30 Haziran 2020 Salı

KURTLAR VADİSİ VE BREAKİNG BAD

Kurtlar Vadisi: Pusu (TV Series 2007–2016) - Photo Gallery - IMDbKaldığı yerden devam: 'Breaking Bad' filmi Netflix'ten ...Abuzer Kömürcü Twitterren: ""Breaking Bad"in Türk versiyonunda ...

Biliyorum pek çok okur, Kurtlar Vadisi ve Breaking Bad ne alaka diyecek. Bense Breaking Bad ve onun meşhur avukatını anlatan Better Call Saul'un yayımlanmış bölümlerinin tamamını izledim. Kurtlar Vadisi'nin meşhur ilk 93 bölümünün tamamını ve diğer pek çok mafyatik yerli dizi izledim ve bu diziyi yapanların daha önce en azından Kurtlar Vadisi, Deli Yürek, Ezel gibi Türk dizilerini izledikleri kanaatine vardım. Bunları da madde madde yazıyorum.
1) Baba-oğul-Sevgi-nefret ilişkisi: Jesii ve White ile Abuzer Kömürücü ve oğlu arasındaki dalgalı ve sınırda bir sevgi-nefret ilişkileri var. İki çiftte yıllar sonra buluşuyor. Dizinin Abuzer Kömürcü ve oğlunun olduğu bölümleri de izlerseniz ilk başta ne demek istediğimi anlayacaksınız. Aslında mafyatik dizilerde böylesi baba-oğul ilişkileri sıkça karşımıza çıkar. Meşhur Polat Alemdar, baron Mehmet Karahanlı'nın gizli oğlu çıkmıştı. Ezel dizisinde Dayı ile oğlu Sekiz arasında da benzer bir ilişki vardı.
2) Ana karakterlerin arada bir öldürülmesi: Bu yanılmıyorsam Deli Yürek dizisi ile başladı. Dizide adı çok bilinen, seyircinin adının alıştığı ana karakterlerin belli aralıklarla öldürülmesini, Breaking Bad'den önce herhangi bir Amerikan dizisinde görmedim. Özellikle adı çok bilinen ve ekranda çok rol olan kötü karakterler, belli dönemlerde ölüyor ve yerlerine daha kötü yeni karakterler geliyor. İyi karakterler, kötü karakterlerden daha seyrek ölüyor ama arada onlar da ölüyor. Sonra onların yerine de yeni iyi karakterler geliyor.
Gustavo Fring neden unutulmaz oldu?
3)Gittikçe psikopatlaşan ve egzantirikleşen kötü karakterler: Türk mafya dizilerinde bölümler uzadıkça yeni ve daha egzantirik, daha psikopat karakterler ortaya çıkıyor. Kurtlar Vadisinde en zirve karakter Barondu, Pusu'da ondan daha zirve Baronlar çıktı. Tetikçi-katil olarak da dizi ilerledikçe daha zirve kötü adamlar ve katiller türedi. Breaking Bad'ın baronu da tavuk lokantacısı Gustavo'ydu. Sonra Meksika'da çölün ortasında oturan baron ortaya çıktı. Finalde Gustavo öldükten sonra Alman kimya devinin de adı geçti.
Beter Call Soul'da görülen yeni tetikçiler, Breaking Bad'i geçmiş. Katil kuzenler ise hikayenin başlangıcını anlattığı bu bölümlerde daha bir psikopat.
4)Dış güçler ve etnik unsurların tehlike olması: Breaking Bad'da mafyanın temel unsurları genelde Meksikalılar başta olmak üzere, Latin Amerikalılardı. Özel dedektif Mike'ın atalarının Alman olduğunu Better Call Saul'da Alman inşaatçılarla bir sohbetinden öğreniyoruz. (Soy adı Almanca'ymış.) Gustavo'un örgütü de bir şekilde Alman firmasına bağlıydı. Breaking Bad'in son sezonundaki met çetesi ise açıkça Nazi hayranı bir çeteydi.
Benzer bir durum Kurtlar Vadisi ya da diğer benzer mafyatik dizilerde görülmekte. Genelde Laz ve Kürt aksanı yoğunlukta. Baron Karahanlının da ölüm şekli ile Üzeyir Garih olduğu, yani Yahudiliği ima edilmişti. Baronu da uluslar arası bir mason locası öldürmüştü.
5)3-5 bölümde bir toplu katliamlar: Türk mafya dizilerinde arada ben az üç, yer yer yirmi kişiye kadar toplu çatışma ve katliamlar yaşanır. Sebebi de bu dizi ve filmlerin bir çeşit şiddet pornosu olmasıdır. 
Tıpkı porno film izleyicilerinin konuyu değil de seks sahnelerini önemsemesi gibi; bu film ve dizilerin izleyicileri de çoğu kez şiddet sahneleri için izliyorlar. Dizi yapımcıları da arada bir seyircilere bunu vermek zorunda. Bu yüzden ya çok şiddetli bir çatışma ya da toplu infazlar olmakta.
