MESNEVİ’DEN
HATIRLANANLAR

Mevlana’nın bir tek Divan-ı Kebir’ini
okumadım. Mektubat, Yedi Cennet ve Fih-i Mafih’i de okudum. Bu kitaplarda öyle
hikâyeler yok, bolca ahlaki öğüt var. Fih-ii Mafih, Mevlana’nın ölümünden sonra
derlenmiş konuşmalarından oluşuyor. Kendiliğine (spontane) olaylar var. Mesela
gelen birileri hakkında, konuşsak konuya ortak olacaklar, sussak kendilerinden
bir şey sakladığımızı sanacaklar gibisinden sözler geçiyor. Mesnevi, bunlardan
bambaşka bir şeydir.
En başta, Mesnevi ile ilgili olarak
anlatılmayan şey, Mevlana’nın Türk olmadığı bir yana, Türkler ve Türklükten pek
haz etmediğidir. Türklerle ilgili öyküler, pekiyi değil. Mesela kumaş hırsızı
bir terzi var. Bir Türk, ben buna kumaş kaptırmam diye gidiyor. Terzi sürekli güldürerek
ve onunla alay ederek, kumaşlarını çalıyor. Böylesi birkaç öykü var. Türkler
kısa boylu, kıpkırmızı, kalkan gibi yuvarlak suratlı, ip gibi çekik gözlü ve
çirkin olarak tarif ediliyor. Bir tanesinde de Türkler, taklitçi olarak
anlatılıyor. Çinliler ile Türkler, karşılıklı resim yarışması yapıyorlar. Bir
mağaranın içini perde ile ikiye ayırırlar. Çinliler kutu kutu boya, Türkler
zımpara, cila alıyor. Perde açıldığında Türkler mağarayı öyle iyi cilalıyor
ki, Çinliler, kendi resimlerine hayran
kalıyor. Böyle birkaç hikâye var. Kürtlerin adının geçtiği birkaç öykü var,
onları da net hatırlamamakla beraber, kolay kandırılan esnaf konumundalar.


Kadınlarla
da arası pek iyi değil. Öykülerinde kadınlar ya akılsız, ya da şehvet düşkünü
ve güvenilmez. Eşekle ilişkiye gireni, kocasını aptal yerine koyanı ve şahini
güvercine çevireni mevcut ama aklı başında, mantıklı olanı yok. Bir ara Nobel
ödüllü yazar Necip Mahfuz’un romanlarını çok okuyordum. 7-8 kitabını falan
bitirmiştim. Dikkatimi bir şey çekmişti. Kitaplarında adı geçen kadınların
neredeyse tamamı ahlaksızdı. Namuslu kadınların ve mutlu halkların hikâyesi
olmaz derler. Lakin hiçbir olay örgüsünde namuslu kadın yok. Arapça
öğretmenliği yapan bir arkadaşım var, şimdilerde üniversite de öğretim
görevlisi oldu, Arap dili ve edebiyatı konusunda mastır yapıyor. Dediğine göre
Arap romanlarının genelinde bu varmış.

Diğer
bir olay da, Mevlana’nın meşhur arkadaşı, dostu Şemsi Tebrizi ile ilişkisinin
nasıl yorumlanması gerektiğidir. Zeki Velidi Togan, anıların bir yerinde
Mevlana’ya değinir. Mevlana zamanında tüysüz oğlanların dergâhlara
alınmadığından bahseder. Bence ikisi
arasında asla fiili livata, oral-anal anlamda seks olmadı. Kendisinin
oğlancılığı aşırı derecede bir lanetleme durumu var. Gene de ikisi arasında
libido vardı. Ben bu konuda Freundcuyum. Bastırılan cinsellik duyguları, başka
türlü de ortaya çıkabiliyor. Aralarındaki dostluğu anlatan kelimelerin
tuhaflığından bunu çıkarıyorum.
Tasavvufun
meşhur dünyadan vazgeçme durumu, Mevlana’da biraz farklı. Adamın birinin
eline, bir define haritası geçer. Bu define, bir harabeden bir ok atımı
uzaktadır. Adam harabenin dibine gelir, gösterilen yöne ok atar, okun düştüğü
yeri kazar ama bulamaz. Bu sefer oku daha uzağa atar, gene bulamaz. Mevlana der
ki behey ahmak, sana zemereği kopart, kirişi kır mı diyen oldu, sen oku hiç
germeden atacaktın. Mesnevinin
başlarında bir yerlerde anlatılan bu hikâyeye, Mesnevi boyunca sık sık atıflar
yapılır. Dünya hırsının zararları sadece masum olaylar ya da masallarla değil,
erotik, hatta basbayağı hard porno öykülerle dolu olduğudur. En meşhuru da
hizmetçisi gibi eşekle cinsel ilişkiye girmek isteyip, hizmetçinin kabaktan yaptığı düzeneği
görmeyerek ölen, hizmetçinin hikâyesidir.
Mevlana’ya göre dünya malını istemekte tam da böyle bir şeydir. Dünyadan
elini eteğini çekmek uğruna bekâr kalmayı abes ve Hristiyanlık özentisi olarak
görür. Dünya nimetinden çok ta sakınmamalı, nefse eziyet etmemelidir. Nefis,
insanın kaynamayan kazıdır. Mevlana’dan başka pek çok tasavvuf şiirinde bahsi
geçen, kaynamayan kaz, insanın nefsidir.
Derler ki bir kaz, neredeyse bir dana kadar yer, doymaz. İnsan nefsi de bir kaz
kadar doymazdır. Onu kaynatmanın, yani yok etmenin imkânı yoktur. Bu açıdan
Mevlana, gerçekçidir. Kendini tanrıya adayacağım diye aç kalan, kendisini
hapseden, hele de bekâr kalanları hiç anlamaz.
Bu, oku çok uzağa atmak, zembereği koparırcasına çekmektir. Bu gerçekçilik,
benim fikrimce Mevleviliği en sağlam tarikat yapmıştır. Cumhuriyet ilan edilip, tekke ve zaviyeler
kanunu yürürlüğe girdiğinde sadece Nevşehir Hacı Bektaşi Veli ve Mevleviliğe
dokunulmamıştı. İşin doğrusu çürümeden Mevlevilik de payını almıştı.

Özellikle
yabancı yazarların Mevlana’ya (yabancı kaynaklarda Rumi diye geçer) aşırı bir
hayranlığı vardır. İslam denildiğinde adını peygamber Muhammed’den önce
anarlar. Oysa kendisini, onu ayağının
tozu olamam diye tarif eder. Hemen her dinden, kültürden insanı etkilemiştir. Hintli
yazar Jiddu
Krishnamurti bile, benim için Ateist Mevlanadır. Baştan sona okunması
zevklidir lakin piyasada torunlarından Abdülbaki Gölpınarlı’nın şerhleri ile
dolu baskısı vardır, Milli Eğitim Bakanlığınca basılmış. Medrese geleneğinde,
yeni kitap yazmayıp, eski kitapları şerhlerle doldurmak ve bunları yeni eser
diye sunmak geleneği, Mevleviliğe de bulaşmıştır. Pek çok önemli İslam
İlahiyatı eseri, okunmak için şerhlerden, yani dipnot ve parantezlerden
kurtulmalıdır. Diğer bir konu da, dini kitapları ya da pek çok kitabı,
pasajlar, bölümler halinde okumak ve alıntılamak. Bütününü okuduğunuzda, kitaba
bakış açınız bütünüyle değişiyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder