18 Temmuz 2025 Cuma

SERKAN HOCANIN YEDİĞİ DAYAK



Yenişarbademli'den hatırladığım bir sima da Serkan hocadır. Ne yazık ki soy adını unuttum. Diğer türlü pek çok şeyi hatırlıyorum onunla ilgili. Fen Bilgisi öğretmenliği mezunuydu ve o yıl atanamamıştı. Öğretmenlikte atanamama o yıl başlamıştı, sonraki yıllarda kronikleşecek, ortalık atanamayan öğretmenle dolacaktı. Kendisi, Yenişarbademli'nin, ilçe olmadan önce bağlı olduğu Şarkikaraağaç ilçe milli eğitim müdürlüğünde bir bürokratın oğluydu. Ben o sene Kasım ayında askere gidecek, o da ilçedeki lise ve orta okulda derslere girecekti. Bense, zaten Kasım ayında askere gideceğimden, sadece dört saat dersle duruyordum. Sonra orta okulun sosyal bilgiler öğretmeni ve bizim okulun eski müdürü Mevlüt Yalçın'ın (Onun hikayesi de bambaşka, bir ara yazmak gerek, Fecöcü, çok ekzatrik bir tipti) Isparta il merkezine yakın Atatbey ilçesine tayin olması, onun derslerinin bizim okulun coğrafya öğretmeni Mustafa Korkmaz'a verilmesi, Korkmazın'da iki saatlik vatandaşlık bilgisi dersini, Sinan hocanın da maaş karşılığı demesi üzerine,  üç haftalığına vatandaşlık bilgisi dersine de girdim. (Özellikle Fen-Anadolu öğretmen liselerinde pek çok arkadaş, din kültürü, İngilizce veya beden eğitimci oldukları halde, meslek lisesi görmemişlerdi, öğretmenlik hayatları boyunca. Ben felsefeci olarak orta okul bile gördüm, üzerine de lisenin hemen hemen her türünğ gördüm, en iyisinden, en kötüsüne kadar.) Zaten Kasım'ın 20.'den sonra sekiz ay (er-onbaşı-çavuş) veya on altı ay (asteğmen) olarak askere gidince, dersler başkalarına kalacaktı mecburen.

Serkan Hoca, hem idealist ve hevesli, hem de bürokrat çocuğu olarak şımarık birisiydi. Yenişarbademli'nin artık Şarkikaraağaç'a bağlı olmadığını,  burannsa kendi kurallarına göre yönetildiğini anlamamıştı. Bademli'de olanların hepsinin benim hatam olduğunu sanıyordu. Uyarılarımı dikkate almıyordu. Ona özellikle belediye başkanının kızlarından uzak durmasını söylemiştim. Askere gidişime günler varken, arrkadaşlarım bana, belediye başkanının ikizlerinden küçük olanı ima edip, duruyordu. Serkan'ın da bana olan saygısı hızla azaldı. Hatta lojmanda onun evinden bazı eşyalar alacaktım (üç katlı bir apartmandı lojmanımız, girişteki iki adire, bekar öğretmenlere aitti) Hadi naş naş diye abartılı jestlerle beni kovmuştu.

Aslında daha başta uyarılmıştı. Sadece ücretli ders değil, hafta sonları kurs, halk oyunları falan da çalıştıracak, bu arada KPSS'ye de çalışacaktı. Bir hafta sonu okula gitmiştim. Öğrencilere mola verdirdiği için müdür kızmıştı. Etrafın boş olduüunu, kömürlüpün ve bazı yerlerin her türlü haltı yemeye müsait olduğunu yazmıştı. O sene üniversite sınavı için kurs vereceği sınıf on üç kişiydi ve on ikisi kızdı. O zamanlar lise üç yıldı okulda toplam öğrenci sayısı kırk kişi kadardı.

Ben sekiz ay askere gittim ve dönüşümde tahmin ettiğim gibi, şahane bir dayak yemişti ama meydan dayağı değil. Eğitim yılının son günü, akşam öğrenciler halk oyunları gösterisi yapacakken, belediye başkanının  adamlarınca alınmış, öğrenciler, öğretmenleri olmadan gösteri yapmıştı. Serkan dayağı yemiş, o gece acele ilçeden kaçmış, eşyaları da orada kalmıştı.