6) Giderek yavaşlama ve durgunlaşma: Hemen her dizide bir sitem vardır. İlk sezonu ya da ilk bir kaç sezonu muhteşemdi diye. İşin özü şu ki, dizide ilk amaç bir kitlenin dikkatini çekmek ve kitleyi kendisine bağlamak için bol aksiyonla işe başlıyor. Bu aksiyonlar da ucuz değil. Patlamalar, taklalar, yüksek ücretli dublörler, uçurulan helikopterler falan hep çok pahalı ve yapım şirketine masraf. Dizi yapımcıları, seyircileri kendilerine bağladıklarını anladıkça, o kadar pahalı sahneleri o kadar sık çekmiyorlar. 
Better Call Saul'da öyle uzun bakışma ve ağlama krizi sahneleri yok. Onun yeri uzun avukatlık bürosu görüşmeleri, uzun toplantı sahneleri almış durumda.
7)İyilikten, kötülüğe ve illegalliğe kayış: Hem Walter White hem de Polat Alemdar; en baştan da çok iyi karakterler değildi. Ancak tam anlamıyla kötülerin kampında değillerdi. Polat, gizlice mafyaya sızmış devlet elemanı; White'da sırf tedavi masrafları için bu işe girmişti. Sonrasında her ikisi de mafya babası oldu. Polat Alemdar final bile yapamadan 15 Temmuz sonrasında yayından kaldırıldı. Better Call Saul'da ise avukatımız Saul, giderek fakir fukaranın, küçük suçluların avukatlığından, mafya avukatlığına yükseliyor. 
Dizilerde karakterlerle beraber isimlerin değişmesi de bir başka benzerlik. Üç dizide de karakterler, kişilikleri ile beraber adlarını da değiştirirler. Kurtlar Vadisinde bir zaman sonra kendisini yetiştiren Aslan bey bile Ali olduğunu unutur ve ona Polat der. Walter White, kişiliğinin değişimiyle Heisenberg olur (Nazi yalakası kimya dehası), Jimy Mc Gill ise Saul Goodman olur.
8)Walter White'ın  temizlik takıntısı ile Abuzer Kömürcü'nün pisliği, sanki atıf yapmak için gibi. White bilimsel çalışsa da Abuzer ve gerçek uyuşturucu imalatçıları pek temiz değildirler ve el yordamı-göz kararı ile çalışırlar.
Profesör Sevil Atasoy,  en gelişmiş laboratuvarda, en bilimsel tekniklerle, bu ilkel üreticiler kadar kaliteli uyuşturucu üretemediklerini söylemişti.
Bu iki zıtlık sanki gizli bir gönderme gibi geldi bana. Bence  açık ki Better Call Saul dizisi yapımcıları, Kurtlar Vadisini en azından bir kere izlemiş. 

23 Haziran 2020 Salı

TÜRKEŞ VE MUHSİN-KÖTÜLÜĞÜN YÜCELİĞİ

Ankara Anıtkabir Ankara Alparslan Türkeş Mezarı arası mesafe ...TÂCEDDİN DERGÂHI - TDV İslâm Ansiklopedisi
Doksanlı yıllar ve öncesinde Ülkücü olmak, şimdikinden daha havalı bir şeydi. Mhp'nin oyu %3' lerde  olsa da (1994'de barajı aşacağız diyen Türkeş'in dişçisini, doktorunu aday gösterip, teşkilatlarını küstürmesi sonucu %7' de kalmıştı) ortalıkta Ülkücüyüm diye dolaşanlar daha çoktu.
Bu sadece sokaklarda gezen Ülkücü çeteler ya da okullardaki Ülkücü yapılanma olarak algılamayın. Evet, o dönemin Ülkücü yapılaşması sokaklarda ve okullarda çok güçlüydü. Çoğu üniversitede Ülkücü yapılaşması yüzünden hiç bir eylem yapılamıyordu.
Esnaf ve bürokraside de Ülkücü yapılanması çok güçlüydü ama o zamanlar cemaat dediğimiz Fetöcüler yavaş yavaş bürokrasideki Ülkücü yapılanmayı yavaş yavaş kemiriyordu.
1950'den bu yana ülkeyi yöneten, çoğu kez de tek başına ya da Milliyetçi Cephe denen sağcı koalisyonlarla yöneten sağcı zihniyet, bürokrasiye CHP'liydi der. Oysa ben hayatımda pek az solcu bürokrat gördüm. O meşhur doksanlarda orta derece yöneticiler Ülkücü, daha üstü tarikatçı-Fetöcü falan olurdu.
Polis memurlarını  ve komiserlerinin çoğu Ülkücüyken ve hatta Özel Harekat Polisliği seçmelerinin sonuçları herkesten önce Ülkü ocaklarına ulaşıyorken, üst düzey amirlerin fetöcülüğü, bıyıklarından belli olurdu.
İşin gerçeği, bu satırların yazarı dahil, gençliğinde Ülkücü takılan, Ülkü ocaklarına gidenler,  hayatlarında bir yada iki kere MHP'ye oy verseydi, MHP şimdiye kadar en az bir kere tek başına iktidara gelirdi. 
Bir de Muhsin Yazıcıoğlu'nun durumu var. Kendisi MHP'den ayrılıp, kendi partisini kurduktan sonra %1'i hiç geçemedi. Partisinin tek başarısı, ölümünden sonra Sivas il merkezi ve pek çok ilçe belediyesini almak oldu.
Solu her zaman aldığı düşük oy oranları ile değerlendirip, halka yabancı olmakla suçlayan sağcıların, Türkeş ve Yazıcıoğlu'nu bu övgüsünü incelemek gerekir.
Türk halkının oy vermediği, verse de emanet oy verdiği bu politikacıları böyle sevmesi nedendir? İktidarın kokusunu bile almamış bu politikacılara karşı bu hayranlık nedendir diye fikir yürütmeye karar verdim.
Muhsin Yazıcıoğlu BBP'yi (Büyük Birlik Partisi) kurduğunda, saf bir ergen olarak MHP'nin zaten %3  oyundan okkalı bir pay götüreceğini sandım. çünkü ortalık Türkeş ya da MHP'ye kızıp, artık BBP'li olduğunu söyleyenlerle doluydu.
Oysa Türkeş'e oy verdiğini söyleyenler de çoktu.
Gene de MHP, seksenler sonu, doksanlar başında bir yükseliş içindeydi. Geleneksel iç Anadolu (Yozgat, Çorum vs) oylarının yanında Bafra, Alanya gibi bu gün artık tarih olan ve neyin merkezi olduğu belli olmayan Merkez Sağın kalesi ilçeleri, hatta Tarsus gibi solun kalesi ilçelerin belediye başkanlıklarını kazanarak, yükselişinin işaretlerini veriyordu.
Türkeş 1994'de bu yükselişi doğru okumayıp, dişçisinin, dünürünün, doktorunun derdine düşünce, %7 ile baraj altı kaldı. 1997'deki o kalabalık cenazesinde de hüngür hüngür ağladılar. Başbuğum (Başbuğ, Türkeş'in unvanıydı. Şimdiki gençler bilmeyebilir. Adı anılmaz, kendisinden doğrudan Başbuğ diye bahsedilirdi. Tansu Çiller'in bile kendisine başbuğum diye hitap ettiği bilinirdi.), seni cumhurbaşkanı olarak göndermek vardı, böyle milletvekili bile olmadan olmamalıydı diye ağıtlar yaktılar.
Hem Türkeş, hem de Yazıcıoğlu'nun cenazelerine katılan kalabalık, hayatları boyunca aldıkları oya yakın ya da daha azdı.
Bu oyu da ölmeye hazırlanan merkez sağ, daha doğrusu sağ seçmenden emanet aldılar. MHP, 1994' de %7'de kaldı.  1999'da barajı geçer derken %18'e yakın oyla, en fazla oy alan 2., sağ cenahta da 1. parti oldu. 
Lakin bu oy oranı da emanetti. 2002'de erken seçim için koalisyonu zorla bozan Bahçeli, 2002'de bir de Cem Uzan'ın Genç partisini sözleri ile destekleyince, %8,5 ile baraj altında kaldı. Seçime günler kala durumu anladı ama çok geçti. %7 oy alan Genç parti, DYP ve ANAP'ı tarihe, MHP'yi de meclis dışına gönderdi.
Burada asıl meseleye gelelim.  Alparslan Türkeş'in ne gibi başarısı var da Ankara'nın ortasında anıt mezarı var, ya da Yazıcıoğlu ve Nuri Pakdil hangi sıfatla Tacettin dergahında yatmaktadır.
Türkeş seçim kazanmadığı gibi, iktidar olduğu koalisyonlarda da pek etkin olmamıştır. MHP'li belediyeler, kaleye benzeyen Estergon parkı, park ortasında bir kule ve kulenin tepesinde bir İskender kebapçısı haricinde öyle belirgin bir özellikleri yoktur.
Yazıcıoğlu'nda o başarı da yok zira partisi %2 bile olamadı. Nuri Pakdil ise bir avuç sağcı entellektüel haricinde adı bilinmeyen bir yazar olarak kaldı.
Türkeş'e ve Yazıcıoğlu'na oy vermemiş, vermeye niyet bile etmemiş  bu insanlar, neden böyle sevgi gösterisinde bulunmakta?
Sebebini benzer bir durum olan Endonezya'da bulabiliriz. Endonezya'da 1965 solcu-komünist katliamına katılanlar, yıllar sonra bile kahraman gibi anlıyor ve katledilenlerin torunları halen cezalı.
Benzer bir durum Türkiye için de geçerli.
Türkeş ve Yazıcıoğlı, genelde seksen öncesi  ya da 12 eylül öncesi dediğimiz dönemde sokaklarda sağı temsil ettiler.
Böylece merkez sağın ve İslamcıların eli temiz kaldı. Hepsi hem MHP ve Ülkücüleri övdü, hem de Ülkücülerin cinayetlerini zerrece sahiplenmedi.
Ülkücüler sayesinde CHP iktidardayken  (14 kiralık Adalet Partisi milletvekili ile eğreti olarak olsa bile), CHP'nin ana oy deposu Alevileri Maraş şehrinde katletmiş, Alevileri toplumun dışına itmişlerdi. Uzun yıllar solu taşra şehirlerinde tutunmasını sağlamıştı.
