12 Temmuz 2016 Salı

TORPİLLİ EVLİYANIN ŞİZOFREN DÜŞLERİ

TORPİLLİ EVLİYANIN ŞİZOFREN DÜŞLERİ

         Siz hiçbir şizofren tanıdınız mı? Peki o şizofrenle aynı evi paylaştınız mı? Üstelik bu adam şizofrenliğinin farkında bile değil. Gördüğü halüsülasyonları da gerçek sanıyor.
         Onunla tanışmam, hayatımın en zor yıllarını geçirdiğim Yenişarbademli' de oldu. İlçede ilk tanıdığım, daha doğrusu tanımak zorunda kaldığım insanlardan birisiydi Kemal hoca. Ben konuya önce atanmam ile başlayayım.
         Atanmayı, Ankara Beşevler'deki Şura salonunun camına asılır asılmaz öğrenenlerden birisiydim. O zamanlar internet vardı ama e-devlet yoktu. Orada göreve başlamam apayrı bir hikâye ve bu hikayeyi gereksiz yere uzatır. Onunla tanışmam, göreve başladığım gündü. Bana lojman olduğunu söylediler. Lojman, ilköğretim okulunun bahçesindeydi ama liseye aitti. İki katlı güzelim bina, bir zamanlar liseymiş. Sekiz yıllık zorunlu eğitimden evvel yani. Öğretmenevi, halk eğitim merkezi ve ilçe milli eğitim müdürlüğü olarak kullanılan prefabrik bina (Ki yıkılmadıysa kaymakamlık inşaatının bahçesindeydi. Şimdi  bitmiş midir acaba?) ortaokulmuş. Lise olarak kullanılan kümse ise, ilkokulmuş. Sanal alemden takip ettiğim kadarıyla lise, Yenicami mahallesindeki ilkokula taşınmış Pınarbaşı ve Yenice mahallelerindeki ilk okullar da en nihayetinde kapanmış.  Sonra neler olmuş, bizim köhne bina ne olmuş, bilmiyorum, çok da bilmek istemiyorum.
         İşte ben lisenin lojmanında kalacaktım. Lojman, girişi de dahil üç katlıydı. Her katta sağda ve solda olmak üzere iki daire, toplamda altı daire vardı. Benim atandığım gün, lojmandakiler toplantı yapmışlar ve her dairede en fazla dört bekar (erkek) öğretmen kalmasına karar vermişler. Dördüncü bizim Kemal Melih. Giriş kattaki sol dairede kalıyorlar. Ben de gelip, beş olunca, ben ve o, sağdaki dairede kalacaktık. Sol dairede kalanlar, sınıf öğretmenliği yapan ama aslında ziraat mühendisi olan Kadir hoca, lisenin İngilizce öğretmeni Burhan hoca, ilköğretimin edebiyat öğretmeni Muammer hoca. Kadir hoca daha sonra ayrıca eve çıktı. Yani kendine ev kiraladı. Böylece lojmanın giriş katı, bekarlara ayrılmış oldu.
         Ben de bu garip bene eğitimi öğretmeniyle yaşamak zorunda kaldım. Üniversite biter bitmez atanmıştı ve halen biraz öğrenci havasındaydım ve o da biraz öyleydi. İlk konuşmamızı hayal meyal hatırlamaktayım. Ben, tabi halen öğrencilikten tam kurtulamadığım için, ona solcu olduğumdan bahsettim. Kabul ediyorum, gereksizce bir sohbetti. Hele Yenişarbademli'de. Oranın siyasi yapısı ayrı bir hikaye söz konusu. Benim oradaki işlerim biraz uzunca sürdü.
         Isparta merkezde, İl Milli Eğitim müdürlüğünde şube müdürü olan hocam, (Bize bir yıl pedagoji dersi verdi. Ertesi yıl Süleyman Demirel Üniversitesine öğretim görevlisi oldu. Sonra emekli olup, memleketi Mersin'e yerleşti) bana otuz eylülden önce başlamamı, yoksa öğretmenlerin kırtasiye yardımı dedikleri yeni yıla başlama paramı alamayacağımı söyledi. Bunu söylediğinde yirmi sekiz eylüldü. Ben o gün işlerimi elden takip edip, bu elden takip, valilik binası ile, milli eğitim binası arasındaki mesafeyi birkaç kez gezmek demekti, bitirip, saat on beşteki ilçe dolmuşuna yetiştim. Dolmuş, iki buçuk kadar saat sonra ilçeye vardığında, resmi dairelerin hepsi kapanmıştı. O yüzden ilk gecemi öğretmenevinde geçirdim. Ertesi günü benzer koşuşturmayı küçük ilçede yaşadım.  
