2 Aralık 2021 Perşembe

CARANCHO FİLMİ VE TRAFİK AKBABALARI

 


2010 yılı, Arjantin yapımı Akbaba (Charancho) filmi, bana trafik sigortası akbabaları üzerine bir yazı yazmayı istememe sebep oldu.

Film, öyle aile ile izlenecek bir film değil. Çok fazla ceset görüntüsü var. Olayın ikinci kahramanı kadın, kendisine morfin iğneleri yapıp, duruyor. Filmde bolca ceset görüyoruz, bir de ağır yaralı insan. (Manken ya da makyaj olduğunu bilseniz de, bir zaman sonra sizi rahatsız ediyor.) Yemek yerken falan izlemeyin, ciddi ciddi insanda kusma isteği yaratıyor.

Film, Arjantin'de her yıl trafik kazalarında sekiz binden fazla insanın öldüğü bilgisi ile başlıyor. Ne kadar tanıdık, öyle değil mi? Sonuçta geri kalmışlık, geri kalmışlıktır ve geri kalmış ülkeler pek çok açıdan birbirine benzer. Baş karakter, ruhsatı bir kaç yıllığına elinden alınmış (belli ki yüz kızartıcı nedenlerle) bir avukat. Trafik sigortasından para alma davaları açmak için, acil servislerde av aramakla meşgul. Bütün bunları yaparken de, acilde görevli ve narkoz bağımlısı doktorla tanışıyor, ardından da olaylar gelişiyor diyelim.

Filmde benim dikkatimi çeken, bu trafik sigortası akbabalarının, sigorta şirketinden aldıkları paranın sadece yüzde on civarını müşterilerine vermesi. Dikkatimi çekti çünkü ben de böyle bir şirket sayesinde, bir miktar sigorta parası almıştım.

Şunu söyleyebilirim ki, Türkiye'nin trafik sigorta akbabaları, bu filmdeki gibi geceleri acil servislerde müşteri avına çıkmıyor. Birileri onlara adli ve polis-jandarma arşivindeki bilgileri tıkır tıkır veriyor. Babam da geçenlerde ufak bir kaza geçirdi. Hemen tanıdık bir avukat bulduk ama aradan haftalar geçtiği halde halen bu akbabalardan biri benim telefonumu buluyor.

Ben de böyle bir şirket sayesinde paramı aldım dedim ya, aldıktan sonra başka akbaba şirketleri de sık sık beni aradı. Hatta paramı almamı sağlayan şirket de ara ara yanlışlıkla aradı. Bu başkalarından biri de çok ısrar etti, neyse görüştük. Öğrendiğime göre, almam gereken paranın onda birini aldığımı, akbabalarınsa, sigorta şirketi ile uzlaştığı için tekrar dava açma hakkımın olmadığını öğrendim.

İşin doğrusu hem Arjantin'de, hem de Türkiye'de ve daha pek çok ülkede, trafik akbabaları çok.  Bunlar ne kadar parayı kazazedeler yerine, kendi cebine indirdi belirsiz. Devlet bu konuda bir çalışma yapmadığı gibi, barolar ve sigorta şirketleri de sessiz.

30 Kasım 2021 Salı

ÖĞRENCİ YURTLARINDA KARAMAN, ALADAĞ VE SONRASI

 


Ülkemizde gündem o kadar çok hızlı değişiyor ki,  yeni sayılacak çok ve üstelik büyük skandallar bile unutulabiliyor. Öğrencinin biri, okulun pansiyonunda bu kadar az öğrenci varken, neden iki öğretmenin nöbetçi olduğunu sordu. Bende Aladağ yangınından bahsettim, 10. sınıf öğrencisi bu olayı duymamıştı. Oysa bu olay olalı kaç yıl oldu ki? Ha, bir de Karaman vakfı yurdu olayı var.

Ben de olaydan şöyle çok kısa bahsedeyim. 2015 yılında patlayan Karaman, Ensar vakfı  skandalından bahsetmeli. Wikipedia'a göre Ensar vakfına bağlı yurtta kalan 45 (kırk beş ), 9-10  yaşlarında erkek çocuğun, 2021-2015 arasında, öğretmen Muharrem Büyüktürk tarafından taciz edildiği iddia edilmiş, bu çocuklardan onunun (10) tacize uğradığı belgelenmişti. Skandal üzerine  o dönemim Aile ve Sosyal Politikalar bakanı Sema Ramazanoğlu'nun bir kereden bir şey olmaz sözü, çok tepki çekmişti, onu da bir kenara not alalım.

Bu olayda benim şüphelendiğim durum, sadece o öğretmenin ceza alması. Biz milli eğitimde öğrenciye öf desek hemen muhakkikleri ve müfettişleri karşımızda buluyoruz. Bir kaç değil, en az on çocuğun hiç mi biri şikayet etmemiş veya şikayeti işleme konmamıştı? Vakfın geri kalan yöneticisinin hiç bir suçu yoksa, ihmali vardı.