Yenişarbademli yada benzeri küçük kasabalarının pek çoğunda, memuru son günlerinde dövme yada hırpalama geleneği vardır.  Orada özellikle jandarma astsubayları, görevlerinin son günlerine doğru, özellikle de düşünlerde, toplu bir dayak yerdi. Olayın içinde başkanın kızları da vardı. Çok dedikodu duydum ama eklemiyorum. Olayın asıl anlatılacak kısmı, Bademli halkının bu olaylarla, kendilşerine hizmete gelmiş devlet memurları yada yabancı işçileri dövmeleriyle ÖVÜNMELERİYDİ. Zaten orada en çok duyduğum iki söz, sen buranın yerlsisi misin ve sürgün tehditleriydi. 25 sene önceydi ve daha henüz 2002 seçinleri olmamıştı. Ülke koalisyonlarla yönetiliyordu ve hepsi birbiriyle akraba ve düşman olan ilçe halkının, her partiden tanıdığı vardı.

Ben sekiz aya askerlik yaptım. Ertesi gün okullar açıldıktan bir kaç hafta sonra Ekim ayına doğru bir cumartesi günü, yakınlarına ait bir otomıbille geldi. Kapıda karşılaştık, kırk yıllık dostu özler gibi sarıldı bana. Eşyalarını taşımaya yardım ettim. Büyükçe, şöyle yaklaşık bir metre çapında aliminyum tepsi ve züerindeki bir sürü mutfak eşyasını bana bıraktı. Bazılarını lojmanın en üst katına yerleşmiş sınıf öğretmeni Kezban hocaya (nişanlıydı), pilastik tabak ve çatal-kaşınları askerden dönen ve lojmanı bıraktığım Ahmet Salih Kutlu'ya bıraktım. Diğer pek çok eşyayı, Beypazarı'na kadar kendimle gezdirdim. Çok büyük bir çoğunluğunu, Beypazarı'ndan taşınırken, vedalaştığım ve orada ortak ev tutmuş olan, Hatice-Cemil Ercan Anadolu Öğretmen Lisesi öğrencilerine bıraktım.

Yenişarbademli'nin aklımdaki en olumsuz imajı, o hevesli genç öğretmene yaptıkları ve bununla öğünmeleriydi.

16 Temmuz 2025 Çarşamba

DEMOKRASİLERDE ÇÖZÜM İKTİDAR DEĞİŞİKLİĞİDİR



Öğretmenlik kariyerim ne yazık ki başarısızlıklarla, yenilgilerle dolu. Bu yenilgilerimin pek çok sebebi var ama  yıllar içinde anladım ki, ilk yıllarda notu bol bir öğretmen olmakla hata yapmışım. Ben iki defa üst üste (şimdiki hesapla 8 ve 9 oluyor, orta son ve lise bir) sınıfta kalmış biri olarak,  not zorbalığını çok yaşamıştım. O yıllarda Dikmen lisesinde öğretmenlerin neredeyse tamamı, ilk derste ne kadar kıt not verdiklerini, öğretmenler kurulunda nasıl öğrenci aleyhine tavır aldıklarını falan anlatırdı. Babam da bana bol not vermemi öğütledi. Kırıkkale Atatürk Sağlık Meslek lisesinden ayrılmak zorunda kalana kadar böyle yaptım. Zorunda kaldım çünkü iki kere mahkemelik olmuştum ve okulun yeni müdürü, tayin isteemzsem, benim için müfettiş isteyeceğini söyledi. Ben de mecburen tayin isteyip, Gazi Endüstüri Meslek lisesine gittim. O sene Anadolu lisesi öğretmenliğini kazandığım için, iki ay kadar sonra, daha ilk sınavları yapmadan, Yıldırım Beyazıt Anadolu lisesine tayin oldum. Orada ilk dönem notu bol bir öğretmen oldum. Öğrenci zorbalığından bunalınca, ikinci dönem dört tane son sınıf öğrencisi, yazılılarının ortalaması 50'nin altında olunca, sözlü, yani performasla desteklemedim ve dersten kalamalarını sağladım. Birisi okul birinciliğinden, takdirden ve şeref listesine girmekten oldu, biri de teşekkürü kaçırdı. Ertesi sene de alan değişikliği ile hemen yanındaki anadolu öğretmen lisesine, öğretmenlik dersi öğretmeni oldum ve ben asla eskisi kadar notu bol olan öğretmen olmadım. Not silahımı kullanmam gerektiğni anlamadım. Tam anlamamışım ki, Hasanoğlan'dan soruşturmalar sonucu sürüldüm. Zaten Anadolu Öğretmen Liseleri, tasfiye sürecindeydi. Mevcut son sınıflara bile öğretmenlik için ek puan verilmiyordu. Ben de eskisi kadar değilse bile bol notluydum.

Ben Yıldırım Beyazıt lisesindeyken, Atatürk sağlık meslek öğrencileri, derslere benim girmem için imza toplayıp, müdüre gitmiş. Zira benim yerime gelen öğretmen arkadaş, 24'ü, 25 yapıp, öğrencinin sıfırını, bir yapmamış. Müdür, son sınıflar için mantık dersi seçmiş (normalde meslek liselerinde bu yapılmaz.), mantık dersinden de kalınmış. Öğrencilerin isyanı ertesi sene, üstelik sene başında da sürmüş, bu seferde edebiyat öğretmeni Mustafa hocanın dersinde olay çıkarmışlar. Ulan madem Sinan hocayı o kadar seviyordunuz, oaradayken niye olay çıkardınız. Hadi olaylar benim suçum,  verdiğim o bol notlara hürmeten, bir 24 Kasım'da çiçek falan alaydınız. Notu kıt, ders saati fazla meslek hocalarına alıyordunuz o güzel hediyeleri. ( O yıllarda sağlık meslekler, şimdikinden iyiydi. Mezun olunca anestezi teknisyeni, hemşire falan olup, memur atanıyor, atanmıyorsanız da özelde gayet iyi maaşlı bir işe giriyordunuz.)

Özet olarak, elinizde bir güç varsa kullanacaksınız, sadece kullanmakla tehdit etmeyeceksiniz, gerçekten kullanacaksınız. Bunu kullanmak için de sabır taşınız ne kadar hızlı dolarsa, o kadar iyi olur. Acıya, zulme uzun süre tahammül etmek, hiç de iyi bir şey değildir.  Zulme, ne kadar çok tahammül ederseniz, o kadar çok sömürülür, istismar edilir ve canı acıtılıtsınız.

Girizgahı bu kadar uzattıktan sonra, konuya gireyim. İktidardan memnun değilse, başka bir partiye, hatta bambaşka bir partiye ve dahası sakın oy verme denilen partiye oy vereceksin. Oy verdiğin partinin genel başkanını baba, partiyi de baba evi bilsen bile, arada bir akıllansın diye bambaşka bir partiye oy vereceksin. Ben kendi hesabıma, düşündüğünüz kadar koyu CHP'li değilm. Başka partilere de oy verdim. E n fazla Kılıçdaroğlu'na tahammül ettim, onun partiyi iktidar yapacağına inandım. Bunun sebebi büyük ölçüde benim de, onun gibi Alevi ve Kürt olmamen ; üstetik bu yüzden hayatım boyunca çok zorbalanmamdı. (Özellikle üniversite de ve Yenişarbademli'de.)

Halkın iktidar değişikliğine yanaşmamasını sağlamanın en iyi yolu kutuplaşmadır. Karşı tarafın öcüleşmesi, üçüncü yolun imkansızlığıdır. Bu zinciri kırmanın yolu, karşı kampa yada üçüncü yola inatla oy vermek, icabında her an, her partiye oy vermeye hazır olmaktır. Zülfü Livaneli, batılıların her seçimde başka partiye oy vermekle, doğuluların da her seçimde aynı partiye oy vermekle övündüklerini söyler. Türkiye'de kitleler, yıllardan beri sola oy vermemekle yada CHP'ye oy vermemekle övünür. Türkiye'de yıllardır iktidar değişse de, ana muhalefet partisi CHP'dir. Tarikatlar, liberaller vesaire, yitip giden bir sağ parti yerine, yeni bir sağ parti yetiştirip, iktidar yaparlar. Zenginlerin siyaset sloganı, benim için hiç bir şeyin değişmemesi için, her şeyin değişmesidir. Bu sloganı  1963 yapımı bir İtalyan filmi olan Leopar (Le Guepard) filminden aldım. Filmde Sicilyalı bir aristokrat, İtalya'nın birleşme süreci ve bu süreçte bir derebeyinin (aristokrat yada senyör), yükselen burjuva sınıfı karşsında konumunu koruma çabasını anlatır. Demokrasileri krize sokan otokratların da ilkesi, bir kişi (yada parti) değişmesin diye, her şeyin değişmesi ve bunun sık sık yapılmasıdır. Özellikle Latin Amerika diktatörlüklerinin en belirgin özelliği, sık sık değişen anayasalarla, çoğu darbeci general olan devlet başkanlarının görev sürelerinin uzatılmasıdır. Değişiklik, her zaman iyidir. Hiç bir kriz iktidar değişikliği olmadan, gerçek anlamda çözülemez.



Buna yakın tarihten ve yakından örnek, komşumuz Yunanistan'dır. Ülke en derin krizinde, seçebileceği en aykırı parti olan Syriza'yı tek başına iktidar yaptı.  Partinin başkanı Aleksis Çipras, Ateist olduğunu ilan edip, İncil üzerine yemin etmedi. Yunanistan gibi bir din devletinde olmayacak bir şeydi. Polonya, Avrupa birliğinin İran'ı, Yunanistan'da Suudi Arabistan'ı gibidir. Askeri araçlar, yeni yapılan binalar, papazlar, kardinaller kutsamadan kullanılmaz. Buna rağmen Çipraz ve Syriza'yi bir kaç seçim arka arkaya seçti. Kriz biraz geçer gibi olunca, Makedonya devleti, Üsküp Cumhuriyeti olmayıp, Kuzey Makedonya olunca, iktidardan indirildi.



Komedyen Ken Dodd'un dediği gibi, politikacılar, bebek bezi gibidir, sık sık değiştirlmelidir.


14 Temmuz 2025 Pazartesi

BİNALARI YIKMADAN YANGINLARI DURDURAMAYIZ

 


Her sene ne çok ormanımız yanıyor. Yanıyor ve nedense söndürülemiyor. Sonra da binalar, madenlerle doluyor ortalık. Bu yangınların devamının gelmemesinin tek bir yolu var, eski orman-tarım arazilerindeki binaları, madenler vesair yapıları yıkmak, ormana, arazisini geri vermek. Atlıyı Üsküdar'dan geri almak. Bu deyiminin kökeni de ilginç. Anadolu, sık sık, özellikle Celali isyanları döneminde denetimden çıkıyormuş. İstanbul'un egemenliğinin doğu sınırı da Üsküdar oluyormuş. Celali lideri Karayazıcı'nın tek idolojisi, Osmanlı, Üsküdar'dan öteye vergi-asker almasın olmuş.Üsküdar'ı geçen kişinin izini aradıysan, bul! Adalet için suçluyu, Üsükadar'ın  ötesinde de kovalamalıyız. Ormanı, sahili, tarım alanlarını, bozkırları, çayırları yağmalıyor ve ardından imar affı çıkarıyorlar. Bolu'daki boş, hayalet villara bile yıkılamıyor. İklim değişikliğine ve su fakirliğine karşı çözüm, çiftçin tarlasına, bahçesine ne ekeceğine karışmak değil, orman yapmaktır. Orman, madenlerden de,  yazlık site ve otellerden de kıymetlidir.

Bolu'da terk edilmiş şatolar demişken: ülkemiz bir terk edilmiş, kullanılmayan, inşaatı bitmeyen yapılar ülkesi oldu. Topraktan al, ucuza al diye yatırımcıyı kandırıyorlar. İnşaaat bitmiyor, çünkü baştan yetersiz sermayeyle başlıyorlar. Baştan yetersiz sermayeyle başlıyorlar, çünkü kurdukları plan gereği,  bina yarım kalsa da kar ediyorlar. Satış gelirlerini tamamen inşaata yatırmıyorlar, çok az, hatta hiç yatırmıyorlar. Görünüşü kurtarmak için, bir iki işçiyi çalıştırıp duruyorlar. Sorsanız tüm inşaat, seneye bitecektir. Daire-dükkan sahipleri, beklemekten yılıp, aldıkları evleri yarı fiyatına başkalarına satmaya çalışıyorlar. Bazen de inşaat öylesine terk ediliyor. Bitmeyen inşaatın giriş katında dükkanlar açılıyor (bitmeyen cami inşaatlarının da giriş-bodrumunda namaz kılınır, bağış toplamak için.), bazı inşaatlarsa neredeyse yarım yüz yıldır yarım kalmış halde, kaderine terk edilmiş. Bu yerler aynı zamanda suç örgütlerinin, evsizlerin, uyuşturucu müptelalarının da yeri.

İnşaat süreçlerini denetlememiz çok zayıf. Bir inşaatın başlangıç ve bitiş süresi belli olmalı. Oysa Keçiören metrosu inşaatı, yirmi yıldan fazla bir zaamn sürdü, Melih Gökçek yönetimindeki belediye, inşaatı Ulaştırma, Haberleşme ve Denizcilik bakanlığına devretti ve gene de ilk iki istasyonu eksik bitti. Özel sektörün inşaatlarını ise denetleyemiyoruz.  Sadece yıllarca bitmeyen inşaatlar sorunumuz yok, terk edilmiş inşaatlar ve binalar sorunumuz da var. Şehirlerdeki bu terk edilmiş, metruk, yarım kalmış alanları yıkıp, yeşil alan yapmalıyız. bunun masrafını da sorumlulardan çıkarmalıyız. Madenleri terk edenler, maden alanlarını tekrar yeşil alan ve tarım arazisi yapmakla sorumlu olmalı. Hem söz verdiği yatırımı yapmayan,  hem de vergi  beyan etmeyen, hem de yangına sebep olan şirketlerin tüm ortaklıklarından bu para tahsil edilmeli.

Doğa, yeşil alani tarım alanları, herkesindir. Hem tüm milletin, hem de tüm insanlığındır. İnsanlığa karşı suçlarda zaman aşımı olmaz, olanlar oldu olmaz.

12 Temmuz 2025 Cumartesi

CÜRETKARLIK İHTİYACI

 


Kızılay'dan otobüse her bindiğimde onu görüyordum. Elinde içinde eski kitap dolu pazar çantaları ile otobüse biniyor, Kurtuluş'ta iniyordu. İki yıllın sonuna doğru nihayet bir kere konuşabildim.  Fırat Eregenokon isimli bu kişi, emekli öğretmen ve sahafmış. Çankaya belediyesi yakınlarında bir dükkanı, Kurtuluş'ta da ikinci bir dükkanı varmış ve elindeki fazla kitapları, arada bir oraya taşıyormuş. Son cümlesi ise bombaydı; yaşayan en büyük Türk şairiyim, dedi. Bu son cümleyi gayet sakince söylemişti. Çok satan ve kibirli olmasıyla meşhur, pek çok şiirini bestelenmiş olduğu için kitlelerce ezbere bilindiği halde, Murathan Mungan bile bu sözü bu kadar kolay söyleyemezdi.  Ben bu ünvanı (yani temmuz 2025 itibarıyla yaşayan) şairler arasında bu ünvanı,  Ataol Behramoğlu, Nihat Behram, Nevzat Çelik, Ahmet Telli ve Haydar Ergülen, Sunay Akın arasında karar veremezdim. ( Listedeki isimlerden Nihat Behram ve Ataol Behramoğlu, kardeştir.)Liste çok solcu olduysa İsmet Özel ve İbrahim Tenekeci'yi ekleyebiliriz. Kadın şair olarak Lale Müldür ve Birsen Tezer'i  (aynı zamanda müzisyen) ekleyebiliriz. Şehrazat ve Ahmet Selçuk İlkan, şairden çok şarkı sözü yazarıdır ama haklarını yememeliyim. Birazcık şiirle ilgilenen biri olarak, benim aklıma gelen, YAŞAYAN şairlerden önemlileri bunlar. Benim bilmediğim, şiirini okuyacağım ve okuduktan sonra, vay be, diyeceğim nice şairler ve adını unuttuğum nice iyi şairler vardı. Hepsinden şimdiden özür dilerim. Bunlar, Türk şiirinin devleri (Temmuz 2025'de yaşayanlar arasında) Sahaf ve emekli öğretmen Fırat Ergenekon'u duyanınız var mı? Ünsüz olunca övünmek çok kolay demek ki.