         Müdürle anlaşamadım. Onunla anlaşabileceğimi de sanmıyordum. Orada olduğu sürece kimseyle anlaşmamıştı. Sonrada oradan tayinini çıkardı. Bu tayin bayağı gürültülü oldu. Buranın hikayesi değil bu konu.
         İki oda, bir salondu lojmanımız. Bir mutfağı, banyosu, banyodan ayrı tuvaleti vardı. Bunların hepside leş gibiydi. Önce Kemal'in ana-babası, sonra da benim annem ara ara temizledi buraları.
         İlk geldiğim günlerde Kemal'in ana babası ortalıkta yoktu. Antalya'da evde, Isparta'da torpil peşinde falandılar. İkisi de emekli idareciydi. Baba, il gençlik ve spor müdürlüğünde şube müdürlüğünden, annesi de aynı kurumda benzeri bir idarecilikten emekliydi. Kemal'de, Akdeniz Üniversitesinin, Beden Eğitimi bölümünden mezundu. Beden eğitimi, Resim ve Müzik bölümleri, normal merkezi seçme sınavıyla değil de, yetenek sınavıyla öğrenci alır. Bu kadar yıllık öğretmenliğimde, bu branştan arkadaşlarım, torpilsiz ve haklarıyla bu bölümleri kazandıklarını söyledilerse de, ben hep bu konuya şüpheyle baktım. Çünkü öğrenciliğim boyunca tanıdığım tüm Güzel Sanatlar fakültesi öğrencileri torpilleriyle öğündüler. Mezunlarıysa torpilsizliğiyle öğünür hep. Ben ona bir kere sordum bunu.
         -Babam dekanla konuşmuş. Dekan, 'Oğlunuzun sadece hakkının yenmeyeceğini garanti edebilirim demiş.
         Göreve başladığımın ilk haftasıydı. Bir gün evde oturuyoruz. Birden bana döndü ve dedi ki,
         -Alevi olduğunu biliyorum.
         -Solcuyum demiştim, oradan anlamışsındır dedim, ondan değilmiş. Biz Aleviler gusül abesti almıyormuşuz, yüzümüz nursuzmuş, oradan anlamış. Bu aşamadan sonra bizim arkadaşlığımız, didişme tarzı bir arkadaşlık oldu. Sebepli, sebepsiz benimle din tartışır oldu. Sürekli bana din öğretmeye kalkıyordu. Bu da beni sıkıyordu. Anlattığına göre, öğrencilere de bene eğitimi dersinde de din anlatıyormuş. Gerçektende beden derslerinde bağdaş kuruyor ve öğrencilerle sohbet ediyordu.
         Bir de sürekli dinlediği dini sohbet kasetleri ve ilahi kasetleri vardı. Hepsi de çekme kasetlerdi. Büyük çoğunluğu, Antalya'da, dini bir radyodan çekmişti. Bir tanesini net hatırlıyorum. Nasıl bir ortamsa, dinleyen insanlar ağlıyor. Sesinden yaşlı olduğunu tahmin ettiğim bir erkek konuşuyor.
         -Sahabenin sorusu yerindeydi deyip,duruyor. Şimdikiler gibi gerekli-gereksi şeyler sormamıştı. Sahabenin sorusu yerindeydi. Bayramda tatile gidelim mi diye sormamıştı, sahabenin sorusu haklıydı deyip duruyor. Kaseti mecburen yarım saat dinledim. Sahabenin sorusunun yerinde olduğunu belki eli yüz defa öğrendik. Sahabenin sorusu neydi, ona verdiği cevap neydi, öğrenemiyorduk. Bu süre içinde, dinleyenlerin ağlamaları devam ediyordu. Anlatan kişide, muhtemelen on beşinci dakikadan sonra kendisini kaybediyordu.sesi sayıklamaya dönüşüyordu.
         Bana ilahi kasetleri de verdi. Ben de ona sema kasetlerini verdim. Cem semaları olduğunu öğrenince, panikle, gerçekten panikle, bana geri verdi. Mevlevi semaları sanıyormuş. Wolkmenden ilahi ve Kuran kasetleri dinliyormuş. Köyde millet Wolkmenine sataşınca, bir gün birisine Kuran sesini dinletmiş.