12 Eylülden sonra da PKK terörü yüzünden batı illerine göç eden Kürtlerin çoğunun ploreleter kalmasını,  doksanlar da yeni kurulan taşra üniversitelerine solun yerleşmemesini sağlamıştı.
Muhsin Yazıcıoğlu'da o yıllarda Ülkü ocakları başkanıydı. O da Sivas katliamı ve Hırant Dink katliamında ne devletin ne de sağın elini kana bulamamasını sağladı.
İnsanların bütün duygularını yüceltmeye eğilimleri var, nefret de buna dahil.
Geçenlerde, daha George Floyd olayları çıkmadan çok önce bir belgesel izlemiştim televizyonda. Siyahi hak arayışı yükseldikçe,  yenilen güney ordusunun ve hükumetinin yeni heykelleri dikiliyordu şehrin meydanlarına.
Amerika halkı, bu insanları alt sınıf yapan ve kendi refahını sağlayanlara müteşekkirdi bu da bunun heykelleriyidi.
Türkeş ve Yazıoğlu'nun mezarları da aynı mantıkla yapılmış
Nuri Pakdil'i soracak olursanız, kozmik odaya girmeye sebep olan subaylar, Bülent Arınç'ı değil, şüpheli bir albayı takip ediyordu ve o albay, o gece, Nuri Pakdil'in evindeydi.

14 Haziran 2020 Pazar

SABATAYCILAR VE TÜRK SAĞI

Kendini Mesih İlan Ederek 17. Yüzyıl Osmanlı Tarihine Damga Vurmuş ...
Sabatay Sevi ile ilgili çok fazla bilgi ile başlamayacağım. Zaten bu adı google'da arattığınızda bile  fazlası ile bilgiye boğuluyorsunuz.  Özetle kendisi 18. yüz yılda Osmanlı topraklarında doğup,  yaşamı bir Yahudi din adamı.
Onu özel yapan bir dönem mesih-peygamber olma iddiası ile Yahudileri (özellikle Selanik Yahudileri) arasında taraftar bulması, sonra kendisi ve taraftarlarının açıkta Müslüman, gizlide Yahudi olarak yaşaması ve bu günlere kadar varlıklarını sürdürmeleri.
Sebataycılık her zaman tartışma konusu oldu. Atsız'dan itibaren faşistler her yerde Sebatacı aradı ve işine gelmeyen her Rumeli göçmeninlerinin ya da her hangi birisini Sebataycılıkla suçladı.
Genelde ülkemizde sağcılar, canlarını sıkan hemen herkesin atalarında Ermenilik, Rumluk vs araması geleneksel hale geldi.
Hele de buldu mu mal bulmuş Mağribi gibi saldırması da yok mu?
Sabataycılar kendilerini gizlemeye çalışırmış bile olsalar, hem kalabalık olmaları, hem de bir çok alışkanlıkları nedeniyle gizli kalmamışlardır. 
Bir ortamda önce kendilerinden olanları selamlamaları, yeme-içme konusunda Seferad Yahudiliği alışkanlıklarını devam ettirmeleri (örneğin et ile sütü bir arada yemezler, bu yüzden İskender kebab yemezler.), kendilerine özel törenleri nedeniyle her Sabataycıların hepsi hem Osmanlı, hem de Türkiye cumhuriyeti devletinde bilindi.
Hatta yıllar önce haklarında bir yazı dizisi okumuştum. Sabataycı olduğunu iddia eden ve adını vermeyen kişi, hepsinin pasaportlarının ilk (ya da son muydu) iki rakamının hep aynı olduğunu yazmıştı. Yani hepsi biliniyordu.
Sabataycılar, Müsülümanlar için Yahudi, Yahudiler için Müslümandılar. 
Siyonistler onları aralarına almadılar.Çünkü Sabataycılık sadece kendisini Müslümanmış gibi gösteren Yahudiler değildi. Onları bu yaşam tarzına iten Sabatay Sevi'ye olan inançlarıydı. Yoksa Yahudiler, Osmanlı döneminde hiç  isyan etmemiş, kimse onlardan din değiştirmesini istememişti. 
Onlar, bir Sabatay İsrail'i düşlüyordu. Yani Müslüman gibi yaşayan ve Sabatay'ın dönüşünü bekleyenleri Filistin'de kurdukları bir devleti düşlüyorlardı.
Sabataycılar Müslüman da sayılmadılar ve onlara hep şüphe ile yaklaşıldı. Gazeteci Hasan Tahsin bile, Yunanlılar General Nurettin Sakallı'nın linç ettirdiği İzmir Metropoliti Hirisostomos Kalafatis'in heykelini Atina'nın ortasına diktikten sonra yaptıkları hatırlandı ve heykeli dikildi.
Güneş Erkul yazdı: Kurtuluşu ateşleyen ilk kıvılcım, ilk milli ...
Soner Yalçın'ın kitabından sonra sağcılar, Bülbülderesi mezarlığındaki taşlardaki soy isimlerden Sabataycı avına çıktı. Oysa en başta, o mezarlıkta sadece iki parsel onlara aitti. Sonra Sabataycıların aldıkları soy adlarını, diğer inançlardan insanlar da almayacak diye bir şey yoktur.
Gene de sağcılar, çılgınlar gibi soy adlarından Sabataycı avı başlattı. Soner Yalçın'ın kitabının yaygın olduğu zamanlar, yani doksanlar sonu, iki binler başında iyice çılgınlığa döndü.
Herkesi Sabataycı ilan ederken, bazı kişiler vardı ki, onlarla ilgili olarak sağcılar pek konuşmaz.
Bunların ikisi kayınçodur. Evliyazade Hacı Mehmet Efendinin üç damadı idam ile ölmüştür, üçünün de idamı siyasidir. Adnan Menderes, Fatin Rüştü Zorlu ve İttihat ve Terakki partisinin meşhur komitacısı Doktor Nazım bey.
Adnan Menderes ile ilgili olarak çoğu cami ve mederese olan İstanbul'da bulunan yedi binden fazla tarihi binayı yıktırması.
Diğeri de 27 Mayısçıların Demokrat partiye karşı tüm öfkelerinin üç kişinin üzerinde toplanmasıydı. 27 Mayıstan sonra, Yassıada'da hapis yatanlar dahil hemen her Demokrat partili, darbeden sonra siyasete devam etmiş, parti kapatılsa bile, il ve ilçe başkanlarına pek bir şey olmamıştır.
Daha 1962 seçimlerinde Demokrat partinin devamı olduğunu bağıra bağıra söyleyen dört parti seçime girmiş, biri koalisyon ortağı olmuş ve daha sonra 1965'de tek başına iktidar olmuştur.
Doktor Nâzım Bey - Beyaz TarihAdnan Menderes - Vikipedi
27 Mayısçıların üniversitelerden attığı 147 öğretim üyesi solcuydu. Aziz Nesin  bu dönemde Bursa'ya sürgün gitti.
Burada şu soruyu sormalıyız, neden sadece o üç kişinin idamında ısrar edildi. Dönemin cumhurbaşkanı Celal Bayar idam edilmedi ve darbeden kırk küsur yıl sonra eski cumhurbaşkanı olarak, yüz yaşında televizyonlara çıkıyordu. 
Bayar'ın 27 Mayıs hükumetince idam edilmemesinin sebebi yaşlı olması ya da Cemal Gürsel'in araya girmesi olduğu iddiası bana saçma geliyor. 
Seyit Rıza asıldığına 65'i bırakın, 70.'de üzerindeydi. Erdal Eren 17.'de bile değildi. 
147 solcu öğretim üyesini görevden alan, milli mücadele tecrübeli subayları (EMİNSU'lar) zorla emekli eden, Aziz Nesin'i sürgüne gönderen, bildirisini 1944 Irkçılık-Turancılık davası sanığı Alparslan Türkeş tarafından NATO'ya  CENTO'ya (dili sürçmüş ve senato demiştir) bağlıyız diye başlayarak okunan 27 Mayıs darbesini solculuk adına sahiplenmek ne büyük bir gaflettir.
Alparslan Türkeş demişken, onu  bir numaralı akıl hocası Atsız değil midir? Atsız'da Türkiye'nin en ünlü Sabatacı avcısı (Atsız onlara Selanik Dönmeleri derdi) değil miydi?
(İşin ilginci Atsız'da bir dönem, öğretmen olarak çalıştığı bir özel okul yüzünden gizli Sabataycılıkla suçlanmıştı. Gerçi ırkçı olmasından dolayı Ermenilir, Rumluk vs her türlü etnik özellik özellik Atsız'a mal edildi).
Üniversiteye Darbe (147 Ler Mücadelesi) - Reşat Kaynar | Nadir KitapMenderes'in o fotoğrafı Arınç'a verildi - Timeturk: Haber ...
27 Mayıs duruşmalarını dinlediğimde-izlediğimde ilginç bir ayrıntı dikkatimi çekti. Özellikle Adnan Menderes, mahkeme üyelerine karşı çok aşırı nazikti. Diğer yargılananlar ise, zorla geldim ama bu mahkemeyi tanımıyorum havasında, zorlama bir resmi nezaket, yer yer ukala cevaplar ve sert ses tonu ile konuşuyordu.
Sonra dikkat ettim ki,  mahkeme heyeti de genelde sadece Adnan Menderes'e karşı kaba davranıyor, diğerlerine karşı çok da kaba olmuyordu. Sonra bir keresinde de Fatin Rüştü Zorlu'ya benzer kabalıkta bulunduklarını fark ettim.
Gardiyan ve güvenlikle görevli subayların da, genel olarak bu önemli üçlüye karşı daha kabaydılar ve nedense Demokrat Partinin on yılının sorumluluğu , aynı üç kişinin üzerine atılmıştı. 
Ortada hiç konuşulmayan bir gerçek var.
Darbecilerin Menderes ve arkadaşlarına öfkesinin asıl sebebi,  onları Sabataycı sanmasıydı. (Ben böyle bir iddiayı ortaya atacak değilim. Öyle olmaları idamlarını meşru yapmayacağı gibi, iktidar sürecinde yaptıkları suçları da aklamaz)
Yoksa Celal Bayar ya da diğer Demokrat partililer de 27 Mayıs'tan böyle kolay kurtulamaz, 12 Eylül'ü yaşayan Demirel, öyle çabucak partisinin başında 1965'de başbakan olmazdı.
27 Mayısçılar, Adnan Menderes ile ilgili düşüncelerini halka anlatamadılar. bunun iki sebebi vardı.
Birinci halk için Menderes, çok partiye geçişi sağlayan ve tek parti iktidarını deviren efsaneydi.
İkincisi de, tıpkı doksanların sonunda olduğu gibi cadı avı başlaması sorunuydu.
Bu cadı avından, Sabatay Sevi'nin öz torunu, modacı Cemil İpekçi'de nasibini aldı. Aslında Selanik kökeni ile alakası olmayan Tokat'lı akrabaları işinden oldu, gizli Yahudi diye mimlendi. Oysa Sabataycılar,  çoktan Müslümanlara kız alıp vermeye başlamıştılar. Kendisi bir zamanlar Türk Hava Yolar hosteslerinin ve İstanbul simitçilerinin üniformalarını tasarlıyor, muhafazakar eşcinselim diye ortalarda dolanıyordu.  Şimdilerde pek ortalıkta görünmüyor.
Sonuçta kendisi ve arkadaşları  siyasi değil, ırkçı bir öfkenin sonucu olarak öldürüldü.
Aile bireyleri daha sonra siyaset yapmaya çalıştılarsa da, tutunamadılar, aile içinde kazlar ve intiharlar öyle çoğaldı ki, Kenedy laneti gibi bir Menderes lanetinden söz edildi. 
Oğlu  Aydın Menderes  aileden siyasete atılan son kişi oldu. 1996'da geçirdiği trafik kazası sonrası hatalı müdahale (karga-tulumba taşınması) yüzünden felç kaldı,  2011'de öldü.
Soner Yalçın'ın kitabından sonra Menderes ve arkadaşlarının ailesi, önce siyasetten, sonra sağ kanattan uzaklaştı.
Babalarının ve dedelerinin yargılandığı Yassıada, orjinalliğinden koparılıp, bir sürü beton yapı ile müze yapılırken,  hiç biri açılışta yoktu.



6 Haziran 2020 Cumartesi

DERSİMLİ HEİDİLER



Tarih boyunca köleliğin en çok kullanıldığı alanlardan biri de ev işleridir. Çünkü kendinden evvel başkasının rahatını düşünmek zor iştir. Üstelik ev hizmeti, bunu sürekli yapmanız gereken bir iştir. Ağır işlerin köleliğinde bile en azından uyuduğunuz, yemek  yediğinizde, su içtiğinizde veya size uyumanız için verilen sürede iş ile ilgilenmeniz gerekmez. Oysa evde en azından aklınız her zaman işinizde ve uyurken bile her an çağrılmak üzere tedirginsinizdir. 
Lokanta, otel ve benzeri mekanda hizmet için size ayrılmış görevler vardır veya çağrılmayı beklersiniz. Oysa ev hizmetinde bir zaman sonra sizin düşünmeniz ve efendiniz söylemeden yapmanız gerekir.
Ev hizmetini çekilir yapan, efendilerin hizmetçilerden duygusal bağlılık da beklemesi ve bu yüzden arada sırada da olsa hizmetçilerini şımartmalarıdır.
İyi ev hizmetçisi, efendisini iyi tanımalı ve bu yüzden çocukluğundan itibaren aileden yetişmelidir. 
Ev kölesi genelde kız olmalıdır. Çünkü erkek hem evin kızlarını hamile bırakarak genlerin bozulmasına sebep olur, hem de fiziksel güç sahibi olarak tehlikelidir.
Filozof Emerson, esaret her toprakta yetişen bitkidir demiştir.
Gerçekte kölelik, her iklimde yetişen, özellikle lağım ve çöplük yakınlarında bolca bulunan acıkavun gibi kendiliğinden yetişen zehirli ve dikenli bir bitki; özgürlük pahallı, narin ve sürekli bakım isteyen bir orkidedir.
Kız çocuklarının aileden koparılıp, besleme yapılması çok yaygın bir gelenektir.Dünyanın en ünlü besleme kızı, İsviçre edebiyatına konu olmuş Heidi'dir.
Osmanlıda çok yaygındı beslemelik. Adı bile kız çocuğunu aşağılamaya yönelik,  beslenmekten gelmektedir. Beslenen, yani karnı doyurulan demektir.
Osmanlıda beslemeliğin kurumsallaşması,  Balkanları ve pek çok sömürgeyi kaybetmesiyle beraber, ev işleri için İstanbul'un genelde Paşa unvanlı yüksek memurlar (Osmanlıda Paşa ve benzeri unvanlar sadece askerler için kullanılmazdı) arasında yaygınlaştı.