Ben de ondan farklı değilim. Şu blogu dokuz yıldır yazıyorum. Yazdıklarımın felsefe ve sosyoloji olduğunu iddia ediyor oluşum,  yeterince kibirli olduğumu gösterir. Diğer yandan, şiirde demin saydığım kişiler kadar ünlü olsam, ben de mütevazı olurum diyorum. Beni günlük hayatta tanıyankarın bazıları, üstelikte sürekli burayı sosyal medya hesaplarımda paylaştığım halde, bu yazılarımı bilmiyor. Bilenler de, Aleviliğin köklerini Dedem Korkut'a bağladığım yazıdan dolayı bana Tengrici, Tengir sağolsun falan diyor. Yazılarımın çok fazla okuyucusu yok. Sosyal medyada paulaşım yapa yapa  günde iki yüz civarına ancak ulaşıyorum, yapmazsam yirmiyi pek bulmuyor.

Buna  rağmen yazılarımın etkinliği var. Bu blogu yazmaya başlayalı dokuz yılı geçti. 15 Temmuz'a günler kala yazmaya başlamışım bu blogu. Aslında daha önce de çok yazıyor, yazacak mecra bulamıyordum. Kendi paramla bastırdığım  romanın BAKARA' da ilgi görmüyordu. Arada üyesi olduğum, şimdilerde internet tarihinin mezarlığına gömülmüş olan alkislarlayasiyorum.com'un yazıyorum köşesine de arada bir yazı atıyordum. Bu blogda da seri halde yazmaya yavaş yavaş başladım. Okurlarım az ama yazdıklarımın etkili olduğunu da yavaş yavaş fark ettim. O yazılar yer yer toplamda yirmi yada iki yüzdena az kişi tarafından okunmuştu ama o yazıdan kurduğum hipotezler yada icat ettiğim kavramlar, herkes tarafından kullanılıyordu. Örnek olarak konfor alanı kelimesini ben icat ettim ama ekşicilerin iddia ettiği gibi bundan para kazanmadım. Film ve dizilerin, bir şeyleri normalleştirdiğni  yazdım. Bu fikri önce youtuber Murat Soner, sonra bir Rus, kadın sosyolog yazdı. Hışto'nun Hançeri deyimini, Cumhuriyet gazetesi yazarı Miyase İlknur, benden kopyaladı. (Hışto'nun Hançeri deyimi Kürtker'de yaygınmış ve başka anlamlara da gelebiliyormuş. Onun hançeri-gücü var ama bize zarar vermez gibi)

Buna benzer pek çok şey var ve bu başlangıçta biraz moralimi bozuyordu, bir yazar olarak adım bilinsin ve bundan para kazanayım istiyordum. Sonra böyle de zevkli olmaya başladı, üşkeyi perde arkasından yönetmek gibi bir şeydi bu. Yazıyı okuyanlar, çok az kişinin bildiği bu blogdaki fikirleri, bazen farkında bile olmadan sahipleniyorlar, böylece fikir anonim ve yargılanamaz oluyordu. Fikri üretene ad hoc (bel altı-kişisel ) saldırı yapamıyorlardı. Bu fikirler artık Alevi-Kürt yada boomer değildi, basit bir taşra üniversitesi mezunu, yabancı dil bilmez, yüksek lisansı yok, değildi. Bu yazılardaki fikirleri ilk benim ürettiğimi ben, bazı bazı kendime bile ispat edemezken, beni suçlayanlar nasıl yapacaktı? Hem beni suçlamalar, beni durduk yerde şöhret yapar ve yazdıklarımın doğruluğunun ispatı olurlardı.  Yaşlandıkça ben de şöhreti o kadar arzulamaz oldum. bu devirde şöhret hem geçici, hem de çok düşman kazandırıyor. Youtube yada kağıda bastırma, belki emekli olduktan bir kaç yıl sonrası için olabilir. Şimdilik kendime yetecek kadar para kazanıyorum. Daha fazlasını da şimdilik internetten kazanmayı düşünmüyorum.

Cüretkarlığım bu kadarına yetiyor.



10 Temmuz 2025 Perşembe

BU DEVRİM NAKLEN YAYINLANACAK

 


BU DEVRİM NAKLEN YAYINLANACAK

 

Bu devrim tüm radyolarda, televizyonlarda

İnternet sitelerinde, sosyal medyada

Tüm fenomenler arasında

Canlı yayımlanacak

Penguen belgeseli yarıda kesilerek verilecek

İktidarın değiştiği

Kaçanlar, bavulları toplarken canlı yayın açacak

Kaçamayacak olanlar pişmanlığını anlatacak

Son bir düğüm atacaklar

Çaldıkları paraların, çöktükleri tapuların

Ve bilmem kaç yerden maaşlarının üzerine

Düğüm atacaklar ticari ayrıcalıklarının üzerine

Maden tekellerinin üzerine

Bir gün geri dönecekleri ümidiyle

Tüm dünya canlı izleyecek

O büyük günün görkemindeki şenliği

9 Temmuz 2025 Çarşamba

PİRİNCİN TAŞI-AHLAKSIZLIĞIMIZIN TARİHSELLİĞİ



Pirincin içindeki siyah taştan değil, beyaz taştan kork cümleri ne Japon ne Afrika ne de başka bir memleketin atasözüdür.  Pirinç, normalde içeriği taşlı bir ürün değildir. Oysa Türk halkı olarak, seksenlerin sonuna kadar sadece pirinçten değil,  bulgur, mercimek gibi her türlü küçük taneli gıda ürünlerinden taş ayıklıyorduk. Bizi taş ayıklamaktan ve içi taşlı ürün almaktan Amerikalılar kurtardı. Tam ne zamandı hatırlamıyorum, seksenlerin ortalarıydı, o zamanların tek yada iki (TRT 2) kanallı televizyonlarında bir reklam dönmeye başladı. Pakette Kaliforniya pirinci satılıyordu. Bizler de başta şaşırdık, paketin içinde taş, yok muydu? Yoktu ve pek çok insan, sırf taş ayıklamamak için Kaliforniya pirinci kullanmaya başladı. Sonra yerli zahireciler, pakette ürün satmaya başladı. Sonra normal zahirelik ürünlerde taşsız satılmaya başladı.  Çünkü artık zahireci esnaf,  ürünlerin içinr taş koymaktan vazgeçmişti. Pirincin taşını ayıklamak, pirinçteki beyaz taş kavramları deyim ve atasözü olmuş, benimle mercimeği taşlı yar sözü de türkülerde kalmıştı. Bana bu gerçeği, bir yıl kadar önce, Ankamall (yada Büyük Migros)'in önünde açılan panayırlardan birinde aldığım dağ incirleri hatırlattı. Küçücük ve çok  tatlı bu incirler, una bulanmıştı ve aralarına beyaz taşlar konmuştu. Bu panayıra mal gönderen köylü, eski alışkanlıklarından  kurtulamamıştı. Gene eskiden , marul, lahana gibi sebzeler, diri ve parlak olsun bahanesiyle ıslak, hatta uzun süre suda bekletilerek satılırdı. Bahane  olarak söylenen, diri kalması, parlak görünmesiydi. Oysa gerçek neden, su emen bu bitkileri daha ağır göstermekti. Bu yöntem, zincir marketler yaygınlaşınca, azalarak bitti.