         Bir akşam, çok korkunç bir böbrek ağrısı yaşadım. En yakınımda o vardı. Ev iki oda bir salon demiştim. Salon boştu. Benim taksitle aldığım üç koli kitaptan başka bir şey yoktu. Onun odası, salonun yanında, benim odam en dipteydi. Müthiş böbrek ağrımla, iki oda arasındaki azıcık mesafeyi güçlükle yürüdüm ve kapısını yumrukladım. Uzun süre kapıyı açmadı. Neden sonra kapıyı açtı da, Ülkübey hocanın arabasıyla sağlık ocağına yetiştik. Namaz kılıyormuş o sırada, namazını bölemezmiş.
         Hans von Ayberg denen adamın kitaplarını yutarcasına okuyordu. Bu adamın NASA'da uzman veya başka özellikleri olan birisi olmadığını, ilkokul mezunu bir Türk sahtekarı olduğunu, saçlarının sarılığının boya, gözlerinin maviliğinin lens olduğunu biliyordu. buna rağmen onun kitaplarını okuyup, bir de üstüne çıkardığı sonuçları bana söylüyordu. O dönemlerde ortadan kaybolan (Daha sonra Hizbullah'ın mezar evlerinin birinde cesedi bulunmuştu), tesettürlü feminist Konca Kuriş'e de düşmandı.
         -Şimdi ona müsait bir yerde İslam'ı anlatıyorlar hocam demişti. Son bir ayrıntı da, bu evliyamızın, birkaç yıl öncesine kadar yaşadığı hızlı Antalya hayatı. Kendilerine vurucu güç derlermiş. Üniversitenin ikinci yılından itibaren, hidayete ermeye başlamış. Ermesini de tesadüfen öğrendim.
         Bir sabah odama daldı. Çok ani bir dalmaydı. Çok önemli bir önemli bir olay sandım. Yüzü bembeyazdı.
         -Sinan hocam, sen cinlisin dedi. Uyanır uyanmaz, böyle acayip bir ithamla karşılaşan herkes gibi afalladım. O günlerde, oda arkadaşımın ne kadar tehlikeli olduğunu daha idrak edemediğim için, kapımı kilitlemiyordum.
         -Ya, nerden çıkardın diye sordum. Rüyasında görmüş. Ben kendimi yönetemiyormuşum, beni cinler yönetiyormuş. Bazı insanlar, özellikle sara (Epilepsi) hastaları cinlerce yönetiliyormuş. Rüyasında benim odama girmiş. Sonra bir ses, ona karışma demiş. (Bu sese hiç uymadı.) birden odam tuvalete dönmüş. Bu cin milleti tuvalette yaşarmış, falanmış, filanmış.
         Bir de bu cin hikayesine Atatürk'ü kattı. Atatürk, benim zıddımmış. O, cinlerini yönetir, gaipten ilim öğrenirmiş, düşmanların niyetinden haberdar olurmuş. Bir gün düşmanları toplantıdayken, toplantı salonundaki telefon çalmış. Arayan Atatürk'müş.
         -Bak bu işi yapmayın, kötü olur demiş.
         -İyi de hocam, dedim. o zamanlar telefonlar şimdiki gibi numaralı, doğrudan aranabilir değilmiş ki, santral varmış, Türkiye'den Avrupa'ya telefon saatler sürermiş, diye itiraz ettim.
         -O zaman Atatürk, saatler önce başlamış, telefon etmeye, diyerek kendisini savundu.
         Kemal'i benim gözümde asıl bitiren ise, onun sağda, solda gördüğü evliyalar oldu. Bir gün odasına girdim. Namaz durumunda, dizleri üzerinde duruyordu, ama namaz kılmıyordu. Trans hali gibi bir durumdaydı. Gözleri bazen açık, bazen kapalıydı. Sessizce bir kenara oturdum.
         -Hocam, şu an yanımdan sakallı, cüppeli birisi geçti, gördün mü? Dedi.
         -Yok hocam, ne görmesi dedim. o, görüyormuş. Sürekli böyle sakallı, cüppeli adamları etrafında dolaşırken görüyormuş. Üniversitenin ikinci yılında başlamış bu hayalleri görmeye. Önce yavaş yavaş, sonra süratle mbu hızlı dünyadan kopmuş. Bu garip olay neden sadece bana anlattı bilmiyorum. Ben, Kemal oradayken ve ben oradayken kimseye anlatmadım bunları. Tayinim başka bir ilçeye çıktıktan, o ilçeye yerleştikten aylar sonra birilerine anlattım bunları.
         Aramız gittikçe kötüleşti. Sürekli tartılır olduk. Beni Sünni yapmaya çalışıyordu. Bun u yüzüne söylediğinde,
         -Ben şimdiye kadar hiçbir Alevinin, Müslüman olduğunu görmedim dedi. Ohalık durumdu bu. Ben ortaokuldayken, yakınlarımızdaki Sokulu lisesinde bir din öğretmeni,
         -Alevilerin, Müslüman olması için, önce Hıristiyan olması gerekir diye bir laf savurmuşu. O laf, Dikmen'de, Alev'siyle,Sünni'siyle bir sürü ateist genç. Bu lafta, benle, Kemal arasındaki alakayı kopardı. Son bir ay hiç konuşmuyorduk. Aramızdaki tartışma ve kavgaları hiç yazmak istemiyorum.
         Yenişarbademli'de bunlar olurken, kemal'in ana babası da, oğullarını zorla ilçe yapılmış bu dağ köyünden kurtarmanın yollarını arıyordu. Dediğine göre bu teşebbüsler, il emrine atamada başlamış. Ancak baştan iş sıkı tutulmayınca, takipte edilmeyince, atama böyle olmuş. Karı koca, atama için il milli eğitim müdürlüğünde adam ararken, il milli eğitim müdür yardımcısını bulmuşlar. Kemal'in annesi gibi Yozgatlıymış. (Babası Afyonluydu) O da,
         -Siz gidin, ben ilk fırsatta sizin çocuğun işini halledeceğim, demiş. Halletti de.
         Ben oraya eylül ayında gelmiştim. Kemal mart ayında. Aralık ayında da, Kemal'in, Isparta il merkezine çıktı. Ailecek zaten Antalya'da oturuyor. Yerine de başka bir beden eğitimi öğretmeni gelmiş.
         Meğer ilçeye yeni bir beden eğitimi öğretmeninin atanmasını bekliyorlarmış. Çünkü ilçede 19 mayıs, 23 nisan, 29 ekim gibi kutlamalar için bir beden eğitimi öğretmeni gerekliymiş.
         Bizim evliya, o kadar insanın tayin hakkı varken, ben kayrılmayı kabullenmem, demedi. Zaten babasına yalvararak torpilini yaptırmıştı. Güle oynaya gitti Isparta merkeze.
         Isparta merkezde, bir ilk öğretime beden eğitimi öğretmeni, Isparta Süleyman Demirel Fen Lisesine de, belletmen atandı. Bu belletmenlik, yatılı okullara özgü bir kurumdur. Bu öğretmen, okulun yatakhanesinde, öğrencilerle beraber kalır. Öğrencilere kahvaltılarını ve akşam yemeklerini yedirir. Ders çalıştırır, göz kulak olur. Ek ders ücreti fazladır ama çok zordur; bu yüzden öğretmenlerin çoğu istemez. Genelde öğretmenler sırayla nöbetçi kalır yatakhanede.
         Bizim evliya, bu konuda da, kandırılmıştı. İki haftada bir cumartesi veya pazar günü, nöbetçi oluyordu. Bu yüzden Antalya'ya daha az gidebiliyordu.  Orada da evliyalığı  tutmuş. Öğrencilerin aşk-flört ilişkilerine karışınca, otuz kadar öğrenciden toplu dayak yemiş.
         Aylar sonra, Isparta'ya gittiğimiz bir gün, fen lisesinde onu ziyaret ettik. Bayağı uysallaşmıştı. Epey laf değdirdim inceden, espriyle ve alttan alarak karşıladı. Oysa hiç huyu değildi alttan almak.

         Sonra birkaç kere daha rastladım ona. Isparta'da işim olduğunda. O arada Körfez ve Düzce depremleri oldu. Kemal'inde, Yenişarbademli'de kalan kel kilimi, televizyon sehpası ve çok ucuz oyun makinesi vardı. Önce onları istedi, sonra depremzedelere göndermek istedi, tabi olmadı.