Diğer olay ise Aladağ yurt yangınıdır. Gene Wikipedia'ya göre 29 Kasım 2016'da, Adana'nın Aladağ ilçesinde, orta öğretim çağında okuyan kız öğrencilerinin kaldığı yurtta çıkan yangında, 1'i sorumlu öğretmen ya da bakıcı, 11'i öğrenci, 12 kişi ölmüş, 22 kişi de yaralanmıştır. Tabi ki Wikipedi ya da başka kaynaklar, yaralı öğrencilerin kaç tanesinin sakat kaldığını ve bu yurdu hangi tarikatın işlettiğni yazmıyor, o da ayrı konu.

Yakın tarihlerle olan bu iki olayın, iki ciddi sonucu oldu. İlk olarak devlet, en azından çalıştığım için biliyorum, kendi yurtlarında kuralları ve denetimleri sıklaştırdı. Yurt kaç kişilik ya da o gece kaç kişi kalacak olursa olsun, en az iki belletmen öğretmen nöbetçi kalıyor. Yurtta ya da okul gezilerinde konaklamalarda öğrenci ve öğretmen aynı odada kalamıyor. Odalarda 1, 3 ve diğer sayılarda öğrenci kalabiliyor,  iki öğrencinin kalması yasak.

Bir de okul yöneticileri ve yer yer de ilçe yöneticileri, pansiyonlu okulları daha sık ziyaret eder,  hele okul yöneticileri aniden yurda gelir oldu.

Bu dediklerim, devlet yurtlarında çalıştığım için biliyorum, özel yurtlarda durum değişti mi haberim yok.

Öte yandan hem bu iki skandal, hem de 15 Temmuz'un etkisi ile tarikat yurtlarına talep o kadar düştü ki,  şimdi pek çok genç, devlet yurdu çıkmazsa, kayır donduruyor ve üniversiteye bir daha hazırlanıyor. Devlet yurtları, pansiyonları öteden beri yetersizdi ama halk, nasıl olsa cemaatlerin yurdu var diye pek dert etmiyordu. Şimdi ise pek çok kişi cemaat yurduna gitmektense, okula gitmiyor.

27 Kasım 2021 Cumartesi

DİNSİZLİK TÜRLERİ 14-TARİKATLARDAN KAÇIŞ

 


Bu sitede üzerine 2 yazı yazmıştım. Bu yazıyı da onlar üzerine inşa ettiğim için linklerini vereyim:

https://onbinkitap.blogspot.com/2019/07/tarikat-nedir-1-tarikatlar-kimlerce.html

https://onbinkitap.blogspot.com/2019/07/tarikat-nedir-2-neden-tarikatlara-uye.html

Son on yıldır tarikatlardan ciddi kaçışlar var. Bunu artık çok daha net ve anlamlı olarak gözlemlemek mümkün. Önce tarikatların karlı ve vergisiz ticaret alanları olan kermesler ortadan kalktı, şimdi de pek çok genç, devlet yurdu ya da uygun kira bulamazsa, üniversiteye gitmiyor, kayıt dondurup, bir sene daha ders çalışıyor. 

Bu kaçışların nedenlerini, bir öğretmen ya da en azından Türk eğitim sistemindeki bir öğretmenin alışkanlığı ile maddeler halinde sıralayayım.

1) Tarikatların üyelerine, özellikle de genç üyelerine zorbalıkları: Tarikatlar, yapıları gereği hiyerarşik örgütlerdir. Tarikatlarda, bu hiyerarşide yükselme  için sürekli bir mücadele vardır. Yaşı ilerleyenler, artık sistemi kanıksar, yerine razı olurken,  gençlerin hedefleri vardır. Bu yüzden zorbalıklar, en fazla gençleri vurur. 

2)Tarikat içi skandallar: Tarikatlar ve benzeri kapalı toplumlarda, kol kırılır, yen içinde ka, lır ilkesi geçerlidir. Oysa günümüzde hiç bir kol, yen içinde kalmıyor. 

3) Tarikatların fazla büyümesi: Tarikatlarda birincil, yani senli-benli ilişkiler ve hiyerarşi olan kurumlardır. Tarikatların fazla büyümesi, birincil ilişkiler özelliğini kaybetmesine sebep olur. Öte yandan bir tarikat fazla büyüdüyse,  artık o  tarikat radikal gibi görünse de radikal değildir. İnsanların tarikata girme sebebi çevre edinme ve kendine fayda sağlama çabasıdır. İnsanların tarikata duygusal bağı zayıflar.

4)Tarikatların ticarileşmesi ve ikiyüzlülükleri: Bugün tarikatlar, geçmişte Mason localarının işlevlerini görüyor, zenginlerin bir araya gelip, iş bağladıkları kulüplere dönüyor. Özel hastanelerin ve özel okulların çoğu tarikatların elinde. Buna rağmen pek çoğunda türbanlı hemşire-öğretmen pek az. Hatta bu özel okullar, yazın kayıt zamanı Sözcü, Cumhuriyet, Birgün gibi gazetelere, bol Atatürk resimli çarşaf çarşaf reklamlar veriyor. Hatta eski eğitim bakanlardan biri de, böyle bir özel okulun (daha doğrusu özel okul serisinin ) sahibiydi de, pek çok kişi, ondan çok şey ummuştu. 

5)Kapitalist yaşamını fazla yaşatmaması: İnsanların güvence arayışı, tarikat tipi örgütlenmelerinin her zaman oluşmasına zemin hazırlasa da, (örneğin New Age oluşumlar) bu oluşumların ömrü genelde tarikatın kurucu liderinin yaşamı kadar oluyor. Çünkü şehir yaşamı ve iletişim imkanlarının çokluğu, insanları yeni arayışlara itiyor.

6)15 Temmuz: Kimse yeni bir tarikatın, Fetö'nün yarım kalan işini tamamlamak istemeyeceğini söyleyemez.




25 Kasım 2021 Perşembe

CUMHURİYETİN ADAM OLMAK OLMASI NE DEMEKTİR?

 


Aydınlanma, insanın kendi suçu ile düşmüş olduğu bir ergin olmama durumundan kurtulmasıdır. Bu ergin olmayış durumu ise, insanın kendi aklını bir başkasının kılavuzluğuna başvurmaksızın kullanamayışıdır. İşte bu ergin olmayışa insan kendi suçu ile düşmüştür; bunun nedenini de aklın kendisinde değil, fakat aklını başkasının kılavuzluğu ve yardımı olmaksızın kullanmak kararlılığını ve yürekliliğini gösteremeyen insanda aramalıdır Sapare Aude! “Aklını kullanma cesaretini göster!” Sözü şimdi Aydınlanmanın parolası olmaktadır. Doğa, insanları yabancı bir yönlendirilmeye bağlı kalmaktan çoktan kurtarmış olmasına karşın (naturaliter maiorennes) , tembellik ve korkaklık nedeniyledir ki, insanların çoğu bütün yaşamları boyunca kendi rızalarıyla erginleşmemiş olarak kalırlar, ve aynı nedenlerledir ki bu insanların başına gözetici ya da yönetici olarak gelmek başkaları için de çok kolay olmaktadır. Ergin olmama durumu çok rahattır çünkü. Benim yerime düşünen bir kitabım, vicdanımın yerini tutan bir din adamım, perhizim ile ilgilenerek sağlığım için karar veren bir doktorum oldu mu, zahmete katlanmama hiç gerek kalmaz artık. Para harcayabildiğim sürece düşünüp düşünmemem de pek o kadar önemli değildir; bu sıkıcı ve yorucu işten başkaları beni kurtaracaktır çünkü. Başkalarının denetim ve yönetim işlerini lütfen üzerlerine almış bulunan gözeticiler [vasiler.] insanların çoğunun, bu arada bütün latif cinsin ergin olmaya doğru bir adım atmayı sıkıntılı ve hatta tehlikeli bulmaları için , gerekeni yapmaktan geri kalmazlar. Önlerine kattıkları hayvanlarını önce sersemleştirip aptallaştırdıktan sonra, bu sessiz yaratıkların kapatıldıkları yerden dışarıya çıkmalarını kesinlikle yasaklarlar; sonra da onlara, kendi kendilerine yürümeye kalkışırlarsa başlarına ne gibi tehlikelerin geleceğini bir bir gösterirler. Oysa onların kendi başlarına hareket etmelerinden doğabilecek böyle bir tehlike gerçekten büyük sayılmaz; çünkü bir kaç düşüşten sonra bunu göze alanlar sonunda yürümeyi öğreneceklerdir, ne var ki bu türden bir örnek insanı ürkütüverir ve bundan böyle de yeni denemelere kalkışmaktan alıkoyar.

İmanuel Kant bu yazısında ( Immanuel Kant, Felsefe Yazıları Türkçesi: Nejat Bozkurt, Remzi Yayınları ) aydınlanma kavramını böyle çok güzel özetlemiş.



Bazı büyük adamları anlamak için, başka büyük adamlardan destek almak gerekir. İbni Sina, kendi yazdığına göre Aristo'nun Metafizik (aslında İlk Felsefe) kitabını defalarca okumasına rağmen anlayamamış. Derken bir gün Buhara'nın kitap pazarına birisi, parasız kaldığını söyleyip (Buhara emirinin özel hekimliğini yapan İbni Sina'nın en zengin olduğu zamanlardır bu dönem), Farabi'nin kitabını ona zorla satmış. Satın almışken okuduğu bu kitap sayesinde, Aristo'nun metafiziğini anlayıp, kendi metafizik felsefesini geliştirmiş.

Ben de bu yazıma görsel olarak Kant'ın bir resmini koyuyorum. Zira ben, Atatürk'ün, neden cumhuriyet demek adam olmak demektir sözünü, Kant'ın yukarıdaki sözlerini yıllar sonra tekrar okuyunca anladım. Zira artık anladım ki adam olmak, yetişkin olmaktan, yetişkin olmakta artık kendi kararlarını kendin vermekten geçiyor.

Bunun içinde kendimiz, kendi kendimize baba olmak, kendimize bir baba aramaktan vaz geçmemiz gerekiyor. Sigmun Freund, insanlardaki tanrı arayışının, baba arayışı olduğunu söyler. Hristiyanların, Tanrı için, Göklerdeki Babamız demesi, İslam'da Allah'ın bir cinsiyeti olmadığı ısrarla vurgulanmasına rağmen,  çocukların Allah baba demesi, bunun doğruluğunun ispatı gibidir.

Pek çok makama babalık denmesi de, pek çok insanın sürekli bir baba otoritesi aradığının işaretidir. Papa ve patrik kelimeleri, doğrudan baba anlamına gelir. Hatta Türkçedeki baba kelimesinin de kökeni bu kelimedir. Azerbaycan ve Orta Asya-Sibirya Türkleri, ATA kelimesini kullanır. Mafya lider ve yöneticilerine doğrudan baba denir.

Atatürk, kendisine bu ön adı seçse de, hiç bir zaman kendisine ulusun babası demediği gibi, dedirtmemiştir de. Türk toplumunu hep olgun bir insan gibi tasvir etmiştir.

Oysa toplumumuz Süleyman Demirel gibi politikacılara, Müslüm Gürses, Erkin Koray gibi politikacılara, Hakkı Yeten gibi futbolculara ve pek çok şahsa baba unvanı vermiş ve vermekte. Benim anladığım kadarı ile, bir baba arayışında ve kendi kararlarının sorumluluğunu almak istememekte.



Bu sadece Türk toplumunun derdi değildir. Demokrasiye ulaşamayan ya da ulaşma yolunda pek çok ulusunda da derdidir. Bence Herakleitos'dan beri demokrasilerin her bunalım döneminde bir diktatör üretmesinin altında da bir baba arayışı vardır. Kendi arasında anlaşamayan halk, otoritesini kabul edeceği bir baba figürünü aramıştır. Tarih boyunca tüm tiranların ve diktatörlerin erkek olması da bunu göstermektedir. Toplumumuzun darbelere karşı direnmemesinin, yanlış politikalara rağmen,  aynı politikacılara oy verip durmasının da arkasında, Kant'ın dediği gibi bu yapay ergenlik vardır.

Babam anlatmıştı. Yıllar önce gurbette tek başına çalışıp, oda kirası ödeyip,  bir de para biriktirince arkadaşı ona, sen kendi kendine babalık yapmışsın demiş.

Toplum olarak kendi kendimize babalık yapmamız ve bizi yöneten politikacıları, yüksek bürokratları (general , vali vesaire) baba makamına koymamız, onlara yanlışlarını söylememiz ve yanlış politikalarının hesabını onlardan sormamız gerekir.

Adam olmamız için  önce kendimizi adamdan saymamız gerekir. Bunun içinde baba arayışını bırakmamız gerekir.


20 Kasım 2021 Cumartesi

GENÇLERE DİPLOMA PATLAMASI TUZAĞI



Daha önce pek çok kere yazdığım bir durumun tam adına, geçenlerde bir sosyoloji kitabında rastladım. Aslında sosyoloji öğrencileri için bir ders kitabıydı. Öğrencilere ön çalışma olarak bazı soruları çalışması isteniliyordu. Bu sorulardan biri de diploma patlamasını araştırmalarıydı. O sırada çeşitli şekillerde anlatmaya çalıştığım şeyi fark etmiştim.  Aslında fark ettiğim, diploma patlamasının aynı zamanda yaratıldığıydı.
Olay aslında Marksistlerin iki yüzyıla yakındır anlatmaya çalıştığı şeydi. Kapitalizmin işçiden çok işsize, Marks'ın deyimi ile yedek işçi ordusuna ihtiyacı vardır. Şimdi siz bunu sadece kol-beden emeği için sanıyorsunuz. Oysa emeğin her türlüsünün ucuzu makuldür; mühendisin, öğretmenin, sanatçının, doktorun ve hatta akademisyenin.
Sanayileşmenin başlangıcında çok az beyaz yakalı ve hatta teknik elemana ihtiyaç duyuluyordu. Neredeyse bin, hatta iki, üç bin işçi başına bir mühendis yetiyordu. Askeri dille söylersek, mühendis demek, general demekti. Şimdi ise yer yer yirmi-otuz işçi ya da teknisyene bir mühendis yetmiyor.
Sonuçta teknik eleman sayısını çoğaltmak gerekli. Bunun içinde sürekli yeni teknik liseler, meslek yüksek okulları ve üniversiteler kurulur.
Bu kadar çok okul, hele de üniversite elbette kaliteli olmaz. Zaten birincisi pek çok beyaz yakalının kaliteli olmasına gerek yoktur, onların temel görevi imza atmak ya da işçilerin-öğrencilerin başlarında durmaktır.
İkincisi de pek çoğunun görevi, asıl yetişmiş elemanların maaşını düşürmektir. Örnekleyecek olursam, İTÜ-ODTÜ mezununu mühendisler tercih edilecek olsa da, Isparta, Erzurum mezunlarını üretmenin temel amacı, mühendislik maaşını kıracak, yedek mühendis ordusunu kurmaktır.
Başka bir diploma patlaması üretme yolu da, ne idüğü belirsiz bölümler kurmak, geleceğin mesleği diye gençleri bu bölümlere yönlendirmek. Bu bölümler çoğu kez , genel bir mühendisliğin ya da temel bilimin yan alanıdır. Mimarlık yerine uzamsal tasarım, psikoloji yerine bilişsel bilimler bölümü açmak gibi eylemlerin amacı budur.
Bunun benzeri liselerde de yapılıyor. Örneğin özel sektörün açtığı havacılık ya da hava teknisyenliği meslek liseleri aslında bildiğiniz motor meslek liseleri. Motor mesleğin konularına, hava araçlarının motorları ile ilgili birkaç ders-atölye ekleniyor, o kadar.
Ülkemizde diploma patlaması oyunu en fazla  öğretmenlikte oynandı. ( https://onbinkitap.blogspot.com/2020/12/turkiyede-ogretmenligin-meslek-olmamasi.html ) Yetmişlerin sonunda (yetmişli yıllardaki tüm olumsuzlukları 8 aylık Ecevit azınlık hükumetine mal etmek, sağcıların adetidir) iki ay bile sürmeyen kurslarla lise mezunları öğretmen atandı. 1980 sonrasına kadar ilkokul mezunlarının, iki binlere kadar da okul öncesi (anasınıfı) öğretmenleri, 2010'lara kadar da beden eğitimi öğretmenlerinin çoğu fakülte (lisans) mezunu değildi. 1995-97 arasında yüz binden fazla, çoğu ziraat mühendisi ve neredeyse hepsi başka bölümlerden  sınıf öğretmeni atandı. 2005'e kadar bu atamalar devam etti. 2001-2002 yıllarında da İngilizce eğitim almış lisans mezunları (çoğu da o günlerde krizde olan bankacılık sektöründen, iktisat-işletme mezunları) İngilizce öğretmeni olarak atandı. Bu önüne geleni öğretmen yapma politikası, işsiz öğretmen sayısı iyice artana kadar devam etti. En son felsefe grubu öğretmenleri ve felsefe öğretmeni atanabilecek olanları (sosyoloji ve felsefe bölümü mezunları) da özel okullarda rehber öğretmen (okul rehberlik uzmanı: https://onbinkitap.blogspot.com/2021/01/rehber-ogretmen-degil-okul-rehberlik.html )olarak çalışma hakkı tanındı. Yetmedi,  ilk öğretim matematik diye dandik bölümler açıldı.
Bir de bu bölümleri geleceğin mesleği diye pazarlıyorlar. 1994'de üniversiteye başladığımda, sosyolojiye geleceğin mesleği, kendinizi yetiştirirseniz, iş bulma olanağınız kamu yönetiminden fazla diyorlardı. Felsefe öğretmenliğinde 24. yıldayım. Kademeli geçiş üçkağıdı ile EYT'li (Emeklilikte Yaşa Takılan) olmasaydım, önümüzdeki yıl emekliyim. Geçenlerde gene bir yazıda sosyoloji geleceğin mesleği yazısını okudum. Bu gelecek de bir türlü gelmiyor. Geçen sene de kamu yönetiminden mezun bir arkadaşı, metroda güvenlikçi olarak gördüm.
Uzun zamandır da üç beş günlük kurs ve belge ile diploma yapma dönemine girdik. İş güvenliği uzmanını, çevre güvenlik uzmanını ve patlayıcı madde  taşıma uzmanlığı, önce bir kaç günlük ya da haftalık kurslar, sonra da yılda bir ya da iki kere yapılan sınavlara indirgendi. (Bunu başka iş ya da meslekler için de yapıyor olabilirler, eksiğim olabilir) İş güvenliği uzmanlarını, çevre mühendislerini, kimyacıları ve kimya mühendislerini işsiz bırakma amaçlı bu eylemlerin sonuçları, kırk beş günde öğretmen yetiştirme ile aynı olaraktır.
Son olarak, bu diploma patlatma, hızlı bir beyin göçüne sebep oluyor ki, ben bunun da bilinçli olduğunu düşünmeye başladım. Zira bugün dünya nüfusu görünüşte artıyor olsa da, ciddi bir azalma sürecinde. ( https://onbinkitap.blogspot.com/2016/11/nufus-istatisliginincocuk-kaydiragi.html ) Dünyadaki ülkelerin üçte birinde nüfus azalıyor, yani bu ülkeler her ne kadar mülteci istemem deseler de, sonuçta istemem, yan cebime koy, diyorlar. Bu ülkelerde nüfus artışı ve refah ile beraber, üniversite eğitimi görmek isteyen genç sayısı da azalıyor. Çünkü  refah ülkesinde bir sınıf atlama çabası olmadığı için gençler eğitime sıcak bakmıyor. Bir itfaiyeci ya da maden işçisi, ağır ve tehlikeli işçi sayıldığından, doktordan fazla maaş alıyor. Bir garson ya da temizlikçi olsalar da arabalarını alıp, yazın tatile çıkabiliyorlar. Bu yüzden de üniversiteleri, railmail, Erasmus gibi projelerle üniversiteleri cazip hale getiriyorlar. Bu sefer de mühendislik ve tıp gibi bölümlere rağbet az oluyor. Çare de beyin göçü. Siz biliyor musunuz, tıp öğrencileri, daha birinci sınıfta Almanca kursu alıyor?
Ülkemiz adına bu diploma patlamasına karşı tedbir almalıyız. İlk tedbir, dandik üniversitelerin, dandik bölümlerini tercih etmemek olabilir. Başka fikirler de var ama yazı uzadı.


18 Kasım 2021 Perşembe

NEDEN ELEMAN BULAMIYORSUNUZ? ELEMAN ARANIRKEN YAPILAN HATALAR

     


Pek çok işverenden aynı şikayeti duyarız. Millet iş beğenmiyor, yetişmiş eleman bulamıyoruz, işsizlik yalan vs vs. Ben girişi çok uzatmadan, firmaların neden personel bulamadıklarını, kendi tespitlerimle bir sıralayayayım:

1)Düşük maaş + boş vaatler ve mesleğini yapacaksın avuntusu: Pek çok firma, yok sigortan olacak, yok tecrübe kazanacaksın masalıyla işsiz gençleri avutmak istiyor. Sayın işverenler, lütfen yıllarca okumuş insanlara kasiyerlik, barmenlik, kuryelik ve benzeri işlerde çalışarak alacağından daha yüksek maaş verin ve teklif edin.

2)Şirketin kötü şöhreti: Bazı firmaların personeline kötü davranma (düşük maaş- mobbing, boş vaatler) üzerine kötü şöhretleri vardır. Eleman bulamamak üzerine en çok şikayetçi olanlar da onlardır. Bu şirketlerin genelde her kademede, üçte bir oranında sabit personeli ve bir çok geçici personeli vardır. Bu firmaların sorunu sadece düşük ücret değildir. Ödemeler genelge gecikir,  aniden iş yerinde mesaiye kalmanız gerekir. Daha ucuza eleman bulduklarında, sizi aniden işten çıkarırlar, sonra o buldukları ucuz eleman kaçınca, sizi çağırırlar. Bu şirketlerde kariyer zaten yoktur, aile şirketidir ve önemli mevkiler, patronun ailesi tarafından işgal edilmektedir. Patronun ailesinden olmayan yöneticiler de, patronun metresinin yeğeni, baldızın okul arkadaşı falandır. Belli branşlarda ani eleman daralmalarında basına gidip ağlayanlar da, genelde bunlar olurlar. Bu firmaların kötü şöhretleri de, internet ortamlarında hızlı yayılıyor ve firma isim değiştirse bile değişmiyor.

3) Stajyer sömürüsü: 2.madde ile aynı gibi ama nu durum biraz farklı. Pek çok firma, para, hatta yemek bile vermeden, stajyer çalıştırma alışkanlığı kazanmış durumda. Hatta gazeteci, mühendis, öğretmen ve benzeri uzun süre eğitim isteyen işlerin elemanlarını böyle çalıştırmaktalar. Pek çok genç, bu sömürü yüzünden kağıt stajı tercih etmekte. Mutsuz stajyerler, o firmayı daha sonra tercih etmedikleri gibi, başkalarına da tercih ettirmiyor ve bu firmalar her zaman değilse bile, arada bir eleman sıkıntısı çekiyor.

4) Tecrübe takıntısı: Firmalar hem genç eleman istiyor, hem de tecrübe olsun istiyor, hem de düşük maaş veriyor. Tecrübesini gerçekten hak eden elemanlar çoğu kez ya kendi işini kuruyor ya da tekrar bir şekilde iş buluyor. Ayrıca tecrübe öyle kazanılmıyor, genç yaşta da te crübeli olunmuyor. Biraz eleman yetiştirmeyi deneyin.

5)Belirsiz  iş tanımı  ve angaryalar: İş ilanlarında, işsizliğin yoğun olmasının verdiği cesaretle, hem iş tanımı genişletiyor, hem de mühendis gibi elemanlardan, çay servisi gibi işler bekliyor. Bu tür ilanlara, gerçekten kaliteli eleman gelmez, gelse de ilk fırsatta kaçar. (Bu kaçmayı da anlatacağım)

6)Çok fazla özellik talep etmek. Özellikle bilgisayar programları ve yabancı dil konusunda çok fazla beklentiye girmek ve bunu iş ilanlarına yansıtmak ta, ayrı bir garabet.

7)Tercihen ne?: İş ilanlarına tercihen deyip, ilanı destan gibi uzatırsanız, pek çok kalifiye eleman ilanı okumaz bile.

8)İş fırsatları ve kaçan elemanlar: 5. maddede yazmayı vaat ettiğim konu. Diyelim ki bu zırva iş ilanınıza bir sürü işsiz geldi, siz de üç kişilik işi bir kişiye yıktınız ve ucuz işçilikten de memnunsunuz. Lakin herkesin arkadaşı-dostu var, yoksa da bir şekilde ediniyor ve mutsuz personel iş aramaya devam ediyor. Devlette ara ara kitle halinde personel alıyor ya da belediyelerin kadroları genişliyor. Bütün bunlar olmasa bile, işsiz kişi, başka bir iş bulup, düşük maaşlı kölelikten kaçıyor. Bu iş fırsatı bazen yurt dışında oluyor. İşveren de, acele bekleyen siparişlerle beraber, bir başına kalıyor.

9)Diğer bir husus da, aç it, ambar deler durumu: Düşük, hele de aşırı düşük maaşlı eleman, bir de mültexi falan olduğunda suça meyilli olup, paranız bir yana canınızı da alabilir.

Sayın işverenler. Emek değerli bir varlıktır, yüksek işsizlik sizi yanıltmasın.

16 Kasım 2021 Salı

DİNSİZLİK TÜRLERİ 13: METAFİZİK ŞANTAJIN TUTMAMASI

    


 Başlığı okur okumaz ne demek istediğimi anlamış olmalısınız. Evet, büyük ölçüde cehennem korkusu ve cennet arzusundan bahsediyorum. Pek çok dindara göre bu korku ve vaat olmazsa, insan ahlaklı olmaz. Oysa Japonlar, Yahudiler ve pek çok dinde cehennem ya da cennet kavramları yoktur. Özellikle Japonya, her ne kadar Yakuza denen mafya grupları ile anılsa da, suç oranları ve yolsuzluk oranları inanılmaz (en azından Müslüman ülkelerle kıyaslandığında inanılmaz) düşüktür.

Din eğitimi büyük bir oranda, bu korkuyu insanların içine işleme işidir.  Bu ilk çağ Yunan dinlerinde de vardır ve Herakleitos gibi ilk çağ Yunan filozofları bile bundan şikayet eder. Adıyaman, Nemrut dağındaki (Türkiye'de bir kaç tane Nemrut dağı var. En meşhuru Adıyaman'da olan, en yükseği Bitlis'te olan. ) meşhur harabeler, aslında yarım kalmış bir inşaattır. Komagene kralı Anticios  Theos, buraya devasa bir tapınak ve kendi mezarının yapılmasını, arkasından da iki ayda bir dini tören yapılmasını, aksi halde hem Yunan, hem de Pers (İran) tanrılarının onları rahat bırakmayacağını söylemiş. Gene de tesis büyük ölçüde yarım bırakılmış.

Bu metafizik şantaj, kişiye her an kurtulma imkanı ile beraber verilir. Sefih ve dinsizce bir hayatınız mı var, son anda imana gelebilirsiniz. Savaşta şehit olup, tüm günahlardan kurtulabilirsiniz. Yedi Alevi komşunuzu öldürüp, cennete gitmek ya da şeyhinizin inşaatından bedava çalışıp, dini yapı inşaat ve vakıflarına para yatırarak da pek çok günahtan kurtulabilirsiniz.

Metafizik şantaj, sadece cehennem korkusu ya da cennette kavuşamama kabusu değildir. Dini kitabı kirli iken (abdestsiz, adet görmüşken vesaire) kullanmak, dini alana alkolle girmek, ayakkabıyla girmek ve bunların sonucu çarpılmak (felç geçirmek, sakat kalmak), şanssızlığa veya kazaya uğramak gibi şeyleri de içerir.

İslamin metafizik şantajı, cin denen ne olduğu belirsiz varlıkları da içerir. ( http://onbinkitap.blogspot.com/2019/03/cin-hurafesi-sinemasina-karsi.html ) Kırsal kesimde, psikiyatrik sorunlar, özellikle de kadınların histerik krizleri hep cinlere bağlanır. Din adamları cin öyküsü anlatmayı veya uydurmayı pek sever.

