar bir kaç ay kadar önce Paris'te bir toplantı yaptılar. Siyasal İslamın ağzına doladığı Beyaz Türk lafının mucidi Nilüfer Göle, en çok ağlayan olmuş. Oysa Nilüfer hanım, pavyona gitmek yerine tiyatroya giden, kitap okuyan, birilerinin dördüncü karısı olmak istemeyen herkesi beyaz Türk ilan etmişti. Benzer bir tavrı Orhan Pamuk yapmış, Atatürkçüleri faşist ilan etmişti. Üstelik bunu doksanların ortalarında bile yapmıştı. Can Dündar'da, gene daha doksanların sonuna doğru ( 1997) Ergenekon kitabını yazdı. Kumpas davasından yargılananlara başka kapıya dedi. Bunları sadece 2010'lu yıllarda değil, daha eski yazdıklarını da incelemek gereklidir. Ben yurt dışına çıkmamış, yabancı dil bilmeyen, yüksek lisans ve doktorası olmayan lise öğretmeni ya da taşra öğretmeninin ve pek çok insanın gördüklerini, o kadar eğitim ve tecrübe ile görmedi? Son olarak, Orhan Pamuk ne cesaretle küçükken karga kovalamış, bıyıkları yukarı kıvrık kolağasını, kötü karakter olarak romanına ekliyor? Son nesilde türbanlı kızlar bile Atatürk resimli-imzalı tişört giyiyor, aynı şekilde telefon kabı falan kullanıyor. Sonra işte böyle bir zamanlar laf soktuğu Atatürkçü Fazıl Say'ın arkasına sığınırsın. Ayrıca: https://onbinkitap.blogspot.com/2017/10/doksanli-yillar-7-yetmez-ama-evetcilik.html

YURT DIŞINDA YAŞAYAN ŞEYHLER: Sadece darbe teşebbüscülerinin malum efendisi değil, onun gibi bir kaç şeyh daha var yurt dışında, özellikle Amerika Birleşik Devletleri ve özellikle Pennsylvania'da yaşayan. Biri zaten (Pensilvanya değil ama A.B.D'de bir şehirde) orada öldü, kendisini mehdi ilan etmişti. Bir de Nakşibendiliğin Kıbrıs kolu olan Kıbrısileri dergahının şimdiki şeyhi (adını hatırlamak istemiyorum) Önceki şeyhi Nazım Kıbrısi'yi seksenli yıllarda Erol ve Haldun Simavi medyası ( Bu iki kardeş,  doksanlı yılların başlarında medya şirketlerini ya Aydın Doğan ve başkalarına sattı, ya da Günaydın gazetesi gibi iflas etti) öve öve bitiremiyordu. Bu Nazım Kıbrısi'nin özellikle havalimanlarında şöyle beş dakika sohbet edip, Müslümansa müridi, Gayrı Müslümse hem müridi  hem de Müslüman yaptıklarını saya saya bitiremiyorlardı. Kıbrısi meşhur fesli tarihçinin de şeyhidir. Seksenler boyunca 12 Eylül ve Özal yönetimince özellikle korunmuştur. Kıbrıs Türk devleti istihbaratına göre de İngiliz istihbaratının elemanıydı. Kıbrıs mücahitlerine yardım etmediği gibi, İngiliz işgal yönetimini de desteklemiştir. (Burada 12 Eylül'ün gardırop Atatürkçülüğünün ne kadar iki yüzlü olduğunu görüyoruz.

POPÜLER KİTAP SATICISI AKADEMİSYENLER: Yurt dışı üniversitelerinde profesörlük yapıp, Türkiye adına değil de, o ülke adına  bilim üreten, doğru dürüst Türk öğrencisi bile olmayan akademisyenleri kastediyorum. Rahmetli, Oktay Sinanoğlu, Doğan Cüceloğlu ve Said-i Nursi aşığı Şerif Mardin, ilk aklıma gelenler.

BUĞRA  ATSIZ-FAŞİZMİN MİRASYEDİCİSİ: Buğra bey, meşhur Hüseyin Nihal Atsız'ın Kanada'da yaşayan oğlu. Çocukları da, torunları da Kanada'ya yerleşmiş durumda. Kendisi ve ailesi, Kanada'nın demokratik ortamında refah ve mesut içinde yaşarken, babasının hayranı ırkçıları kışkırtmakla meşgul. Zira babası öleli elli yıla yaklaşmış biri olarak çok satan bir yazar. Kanuna göre bir yazar ölünce, mirasçıları yetmiş yıl boyunca telif alabiliyor. Atsız, 1975 Aralık ayında öldüğüne göre mirasçıları da 2045 Aralık ayına kadar telif alacak.

Peki daha geçen gün yakılarak öldürülen üç Suriyeli işçinin canı değer mi tüm dünyanın parasına? İktidar, Alevilere ve Kürtlere karşı Atsızcılığı silah olarak kullanmak için, yedekte tutma çabasında. Zira milliyetçilik adına ondan başka idol-çok satan kuramcı yok (o da bildin Faşist kuramın tekrarı, o başka bir konu.). Milliyetçiliğin kahramanları 1980 öncesi sol örgütlerle, sonra da PKK ile mücadelede ölen gencecik insanlar. Diğer milliyetçi-ırkçı yazarlar da çok satmıyorlar, satsalar da tek atımlık barutları var Atsız gibi idol olamıyorlar. (Bunun sebebi bambaşka bir yazı konusu). 

Atsızcılar, giderek daha fazla dinsizleşip (Atsız'ın kendisi de, iki oğlunun yazdıklarına göre dinsizdi ama pek çok eseri ilk önce, Necip Fazıl Kısakürek'in Büyük Doğu dergisinde (doksanların beşhur İBDA-C (İslam'ın Büyük Doğu Akıncıları Cephesi-terör örgütü adını bu dergiden almıştı) yayımlanmıştı. Bakmayın Atsız, ümmetçiliğe karşıyı deyip durmalarına, faşizm, faşizmdir. ), ana akım milliyetçilikten ayrılıyorlar. İzmir'de yakılan üç Suriyeli ve Ankara Altındağ'da olanlarda, giderek artan Atsızcılığın etkisi yok mu sanıyorsunuz? Yarın bir gün Amerika'daki gibi okul baskını olmayacak ya da bir otel dolusu Katarlı (Dubai ya da Suudi'de olabilir) zenginin de öldürülebileceğini öngörmüyor musunuz? Atısz, Boşnaklara, Çerkezlere, Pomaklara ve benzeri diğer  unsurları (milliyet sorunları olmasa ve kaynaşmış olmasalar bile) düşman olarak görüyordu. (Oğlu Yağmur'a yazdığı meşhur mektuba bakın.) 

Böyle cinayetler olduğunda da nereden biliyorsunuz demeyin. Pek çok insan, siyasi körlükten, odadaki fili görmüyor. Hem de artık yavru olmayan, gayet yetişkin bir fil.

Bazen siyasi telaştan odada T-Rex olsa görünmez, o da ayrı konu.

23 Aralık 2021 Perşembe

SAÇ TARAMANIN GEREKLİLİĞİ


,

 Köy yanarken saç taramakla ilgili malum atasözü-deyimi eminim herkes biliyordur. Bir de ara ara sosyal medyada çok dillendirilmeye başlandı. Ben bu sözlere karşı çıkacağım, hem de tarihten örnekler vererek.

En başta filozof ve matematikçi Descartes, gördüğü rüyalar (ya da hayaller) üzerine, otuz yıl savaşlarının tam ortasında ordudan ayrıldı ve kendisini bilime ve felsefeye verdi. Albert Camus, Yabancı romanını yazarken, Fransa, Almanya işgali altındaydı. İkinci dünya savaşının tam ortasındaydı. Pek çok sanatsal şaheser, kıyametin koptuğu zamanlarda  yapıldı.



Ne olursa olsun insan yaşamak zorundadır. İnsanca yaşamak içinde kendisini geliştirmek zorundadır. Bu kendini geliştirmek,  yabancı dil öğrenmek kadar,  bağlama-gitar çalmak, başka bir şehri-ülkeyi görmekte ihtiyaçtır. Ahmet Hamdi Tanpınar'ın dediği gibi, Türk gençliğine kendi ile ilgilenmesine izin verilmedi.

Benim kuşağım, yani yetmişlerde ve seksenlerin başında doğmuş olan kuşak (bu nesil Z ise, biz de x yada ü kuşağı oluyoruz) özellikle apolitik olmak için uğraştı. Bu uğurda önce futbola, sonra da pop müziğe sığındı. Sonra her ikisi de politikaya bulaşıp, gençleri de politikaya sürüklemeye çalıştı. Z kuşağı ise garibim, dolar kuru ne olacak diye para politikasını kurulunu takip eden liselilerden oluşuyor, nasıl apolitik olabilsin?

Biz yaşını başını alanlar şunu bilmelidir ki, apolitik olmak da haktır, iktidardan yana olmak da, muhalif olmakta. Bir gencin ilk işi, kendi yönünü seçmek ve bu yön için kendini geliştirmektir.

Genç ya da yaşlı, biz de, kendi kendimizin değerini bilelim. Bize hep kendimizi kurban etmemizi, kendimizi feda etmemizi istenilir. Oysa koyunların bile kurban olması için en azında  üç yaşını doldurması, biraz etlenmesi beklenir. Biz de en azından biraz büyüyelim, yetişelim, kaliteli insanlar olalım.

İnsanların kendisi için bir şeyler istemesi, daha mutlu, huzurlu, müreffeh olmayı istemesi ayıp değildir. Her şeyin internetten ve hatta cep uygulamalarından olduğu bu devirde iyi bir cep telefonu lüks değildir ve çıkar telefonunu diyenin ağzına telefon tıkmak farzdır.

Bizim politikacılarımız, üst düzey bürokratlarımız ve hatta özel sektörde işverenlerimiz,  gelişmiş ülkelerdeki işverenlerden daha düşük yaşam şartlarında çalışıyorlar mı ki bizden daha düşük yaşam standartlarını kabul edelim? Bize diyorlar ki, beğenmiyorsun, çek git. Biz de yurt dışına gidince ya da aniden başka bir yere tayin isteyince ya da iş değiştirince bize neden hain diyorlar?

Sayın okurlarım, tamam köy yanıyor ve artık hangi şerefsiz yaktıysa, o söndürsün, yok mu buralarda bir itfaiyeci. Sürekli her leyden sorumlu olmak sizi bunaltmıyor mu? Twitter'a giriyorsun, herifin biri, bir kadını açıkça tehdit ediyor, tutuklansın diye tweet atıyorsun, oy veriyorsun,  oy veriyorsun, çalınmasın diye sabah kadar bekliyorsun. 

Bir de yoksulluğa mı karşı biz fedakarlık yapacağız? En azından kendimizi fakirlikten koruyalım. Bu fakirlik, fedakarlık kültürünü ret edelim.

Bencil olmak sadece zenginlerin hakkı değildir.



19 Aralık 2021 Pazar

DİNZSİZLİK TÜRLERİ 15-PARDESÜ VE DİĞER AYRINTILARLA SİYASAL İSLAMIN ZAYIFLAMASI

 


Geçen sene bu zamanlar ya da geçen sene ekim-kasım ayı falandı. Yıllar önce görmediğim bir şahıs, dediğine göre beni, bir uygulamadan bulmuş. Yıllar sonra tekrar buluştuk, ikimi de geçen yıllar oranında değişmiştik. Ben kısa bir evlilik yapmıştım, o ise evli ve bir çocuk annesiydi. Ben artık tüm dini ve metafizik inançlarımı terk etmiştim, o ise halen dindar ve türbanlıydı. 

Türbanlıydı ama pardösülü değildi. Sonraki günlerde onunla pek görüşmedik. Ancak özel günlerde, kandillerde mesaj attım. son iki aydır onu da unuttum. 

O günden sonra pardösü, daha doğrusu türbanın tamamlayıcısı olan pardösünün yok olduğunu gördüm. Bu pardösü, seksenlerde ortaya çıktı hem de cübbeli pek çok şeyhin fetvasıyla. Gerçekten Türk gibi başlamak ve İngiliz gibi bitirmek gerekliymiş. Pek çok şey nasıl da Türk gibi gümbür gümbür başladı ve gene Türk gibi sessiz sedasız bitti ve bitiyor, farkında mısınız? Mesela lokmacılar, yüzde doksan dokuzu sessiz sedasız kapandı. Okul sütü projesi, FATİH projesi, sessiz sedasız kapandı. Seksenlerin sonlarında, tesettürün (türban değil) olmazsa olmazı denen pardösü de sessiz sedasız ortadan kalktı.

Pardösü halen var ama topuğa kadar uzanan, yaz-kış giyinen, önü hep ilikli ve türbanın bir parçası olarak yok.  Yoksa bu güzel giysi, türbandan önce de vardı.Yaz sıcağında, hele de topuğa kadar uzanan, önü ilikli pardösülü bir kadın görünce, Suriyeli olduğunu anlıyorum. (Bir de siyahiler, özellikle Sudanlılar, Araplar ya kara çarşaflı ya da tesettürsüz; tesettürlü İranlı bulmak ise, tesettürlü Alman bulmak gibi bir şey. İranlılar, ülke sınırı dışına çıkar çıkmaz -en azından Türkiye'ye geldiklerinde tesettürü unutuyor.) Düşünüyorum ve hafızamı zorluyorum da,17-25 Aralık operasyonlarından sonra yavaş yavaş azaldı bu pardösü. 15 Temmuzdan sonra da türban önce hızla, sonra yavaş yavaş azalmaya başladı.

Sadece türban ve pardösü değil, siyasal İslam'ın iktidara gelmek için hayatımıza soktuğu pek çok şey, daha iktidardan düşmeden hayatımızdan azalarak, çıkmaya başlıyor. Doksanları üniversitede yaşamış biri olarak, şimdiki türbanlılar, bana pek türbanlı gelmiyor. Sadece pardösü değil,  ayaklarda yemeni ayakkabısı,  koltuk altlarında Zaman, Milli Gazete gibi gazeteler, Şule Yüksel Şenler, Alev Alatlı, Hekimoğlu İsmail gibi yazarların romanları olurdu. Her yere sekiz on kişilik gruplar halinde gider,  sürekli fısır fısır konuşurlar, erkeklerle uzun süre samimi olmaz, oldukları ile de öyle çok fazla senli-benli olmazdı. Bazıları üçüncü ve dördüncü sınıfta erkek arkadaş edindi, ağzımız beş karış açık kaldı. (Hatta bazıları kocaya kaçıp, okula ara verdi) Kahkaha atmaz, gülmeleri, hatta gülümsemeleri de nadirdi Genelde makyaj yapmadıkları gibi, kaşlarını da aldırmaz,  çalı gibi kaşlarla dolaşırlardı. 

Şimdi bunlar, şimdiki türbanlı kızlar için bile absürt gelecektir. En son ne zaman bir liselinin elinde Şule Yüksel Şenler ya da Hekimoğlu İsmail ya da benzeri bir yazarın kitabını, liseli gençlerin ellerinde görmedim. Doksanların fuarların gözdesi İslamcı yayınevleri şimdilerde kayıp. O yıllardan geriye Orhan Pamuk ve onun gibi yetmez amacıların azalan popülerliği kaldı ( https://onbinkitap.blogspot.com/2017/10/doksanli-yillar-7-yetmez-ama-evetcilik.html ). 

Son günlerdeki Orhan Pamuk,  Fazıl Say buluşması da bu çöküşün bir simgesi. Kitap satışları iyi olmasa Pamuk, Fazıl Say'a selam vermezdi. Öte yandan Say'da, hem ünlü biri olarak ülkede ateşe körükle, kavgaya sırıkla gitmemeli (ben ünsüz olmanın bu nadir lüksünü kullanıyorum), hem de Yapı Kredi bankasının tek kültür işi yayınevi değil. Pek çok konser ve festivalin de ya düzenleyicisi, ya sponsoru. Sadece Orhan Pamuk'un değil, pek çok yazarın da yayınevi.

Ben de itiraf edeyim, türbanlı sevgili edindim ama türbana hiç sempati duymadım. Ülkücü, Türkçü oldum ama siyasal İslam'a hiç sempati duymadım. En sonunda dinsiz oldum ve dinsizliğin sosyolojisi amatör de olsa yaptım. Pardösü, İslamcı romanlar, Sırlar Dünyası ya da Minyeli Abdullar gibi dinci  filmler-dizilerin ve diğer simgelerin insanlar tarından benimsenmemesini de, insanların metafizikten uzaklaştıran sebeplerden biri olarak gördüm.

12 Aralık 2021 Pazar

ÇALIKUŞU'NU FEMİNİSTÇE OKUMAK



 Reşat Nuri Güntekin'in Çalıkuşu romanı, seksenli yıllarda bir kaç defa televizyon dizisi yapıldığından ( hatta Aydan Şener,  bir kaç defa Feride rolünde oynadığı için, bir adı da Feride olmuştu), seksenli yıllarda çocuk ve genç olanların iyi bildiği bir romandır. Öte yandan Atatürk'ün, Sakarya savaşı sırasında okuduğu ve beğendiği roman olması, onu daha da önemli yapıyor.

Bense bu romanın feminist yanını ele alacağım. Romanın bu yönünün görülmemesinin iki ana sebebi var. Birincisi roman kamuoyuna idealist öğretmen romanı ile sunulup, öyle tanıtıldı. İkincisi de Güntekin ve Milli Edebiyatçıların, edebiyatı bir eğitim aracı olarak görüp, sınıfta öğretmenin küfürlü ve argo konuşmaması gereğine inancı, roman ve hikayelerine de yansıtmalarıdır. 

Aslında bu tavır, Osmanlı yazı kültürünün  kökeninde, yazıda hele de yazılı edebiyatta argo ve küfrü kullanmama alışkanlığı vardır. Şair Eşref,  Neyzen Tevfik gibi Melami şairleri saymazsak, yazılı kültüre argoyu getirenler, Köy Enstitülü yazarlardır. ( Mahmut Makal, Fakir Baykurt, Talip Apaydın, Yusuf Ziya Bahadınlı, Mehmet Başaran, Dursun Akçam, Ümit Kaftancıoğlu, Ali Yüce, Adnan Binyazar, Samir Gürel, Osman Bolulu, Osman Şahin, Hasan Kıyafet vs ) Yaşar Kemal'in de dediği gibi küfür ve argo köyde günlük konuşmadır ve şehirliler gibi kadınların yanında ya da çocukların yanına küfürlü konuşmama gibi hassasiyetler, kırsalda pek az vardır ya da vardı. Radyo, televizyon ve internet gibi kitle iletişim araçları, şehir-köy kültürü farkını azalttı.

Diğer yandan ülkemizin eskisine göre çok daha az erkek egemen olması da, romanın asıl içeriğinin anlaşılmasını zorlaştıran başka bir unsur. 

Hikayede bolca spolier vereceğim. Yayımlanalı yüz yılı geçmiş, defalarca film ve dizi yapılmış bir roman için böyle şeyler normal olmalı.

Olayı en başından değil de, Feride'nin Kamuran'ı ve İstanbul'u terk etmeye karar verme anından başlayarak inceleyelim romanı. Feride nişanlısını sadece kaçamak yaptığı için terk etmez. Kamuran genel anlamda zamparadır ve evlenince de durum değişmeyecektir. Kendisi erkek egemenliğin tüm haklarını kullanacak, evliliği boyunca da keyfine bakacaktır. Hatta Feride ile flört ya da ona benzer bir durumdan sonra evlenmesini de, ona bir silah olarak kullanıp, onu suçlayarak zeytinyağı gibi su üstüne çıkacaktır. Belki de otel bulamadığı zaman, o kadınları eve getirecektir.

Sonra birden bire diplomasını görür ve onu çözüm yolunu kendince bulur, bir kız okuluna öğretmen olacaktır. Artık İstanbul'da duramaz. Çünkü o zamanları İstanbul'u hem çok büyük değildir, hem de bürokrasiyi oluşturan aileler birbirlerini tanıyordur.

Sonuçta Bursa ile Feride'nin Anadolu macerası başlar. Daha ilk adımda, il merkezinde bir okula tayini çıkmışken kumpasa uğrar ve bir köye gitmek zorunda kalır. Köyde ise Anadolu softalığının zorbalığını görür. Pek çok şey yaşar ve bu arada fuhşa zorlanan bir kadının, kız çocuğunu evlat edinir.

Anadolu'da yalnız yaşayan bir kadına bakış açısını görürüz roman boyunca. Kadınlar hep baskı altındadır oysa erkekler rahattır. Evli bile olsalar, umarsızca ona kur yapar, teklif götürürler. Bizzat karısını haberci yapıp, kuma yapmak isterler. Ret edilince kadın bile şaşırır, o kadar altın takıya rağmen, kumalığı ret ettiği için. İlden ile dolaşır, hatta bu arada İstanbul'dan bir arkadaşı ile karşılaşıp, onunla Fransızca konuştuğu için, il merkezindeki kız lisesine Fransızca öğretmeni olur. Oradan oraya sürüklenir. 

Bir yerde il eğitim müdürü, ona makyajını yıkamasını söyler, oysa makyajsızdır. Makyajlı zannedilmesinin nedeni, yüzünün genç ve parlak olmadı değil, yalnız bir kadın olmasıdır. Bir başka yerde ona gülbeşeker adını takarlar. Bu adı almasının sebebi de, güzel olmasından çok, yalnız bir kadın olarak hedefte olmasıdır. O okula atanınca, kızını bizzat almaya gelen baba, abi, dayı vesaire çoğalır.

En sonunda bu erkek egemenliğin tuzaklarından birine düşmekten son anda kurtulur., evlatlığı onun da annesi gibi olmasından korkmaktadır. Gene de adı çıkmıştır ve bu durumdan, babası, hatta dedesi yaşta biri ile evlenerek kurtulur. Romanın bu bölümü, Türk toplumunun ahlakının iki yüzlülüğünü, erkeğin elinin kınası, kadının yüzünün karası durumunu çok iyi anlatır.

Kitabın bundan sonrası Güntekin'in kitabı genç kızlara okutma çabası ile zoraki bir mutlu sondur. Ferdide, evlendiği erkek ile cinsel ilişkiye girmez zira dönemin erkekleri, hele de beyzadeleri, bakire olmayan kızla evlenmez. Güntekin gene bu amaçla acımasızca evlatlık kızı da verem (ya da öyle bir ateşli hastalık) sebebi ile öldürüp, onlarca yıl sonra Feride ve Kamuran'ı evlendirir. Güntekin de bilir ki kızlar mutlu son sever ve kitabın hedefinde kızlar vardır. Romanı toplumsal gerçekçi bir yazar yazsaydı muhtemelen Feride, Kamuran'ı acımasızca ret edecekti.

Son olarak diyeceğim o ki, Çalıkuşu, her nesle okutulması gereken bir kitap.

8 Aralık 2021 Çarşamba

KÜÇÜK BURJUVA YATIRIMCILAR İÇİN GEREKLİ SINIF BİLGİSİ

 


Yıllar önce, ilk çalıştığım okula, il milli eğitim müdürlüğünden bir şube müdürü gelmişti. O zamanlar öğretmen odalarında televizyonlar olur, öğretmenler de NTV'de altyazılardan borsadaki hisse senetlerinin değerlerini takip ederdi. Küçük okulumuzun yedi (7) öğretmeninden ikisi de borsa ile ilgileniyordu. Normalde televizyon hep açıkken, kırk  yılda bir bir amirimiz gelmiş diye televizyonu kapatmıştık. Şube müdürü de, hayret, televizyon kapalı. Genelde hep açık oluyor, öğretmenler de NTV'den borsayı takip ediyorlar, demişti. Yıllar içinde borsa ile ilgilenen pek çok arkadaşım oldu. Hiç biride ciddi para kazanmadı, kazandılarsa da, ani bir çöküşle kaybettiler.

Şimdilerde de bitcoin var ve ben buna da güvenmiyorum. Geleceğin parası diyorlar. Birincisi hangi geleceğin. Ben yirmi beş, hatta  otuz sene önce sosyoloji geleceğin mesleğiydi, yaşa takılmasaydım, emekli olacak konuma geldim, halen geleceğin mesleği. Değerli metallerin yerini kağıt paranın alması neredeyse yedi yüz yıl aldı. İlk kağıt paralar ve arkasındaki bankerler, sık sık batıp, arkalarında sayısız mağdur bıraktılar.

Doksanlar ve iki binli yıllar boyunca borsaya para yatırmış arkadaşlarımın çok bilmiş tavırlarını dinlerdim. Bilanço okumaktan, düşerken satıp, daha düşükken alıp, düşüşte kazanmaya kadar bir sürü akıl sattılar bana. Şimdiki coinciler'de benzer akıllar satıyorlar. Dün bankamatikten para çekerken, benzer muhabbeti, bankanın güvenlik görevlileri yapıyordu. 

Bana bitcoin ya da benzer yatırımlara geç kalma diyorlar ama benim için çok geç. Banka güvenlik görevlilerinden sonra gireceksem, iyice yaygınlaşana kadar girmeyeyim diye düşünüyorum.

Bu coin piyasındaki işler, doksanlar ve iki binler boyunca borsada olanlara benziyor. O yıllarda ara ara borsa aracı şirketleri batar, borsa çakılır, yatırımcılar el ele, el başa kalırdı. Şimdilerde de coinler ara ara çöküyor, coin borsaları ara ara çöküyor. 20046 gibiydi yanılmıyorsam, o zamanlar 6-7 tane borsa dergisi vardı. Pek çok gazetenin de borsa köşesi vardı. Bunların bazı borsa vurguncuları için yatırımcıları yönlendirdiği ortaya çıkmıştı. Şimdiki yorumculardan da böyle bir skandal bekliyorum.,

Hem geçmişteki borsacı arkadaşlarımın, hem de şimdiki coinci arkadaşlarımın borsa bilgisinden hepsinin de iktisat bilgisinin tam olduğundan şüphelenmiyorum. Onlarda eksik olan sınıf bilgisidir.

Biz küçük burjuvayız ve burjuva bizim ne olduğumuzu ister, ne öldüğümüzü. Önce bu küçük burjuvalık nedir açıklayayım.

Küçük burjuva, proletarya olmanın kıyısındaki kısmen müreffeh  zümredir.. Karnı doyar, ihtiyaçlarını karşılar, az da olsa birikim yapar, hatta biraz lüks bile yaşar. Gelişmemiş ülkelerde sınıf; büyük ölçüde beyaz yakalılardan (mühendis, subay, astsubay, polis ve benzeri devlet memurlarından, mühendisler, teknikerler, teknisyenler vesaire),  küçük esnaf ve küçük tüccardan ve kısmen de kalifiye işçilerden oluşur. Gelişmiş ülkelerde proletarya genelde göçmenler ve mültecilerden oluşur, işçi sınıfı da büyük ölçüde küçük burjuvalaşmıştır. 

Küçük burjuvanın da kendi içinde sınıflaşması vardır. Örneğin öğretmenden başlayarak, okul müdürü, yönetim kademesi ve il milli eğitim müdürüne kadar küçük burjuvadır. Mahalle bakkalından, yerel market zinciri sahibine ya da emlakçıdan, sıva işleri yapan taşerondan, yılda bir kaç apartman yapıp, satan inşaatçıya kadar geniş bir alt kademe küçük burjuvalar vardır. Yani tüm küçük burjuvalar birbirinin dengi değildir. 

Hepsinin de ortak noktası, büyüklükten çok, bu refahın kırılganlığıdır. Onu proler yapmaya sektördeki ufak bir kriz, şirketin küçülmeye girmesi, mahalleye zincir marketin yeni bir şubesinin açılması, döviz kurundaki yükseliş, kanun hükmünde kararname, müteahhit karnesini yada avukatlık lisansını kaybetmesi falan yeterlidir.

Bu yüzden küçük burjuva, yatırımını dikkatli yapmalı, yatırım adı altında kumar oynamamalıdır. Fakat gelişmemiş toplumlarda (örneğin Türkiye), parasını arttırmak adına kumar oynar. Dolandırıcılar, vurguncular, kumarbazlar bu yüzden küçük burjuvanın parasını sever. Nasıl ki puanlı koşu bülteni ile altılı ganyan yakalanmazsa, yorumcular dinlenerek de borsa yada coinlerden büyük para kazanılmaz. Ben borsada çok para kazananı tanımadım (elbette duydum ama duyumlar güvenilmezdir). Benzer şekilde borsaya para yatıran kadını da ne tanıdım ne de gördüm. Kadınlar daima sağlamcıdır. Çalıştığım okulda öğretmenlerin dörtte üçü kadın, hiç biri bitcoin muhabbeti yapmıyor.

Sonuçta küçük burjuva, büyük yatırımcılara, yani gerçek burjuvalara ve onlara da kanmamalıdır. Burjuva medyası bize yıllarca özelleştirmeleri övdü ve özelleştirmeler sonucu üretimin artacağını, fiyatların ucuzlayacağını söyledi. O kadar özelleştirmeden sonra, özelleşen fabrikaların çoğu kapandı, elektrikte kayıp-kaçak payı bile kalkmadı. Biraz da geçmişten ders alın.

 

4 Aralık 2021 Cumartesi

KAPTI-KAÇTI OKULLARA DİKKAT

 


Kaptıkaçtı artık unutulmuş bir kelime ama ben bu durum için en uygun olarak bunu buldum. Aslında korsan taksileri, dolmuşlara, minibüs-otobüs arası büyüklükte toplu taşıma araçlarına verilen ad.  Eskiden üzerinde şehir içi-dışı taşımacılık yapılır yazan, Anadol marka kamyonetler vardı. Bunlar aslında Anadol marka otomobiller olup, arka tarafın kesilerek kasa haline getirilen,  dingile de şoförlerin makas dediği amortisörler takılan araçlardı.

Kaptıkaçtının başka bir anlamı da açıldıktan kısa süre sonra piyasayı dolandırarak batan işletmelerdir. Bunlar her sektörden olmakla beraber, galericilik ve emlakçılık alanlarında  sık görülür çünkü bu sektörlerde kısa sürede çok para toplamak mümkündür. Bir ara seyahat acentelerinde de çoktu, yasal açık olan sektörlerde özellikle beliriyorlar.

Sermayesi zayıf,  tüketicilerin ani kararlarına karlı zayıf firmaların da, bazı finans kuruluşları ya da sokak tefecileri tarafından,  finansal katakulileri için bir kaptı-kaçtı kurumu olarak kullanılabilmekte.

Buna ne yazık ki, öğrencilerin geleceğini aradıkları okullar da katıldı. Bu eskiden uluslar arası olarak arada bir görünen bir şeydi. Mesela 2000 yılında er eğitim alayında, çavuş olarak askerken, 1980-1 devra kaybı denen ve celp boşluğu dediğimiz dönemde kalabalık bir grup gelmişti. Biri hariç hepsi, üniversite terkti ve bu üniversite de Açıköğretim Fakültesiydi. Bir üniversite mezunu vardı, Kuzey Kıbrıs'ta, şimdilerde olmayan bir üniversitenin mezunlarındandı. Sahte diploma skandalı yüzünden, tüm mezunların diplomaları  incelemeye  alınmış, askerlikleri de devre kaybı olarak er eğitim alaylarına verilmişti. Diploma gerçek çıkarsa, sekiz ay sonra terhis olacaktı. ( O zamanlar üniversite mezunları ya asteğmen olarak 16 ay, ya da er olarak (kısa dönem-çavuş) olarak 8 ay yapıyorlardı.) Kıbrıs'ta okumuş başka birine bunu sorduğumda, o üniversite skandalına, şimdilerde çok popüler bir mafya babasının  da adının karıştığını söyledi.

Şu günlerde ise bu iş, ülke içinde ilk ve orta öğretime, özellikle de özel liselere düşmüş durumda. Pek çok lise, öğrencilerini sokakta bırakıp, velilerin parasını da ceplerine alarak, ortadan kayboluyor. Bunlardan biri, okulu satıyor, okul başka bir ile taşınıyor, İstanbul'daki öğrenciler devamsızlıktan kalıyor. 

İşin kötüsü böyle olaylar sık görülmekle beraber, manşetten duyurulmaması,  devletin bu tir durumlar için gençlerin mağduriyetine karşı bir tedbir almıyor.

Ülkemiz özel okul çöplüğüne dönüyor.

2 Aralık 2021 Perşembe

CARANCHO FİLMİ VE TRAFİK AKBABALARI

 


2010 yılı, Arjantin yapımı Akbaba (Charancho) filmi, bana trafik sigortası akbabaları üzerine bir yazı yazmayı istememe sebep oldu.

Film, öyle aile ile izlenecek bir film değil. Çok fazla ceset görüntüsü var. Olayın ikinci kahramanı kadın, kendisine morfin iğneleri yapıp, duruyor. Filmde bolca ceset görüyoruz, bir de ağır yaralı insan. (Manken ya da makyaj olduğunu bilseniz de, bir zaman sonra sizi rahatsız ediyor.) Yemek yerken falan izlemeyin, ciddi ciddi insanda kusma isteği yaratıyor.

Film, Arjantin'de her yıl trafik kazalarında sekiz binden fazla insanın öldüğü bilgisi ile başlıyor. Ne kadar tanıdık, öyle değil mi? Sonuçta geri kalmışlık, geri kalmışlıktır ve geri kalmış ülkeler pek çok açıdan birbirine benzer. Baş karakter, ruhsatı bir kaç yıllığına elinden alınmış (belli ki yüz kızartıcı nedenlerle) bir avukat. Trafik sigortasından para alma davaları açmak için, acil servislerde av aramakla meşgul. Bütün bunları yaparken de, acilde görevli ve narkoz bağımlısı doktorla tanışıyor, ardından da olaylar gelişiyor diyelim.

Filmde benim dikkatimi çeken, bu trafik sigortası akbabalarının, sigorta şirketinden aldıkları paranın sadece yüzde on civarını müşterilerine vermesi. Dikkatimi çekti çünkü ben de böyle bir şirket sayesinde, bir miktar sigorta parası almıştım.

Şunu söyleyebilirim ki, Türkiye'nin trafik sigorta akbabaları, bu filmdeki gibi geceleri acil servislerde müşteri avına çıkmıyor. Birileri onlara adli ve polis-jandarma arşivindeki bilgileri tıkır tıkır veriyor. Babam da geçenlerde ufak bir kaza geçirdi. Hemen tanıdık bir avukat bulduk ama aradan haftalar geçtiği halde halen bu akbabalardan biri benim telefonumu buluyor.

Ben de böyle bir şirket sayesinde paramı aldım dedim ya, aldıktan sonra başka akbaba şirketleri de sık sık beni aradı. Hatta paramı almamı sağlayan şirket de ara ara yanlışlıkla aradı. Bu başkalarından biri de çok ısrar etti, neyse görüştük. Öğrendiğime göre, almam gereken paranın onda birini aldığımı, akbabalarınsa, sigorta şirketi ile uzlaştığı için tekrar dava açma hakkımın olmadığını öğrendim.

İşin doğrusu hem Arjantin'de, hem de Türkiye'de ve daha pek çok ülkede, trafik akbabaları çok.  Bunlar ne kadar parayı kazazedeler yerine, kendi cebine indirdi belirsiz. Devlet bu konuda bir çalışma yapmadığı gibi, barolar ve sigorta şirketleri de sessiz.

30 Kasım 2021 Salı

ÖĞRENCİ YURTLARINDA KARAMAN, ALADAĞ VE SONRASI

 


Ülkemizde gündem o kadar çok hızlı değişiyor ki,  yeni sayılacak çok ve üstelik büyük skandallar bile unutulabiliyor. Öğrencinin biri, okulun pansiyonunda bu kadar az öğrenci varken, neden iki öğretmenin nöbetçi olduğunu sordu. Bende Aladağ yangınından bahsettim, 10. sınıf öğrencisi bu olayı duymamıştı. Oysa bu olay olalı kaç yıl oldu ki? Ha, bir de Karaman vakfı yurdu olayı var.

Ben de olaydan şöyle çok kısa bahsedeyim. 2015 yılında patlayan Karaman, Ensar vakfı  skandalından bahsetmeli. Wikipedia'a göre Ensar vakfına bağlı yurtta kalan 45 (kırk beş ), 9-10  yaşlarında erkek çocuğun, 2021-2015 arasında, öğretmen Muharrem Büyüktürk tarafından taciz edildiği iddia edilmiş, bu çocuklardan onunun (10) tacize uğradığı belgelenmişti. Skandal üzerine  o dönemim Aile ve Sosyal Politikalar bakanı Sema Ramazanoğlu'nun bir kereden bir şey olmaz sözü, çok tepki çekmişti, onu da bir kenara not alalım.

Bu olayda benim şüphelendiğim durum, sadece o öğretmenin ceza alması. Biz milli eğitimde öğrenciye öf desek hemen muhakkikleri ve müfettişleri karşımızda buluyoruz. Bir kaç değil, en az on çocuğun hiç mi biri şikayet etmemiş veya şikayeti işleme konmamıştı? Vakfın geri kalan yöneticisinin hiç bir suçu yoksa, ihmali vardı.

Diğer olay ise Aladağ yurt yangınıdır. Gene Wikipedia'ya göre 29 Kasım 2016'da, Adana'nın Aladağ ilçesinde, orta öğretim çağında okuyan kız öğrencilerinin kaldığı yurtta çıkan yangında, 1'i sorumlu öğretmen ya da bakıcı, 11'i öğrenci, 12 kişi ölmüş, 22 kişi de yaralanmıştır. Tabi ki Wikipedi ya da başka kaynaklar, yaralı öğrencilerin kaç tanesinin sakat kaldığını ve bu yurdu hangi tarikatın işlettiğni yazmıyor, o da ayrı konu.

Yakın tarihlerle olan bu iki olayın, iki ciddi sonucu oldu. İlk olarak devlet, en azından çalıştığım için biliyorum, kendi yurtlarında kuralları ve denetimleri sıklaştırdı. Yurt kaç kişilik ya da o gece kaç kişi kalacak olursa olsun, en az iki belletmen öğretmen nöbetçi kalıyor. Yurtta ya da okul gezilerinde konaklamalarda öğrenci ve öğretmen aynı odada kalamıyor. Odalarda 1, 3 ve diğer sayılarda öğrenci kalabiliyor,  iki öğrencinin kalması yasak.

Bir de okul yöneticileri ve yer yer de ilçe yöneticileri, pansiyonlu okulları daha sık ziyaret eder,  hele okul yöneticileri aniden yurda gelir oldu.

Bu dediklerim, devlet yurtlarında çalıştığım için biliyorum, özel yurtlarda durum değişti mi haberim yok.

Öte yandan hem bu iki skandal, hem de 15 Temmuz'un etkisi ile tarikat yurtlarına talep o kadar düştü ki,  şimdi pek çok genç, devlet yurdu çıkmazsa, kayır donduruyor ve üniversiteye bir daha hazırlanıyor. Devlet yurtları, pansiyonları öteden beri yetersizdi ama halk, nasıl olsa cemaatlerin yurdu var diye pek dert etmiyordu. Şimdi ise pek çok kişi cemaat yurduna gitmektense, okula gitmiyor.

27 Kasım 2021 Cumartesi

DİNSİZLİK TÜRLERİ 14-TARİKATLARDAN KAÇIŞ

 


Bu sitede üzerine 2 yazı yazmıştım. Bu yazıyı da onlar üzerine inşa ettiğim için linklerini vereyim:

https://onbinkitap.blogspot.com/2019/07/tarikat-nedir-1-tarikatlar-kimlerce.html

https://onbinkitap.blogspot.com/2019/07/tarikat-nedir-2-neden-tarikatlara-uye.html

Son on yıldır tarikatlardan ciddi kaçışlar var. Bunu artık çok daha net ve anlamlı olarak gözlemlemek mümkün. Önce tarikatların karlı ve vergisiz ticaret alanları olan kermesler ortadan kalktı, şimdi de pek çok genç, devlet yurdu ya da uygun kira bulamazsa, üniversiteye gitmiyor, kayıt dondurup, bir sene daha ders çalışıyor. 

Bu kaçışların nedenlerini, bir öğretmen ya da en azından Türk eğitim sistemindeki bir öğretmenin alışkanlığı ile maddeler halinde sıralayayım.

1) Tarikatların üyelerine, özellikle de genç üyelerine zorbalıkları: Tarikatlar, yapıları gereği hiyerarşik örgütlerdir. Tarikatlarda, bu hiyerarşide yükselme  için sürekli bir mücadele vardır. Yaşı ilerleyenler, artık sistemi kanıksar, yerine razı olurken,  gençlerin hedefleri vardır. Bu yüzden zorbalıklar, en fazla gençleri vurur. 

2)Tarikat içi skandallar: Tarikatlar ve benzeri kapalı toplumlarda, kol kırılır, yen içinde ka, lır ilkesi geçerlidir. Oysa günümüzde hiç bir kol, yen içinde kalmıyor. 

3) Tarikatların fazla büyümesi: Tarikatlarda birincil, yani senli-benli ilişkiler ve hiyerarşi olan kurumlardır. Tarikatların fazla büyümesi, birincil ilişkiler özelliğini kaybetmesine sebep olur. Öte yandan bir tarikat fazla büyüdüyse,  artık o  tarikat radikal gibi görünse de radikal değildir. İnsanların tarikata girme sebebi çevre edinme ve kendine fayda sağlama çabasıdır. İnsanların tarikata duygusal bağı zayıflar.

4)Tarikatların ticarileşmesi ve ikiyüzlülükleri: Bugün tarikatlar, geçmişte Mason localarının işlevlerini görüyor, zenginlerin bir araya gelip, iş bağladıkları kulüplere dönüyor. Özel hastanelerin ve özel okulların çoğu tarikatların elinde. Buna rağmen pek çoğunda türbanlı hemşire-öğretmen pek az. Hatta bu özel okullar, yazın kayıt zamanı Sözcü, Cumhuriyet, Birgün gibi gazetelere, bol Atatürk resimli çarşaf çarşaf reklamlar veriyor. Hatta eski eğitim bakanlardan biri de, böyle bir özel okulun (daha doğrusu özel okul serisinin ) sahibiydi de, pek çok kişi, ondan çok şey ummuştu. 

5)Kapitalist yaşamını fazla yaşatmaması: İnsanların güvence arayışı, tarikat tipi örgütlenmelerinin her zaman oluşmasına zemin hazırlasa da, (örneğin New Age oluşumlar) bu oluşumların ömrü genelde tarikatın kurucu liderinin yaşamı kadar oluyor. Çünkü şehir yaşamı ve iletişim imkanlarının çokluğu, insanları yeni arayışlara itiyor.

6)15 Temmuz: Kimse yeni bir tarikatın, Fetö'nün yarım kalan işini tamamlamak istemeyeceğini söyleyemez.




25 Kasım 2021 Perşembe

CUMHURİYETİN ADAM OLMAK OLMASI NE DEMEKTİR?

 


Aydınlanma, insanın kendi suçu ile düşmüş olduğu bir ergin olmama durumundan kurtulmasıdır. Bu ergin olmayış durumu ise, insanın kendi aklını bir başkasının kılavuzluğuna başvurmaksızın kullanamayışıdır. İşte bu ergin olmayışa insan kendi suçu ile düşmüştür; bunun nedenini de aklın kendisinde değil, fakat aklını başkasının kılavuzluğu ve yardımı olmaksızın kullanmak kararlılığını ve yürekliliğini gösteremeyen insanda aramalıdır Sapare Aude! “Aklını kullanma cesaretini göster!” Sözü şimdi Aydınlanmanın parolası olmaktadır. Doğa, insanları yabancı bir yönlendirilmeye bağlı kalmaktan çoktan kurtarmış olmasına karşın (naturaliter maiorennes) , tembellik ve korkaklık nedeniyledir ki, insanların çoğu bütün yaşamları boyunca kendi rızalarıyla erginleşmemiş olarak kalırlar, ve aynı nedenlerledir ki bu insanların başına gözetici ya da yönetici olarak gelmek başkaları için de çok kolay olmaktadır. Ergin olmama durumu çok rahattır çünkü. Benim yerime düşünen bir kitabım, vicdanımın yerini tutan bir din adamım, perhizim ile ilgilenerek sağlığım için karar veren bir doktorum oldu mu, zahmete katlanmama hiç gerek kalmaz artık. Para harcayabildiğim sürece düşünüp düşünmemem de pek o kadar önemli değildir; bu sıkıcı ve yorucu işten başkaları beni kurtaracaktır çünkü. Başkalarının denetim ve yönetim işlerini lütfen üzerlerine almış bulunan gözeticiler [vasiler.] insanların çoğunun, bu arada bütün latif cinsin ergin olmaya doğru bir adım atmayı sıkıntılı ve hatta tehlikeli bulmaları için , gerekeni yapmaktan geri kalmazlar. Önlerine kattıkları hayvanlarını önce sersemleştirip aptallaştırdıktan sonra, bu sessiz yaratıkların kapatıldıkları yerden dışarıya çıkmalarını kesinlikle yasaklarlar; sonra da onlara, kendi kendilerine yürümeye kalkışırlarsa başlarına ne gibi tehlikelerin geleceğini bir bir gösterirler. Oysa onların kendi başlarına hareket etmelerinden doğabilecek böyle bir tehlike gerçekten büyük sayılmaz; çünkü bir kaç düşüşten sonra bunu göze alanlar sonunda yürümeyi öğreneceklerdir, ne var ki bu türden bir örnek insanı ürkütüverir ve bundan böyle de yeni denemelere kalkışmaktan alıkoyar.

İmanuel Kant bu yazısında ( Immanuel Kant, Felsefe Yazıları Türkçesi: Nejat Bozkurt, Remzi Yayınları ) aydınlanma kavramını böyle çok güzel özetlemiş.



Bazı büyük adamları anlamak için, başka büyük adamlardan destek almak gerekir. İbni Sina, kendi yazdığına göre Aristo'nun Metafizik (aslında İlk Felsefe) kitabını defalarca okumasına rağmen anlayamamış. Derken bir gün Buhara'nın kitap pazarına birisi, parasız kaldığını söyleyip (Buhara emirinin özel hekimliğini yapan İbni Sina'nın en zengin olduğu zamanlardır bu dönem), Farabi'nin kitabını ona zorla satmış. Satın almışken okuduğu bu kitap sayesinde, Aristo'nun metafiziğini anlayıp, kendi metafizik felsefesini geliştirmiş.

Ben de bu yazıma görsel olarak Kant'ın bir resmini koyuyorum. Zira ben, Atatürk'ün, neden cumhuriyet demek adam olmak demektir sözünü, Kant'ın yukarıdaki sözlerini yıllar sonra tekrar okuyunca anladım. Zira artık anladım ki adam olmak, yetişkin olmaktan, yetişkin olmakta artık kendi kararlarını kendin vermekten geçiyor.

Bunun içinde kendimiz, kendi kendimize baba olmak, kendimize bir baba aramaktan vaz geçmemiz gerekiyor. Sigmun Freund, insanlardaki tanrı arayışının, baba arayışı olduğunu söyler. Hristiyanların, Tanrı için, Göklerdeki Babamız demesi, İslam'da Allah'ın bir cinsiyeti olmadığı ısrarla vurgulanmasına rağmen,  çocukların Allah baba demesi, bunun doğruluğunun ispatı gibidir.

Pek çok makama babalık denmesi de, pek çok insanın sürekli bir baba otoritesi aradığının işaretidir. Papa ve patrik kelimeleri, doğrudan baba anlamına gelir. Hatta Türkçedeki baba kelimesinin de kökeni bu kelimedir. Azerbaycan ve Orta Asya-Sibirya Türkleri, ATA kelimesini kullanır. Mafya lider ve yöneticilerine doğrudan baba denir.

Atatürk, kendisine bu ön adı seçse de, hiç bir zaman kendisine ulusun babası demediği gibi, dedirtmemiştir de. Türk toplumunu hep olgun bir insan gibi tasvir etmiştir.

Oysa toplumumuz Süleyman Demirel gibi politikacılara, Müslüm Gürses, Erkin Koray gibi politikacılara, Hakkı Yeten gibi futbolculara ve pek çok şahsa baba unvanı vermiş ve vermekte. Benim anladığım kadarı ile, bir baba arayışında ve kendi kararlarının sorumluluğunu almak istememekte.



Bu sadece Türk toplumunun derdi değildir. Demokrasiye ulaşamayan ya da ulaşma yolunda pek çok ulusunda da derdidir. Bence Herakleitos'dan beri demokrasilerin her bunalım döneminde bir diktatör üretmesinin altında da bir baba arayışı vardır. Kendi arasında anlaşamayan halk, otoritesini kabul edeceği bir baba figürünü aramıştır. Tarih boyunca tüm tiranların ve diktatörlerin erkek olması da bunu göstermektedir. Toplumumuzun darbelere karşı direnmemesinin, yanlış politikalara rağmen,  aynı politikacılara oy verip durmasının da arkasında, Kant'ın dediği gibi bu yapay ergenlik vardır.

Babam anlatmıştı. Yıllar önce gurbette tek başına çalışıp, oda kirası ödeyip,  bir de para biriktirince arkadaşı ona, sen kendi kendine babalık yapmışsın demiş.

Toplum olarak kendi kendimize babalık yapmamız ve bizi yöneten politikacıları, yüksek bürokratları (general , vali vesaire) baba makamına koymamız, onlara yanlışlarını söylememiz ve yanlış politikalarının hesabını onlardan sormamız gerekir.

Adam olmamız için  önce kendimizi adamdan saymamız gerekir. Bunun içinde baba arayışını bırakmamız gerekir.


20 Kasım 2021 Cumartesi

GENÇLERE DİPLOMA PATLAMASI TUZAĞI



Daha önce pek çok kere yazdığım bir durumun tam adına, geçenlerde bir sosyoloji kitabında rastladım. Aslında sosyoloji öğrencileri için bir ders kitabıydı. Öğrencilere ön çalışma olarak bazı soruları çalışması isteniliyordu. Bu sorulardan biri de diploma patlamasını araştırmalarıydı. O sırada çeşitli şekillerde anlatmaya çalıştığım şeyi fark etmiştim.  Aslında fark ettiğim, diploma patlamasının aynı zamanda yaratıldığıydı.
Olay aslında Marksistlerin iki yüzyıla yakındır anlatmaya çalıştığı şeydi. Kapitalizmin işçiden çok işsize, Marks'ın deyimi ile yedek işçi ordusuna ihtiyacı vardır. Şimdi siz bunu sadece kol-beden emeği için sanıyorsunuz. Oysa emeğin her türlüsünün ucuzu makuldür; mühendisin, öğretmenin, sanatçının, doktorun ve hatta akademisyenin.
Sanayileşmenin başlangıcında çok az beyaz yakalı ve hatta teknik elemana ihtiyaç duyuluyordu. Neredeyse bin, hatta iki, üç bin işçi başına bir mühendis yetiyordu. Askeri dille söylersek, mühendis demek, general demekti. Şimdi ise yer yer yirmi-otuz işçi ya da teknisyene bir mühendis yetmiyor.
Sonuçta teknik eleman sayısını çoğaltmak gerekli. Bunun içinde sürekli yeni teknik liseler, meslek yüksek okulları ve üniversiteler kurulur.
Bu kadar çok okul, hele de üniversite elbette kaliteli olmaz. Zaten birincisi pek çok beyaz yakalının kaliteli olmasına gerek yoktur, onların temel görevi imza atmak ya da işçilerin-öğrencilerin başlarında durmaktır.
İkincisi de pek çoğunun görevi, asıl yetişmiş elemanların maaşını düşürmektir. Örnekleyecek olursam, İTÜ-ODTÜ mezununu mühendisler tercih edilecek olsa da, Isparta, Erzurum mezunlarını üretmenin temel amacı, mühendislik maaşını kıracak, yedek mühendis ordusunu kurmaktır.
Başka bir diploma patlaması üretme yolu da, ne idüğü belirsiz bölümler kurmak, geleceğin mesleği diye gençleri bu bölümlere yönlendirmek. Bu bölümler çoğu kez , genel bir mühendisliğin ya da temel bilimin yan alanıdır. Mimarlık yerine uzamsal tasarım, psikoloji yerine bilişsel bilimler bölümü açmak gibi eylemlerin amacı budur.
Bunun benzeri liselerde de yapılıyor. Örneğin özel sektörün açtığı havacılık ya da hava teknisyenliği meslek liseleri aslında bildiğiniz motor meslek liseleri. Motor mesleğin konularına, hava araçlarının motorları ile ilgili birkaç ders-atölye ekleniyor, o kadar.
Ülkemizde diploma patlaması oyunu en fazla  öğretmenlikte oynandı. ( https://onbinkitap.blogspot.com/2020/12/turkiyede-ogretmenligin-meslek-olmamasi.html ) Yetmişlerin sonunda (yetmişli yıllardaki tüm olumsuzlukları 8 aylık Ecevit azınlık hükumetine mal etmek, sağcıların adetidir) iki ay bile sürmeyen kurslarla lise mezunları öğretmen atandı. 1980 sonrasına kadar ilkokul mezunlarının, iki binlere kadar da okul öncesi (anasınıfı) öğretmenleri, 2010'lara kadar da beden eğitimi öğretmenlerinin çoğu fakülte (lisans) mezunu değildi. 1995-97 arasında yüz binden fazla, çoğu ziraat mühendisi ve neredeyse hepsi başka bölümlerden  sınıf öğretmeni atandı. 2005'e kadar bu atamalar devam etti. 2001-2002 yıllarında da İngilizce eğitim almış lisans mezunları (çoğu da o günlerde krizde olan bankacılık sektöründen, iktisat-işletme mezunları) İngilizce öğretmeni olarak atandı. Bu önüne geleni öğretmen yapma politikası, işsiz öğretmen sayısı iyice artana kadar devam etti. En son felsefe grubu öğretmenleri ve felsefe öğretmeni atanabilecek olanları (sosyoloji ve felsefe bölümü mezunları) da özel okullarda rehber öğretmen (okul rehberlik uzmanı: https://onbinkitap.blogspot.com/2021/01/rehber-ogretmen-degil-okul-rehberlik.html )olarak çalışma hakkı tanındı. Yetmedi,  ilk öğretim matematik diye dandik bölümler açıldı.
Bir de bu bölümleri geleceğin mesleği diye pazarlıyorlar. 1994'de üniversiteye başladığımda, sosyolojiye geleceğin mesleği, kendinizi yetiştirirseniz, iş bulma olanağınız kamu yönetiminden fazla diyorlardı. Felsefe öğretmenliğinde 24. yıldayım. Kademeli geçiş üçkağıdı ile EYT'li (Emeklilikte Yaşa Takılan) olmasaydım, önümüzdeki yıl emekliyim. Geçenlerde gene bir yazıda sosyoloji geleceğin mesleği yazısını okudum. Bu gelecek de bir türlü gelmiyor. Geçen sene de kamu yönetiminden mezun bir arkadaşı, metroda güvenlikçi olarak gördüm.
Uzun zamandır da üç beş günlük kurs ve belge ile diploma yapma dönemine girdik. İş güvenliği uzmanını, çevre güvenlik uzmanını ve patlayıcı madde  taşıma uzmanlığı, önce bir kaç günlük ya da haftalık kurslar, sonra da yılda bir ya da iki kere yapılan sınavlara indirgendi. (Bunu başka iş ya da meslekler için de yapıyor olabilirler, eksiğim olabilir) İş güvenliği uzmanlarını, çevre mühendislerini, kimyacıları ve kimya mühendislerini işsiz bırakma amaçlı bu eylemlerin sonuçları, kırk beş günde öğretmen yetiştirme ile aynı olaraktır.
Son olarak, bu diploma patlatma, hızlı bir beyin göçüne sebep oluyor ki, ben bunun da bilinçli olduğunu düşünmeye başladım. Zira bugün dünya nüfusu görünüşte artıyor olsa da, ciddi bir azalma sürecinde. ( https://onbinkitap.blogspot.com/2016/11/nufus-istatisliginincocuk-kaydiragi.html ) Dünyadaki ülkelerin üçte birinde nüfus azalıyor, yani bu ülkeler her ne kadar mülteci istemem deseler de, sonuçta istemem, yan cebime koy, diyorlar. Bu ülkelerde nüfus artışı ve refah ile beraber, üniversite eğitimi görmek isteyen genç sayısı da azalıyor. Çünkü  refah ülkesinde bir sınıf atlama çabası olmadığı için gençler eğitime sıcak bakmıyor. Bir itfaiyeci ya da maden işçisi, ağır ve tehlikeli işçi sayıldığından, doktordan fazla maaş alıyor. Bir garson ya da temizlikçi olsalar da arabalarını alıp, yazın tatile çıkabiliyorlar. Bu yüzden de üniversiteleri, railmail, Erasmus gibi projelerle üniversiteleri cazip hale getiriyorlar. Bu sefer de mühendislik ve tıp gibi bölümlere rağbet az oluyor. Çare de beyin göçü. Siz biliyor musunuz, tıp öğrencileri, daha birinci sınıfta Almanca kursu alıyor?
Ülkemiz adına bu diploma patlamasına karşı tedbir almalıyız. İlk tedbir, dandik üniversitelerin, dandik bölümlerini tercih etmemek olabilir. Başka fikirler de var ama yazı uzadı.


18 Kasım 2021 Perşembe

NEDEN ELEMAN BULAMIYORSUNUZ? ELEMAN ARANIRKEN YAPILAN HATALAR

     


Pek çok işverenden aynı şikayeti duyarız. Millet iş beğenmiyor, yetişmiş eleman bulamıyoruz, işsizlik yalan vs vs. Ben girişi çok uzatmadan, firmaların neden personel bulamadıklarını, kendi tespitlerimle bir sıralayayayım:

1)Düşük maaş + boş vaatler ve mesleğini yapacaksın avuntusu: Pek çok firma, yok sigortan olacak, yok tecrübe kazanacaksın masalıyla işsiz gençleri avutmak istiyor. Sayın işverenler, lütfen yıllarca okumuş insanlara kasiyerlik, barmenlik, kuryelik ve benzeri işlerde çalışarak alacağından daha yüksek maaş verin ve teklif edin.

2)Şirketin kötü şöhreti: Bazı firmaların personeline kötü davranma (düşük maaş- mobbing, boş vaatler) üzerine kötü şöhretleri vardır. Eleman bulamamak üzerine en çok şikayetçi olanlar da onlardır. Bu şirketlerin genelde her kademede, üçte bir oranında sabit personeli ve bir çok geçici personeli vardır. Bu firmaların sorunu sadece düşük ücret değildir. Ödemeler genelge gecikir,  aniden iş yerinde mesaiye kalmanız gerekir. Daha ucuza eleman bulduklarında, sizi aniden işten çıkarırlar, sonra o buldukları ucuz eleman kaçınca, sizi çağırırlar. Bu şirketlerde kariyer zaten yoktur, aile şirketidir ve önemli mevkiler, patronun ailesi tarafından işgal edilmektedir. Patronun ailesinden olmayan yöneticiler de, patronun metresinin yeğeni, baldızın okul arkadaşı falandır. Belli branşlarda ani eleman daralmalarında basına gidip ağlayanlar da, genelde bunlar olurlar. Bu firmaların kötü şöhretleri de, internet ortamlarında hızlı yayılıyor ve firma isim değiştirse bile değişmiyor.

3) Stajyer sömürüsü: 2.madde ile aynı gibi ama nu durum biraz farklı. Pek çok firma, para, hatta yemek bile vermeden, stajyer çalıştırma alışkanlığı kazanmış durumda. Hatta gazeteci, mühendis, öğretmen ve benzeri uzun süre eğitim isteyen işlerin elemanlarını böyle çalıştırmaktalar. Pek çok genç, bu sömürü yüzünden kağıt stajı tercih etmekte. Mutsuz stajyerler, o firmayı daha sonra tercih etmedikleri gibi, başkalarına da tercih ettirmiyor ve bu firmalar her zaman değilse bile, arada bir eleman sıkıntısı çekiyor.

4) Tecrübe takıntısı: Firmalar hem genç eleman istiyor, hem de tecrübe olsun istiyor, hem de düşük maaş veriyor. Tecrübesini gerçekten hak eden elemanlar çoğu kez ya kendi işini kuruyor ya da tekrar bir şekilde iş buluyor. Ayrıca tecrübe öyle kazanılmıyor, genç yaşta da te crübeli olunmuyor. Biraz eleman yetiştirmeyi deneyin.

5)Belirsiz  iş tanımı  ve angaryalar: İş ilanlarında, işsizliğin yoğun olmasının verdiği cesaretle, hem iş tanımı genişletiyor, hem de mühendis gibi elemanlardan, çay servisi gibi işler bekliyor. Bu tür ilanlara, gerçekten kaliteli eleman gelmez, gelse de ilk fırsatta kaçar. (Bu kaçmayı da anlatacağım)

6)Çok fazla özellik talep etmek. Özellikle bilgisayar programları ve yabancı dil konusunda çok fazla beklentiye girmek ve bunu iş ilanlarına yansıtmak ta, ayrı bir garabet.

7)Tercihen ne?: İş ilanlarına tercihen deyip, ilanı destan gibi uzatırsanız, pek çok kalifiye eleman ilanı okumaz bile.

8)İş fırsatları ve kaçan elemanlar: 5. maddede yazmayı vaat ettiğim konu. Diyelim ki bu zırva iş ilanınıza bir sürü işsiz geldi, siz de üç kişilik işi bir kişiye yıktınız ve ucuz işçilikten de memnunsunuz. Lakin herkesin arkadaşı-dostu var, yoksa da bir şekilde ediniyor ve mutsuz personel iş aramaya devam ediyor. Devlette ara ara kitle halinde personel alıyor ya da belediyelerin kadroları genişliyor. Bütün bunlar olmasa bile, işsiz kişi, başka bir iş bulup, düşük maaşlı kölelikten kaçıyor. Bu iş fırsatı bazen yurt dışında oluyor. İşveren de, acele bekleyen siparişlerle beraber, bir başına kalıyor.

9)Diğer bir husus da, aç it, ambar deler durumu: Düşük, hele de aşırı düşük maaşlı eleman, bir de mültexi falan olduğunda suça meyilli olup, paranız bir yana canınızı da alabilir.

Sayın işverenler. Emek değerli bir varlıktır, yüksek işsizlik sizi yanıltmasın.

16 Kasım 2021 Salı

DİNSİZLİK TÜRLERİ 13: METAFİZİK ŞANTAJIN TUTMAMASI

    


 Başlığı okur okumaz ne demek istediğimi anlamış olmalısınız. Evet, büyük ölçüde cehennem korkusu ve cennet arzusundan bahsediyorum. Pek çok dindara göre bu korku ve vaat olmazsa, insan ahlaklı olmaz. Oysa Japonlar, Yahudiler ve pek çok dinde cehennem ya da cennet kavramları yoktur. Özellikle Japonya, her ne kadar Yakuza denen mafya grupları ile anılsa da, suç oranları ve yolsuzluk oranları inanılmaz (en azından Müslüman ülkelerle kıyaslandığında inanılmaz) düşüktür.

Din eğitimi büyük bir oranda, bu korkuyu insanların içine işleme işidir.  Bu ilk çağ Yunan dinlerinde de vardır ve Herakleitos gibi ilk çağ Yunan filozofları bile bundan şikayet eder. Adıyaman, Nemrut dağındaki (Türkiye'de bir kaç tane Nemrut dağı var. En meşhuru Adıyaman'da olan, en yükseği Bitlis'te olan. ) meşhur harabeler, aslında yarım kalmış bir inşaattır. Komagene kralı Anticios  Theos, buraya devasa bir tapınak ve kendi mezarının yapılmasını, arkasından da iki ayda bir dini tören yapılmasını, aksi halde hem Yunan, hem de Pers (İran) tanrılarının onları rahat bırakmayacağını söylemiş. Gene de tesis büyük ölçüde yarım bırakılmış.

Bu metafizik şantaj, kişiye her an kurtulma imkanı ile beraber verilir. Sefih ve dinsizce bir hayatınız mı var, son anda imana gelebilirsiniz. Savaşta şehit olup, tüm günahlardan kurtulabilirsiniz. Yedi Alevi komşunuzu öldürüp, cennete gitmek ya da şeyhinizin inşaatından bedava çalışıp, dini yapı inşaat ve vakıflarına para yatırarak da pek çok günahtan kurtulabilirsiniz.

Metafizik şantaj, sadece cehennem korkusu ya da cennette kavuşamama kabusu değildir. Dini kitabı kirli iken (abdestsiz, adet görmüşken vesaire) kullanmak, dini alana alkolle girmek, ayakkabıyla girmek ve bunların sonucu çarpılmak (felç geçirmek, sakat kalmak), şanssızlığa veya kazaya uğramak gibi şeyleri de içerir.

İslamin metafizik şantajı, cin denen ne olduğu belirsiz varlıkları da içerir. ( http://onbinkitap.blogspot.com/2019/03/cin-hurafesi-sinemasina-karsi.html ) Kırsal kesimde, psikiyatrik sorunlar, özellikle de kadınların histerik krizleri hep cinlere bağlanır. Din adamları cin öyküsü anlatmayı veya uydurmayı pek sever.

Artık bu metafizik şantajların tutmamasının iki ana sebebi var. Birincisi artık insanların bilgiye daha kolay ulaşabilmesi ve Nişaburlu Kadınlar kadar kendisine dine verenlerin azalması.

Asıl etkili olan ikincisidir, din adamlarının anlattıkları şeylere kendisinin de uymaması, imamın yaptığının değil de, dediğinin yapılması gerekliliği.



Hani anlatırlar ya,  Araplarda bizdeki gibi Kuran'a saygı yok, Kuran'ın popolarını altlarına koyabiliyorlar falan. İşte o Türkiye'deki tarikat ve dinci güruhta da var. Ben bunu ilk defa, 28 Şubat döneminin tam ortasında (bu dönem 1997-2002 arasında 5 sene sürdü. Oysa Orgeneral Çevik Bir, bin sene sürecek demişti), imam hatip lisesinde çalıştığım zaman gördüm. Koca lisede otuz küsur öğrenci, on küsur da öğretmen kalmıştık. Binanın boş odalarına, başka kurumlar işgal etmesin diye isim uydurulmuştu (zümre başkanı odası, zümre başkanı görüşme odası vs). Kuran odasında Kuran-ı Kerimler, sağa-sola atılmış, bir kişi de üşenip, toplamamıştı.


Son yirmi yılda da Kabe-Kuran şeklinde pastalar, Bakara-Makara sallıyoruz diye kapalı kapalı kapılar ardından kendi kullandıkları dinle dalga geçmelere şahit olmadık mı?

Bir de deriz ya, hiç lüks siteden, villadan şehit cenazesi çıkıyor mu diye? Peki ülkemizde o kadar tarikat var, hangi tarikat tekkesinden şehit cenazesi çıkıyor? Hadi onu geçtim, o gösterişli şeyhlerin, gavsların hangisi şehit cenazesine katılmış? Hatta daha ileri gideyim, hangi dini alim-evliya şehadet şerbetini içmiş (Ben bir tek İbrahim Ethem'i biliyorum, diğerlerini de bilen varsa, yanlışımı düzeltsin.). 

Modern şeyhlerden hiç biri de şehit olmadı. Said-i Nursi, Fethullah Gülen, Ali Haydar Pilavoğlu, Süleyman Hilmi Tunahan, Seyit Ahmet Arvasi, Süleyman Hilmi Işık, Şeyh Nazım Kıbrısi,  İskender Evrenosoğlu ve daha niceleri. Bu saydıklarımdan Fethullah Gülen, Amerika'da keyfi yerinde. Kıbrısi'nin oğlu'da şu anda Amerika'da,  Evrenosoğlu'da Amerika'da öldü.

15 Temmuz'un hemen ertesiydi. Bir televizyon programında, darbeye katılan askerlerin kariyerleri anlatılıyordu. Hemen hemen hiç bir Fırat nehrinin doğusuna gitmemiş, gitse de hudut karakolunda kalmamışlardı. Gene hemen hepsi, batı da başlamış, iyice rütbe aldıktan sonra doğuya gitmişti. İki yıllık anılarını yazan ve bu anılarla parti kuran emekli tümgeneral Osman Pamukoğlu'da, general olana kadar doğuya gitmeyenlerdendi.

Meşhur Tapınak Şövalyelerinin en fazla %5'i ve belki de daha azı Haçlı Seferlerine doğrudan katılmıştı. Aslında tarikat, Kudüs önlerinde savaşanların adını kullanarak çiftlikler işletti, bankacılık yaptı (hatta modern para havalesini icat etti), ticaret yaptı ve muhteşem bir servet edindi. Haçlı seferlerindeki yağmadan da pay almıştı belki ama asıl servetini Fransa'yı merkez alarak, Avrupa içinde ticaret ile yaptı. Bu servetten pay isteyen Fransa kralı, 9. haçlı seferini yapacağını bahane ederek,  bu servetten pay istedi. Alamayınca da tarikatı tarumar etti. Tarikatın gemileri baskından önce ortadan kaybolunca, efsanesi bugünlere geldi.

Acı gerçek şu ki, şehitliğin cennet makamı gerçek olsa, fakirlerin askerlik yapması yasaklanırdı. Askerlik, yoksul aile çocuklarının sınıf atlaması onlara sunulmuş en kısa yoldur, o kadar.

Faiz yasağını  Diyanetin kendisinin de takmaması, kiracılarına bu korona krizinde gecikme faiz almasına ne diyeceksiniz? Faizsiz finans denen aldatmacaya da kim inanıyor ki? İsrail'de Yahudilerin cumartesi günleri dükkânlarını 1 günlüğüne Müslümanlara satıp, maaşlı işçi olmaları gibi bir şey bu faizsiz finans işi. Bu katılım bankalarının kar payı,  genel bankalar ortalamasına pek düşmez.

Bizi cehennemle, çarpılmakla korkutmak isteyenler, önce kendileri bunlardan korktuklarını göstermelidir.

11 Kasım 2021 Perşembe

VURGUNCULUK ZİHNİYETİ SORUNUMUZ

 


Yirmi yıldan uzun süre önceydi ve öğretmenliğimin ilk yıllarıydı. Çalıştığım ve kendisinden başka her yere uzak, harbiden de dağ başı ilçemizde polis teşkilatı kurulacaktı. Bu ilçe, sokağa çıkma yasaklı nüfus sayımlarında ölüyü-diriye ekleyerek beş bin görünen ama söylenenlere göre bin iki yüz olmayan, tek köyü olan,  şu günlerde de vikipedya'ya göre nüfusu iki binin biraz altında bir ilçedir. İlçedeki evlerin yarıdan fazlası da, yazlık, hatta yılda en fazla yirmi günlüğüne kullanılan gurbetçi evleriydi o zamanlar. İlçeye polis teşkilatını kurmaya yedi (rakamla 7) polis atandı.

Ardından da ilçe halkı,  ev kiralarına fahiş zam yaptı, polisler çok maaş alıyor, biraz da bize versin diye düşünerek. Lakin ilçe halkının bu hevesi, kursağında kaldı. Aynı yıllarda devler, en küçük ilçelerde bile, başta jandarma olmak üzere, askeri için bolca lojman yapmıştı. Bu lojmanlar fazlası ile büyük yapıldığı için,  içlerinde bolca boş daire bulunuyordu. (En azından o zamanlar için, aradan zaman geçti.)Jandarma komutanı da, ilçe lojmanını polislere açarak, açgözlü ilçe halkının avcunun yalamasını sağladı.

Sonra bu durumun hemen her ilçede olduğunu ve bu yeni polis teşkilatı kurulan ilçelerde yaşandığını öğrendim. Hemen hepsinde de bu kira krizi, askeri lojmanların, polislere açılması ile çözülmüştü. (Tabi o zamanlar, aradan yirmi yıldan fazla zaman geçti.) Bir il veya ilçeye, meslek yüksek okulu, fakülte veya herhangi bir kamu kurumu (özellikle askeri birlikler) açıldığında, ev sahipleri anında kiraya zam yapıyordu.

Yıllar geçtikçe halkımızın bu vurgunculuk merakının genel bir alışkanlık olduğunu öğrendim ve pek çok kişi de bunu biliyordu artık. Mesela Yılmaz Erdoğan'ın bir zamanlar ünlü olan şiirinde dediği gibi,  sadece bilmek zorunda kalanların bildiği yol üstü lokantaları ya da konaklama tesislerini ele alalım. Bu tesisler hep çok pahalıdır ve oralardaki yemekleri pek yiyen olmaz, hele kısa mesafeyse. altı-yedi saatlik bir yolculuksa, bir şey yiyip, içmemeye çalışır. Oysa belki de uygun fiyatlı olsalar, daha çok para kazanacaklar.  Hayır, hayır, bu olamaz. Türk esnaf zihniyetine göre sizden alışverişe muhtaç insanları iyice kazıklamanız gerekir, gelenek böyledir.

Öyle ki bir taşra şehir ya da kasabasına gittiğimde, burası turistlik bir yer bile olsa, yerel esnafla alış-veriş yapmama alışkanlığı kazandım ve benim gibi çok insanın da bu alışkanlığı kazandığını fark ettim. Ülkede seyahat eden hemen her insanın,  gittiği taşta şehrinde kazıklanma anısı vardı. Bu yüzden öncelikle, artık her yerde yaygınlaşan zincir marketlerden alış-verişi tercih etmekteydi.

Anladığım kadarı ile Türk halkı, köyüne-kasabasına bir gelen, bir daha gelmesin istiyor ve özellikle esnafı bunun için çalışıyor. Birisinin neden kazıkladıklarını sorduğunuzda, nasıl olsa bir daha gelemeyecek, diyor.

Bu vurgunculuk zihniyeti sadece politikacılarda ya da esnafta yok. Bir ara vurgunculuğa, hortumculuk deniliyordu. Rahmetli, Üstün Dökmen'de, ülkemizde sadece büyük hortumcular yok, küçük pipetçiler de var demişti. Mesela bir ara okul bahçelerinin, spor salonlarının kiralanıp, okullara gelir ediniliyordu. Sonra okul müdürlüklerinden çok fazla yolsuzluk haberleri gelince bu uygulama büyük ölçüde kalktı.

Bu vurgunculuk zihniyeti, her şeyimize  zarar veriyor. Geleceğimize, halkamıza, doğamıza ve her şeye. Definecilik ve inşaatçılıkta bu vurgunculuk zihniyetinin ürünleri. Altın ya da değerli tarihi eser bulayım da, zengin olayım diye tarihi ören yerleri, kaleler ve bir zamanlar gayrimüslimlere ait ne kadar yer varsa, köstebek yuvasına çevrilmiş durumda. Memleketimin çiftçileri tarımla değil, imara açılma ve kat çıkılması ile, tek inşaatla zengin olma derdinde.

Bu vurgunculuk, kısa süreli zengin olma merakı, sadece para anlamında da yok. Ülkemizde erkekler, zorda kalan kadınlardan faydalanmaya da pek hevesli. Bunu da not düşmeli.

Vurgunculuk merakı, dolandırılmaların da sebebi. Meşhur, hatta efsanevi dolandırıcı Sülün Osman'ın, çok bilinen lafı var ya, ben sadece beni dolandırmak isteyenleri dolandırdım, hah, işte o sorun hemen her büyük çaplı dolandırılma vakasında vardır. Mağdurlar, çoğu kez çok para kazanma hedefi ile tüm paralarını kaybederler.

Mesela hastasına para lazım olan birinin altın bileziklerini ucuza almaya çalışırlar ya da benzeri şekilde bir şeyleri ucuza kapmaya çalışır. Ponzi denen organizasyonlara girenlerin çoğunun da hedefi, parasını son anda çekmektir. Bunu da çoğu kez yapamazsınız.

Bu vurgunculuk zihniyeti, tüm toplumumuza, belli ölçülerde sinmiş ve konaklama tesisleri misali pek çok alanda genel kural olmuş. Bunun sonucu sadece tüketiciye güvensizlik değil, yöre halkına da güvensizlik.

İnsanımız sanıyor ki, bir şehirdeki üniversite, lise, askeri birlik veya turistlik tesis, ören yerinin en büyük kazancı, gelen-gidenin harcamalarıdır. Oysa asıl servet, zorunlu ya da bilinçli olarak orayı tercih edenlerin, o bölgeyi sevmesi, o bölgeden mutlu ayrılmasıdır. Sonra oraya geri dönmek istemesi, orayı anılarında, ürettiği sanat eserlerinde anlatması, oraya yatırımlarını yapmasıdır.

Yaşadığım şehir Ankara'nın, komşusu olan iki büyük şehir ile örnek vereyim. Ankara'nın komşusu iller arasında ikisi büyükşehir'dir. Bunlardan Eskişehir'e ait herhangi bir reklama rastlayamazsınız. Gene de Eskişehir'e düzenli turlar yapılır. Şehrin reklamını en iyi, üniversiteyi Eskişehir'de okuyanlar yapar.  Oysa güney komşumuz Konya'nın bilim merkezi ve yapay (yok bir de doğal olsaydı) kelebek bahçesi ve bir çok şeyinin reklamı, Ankara'mızda bol bol görüldüğü halde, Konya'ya o kadar çok günübirlik gezi yoktur. Üstelik Konya, Anadolu Selçuklu başkenti olduğu ve Mevlana'nın şehri olduğu halde daha muhteşem bir tarihi vardır ve üniversitesi de Eskişehir'den eskidir. Lakin Selçuk üniversitesi mezunları Konya ile ilgili iyi şeyler anlatmaz.

Benzer şekilde ülkemiz de bir kere gelen turistlerin, çoğu kez bir daha gelmemesi sorunu yaşıyoruz. İnşşat vurgunu sebebi ile verimsizleşen topraklarımızın acısını yaşıyoruz. Bu vurgunculuk zihniyetinden ülkece sıyrılmamız lazım.


7 Kasım 2021 Pazar

DİNSİZLİK SOSYOLOJİSİ

 


Bir sosyolog olarak ne üniversitemi ne de aldığım eğitimi övecek değilim. Kendi aramıza yüksek lise derdik. Fi tarihinden kalma kitapları ders kitapları olarak kullandığımız gibi,  Isparta, Süleyman Demirel Üniversitesinin, Fen Edebiyat Fakültesinin, Sosyoloji bölümünün ilk mezunları olarak, ders kitaplarımızı alt sınıflara veriyorduk.  En küflenmişi de sosyal psikoloji dersinde okuduğumuz, izini bugünlerde nadirkita.com'da bile bulamadığım bir kitaptı. Davranışçı akıma ait, tamamen çürümüş fikirlerle doluyudu ve biz bu kitabın fotokopisini okuyorduk. Kitabın fotokopisini bizden önce  Malatya, İsmet İnönü üniversitesinin Sosyoloji bölümündeki öğrencilere okutmuştu. Çünkü bölümün kurucusu ve başkanı Metin Özkul ( O zamanlar yardımcı doçentti, biz 3. sınıftayken doçent oldu, sonra profesör  oldu ), Isparta'ya, sosyoloji bölümünü kurmaya gelmeden evvel, orada çalışıyordu.

Gene bölüm başkanımızın doktora tez hocası olması sebebi ile emekli profesör Amiran Kurtkan Bilgiseven'in, dört tane kitabını ders kitabı diye okuduk ki, asıl küflenmiş kitaplar bunlardı. Bu kitapların en nefret edilen özelliği, absürt ve ağdalı Osmanlıcasıydı. Bahse girerim bazı cümleleri Nedim, Baki, Fuzuli falan da anlayamazdı. Yıllar önce liseler için yazdığı bir ders kitabı, bu saçma Osmanlıcası yüzünden karikatürcülere alay konusu olmuştu. Bilgiseven tam bir 12 Eylül akademisyeniydi, hatta 12 Eylül'den çok önce 12 Eylülcüydü. Tasavvuf'u, Türk-İslamcılığı ve laikliği harmanlayan, bunları yaparken de Atatürk'ün adını anmayıp, zırva ötesi zorlama Osmanlıcası ile, sosyolog Kenan Evren'di.

Ben sosyolojisi, özellikle mezun olduktan sonra, diğer sosyoloji kitaplarından öğrendim. Meğer biz dört senede sosyolojinin tozunu bile öğrenememişiz.

Gene de sonuç olarak olaylara ve olgulara sosyolojik olarak bakmayı alışkanlık haline getirmem, kötü de olsa, sosyoloji eğitimin sayesinde oldu.

Kendi dinsizleşme sürecimde, etrafımdaki (bu etrafa internette tanıştığım-görüştüğüm insanlar da dahildi) insanları da dini inancını terk ettiklerinde aynı dünya görüşünde olmadıklarını fark ettim. Bu ayrımı deizm, ateizm, agnotisizm diye ayırmaktansa,  insanları din dünyasından ayıran toplumsal -kişisel (psikolojik) travmalara göre sınıflandırdım. Bunun sonucu olarak da şu ana kadar on bir çeşit dinsizlik sınıflandırmışım. Bunlar:

1)dinsizlik ve zekat : https://onbinkitap.blogspot.com/2019/07/dinsizlik-turleri-1-marksizm-ve-zekat.html

2)Azınlık dinsizliği: https://onbinkitap.blogspot.com/2019/07/dinsizlik-turleri-2-azinlik-dinsizligi.html

3)Faşizan-şoven  dinsizlik: https://onbinkitap.blogspot.com/2019/08/dinsizlik-turleri-3-soven-dinsizlik-2.html

4) Ergen dinsizliği : https://onbinkitap.blogspot.com/2019/08/dinsizlik-turleri-4-ergen-dinsizligi.html

5) Feminist dinsizlik: https://onbinkitap.blogspot.com/2019/09/dinsizlik-turleri-4-feminist-dinsizlik.html

6)Homoseksüel dinsizliği: https://onbinkitap.blogspot.com/2019/09/dinsizlik-turleri-5-homoseksuel.html

7) Yetişkin dinsizliği: https://onbinkitap.blogspot.com/2020/04/dinsizlik-turleri-6-yetiskin-dinsizligi.html

8) Kutuplaşma dinsizliği: https://onbinkitap.blogspot.com/2020/05/dinsizlik-turleri-7-kutuplasma-sonrasi.html

9)Dinin somut iktidarı: https://onbinkitap.blogspot.com/2020/05/dinsizlik-turleri-8-dinin-somut-siyasi.html

10) Dinsiz bırakan din eğitimi: https://onbinkitap.blogspot.com/2020/11/dinsiz-birakan-din-egitimimiz-dinsizlik.html

11) Duyar kasma-suçluluk yüklemesi dinsizliği: https://onbinkitap.blogspot.com/2020/12/sucluluk-yuklemesi-ya-da-duyar-kasma.html

Bunlardan blogda yazarken dikkat etmediğim için 4. lüğü feminizm ile ergenlik paylaşmış. Belki buraya yeni dinsel travma türleri yazarım. Blogumun çok fazla okuru yok. Bazı günler ilgi patlaması yapsa da,  sosyal medya hesaplarımdan paylaşım yaparsam 30, yapmazsam (özellikle pansiyon nöbeti yüzünden hiç girmezsem, 5-10 civarı tıklanma alıyor. Dinin somut siyasi iktidarı ise ilginçtir, yazıldığı günden beri her gün 1-2 tıklanma alıyor. Demek ki en büyük travma bu. Zira evlilik aşkı, iktidar da ideolojiyi öldürür. ( 

https://onbinkitap.blogspot.com/2020/04/evlilik-aski-iktidar-da-ideoojiyi.html)  Öte yandan faşizan dinsizlik de bayağı okunuyor. Bunun da sebebi, mevcut iktidarın, her ne kadar Türk milliyetçiliğinin  bayraktarlığını yapan parti ile koalisyon içinde de olsa da yıllardır Türk kelimesini ağzına almamaya çalışıyor. Kaldı Azerbaycan'ın ve Kerkük Türkmenlerinin bir kısmının Şiiliği, doksanlardan beri Türkçülük ideolojisinde sıkıntı oluşturmakta.

Oysa bu günlerde Atsızcıların iddialarının aksine, Türk ırkçılığı ile siyasal İslam'ın arası her zaman iyi olmuştur. Anılarını oluşturan Türkçülüğe Karşı Haçlı Seferleri adlı kitabı ilk önce, Necip Fazıl Kısakürek ve arkadaşlarının çıkardığı meşhur Büyük Doğu dergisinde ( Doksanların terör örgütü İBDA-C; İslam'ın Büyük Doğu Akıncıları 'na isim babalığı yapan dergi) tefrika olarak yayımlamıştı. Atsız'da, Deli Kurt romanı başta olmak olmak üzere eserlerinde Alevi düşmanlığı yapmış, Niğdeli Kadı Ahmet Divanındaki yalanları kullanarak, Aleviler hakkındaki hakaretleri yaymıştır. 

Bununla ilgili yazım şu: https://onbinkitap.blogspot.com/2017/06/huseyin-nihal-atsizve-eserlerine.html

Oysa kendisi de Profesör Fuat Köprülü'nün asistanı olarak,  onun ortaya attığı, Alevilik ile İslam öncesi Türk inanışı arasındaki tezi biliyordu muhtemelen (Bence de öyle. Peki neden öyleyse Alevilerin üçte biri Kürt ve bir kısmı da Arap, Roman vesaire diye soracak olursanız, Alevilik de her din gibi başka milletlerin arasında yayılmıştır.) . Kaldı ki yukarıda linkini attığım yazıda da anlattığım gibi Atsız'ın kendisi de Müslüman değildi.

Atsız, milliyetçiden çok faşistti. Kırım Tatarları, Nazilere karşı Yahudi komşularını kurtarmak için çırpınırken, hayatlarını tehlikeye atarken ( https://onbinkitap.blogspot.com/2020/08/kahraman-turk-kadini-saide.html ),  Atsız, çıfıt (Yahudi) ve Rus öldürdüğü için Hitler'de dua ediyordu. (Türkçülüğe Karşı Haçlı Seferleri adlı anılarından). Atsız, Türkçülüğün tamamen yerli bir ideoloji olduğunu iddia ediyordu ama Yahudi düşmanlığını da, saç sitili gibi Hitlerden almıştır. Türk ya da İslam tarihinde özel bir Yahudi düşmanlığı ya da Yahudilere yönelik komplo teorilerini, Atsız'a kadar göremezsiniz. Yahudiler, altı yüz yıllık Osmanlı ve iki yüz yıllık Selçuklu tarihinde ve tüm Türk tarihi boyunca Türklere karşı isyan etmemiş tek topluluktur.

Atsız'da bir faşist olarak, toplumun çoğunluğu tarafından nefret edilen Alevi toplumuna kinin kusması normaldir. İnternette bazı Atsızcı kanallar, Ali Balseven cinayetinin ardındaki tepkileri ile, onu dincilerden uzak ve mezhepsel kamplaşmaya karşı biri gibi göstermeye çalışsa da, Balseven cinayeti sırasında artık çok geçtir.

Ben MHP'nin Alevilere yönelik saldırılarının yetmişlerde ya da en fazla 1968'de başladığını falan zannediyordum. Orhan Gazi Ayhan'ın Maraş Katliamı kitabından, bunun çok daha önce, Alparslan Türkeş MHP'ye üye olmadan, daha 27 Mayıs'ın cunta grubunu Milli Birlik Komitesinden kovulan 14'lerden biri olarak Delhi'de, Hindistan büyükelçisi olarak sürgünde iken ve MHP henüz CKMP iken, başkanı da Osman Bölükbaşı iken başladığını öğrendim. Hatta Ertekin bu süreci 1940'lara kadar götürüyor.

Gerçi Ertekin, katliamda CHP'yi de bolca eleştirip, merkez sağ diye ağza sakız olan Demokrat parti ve Süleyman Demirel'den hiç bahsetmiyor. Oysa o dönemde şehrin belediyesi Adalet partiliydi ve katliamda geriye Demirel'in bana sağcılar cinayet işliyor dedirtemezsiniz sözlerinin de kaldığını yazmıyor. O dönemde sağın ana ideoloji gazetesi Tercüman'ın, KIRAT SAHİP BEĞENMEDİ manşetinden de bahsetmiyor. Bu yüzden kendisinin yetmez ama evetçi olduğunu öğrenince hiç şaşırmadım. Herhangi bir yetmez ama evetçinin masum duygularla 2010 referandumunu desteklediğine asla inanmayın, o da ayrı konu. Bir de merkez sağ diye bir şey yoktur, sağ, sağdır.

Öte yandan buraya kadar anladığım kadarı ile din, artık milliyetçiliğe de ilaç olamıyor. Bu konuda daha uzun yazılabilir.

Sadede geleyim, din bu çağda artık sağcı-kapitalist de olsa insanların ihtiyacını karşılamıyor ve bu karşılamama artık kitlesel bir şey olmuş durumda.

Din adamları ve din eksenli düşünen politikacıların çözümü ise, eski usul daha fazla ve daha erken din dersleri ile dindarlığı arttırmak. Hatta Alevi-Sünni; Sağ-sol gerginliğini arttırarak toplumu dindarlaştırmak çabasında devlet. Meşhut Kabataş yalanının hedefi, Maraş katliamını tüm ulusal çapta yapma çabasındaydı. İsmet Berkan dahil bu yalanı yayan hiç bir kişi masum değildir.

Neden seksen öncesi Maraş, Çorum, hatta Aydın, Isparta gibi yerlerde olan yalan haber provakastonu 2013'de, üstelikte soldan RADİKAL bir destek almasına rağmen tutmamıştır? 1993 Sivas'ında olanlar, neden 2013'de olmamıştır? 

Pek çok şey sayılabilir, halk daha bilgili, sosyal medya var vesaire, vesaire..

Öte yandan bence bu olay, gençlerde dini duygularda kırılmanın çok daha geriye gittiğini göstermektedir. Bu kırılma iki yönlüdür, Gezici-Çapulcu sol kesim ile, iktidar yanlısı sağ kesimde de din, artık eskisi kadar güçlü değildir.

Bu açıdan din sosyolojisi kadar dinsizlik sosyolojisi de gereklidir.

İnsanlar neden dinden uzaklaşıyor, bu uzaklaşma neden bazı zamanlarda kitlesel oluyor, anlamaya çalışmak gereklidir. Din sosyolojisi artık yeterli değildir. En azından ülkemizdeki din sosyolojisi diyelim. Zira din sosyolojisinin klasik yöntemleri, özellikle monografi ve alan sosyolojisi yöntemleri, bu dinden kaçışı açıklamıyor.

Diyanet işleri en nihayetinde meşhur Z kuşağı üzerine araştırma yapmış. Deizm  ve ateizm oranını %8 gibi az bulup, konuyu kapatmış.

Birincisi, şu din merkezli siyaset, eğitimin neredeyse tamamen dine bağlandığı ve televizyonların din adamları ile dolu olduğu şu ortamda %8'de dehşet verici bir rakamdır. İkincisi ise gene bu ortam nedeni ile genç insanların anketlere doğru söylediği ya da diyanetin propaganda için anket değerleri ile oynayıp, oynamadığı şüphelidir. Nedense internette bir şekilde tanıştığım ya da konuştuğum gençlerin çoğu dinsiz çıkıyor.

Üçüncüsü ise diyanet, dinsizliği sadece deizm-ateizm diye ayırmış, insanları dinden uzaklaştıran etmenleri araştırmamıştır. Ülkemizdeki ateistlerin hepsi, eskiden olduğu gibi komünist-sosyalist değildir. Bazıları gayet ırkçı-Turancı kişilerdir. Geçmişte sosyal demokrat ya da Atatürkçüler arasında bile deist-ateist zor görülürdü.

Ateist, deizm bu kadar kitleselleşmesi bir yana, dini duygularını terk etmiş bu insanları daha etkin olması da, dinsizliğin yayılmakta olduğunun göstergesidir.

Şimdi youtube, Turan Dursun'larla dolu. Bu kişiler,  dinsizlik peygamberliği yaparak bolca reklam geliri kazanmak bir yana,  takipçilerinden ciddi anlamda bağış ta almakta.

Sonuçta dinsizlik ve metafiziği terk etmek artık toplumsal bir sorundur ve klasik din sosyolojisinin dinsizliğe bakışı, bu olguyu açıklamaktan uzaktır.

Din felsefesi ise, olayı ateizm-deizm-agnostisizm kavramlarına sıkıştırmakta, insanların dinden uzaklaştıran toplumsal sorunları incelemelidir.

Benim saha araştırması yapacak imkanlarım, vaktim ve donanımım yok. Gene de çevremdeki insanları kabaca gözleyerek bazı teoriler oluşturdum. Belki çok yetersizdi ama bir yerden de başlanmalıydı.

25 Ekim 2021 Pazartesi

90'LAR POP MÜZİĞİNİN GİZLİ TARİHİ



Doksanlar pop müziği ile ilgili olarak pek çok kişi konuştu belki ama dinleyicileri konuşmadı. Gençler, benim yaş 47 ve gelin şu amcanız size 90'lar popunun ya da aslında 90'lar müziğinin ne olduğu, hatırladığı kadarı ile ve anıları ile anlatsın.

En başta söylemeyim ki, doksanlar müziği hep pop ile anılsa da, sadece pop değildi. Özgün müziğin de çağıydı. Ahmet Kaya, Grup Yorum ve Grup Kızılırmak gibi özgün sanatçı ve grupların, çıkış yaptıkları ya da çok sattığı bir dönemdi. Türk Sanat Müziğinin de ikinci altın çağıydı. Coşkun Sabah'ın 1990 tarihi Beni Unutma-Aşığım Sana albümü, Türkiye'de,  fiziksel nesne olarak (plak-kaset-cd vs) en çok satan albüm oldu. Muazzez Ersoy, doksanların çok satan Türk Sanat Müziği sanatçılarından sadece birisiydi. Arabesk müziğin de zirvesiydi. Müslüm Gürses bile, altı ayda bir albüm-kaset yapıyordu. Haluk Levent başta olmak üzere, rak müziğin pek çok önemli şarkıcısı-grubu da doksanlarda çıkış yaptı.

Gene de doksanlar müziği denilince akla gelen ana tema pop müziktir. Seksenler, daha çok da polis radyosunun sayesinde arabesk müziğin yıllarıydı. Özel televizyonların ve radyoların açılması  ile, pop müzik yaygınlaşmaya başladı. 1990'da, ilk özel televizyon kanalı, anayasaya aykırı olmasına rağmen ( 12 Eylül anayasası ile radyo ve televizyon yayımı yapmak, kamu kuruluşlarının tekelindeydi.  1993 Ağustosta değişti bu durum), Uzan ailesinin, dönemin cumhurbaşkanı Turgut Özal'ın oğlu, Ahmet Özal ile ortak olarak, uydudan yaptığı yayımlar ile başladı. Sonra özel kanallar arka arkaya açılmaya başladı, hem radyo, hem de televizyon olarak. 

Ben pop patlamasını doğrudan özel kanallara bağlamayı yanlış buluyorum. Doksanlar popunun patlama noktası olan, Aşkın Nur Yengi'nin ilk albümü 1990'da patlama yaptığında, özel radyo ve televizyonlar henüz o kadar da etkin değildi.

Doğrusu TRT'nin kendine özgü, tuhaf bir müzik anlayışı ve ona göre müzisyenleri vardı. Bu yüzden de genç müzisyenler kolay kolay kendilerini halka duyuramaz, yeni yetenekler de kolay kolay ünlü olamazdı. Ben, seksenler boyunca Mazhar-Fuat-Özkan grubu haricinde ünlü olmuş, sonra da bu şöhretini doksanlar boyunca korumuş birilerini hatırlamıyorum. İşin doğrusu Eurovision'da Türkiye'yi temsil eden ya da TRT'nin canlı yayımladığı Kuşadası, Altın Güvercin Şarkı yarışmasında dereceye girenlerden bazıları haricinde de ünlü olan şarkıcı-müzisyen pek olmadı. Eurovision'da, Şebnem Paker ve Sertap Erener hariç, hiç bir şarkıcıya fayda sağlamadı. Hatta Ajda Pekkan'a ve başka bir kaç şarkıcının kariyerine zarar verdi. Seksenlerin TRT ünlüleri, sessizce sıradan TRT memuruna dönüştü.

Özel radyo ve televizyonlar, bu genelde müzik, özelde pop patlamasının ateşini coşturdu. Bunun bence iki sebebi vardır. Birincisi gençlik daha umutlu ve olumlu olarak dünyaya bakmak istiyordu. Doksanların başlarında arabesk şarkılar, daha bir kahır içerir, batsın bu dünya der, insana sürekli bir umutsuzluk  verirdi. Doksanların başında, Hakkı Bulut'un albümleri ile, acısız arabesk dönemi başladı. Müzik pek değişmemişti ama sözler eskisi kadar kahır içermiyordu.

Diğeri de gençliğin apolitik olma çabasıydı. Bizim kuşağın ebeveynleri, sakın siyasete karışmayın diye öğütlemişti. Hayat bizi siyasi  olmaya zorluyordu. Sivas katliamı olmuştu, PKK terörü doruktaydı, üniversite yurtları, Ülkücülerin elindeydi, Ülkücülerin şerrinden gençler eve çıkıyor ya da üniversite sınavlarına tekrar hazırlanıyordu. Buna rağmen 1995 seçimlerinde, seçme yaşının 21'den 18'e düşmesi nedeni ile seçmen sayısı aniden 8 milyon artmıştı ve bu seçmenlerin, il nüfus müdürlüklerine giderek, seçmen kütüklerine kayıt olmaları gerekiyordu. Bunu yapan genç sayısı 1 milyonun altındaydı ve yapanlar da, 1995 seçimlerinde muhteşem bir çıkış yapan, siyasal İslamcı Refah partisinin gençleriydi. O zamanlar, televizyonların deyimi ile karşıt görüşlü öğrenci çatışması ve siyasal gruplaşmalar daha fazlaydı ama o zamanın gençleri, oy vermeye üşenirken, şimdiki gençler sabaha kadar sandıkları bekliyor.

Doksanlar müziğinin ana motoru Kral tv ve Uzan ailesine ait yayın organlarıydı. Kral TV yayın hayatına 1994'de,'' onu bekliyorum, onu istiyorum''lu  reklamları akılda kalan Teleon kanalının gündüz yayımı olarak 1994'de yayım hayatında başladı. 1995'de Teleon'un şifreli hayata geçmesi ile gün 24 saat Kral TV oldu.

Uzan ailesi, Kral tv ve bu aileye ait kanallar ve yayımlar hakkında çok şey yazabilirim ama halen çok uzamış yazıyı daha da uzatacaktır. Şunu net olarak söyleyebilirim ki, Hakan Uzan başta olmak üzere tüm aile bu medya gücünü sonuna kadar kullandı,  özellikle de kötüye kullandı.

Dönemin kraliçesi Sezen Aksu'ydu. H er şarkısı veya bestesi, o zamanlar hit dediğimiz, çok satılan olduğu gibi, her dokunduğu da yıldız oluyordu. Dönemin pek çok ünlü şarkıcısını piyasaya Sezen Aksu çıkarmıştır. Hatta Sezen Aksu ile Tarkan'ın arası bozulduğu zaman, Tarkan şimdi bitti, kim ona söz-beste verecek dediler ama Tarkan, Nazan Öncel'den söz ve beste alarak yoluna devam etti.

Dönemin diğer bir kralı da Tarkan'dı. Sadece çok satması değildi onu kral yapan. Kimse ona ambargo koyamıyor, onu ödülsüz bırakamıyordu. Uzanlar ile arasında açıkça kavga vardı ama gene de yıllarca Kral TV en iyi erkek şarkıcı ödülünü aldı, yıllarca ödülü almaya bile gitmedi, ödül ile ilgili kuru bir teşekkür açıklaması bile yapmadı. Ortaya çıkan bazı fotoğraflarından dolayı basın üzerine gidince, ülkeyi terk ederim açıklaması yaptı, basın da resmen gitmesin diye özür bir yana, rica minnet etti.

Şimdi asıl konuya gelelim, bu müzik ve pop müzik cenneti nasıl bitti?

Pek çok kişinin buna cevabı, MP3 ve ADSL olacaktır. Bu kısmen doğrudur. ADSL'den önce, 150-200 kadar şarkıyı içeren ful albüm MP3 CD'leri, kaset satışlarını sarsmaya başlamıştı. Tam 2007'de bir anda pop müzikte,  türkü yorumlamaları çoğaldı. Meğer kaset satışları aniden düşünce, besteciler ve söz yazarları da ücretlerinde indirim yapmayınca, türkülere dönülmüş. Sonra 2003'de ADSL ile sınırsız ve hızlı internet başlayınca, insanlar seri halde müzik indirmeye başladı. 2005'de ADSL ilk büyük yayılmasını yaptı ve İbrahim Tatlıses'in şimdi adını hatırlayamadığım bir kaseti, son bir milyon üzeri satan albüm oldu. Sonra albüm satışları o kadar düştü ki, pek çok sanatçı, CD bile olsa fiziksel materyal albüm çıkarmamaya karar verdi ve pek çok müzik market kapandı.

Müzikte gerileme, sadece albüm satışları ile olan bir şey değildi. Konserlere gidenlerin oranı da azalmıştı. Bunun bir sebebi ekonomik kriz, bir sebebi de pop müziğin artık o kadar da apolitik olmamasıydı. Bazı popçular yavaş yavaş Tansu Çiller'in etrafında toplanmış, pop müziğin TRT'sine dönüşen Uzan radyo-tv kanalları da ailesi de yavaş yavaş siyasete atılmaya hazırlandı. Asıl kopuş ise, 1999'da,  Ahmet Kaya'ya meşhur çatal atma olayının olduğu 1999'da oldu. Bu olaydan Ahmet Kaya kadar, bu kadar agresif tepki veren pop-arabesk topluluğuna da zarar verdi. Önce Ahmet Kaya hayranları, sonra da kendi hayranları yavaş yavaş onları terk etti. Zira bir popçu, siyaset yapacaksa bile, bu kadar agresif olmamalıydı.

2002 seçimlerinden sonra Uzan ailesi, zaten tüm ülkenin nefretini (Kendisine oy veren  % 7.2 hariç belki) kazanmıştı ve seçimden sonrasında da yok edildi. Ailenin mal varlığı, batan bankaları (İmar bankası ve Adabank) yüzünden  TMSF'na (Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu) devredildi ve parça parça, canlı yayınlarda satıldı. 

2010 Yetmez Ama referandumundan sonra, özellikle Sezen Aksu'nun tavırları hayırcıları sadece Sezen Aksu'dan değil, onun müzik piyasasına sunduğu popçulardan da uzaklaştırdı. Evetçi muhafazakarlar da, pop müziğe karşı her zaman mesafeliydi. Ayrıca politik müzik dinlenecekse sağcıların kendi müzisyenleri de vardı, Ozan Arif ve Mustafa Yıldızdoğan gibi.

Ahmet Hamdi Tanpınar, Türk gencine kendisinden başka bir şeyle meşgul olmasına izin verilmiyor demiş. Ülke gençliği olarak  sadece bizim nesil gençliğinde apolitik olmak istedi. Bunun için pop müziğe sarıldık ama pop müzik de bizi iktidar partilerine sattı. Bizim nesil, yani X kuşağı, apolitik olmak istedi çünkü 12 Eylül rejimi, ana-babamız olan nesli politika yapmakla suçladı. Şimdiki nesle de taraf olmazsan, bertaraf olursun deniliyor. Bilgisayar almak için, dolar ne olacak diye, para piyasası kurulunun kararını merak eden nesil, nasıl apolitik olabilir?

Müziğe son darbeyi de kulaklık vurdu. Eskiden de kulaklık hep vardı ama bu kadar yaygın değildi. İnsanlar genelde hoparlörden ve yüksek sesle dinlerdi. Bazı kişiler sokaklarda devasa müzik setlerini omuzlayarak dolaşırdı. Minibüs ve taksilere bindiğimizde hep müzik de dinlemiş olurduk. Bu da, az şöhretli bir şarkıcıyı bile , herkesin tanımasını sağlardı. O zamanlar müzik dinlemek, sigara içmek gibi etrafınıza da bulaştırdığınız bir şeydi. 

Kulaklık yaygınlaşınca insanlar başkalarının müziğine ya da sesine katlanmaz oldu. Müzik setleri zaten çöpe gitti, arabalar, taksiler ve  minibüsler de seslerini kıstılar. Eskiden şoförün dinlediği radyoyu ya da müziği en arkadaki bile dinlerdi, şimdi en öndeki bile zor dinliyor. Lokanta ve kafelerde de müzik ya da TV yerine wi-fi bağlantısı var. Bu da bir şarkıcının dinleyeni çok olsa bile, pek çok kişinin onu hiç tanımamasına ya da şarkılarını bilmemesine sebep oluyor. Şarkıcılığa yeni başlayanların ünlü olmasının da yavaşlamasına yol açıyor. Önceden bir TV yayını ile bir gün ya da bir kaç ayda ünlü olunurken, şimdilerde genelde bir kaç yılı bulabiliyor.

Ek olarak, doksanlar müziğinin önemli bir kısmı da rajmandır, hatta arajman oranı yetmişlerden daha fazladır.