Osmanlının bitmesi ile  beslemelik bitmedi. Son besleme kızlar Dersimlilerdi.
Dersim'in kayıp kızlarının konusuna gelmeden evvel. beslemelik ile ilgili olarak doğru bildiğimiz bir genel kanının yanlışlığına değinelim.
Küçük Besleme ~ Sinematurk.comDAĞ ÇİÇEKLERİM - SIDIKA AVAR | Nadir KitapÜzümlü, Pülümür, Ovacık, Nazımiye, Hozat haritası, haritalar ...
Bu besleme kızlar çoğunlukla öksüz, yetim falan değildir. Genelde tamamına yakını, ailesinden zorla kopartılmış kızlardır. Özellikle Dersim olayında da göreceğimiz gibi pek çok aile,  böylesi bir köle besleme edinmek için mücadele etmiştir.
Bunu Halime Avar'ın Dağ Çiçeklerim adını verdiği anı kitabından öğreniyoruz. Dersimi'in Kayıp Kızları adlı kitapta ve Tunceli ile ilgili pek çok kitapta, Halime Avar'dan bahsediyordu. Ben de onun bir zamanlar ilkokul üçüncü sınıf  Türkçe dersi kitabında yer alan okuma parçasındaokudum.n dolayı ünlü olan amanedense zor bulunan (ben bayağı aramıştım )Dağ Çiçeklerim adlı kitabını okudum. Orada bu Dersimlilerin kızlar tertelesi denen şeyin, 1950 Demokrat parti iktidarında da uzun süre devam ettiğini  öğrendim.
Dersim'in Kayıp Kızları ve Dersimli diğer kaynaklardan öğrendiğime göre kızlar tertelesi, askeri harekattan çok önce başlamış. 
Dersim harekatı ve sürgünü ile ilgili çok sebep-bahane üretilmiştir. 
Harekat planlarının isyandan önce hazırlandığı bellidir. Bunu bir kenara koyarsak, Dersim isyanı ne ilk, ne son isyan olduğu gibi, bu özellikleri taşıyan tek Kürt isyanı değildir. Kurtuluş savaşı döneminde ve Cumhuriyetin ilk yıllarında çıkmış onlarca isyandan bir tek Dersim isyanında sürgün kararı çıkmıştır.
Ağrı isyanı daha büyüktür ve Ağrılılar üç kere isyan etmiştir. Bu isyanı bastırmak adına Sovyet ordusundan yardım alınmış ve toprak değişimi antlaşması yapılmıştır. İlin Doğu Beyazıt olan adı Ağrı yapılmış, Karaköse adlı köyün olduğu yere askeri garnizon kurulup, valilik de buraya alınarak il yapılmıştır.
Buna rağmen Ağrılılar sürgün edilmedikleri gibi, kız çocukları da besleme yapılmadı. Ağrılılar genel anlamda da devletle barışık bir halk oldular.
Tehcir, ya da göç olgusu, 1920 Koçgiri isyanında da meclise teklif edilmiş. O dönemin Erzincan milletvekili Şeyh Fevzi Efendinin  yoğun muhalefeti sonucunda bundan vazgeçilmiş.
Kurtuluş savaşında, tam da batı cephesinin dibinde, güney Marmara bölgesinde isyan eden Çerkezler için, hatta Çerkez beyleri için böyle bir konu açılmamış.
Koçgiri isyanında hep Kürtçülük tarafına vurgu yapılır. Oysa isyan doğrudan Padişahın fermanı üzerine çıkmıştır. Koçgiri ağaları sarayla son derece içli-dışlıydı. İsyanın bu yönü bu gün hiç anlatılmaz.
Tehcir, kamuoyunun zannettiği gibi tüm Dersim'i kapsayan bir şey değil. Bölgedeki 52 (bazı kaynaklara göre 54) aşiretin sadece 4'ü fiilen isyana katılmış. Onlar da Pülümür ile Ovacık arasında, bu gün adı halen yasak bölge olan yörenin halkı.
Sürgünün daha da genişlememe sebebi 1939 Erzincan depremi olabilir. Deprem her açıdan cumhuriyet tarihinin en büyük depremidir ve bölgedeki Sünni-Türk halkının da büyük bir bölümünün göçüne sebep olmuştur. 
Tehcir ya da yöre halkının deyimiyle tertele bölgenin bir kısmını etkilemiş, yasak bölge denen alandaki bir ya da bir kaç Ermeni köyü de terteleye dahil olmuştur. Bu Ermeni köylerinden özellikle besleme yapılanlar ve diğer  bazılarının yıllar sonra vaftiz olmaları, bazı Faşist odaklarca önce Dersimlilerin, sonra da tüm Kürtçe konuşan Alevi nüfusun Ermeni olduğunu iddia etmelerine sebep olmuştur.
Bölgedeki Ermeni halkı 1915 büyük tehcirden kurtulmuş ama Tunceli tertelesinden kurtulamamıştır.
Bölge halkı kızlar tertelesi denen zorla besleme ev kölesi yapılmasına karşı savunmayı, kızları okutmakta bulmuş, Sıdıka Avar'da yöre halkına yardım etmiştir.
Meşhur okuma parçasındaki ''Kızımı da götür Avar'' çığlığının sebebi, kızların besleme olmaktan kurtarılması amacını taşımaktadır. Avar, kızları besleme yapmak için çok isteyen olduğunu, buna direndiğini ama bazende (özellikle Demokrat Parti döneminde) taviz verdiğini anlatıyor.
Avar ilginç bir figür. Atatürkçülüğün kadın misyonunu tamamlamak görev ve bilinci ile Elazığ kız meslek lisesine müdür oluyor. Pek çok kızı da okutarak terteleden kurtarıyor. Yöre halkına sempati duyuyor ama yerelleşmiyor. Normalde böyle görevlerde misyon sahipleri ya yerel halka antipati ile bakar ya da sempati duyarak yerelleşir ve görevini yapamaz olur. Oysa Avar hem Zazaca ve Kürtçeyi öğrenmiş. sürgünden geri dönenler için Tunceli valisinin makamına gidip, yiyecek istemiş, yöre geleneklerini benimsemiş, hem de bölgeyi Türkleştirme misyonundan vazgeçmemiş.
Tunceli yöresindeki başarısı İsmet İnönü'yü de etkiliyor ve İnönü ondan, Bingöl-Bitlis yöresinden de kız çocuklarını okutmasını istiyor. O yörede tertele korkusu olmadığından, yöre halkı kız çocuklarını 12 yaşında evlendirip, öğrenci falan vermemekte direniyor.
Kızlar tertlesi öyle ani bir kararla bitmemiş anlaşılan, yöre halkının tepkileri ile azalarak bitmiş. 
27 Mayıs darbesi ve dönemine ait az da olsa besleme kız alındığına dair tanıklıklar var.
Bu konuda anılarını anlatan kızların hiç biri öksüz ve yetim değil. Pek çoğu da yıllarca nasıl dayak yediklerini, Seyit Rıza'nın  piçleri diye küfür ve hakaretler dayak yediklerini anlatıyor.
Kızlar dışında diğer aile bireyleri, bu hizmetçi-besleme kardeşlerinden pek bahsetmemişler. Türk edebiyatında sadece Firuzan'ın Kırk Yedililer kitabında yan karakter Kiraz olarak var. Kitapbın adı aslında çoğu Nobel  ödüllü (Günter Grass. Heinrich Böll, Ingeborg Bachman vs) Gruppe 47'e bir atıftır ama Türkiye'de bu atıf pek anlaşılamamıştır. 
Kitapta yan karakter Kiraz, kendisine pek az yer bulmuştur. Roman kahramanı Emine'nin ailesi bürokraside yükselme ve zengin damatlar sayesinde sınıf atlamış öğretmen ailesi. Kiraz, evin diğer bireylerinin (kardeşleri diyemiyeceğim) eski elbiselerini giyiyor. Herkesten evvel kalkıp, diğerlerine hizmet ediyor. Romatik sosyalist olan Emine, ezilen halk için savaşırken, Kiraz'ın nasıl ezildiğini görmüyor.
Kırk Yedi'liler 40 Yaşında, Füruzan | Yapı Kredi YayınlarıHDP'li Önlü'den Erdoğan'a: Dersim Tertelesi için hakikat komisyonu ...
Diğer çocuklar üniversiteyi bitirirken, Kiraz ilkokuldan (eskiden beşinci sınıf) sonra okutulmuyor. Romanın sonlarına doğru Kiraz evden kaçıyor çünkü babası, belki de dedesi yaşında birine daha on beşine gelmeden evlendirilmek üzere. Emine'nin annesi ona nankör diyor. Kiraz nankördür çünkü ailesinden zorla kopartılıp, karnı doyurulduğu, evin eskileri giydirildiği, evin her işini yapıp, ilkokuldan sonra okutulmadığı halde babası-dedesi yaşta erkekle evlenmeyi kabul etmemiştir.
Oya Baydar'ın O Muhteşem Hayatınız adlı romanında evlatlık alınan ve evlatlık alındığını, kökenlerini yıllar sonra öğrenen bir kız  vardır. 
Zülfü Livaneli'de son bir kaç yıldır yazdıklarında evde Halime diye bir evlatlıktan bahsetmeye başladı (daha önce adını anmıyordu.). Dört kardeş ve evlatlığımız Halime diyor, kardeşimiz demiyor.
Kızların en fazla alı konulma bahanesi yaşlı bakımı. Koca korgeneraller, müfettişler; bölge mülki amirlerine ve Halime Avar'a bunun için baskı yapıyorlar.
Kızlar genelde babaları yaşta ve eğitimsiz kişilerle evlendiriliyorlar. Aralarında Kenan Evren'in karısı gibi subaylarla evlenenler de var. Bazıları kökenlerini arayıp, buluyor.
Terteleye tabi olan halktan geri dönmeyenlerin önemli bir bölüm, asimile oluyor. Bir kısmı geri dönüyor,  çok az bir kısmı da göç ettikleri yöredeki Alevi topluluklarına karışıyor.
Kızlar tertelesi ise yöre halkında daha büyük yara iken, tertele kadar konuşulmuyor.