Artık bu metafizik şantajların tutmamasının iki ana sebebi var. Birincisi artık insanların bilgiye daha kolay ulaşabilmesi ve Nişaburlu Kadınlar kadar kendisine dine verenlerin azalması.

Asıl etkili olan ikincisidir, din adamlarının anlattıkları şeylere kendisinin de uymaması, imamın yaptığının değil de, dediğinin yapılması gerekliliği.



Hani anlatırlar ya,  Araplarda bizdeki gibi Kuran'a saygı yok, Kuran'ın popolarını altlarına koyabiliyorlar falan. İşte o Türkiye'deki tarikat ve dinci güruhta da var. Ben bunu ilk defa, 28 Şubat döneminin tam ortasında (bu dönem 1997-2002 arasında 5 sene sürdü. Oysa Orgeneral Çevik Bir, bin sene sürecek demişti), imam hatip lisesinde çalıştığım zaman gördüm. Koca lisede otuz küsur öğrenci, on küsur da öğretmen kalmıştık. Binanın boş odalarına, başka kurumlar işgal etmesin diye isim uydurulmuştu (zümre başkanı odası, zümre başkanı görüşme odası vs). Kuran odasında Kuran-ı Kerimler, sağa-sola atılmış, bir kişi de üşenip, toplamamıştı.


Son yirmi yılda da Kabe-Kuran şeklinde pastalar, Bakara-Makara sallıyoruz diye kapalı kapalı kapılar ardından kendi kullandıkları dinle dalga geçmelere şahit olmadık mı?

Bir de deriz ya, hiç lüks siteden, villadan şehit cenazesi çıkıyor mu diye? Peki ülkemizde o kadar tarikat var, hangi tarikat tekkesinden şehit cenazesi çıkıyor? Hadi onu geçtim, o gösterişli şeyhlerin, gavsların hangisi şehit cenazesine katılmış? Hatta daha ileri gideyim, hangi dini alim-evliya şehadet şerbetini içmiş (Ben bir tek İbrahim Ethem'i biliyorum, diğerlerini de bilen varsa, yanlışımı düzeltsin.). 

Modern şeyhlerden hiç biri de şehit olmadı. Said-i Nursi, Fethullah Gülen, Ali Haydar Pilavoğlu, Süleyman Hilmi Tunahan, Seyit Ahmet Arvasi, Süleyman Hilmi Işık, Şeyh Nazım Kıbrısi,  İskender Evrenosoğlu ve daha niceleri. Bu saydıklarımdan Fethullah Gülen, Amerika'da keyfi yerinde. Kıbrısi'nin oğlu'da şu anda Amerika'da,  Evrenosoğlu'da Amerika'da öldü.

15 Temmuz'un hemen ertesiydi. Bir televizyon programında, darbeye katılan askerlerin kariyerleri anlatılıyordu. Hemen hemen hiç bir Fırat nehrinin doğusuna gitmemiş, gitse de hudut karakolunda kalmamışlardı. Gene hemen hepsi, batı da başlamış, iyice rütbe aldıktan sonra doğuya gitmişti. İki yıllık anılarını yazan ve bu anılarla parti kuran emekli tümgeneral Osman Pamukoğlu'da, general olana kadar doğuya gitmeyenlerdendi.

Meşhur Tapınak Şövalyelerinin en fazla %5'i ve belki de daha azı Haçlı Seferlerine doğrudan katılmıştı. Aslında tarikat, Kudüs önlerinde savaşanların adını kullanarak çiftlikler işletti, bankacılık yaptı (hatta modern para havalesini icat etti), ticaret yaptı ve muhteşem bir servet edindi. Haçlı seferlerindeki yağmadan da pay almıştı belki ama asıl servetini Fransa'yı merkez alarak, Avrupa içinde ticaret ile yaptı. Bu servetten pay isteyen Fransa kralı, 9. haçlı seferini yapacağını bahane ederek,  bu servetten pay istedi. Alamayınca da tarikatı tarumar etti. Tarikatın gemileri baskından önce ortadan kaybolunca, efsanesi bugünlere geldi.

Acı gerçek şu ki, şehitliğin cennet makamı gerçek olsa, fakirlerin askerlik yapması yasaklanırdı. Askerlik, yoksul aile çocuklarının sınıf atlaması onlara sunulmuş en kısa yoldur, o kadar.

Faiz yasağını  Diyanetin kendisinin de takmaması, kiracılarına bu korona krizinde gecikme faiz almasına ne diyeceksiniz? Faizsiz finans denen aldatmacaya da kim inanıyor ki? İsrail'de Yahudilerin cumartesi günleri dükkânlarını 1 günlüğüne Müslümanlara satıp, maaşlı işçi olmaları gibi bir şey bu faizsiz finans işi. Bu katılım bankalarının kar payı,  genel bankalar ortalamasına pek düşmez.

Bizi cehennemle, çarpılmakla korkutmak isteyenler, önce kendileri bunlardan korktuklarını göstermelidir.