Atatürk inkılaplarının en az konuşulanı,  ölçülerde birlik kanunu. Osmanlı'da ölçülerde bir birlik yoktu ve bu da ticareti çok zorlaştırıyordu. Oysa bu toprakların, Türklerden de önce, hatta yazıdan da öncesine dayanan bir ticaret geleneği yok muydu. Bu ticaret içinde, kendiliğinden bir ortalama ölçüler oluşması gerekmiyor muydu? Çok öğündünüğünüz Ahi teşkilatları, ölçü ve tartıyı standartlaştıramamış mıydı? Ahi geleneği ne zaman bozulmuştu da biz  bu çakal esnaflara kaldık?  Onlrcayı bırak, yüzlerce tarikat, bu ülkeye bir ahlak getirmedi mi?

Getirmemiş, kalıcı olmayan ahlak, ahlak değildir. Tehdit ile ahlak olmaz.Dini tarafından ölüm sonrası sonsuz cehennemle tehdit edilen kişi, dini kendi arzularına göre değiştirir. Cennete gitmesi için kendi isteği doğrultusunda öğüt verenleri dinler. Haçlı seferleri, Maraş-Sivas katlimları, dindarların eserleridir. Ahlak, biir bilinç eseridir. Ahlaklı davranmamızın sebebi, cehennemden korkmamız, metafizik etkiler değil, o şekilde yaşamamız gerekliğidir.

 Bu iktidar yada iktidarlar, gökte düşmedi. Bu partiler, seçmenlerine benziyor, önceki oy verdikleri partilere bir bakın.  O partilerin skandallarına bakın. Ancak yağmadan kendilerine pay verilmediğinde, partilerini terk etmişler. İktidarın yıllardır kitlesini, muhaliflere karşı kışkırttığının bilmem farkında mısınız? Gezi'de, türbanlı bacımızın üstüne işediler yalanına o kadar sıkı sarıldılar ki, Diliniz Kaba, Kalbiniz Taş diye bir kompozisyon yarışması bile düzenlediler. Her fırsatta dinsizlik diyerek, dinimize saldırılıyor diyerek, muhafazakarları, sekülerlerin üzerine kışkırttı. Muhafazakar kitle, sekülerlerle, sokak röportajlarında telefonunu çıkar benzeri tepkileri saymazsak, çatışmak istemedi. İktidarın özenle koruduğu göçmenlere ise, Altındağ'da olduğu gibi çatıştı. Sorun şu ki muhafazakarlar, sekülerler ile çatışınca, yağmadan pay almayacağını biliyor. Göçmenleri kovup, işsizlik azalsın, kira fiyatları düşsün de istiyor. Yani  karşımızda bilinçsiz bir kitle yok. Ezelinden beri böyle bir kitle. 

Bize de pirincin taşını ayıklamak düşüyor.




8 Temmuz 2025 Salı

NE DEMEK


 

NE DEMEK?

 

Demek ki siz zorbalık ettikçe iktidarınız

Güçlenecek sanıyorsunuz

Demek ki siz muhalefeti tutuklarsak

Başka muhalefet çıkmaz diyorsunuz

Gözaltılar, hapislerle ve yasaklarla

İktidarınızı sağlamlaştırmak istiyorsunuz

Sultan Süleyman’a kalmayan dünya

Demek ki size kalacak

Suçlarınız yargılanmayacak

Bedel ödemeyeceksiniz demek ki

Demek ki siz yaşayacaksınız

Bin küsur odalı saraylarda

Sizin sarayınız müze olmayacak,

Harabe olmayacak,

Kamu binası olmayacak….

Siz ve yandaşlarınız

Masalların prenses ve prensleri gibi

Sonsuza kadar mutlu yaşayacaksınız

 

Öyle mi diyor okuduğunuz tarih, felsefe, sosyoloji

Ve bilumum bilim kitapları?

Öyle mi diyor Allah’ın indirdiği son kitap?

O kitabı tebliği eden peygambere öyle mi dedi?

Peygamberin katledilen damadı ve halifeleri öyle mi dedi size?

Peygamberin susuzluktan öldürülen torunları öyle mi dedi size?

Çarmıha gerilen Mesih ve ondan önceki binlerce peygamber

Size bunu mu müjdeledi

 

Yoksa siz cehenneme bir dakika daha geç girmek için çırpınan

Günahkârlardan mısınız?

 

Öyleyse size hayırlı kâbuslar dilerim

Kaçınılmaz sonunuz için