10 Ekim 2021 Pazar

FELSEFESİZ TARİH EĞİTİMİ SORUNUMUZ

 


24 yılının içinde olduğum öğretmenlik mesleğinde, öğrencileri ikiye ayırdığımı fark ettim, matematik, fizik gibi sayısal dersleri seven çalışkan öğrenciler; tarih ve edebiyatı seven tembel öğrenciler. Ben de bir disleksi olarak, tarih meraklısı bir öğrenciydim. Puanım tarihe yetmeyince, sosyoloji okudum. Öğretmenlik yaptığım yıllar boyunca, gerek kendim, gerekse kendi deneyimlerimden tarih bilimini değil de, tarihsel hikayeleri sevdiğimi anladım.

Atatürk'ün en büyük hatası, Türk Felsefe Kurumunu kurdurmamasıydı. Osmanlı, son anında bile felsefeyi küçümsedi. Ciddi anlamda felsefeyle ilgilenen ve kendisine filozof diyen Rıza Tevfik ise, Mondoros antlaşmasını imzalayan dışişleri bakanı olarak tarihe geçti. Cumhuriyet tarihi boyunca felsefe çalışmaları hep güdük kaldı, çok konuşanlara felsefe yapma deme atasözü, şarkı sözü bile oldu.

Türk Tarih Kurumu ve Türk Dil Kurumlarının da, ciddi bir tarih ya da dil felsefesi olmadı, bu kurumlar hiç bir zaman felsefe ile ilgilenmedi. Ben olayın dil kısmına şimdilik girmeyeceğim. Lisede çok ilgilendiğim tarih konusuna gireceğim.

Türk gençliğinin tarih sevgisi bilimsel  olmaktan çok şoven ve folklorist. Amacı geçmişle ilgili olarak bol bol övünmede bulunmak. Tarih eğitimi de ona göre şekillenmekte.

En başta tarih düşüncemiz, Muhteşem Yüzyıl ile başlasa da, TRT dizileri ile devam eden Ecdat temalı dizi furyaları ile de pekiştirilmekte. Muhteşem Yüzyıl'dan evvel de, tarih zihniyetimiz aynıydı. Tarih deyince aklımıza fetihler, kuruluş, diriliş falan geliyor. Yenilgilerimiz ve yıkımlarımız mı, o da hainler yüzünden.

Aslında nasıl ki insanlar, bireysel anılarında  kötü anılarını veya hatalarını silmeye meyilliyse, toplumlar da, utanılacak tarihlerini ya da kendi hatalarını tarih içinde görmemeye meyillidir. Örneğin Almanlar, denizcilik ve sömürgecilikte geri kalmalarını, din çatışmalarına, özellikle otuz yıl savaşlarının yıkımına bağlarlar. Oysa Martin Luther, 1517'de, meşhur 95 tezini Wittenberg saray kilisesinin kapısına çivi ile çaktığında, coğrafi keşifler çağı çoktan başlamıştı ve kuzeydeki ticaret şehirleri dahil, hiç bir Alman şehri, denizlerle okyanusa açılmamıştı. Otuz yıl savaşları başta olmak üzere, mezhep savaşları, tüm Avrupa'da kan dökülmesine sebep olmuştu ama bir tek Kutsal Roma (Fransızları deyimi ile ne kutsal, ne de Roma olan Alman ) imparatorluğunu parçalamıştı.

Hani eski bir şarkıda deniliyor ya, kader diyemezsin, sen kendin ettin; işte milletlerin tarihi de aynen böyledir. Tarihin tekerrürden ibaret olması da bu yüzdendir. Hatta Alman filozof Hegel'in dediği gibi, önce trajedi, sonra komedi olur bu tekerrürler. Hegel'in dediği gibi, tarihten ders alınsaydı, tarih tekerrürden ibaret olmazı.

Tarihin görevi, felsefe başta olmak üzere, başka bilimlere bilgi üretmektir. İnsanlar tarihten ders almaz, felsefe ve bilimlerden ders alırız. Gerçek anlamda felsefe yapmak için, mümkün olduğunca çok bilgiye ihtiyacımız vardır. Ülkemizdeki tarih eğitiminde ise daha ziyade savaşları kazandık-kaybettik, fethettik, yenildik gibi sözlerle tarih anlatılıyor.

Oysa gerçek tarih, o dönem insanlarının geçimlerinin, sosyal ilişkilerinin, türkülerinin, şiirlerinin ve her şeyinin tarihidir. Asıl öğrenilmesi gereken tarih ise, yıkımların ve yenilgilerinin tarihidir. Yıkımlar ve yenilgiler ise, daha kuruluş ve zafer zamanlarında yapılmış olan hataların sonucudur.

Tarih anlatını felsefi ya da bilimsel olmayıp, ideolojik olunca, hele de bu ideoloji milliyetçilik olunca, dikkatler o milletin kurduğu en büyük yüz ölçümlü ve en uzun ömürlü devlete, bu devletin de kuruluş ve yükseliş çağına yöneliyor.

Bu da ülkemizde Osmanlı imparatorluğu dönemi demek. En Atatürkçü yazarlar bile Osmanlı'nın kuruluş ve yükseliş dönemindeki yanlışları görmezden gelmeye çalışıyor ve hatta görmek istemiyor. Oysa  her büyük imparatorluk, yıkılışını kendi içinde taşır ve yıkılışının hızlanması biraz da, kendi içindeki çelişkilerdir.

Osmanlı, kendini yıkacak pek çok hatayı, daha kuruluş aşamasında yaptı. Daha Kosova savaşı sırasında, Beyazıt'ın taraftarı olan askerler. şehzade Yakup'u düşman takibi bahanesi ile tuzağa çekip, öldürttü. Beyazıt'a bu sebeple askerlere ilk defa cülus bahşişi verdi. Bunun sonucu olarak padişaha en yakın birlik olan Yeniçeriler başta olmak üzere askerler, hanedandan kimim padişah olacağına karar verir oldular.

 Osmanlı övücülüğünde en büyük zırvalık, kardeş katlinin devletin altı yüz yıl yaşamasını sağladığını söylemeyerek, bu geleneği yüceltmek. Ona kalırsa, kardeşler arası ensest evlilikler, firavunlar Mısırını üç bin yıl boyunca ayakta tuttu ki buna Asur, Hiksos, Pers istilaları da dahil olmak üzere pek çok badirelere rağmen bu sistem, Osmanlı'nın beş katından uzun yaşadı. Pers istilası sırasında, İskender'in fethine kadar üç kere Persleri kovdu ve Persler her seferinde daha büyük kuvvetle Mısır'ı istila etmek zorunda kaldılar. Son firavun Kleopatra için büyük piramitlerin yapıldığı zamanlar, bu günün Yunanlısı için Sokrates ya da Türkler için Orhun yazıtları kadar ve hatta daha eski eserlerdi.

Osmanlının pek çok kurumu, daha yükselişte çökmüştü. Altı yüz yıllık tarihi boyunca bu devlet, bir tane bile önemli matematikçi, fizikçi ya da kimyacı yetiştirememiştir.  Yüz yılına yeni yaklaşan cumhuriyet, ilk elli yılı itibarı ile bile, bu açıdan Osmanlıdan kat kat üstündür. Osmanlı medreseleri, daha Yavuz zamanında, bizzat Yavuz'un Mısır'dan getirttiği El Ezher müderrisleri sayesinde, matematik, fiik, astroloji gibi bilimlerden tamamen vazgeçmişti.

Osmanlı aleyhine çok şey yazabilirim ancak konu genel anlamı ile tarih ve ben en başta Türk tarihi denilince sadece Osmanlı anlaşılmasına yazının başında da bahsetmiştim ve sanırım diğer tarih alanlarından da bahsetmek gerekli.

Selçuklu devleti de, Osmanlı devleti gibi Türk kelimesinden pek hoşlanmazdı. ( İnanmıyorsanız Koçi Bey Risalesine bakın. Mehter marşlarına o kadar bakmayın. Geleneksel mehteranda koro bulunmaz ve modern mehter marşlarının çoğu Arif Nihat Asya'nın şiirleridir.) Babailer isyanına katılanlara bidrak (anlayışsız) Türkler demişti, resmi dili Farsçaydı. Selçuklu Sultanları da, Keykubad, Keyhüsrev gibi  antik İran mitolojilerinden isim almıştı. 

Osmanlı , Büyük Hun devleti ve Hazar devleti hariç hiç bir Türk devletinin iki yüz yıldan fazla ömürlü olmaması, Türklerin, saltanat devri hukukunu bir türlü düzenlememiş olması; tıpkı Osmanlı'da olduğu gibi devletin alt kademesindeki yöneticilerin taht kavgalarından faydalanması sebebi iledir.

Diğer yandan tarih, sadece siyasi tarih ya da savaşlar-fetihler ve toprak kayıplarının tarihi değildir. Sanatın, bilimin ve felsefenin de tarihi vardır ve bunların tarihine bakarsak, küçücük Floransa dükalığı, üç kıtaya yayılmış Osmanlı'dan daha büyüktür.

Bunun yanında o çağ insanlarının dilinin, edebiyatının, kültürünün de bir tarihi vardır. Cumhuriyet öncesi hiç bir Türk devletinde, okuma-yazma oranı yüzde onu aşmamıştır. Japonlarda ise, en azından erkeklerde yüzde kırkın altına hiç düşmediğini okumuştum.  Japonya aynı zamanda, resimde perspektifi, bağımsız olarak Rönesans İtalya'sı ile beraber başlatan ülkedir.

İnsanlık, tarihten ders çıkarmamıştır, felsefeden ders çıkarmıştır. Tarih bilgisini felsefe bilgisine çevirmek zorundayız.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder