16 Temmuz 2023 Pazar

KILIÇDAROĞLU'NUN İSTİFASINI İSTEMEK İÇİN DÖRT NEDEN



 Bunu bir öğretmen alışkanlığı ile maddeler halinde anlatacağım.

1)Medeni memleketler gibi olmak istiyoruz (en azından muhalefet öyle olsun). Bizde de modern devletler gibi, yüzden 0,1 oy kaybetti diye istifa etsin, bir çocuğun kolu incindi diye ulaştırma bakanı, demiryolları müdürü ve bir sürü bürokrat istifa etsin, üç kuruşluk gofret devlet kredi kartından alındı diye soruşturmalar açılsın istiyoruz. Yoksa 1997 seçimlerinden sonra Alparslan Türkeş'e kimse istifa et demedi. 2002 seçimlerinde Selahattin Önkibar'ın yazdığına göre eder gibi olmuş, kamuoyunu olaylamış, sonra da yoluna devam etmiştir ( https://onbinkitap.blogspot.com/2023/07/turk-milliyetciliginin-acinasi-hali.html ). Sonra Çorlu tren kazasından sonra, yüzümüze sırıtan bürokratları ne çabuk unuttuk? İstifa kültürünün, en azından muhalefetten başlamasını istiyoruz. Geçmişi hatırlayalım, Mesıt Yılmaz ve Tansu Çiller, her seçimde oy kaybetti ama kimse olnaları istifaya davet etmedi.

2) Siyasette yen, yüzler arıyor ve bizde siyaset yapabilmek istiyoruz. Sadece Kılıçdaroğlu değil, pek çok kişi, yıllardır aynı makamda, yıllardır milletvekili, belediye başkanı, il genel meclisi üyesi, partinin il-ilçe başkanı falan oluyor. Partinin diğer kademeleri de, başkanla değişiyor. Çünkü başkan, her kongrede mutlaka kendisine oy verecek delegeler istiyor. Başkan değişince de, herşey değişsin, başkaları da siyaset yyapabilsin istiyoruz.

3)Alevi-Kürt nefreti: Türk insanı faşisttir ama bu faşizmi her zaman açığa çıkmaz. Faşist yüzünü göstermek için uygun anı, ortamı kollar. Çok az Türk, ben ırkçıyım, ayrımcıyım der. Günümüzde bunu yapamlar, genelde sosyal medyada anonim hesaplarla küfreden, çoğunluğu ergen erkek çocuğu olan tiplerdir. 

Türk toplumunda faşizm, çoğunlukla maskeli kalmıştır. Bunun sebebi Türklerin, 1040 Dandanakan savaşından itibaren, genelde kendilerinden pek çok açıdan üstün toplumlara egemen olmuştu. Araplar ve İranlılar, bu dönemde matematik, felsefe ve kimyada tarihi değiştiriyorlardı. İranlıarın Milattan önce beş yüzlerde, Akhamenişlere dayanan çok ulusl u devlet ve yazılı hukuk geleneği vardı. Türkler genelde tarihleri boyunca egemen oldukları milletlerden sadece askerlik açısından egemen olmuş, diğer milletler savaşmak istemedikleri için Türklerin egemenliğine girmiştir. Türkler de, devşirmelik yöntemiyle, uyruklarından da asker edinmeyi bilmiştir. Türklerde zanaatçılık ve ticaret, genelde azınlıkların elinde olmuştur. Bu yüzden Türklerde progromlar da sınırlı ve düzenli olmuştur. Örneğin Üzeyir Garih'in anılarında anlattığına göre, meşhur Varlık vergisi, azınlıkların üzerine kabus gibi çökerken, aileyi Ankara'da yaşayan dedeleri desteklemiş. Çünkü başkent olmasına rağmen halen bir kasaba görünümündeki Ankara'nın zayıf ticari yaşamına zarar verilmek istenmemektedir. On sene önceki, 1934 Trakya progromu da, Hüseyin Nilah Atsız ve yandaşlarının İzmir'e de yayma çabalarına, devlet tarafından engel olunmuştur. ( https://onbinkitap.blogspot.com/2022/07/1934-trakya-progromu.html) Yıllar önce bir arkadaşım Ülkücülerin, 1978 Maraş katliamının Hatay'a bulaşması için Ülkücülerin çok uğraştığını anlatmıştı. Bense bu anlatılanı unutmuştum, seçim sonuçlarını görünce yeniden hatırladım. Benzer bir şeyi de Kırıkkale'de duymuştum. Çorum progromundan sonra Ülkücüler, Kırıkkale (ve muhtemelen başka illerde de) katliam planlamışlar ve 12 Eylül olmasa yapacaklarmış. Çorum katliamı, darbeye aylar kala, 1980'in Temmuz ayında oldu. Aslında Şubat ayında olacaktı ama halk hazırlık yapıp, barikatlar kurunca, bu sefer askerin desteği ile temmuz ayında tekrarlandı. 

Bu halka sorsanız kendilerini suçlu yada pişman hissetmez. Bazıkarı suçu Amerika yada MİT'e, derin devlete falan atarlar. Pek çoğu da olayları unutma taraftarıdır. Fırsat çıksa bir daha yapmayı da arzularlar. Buna karşın eskisi gibi mum söndü gibi dedikoculara inanmaz,  Alevi esnaftan da alışveriş yaparlar. Hatta  bazıları Aleviden  kız alıp vermeye, çok itiraz etseler de razı olurlar. Gene de kendilerini Sünni ve Türk olarak üstün hissederler. 

Doksanlı yıllarca Fetö, Zaman gazetesinde sık sık Suriye konusunda yazı dizileri yaparak, Türkiye-Suriye düşmanlığı için uğraştı. Zaman gazetesine göre Suriye'de bir Alevi diktatörlüğü vardı. Erdoğan, Suriye'ye benzemek derken, Fetö'nün uzun süredir halka kurduğu bu korkuyu diriltiyordu.

Şimdi pek çok kişi, bu yazdıklarımın hayal ürünü olduğunu, Türk halkının ırkçı olmadığını, o progromların münferit olaylar olduğunu falan söyleyecektir. O zaman sormalı, o münferit olayarın failleri yıllarca arandıkları halde nasıl işe girdiler, emekli oldular ve ecelleri ile öldüklerinde cenazesine devlet erkanı katıldı? Bu halktaki faşizmi ve iki yüzlülüğü en iyi ben, kendi yaşadıklarımla bilirim ve bunu bilmek için o hor görülen azınlığın bir parçası olmalısınız. (Bu bölümü anılarımı anlatarak uzatmak istemiyorum.) Bir Alevi, Kürt ve disleksi olarak yaşadığım zorbalıklar, tek başına bir kitap olur. Bu zorbalıklar hep iki yüzlücedir. Bir öğretmen olarak şunu söylemeliyim ki, o demokrat velilerin çocukları, otistik, engelli yada göçmen çocıkları ile aynı sınıfta okumasın, aynı sırada yan yana olmasın diye kimlerden torpil aradıklarını,  kimlerle kavga ettiklerini en iyi öğretmenler bilir. Normalde BEP'li  (Bireysel eğitim planına ihtiyaç duyan, engelli, zeka özürlü, DEHP ve benzeri sorunlu) öğrenciler, tüm sınıflara eşit dağıtılması gerekirken, bazı gariban öğretmenlere nasıl yüklenir, bu tür öğrencilerden arındırılmış sınıflar nasıl oluşturulur, en iyi ben bilirim. Türk insanı, kendi engelli yakını olmadığı sürece, engellilerden nefret eder. Engellileri sadece dilenirken sever.

Alevi-Kürt nefreti sadece iktidar kanadında değil, muhalefet kanadında da var. Daha kampanya başlamadan başlayan Kılıçdaroğlu aday olmasın kampanyalarının; Meral Akşener'in yarattığı kriz ve meşhur köşe yazarı Yılmaz Özdil'in krizi arttırma çabaları (oysa ben dahil pek çok insan n güzel Yılmaz Özdil köşe yazısı paylaşırdık) da bu nefretin bir parçası.

Böyle bir halk, Alevi, Kürt, hele de Tuncelili bir cumhurbaşkanı istemez.

4)Kılıçdaroğlu'nun idare-i maslahatçı olması ve iktidarı devirmek için ihtilalci olmanın gereği: Atatürk; idare-i maslahatçılar, esaslı devrim yapamaz demiştir. Propaganda sürecinde montajlı video kullanan ve muhalefetin propaganda SMS'lerini hiç bir sebep göstermeksizin engelleyen iktidarın, oy sayımnda ve toplamında dürüst olacağını mı sanıyorsunuz? Seçim gecesi Akşener ve Kılıçdaroğlu'nun uzun süren sessizliği, kendi tercihleri miydi sanıyorsunuz? Gene de seçimi 2. tura taşıyabildiler. ( https://onbinkitap.blogspot.com/2023/05/14-mayis-secimleri-nde-muhalefet-neden.html ) Bu iktidarı Kılıçdaroğlu gibi uyumlu, ittifaklar kuran biri değiştiremez. Daha radikal ve uyuşmaz biri değiştirir. İktidar taraftarları tüm o anlatılan yolsuzlukarı biliyor. Böylesi bir iktidarı, anlayışlı-uyumlu liderler yıkmaz, radikal-popülist liderler yıkar.

Olay aslında doksanlara benziyor. Solcu ve seküler tayfa, doksanlı yıllar boyunca Necmettin Erbakan'ın (Fatih Erbakan'ın babası) iktidarını bekledik. Ne varki merkez sağ çökerken, siyasal İslam yükselirken, Necmettin Erbakan çok ılımlı kalıyordu. Kendisi 1973'de CHP ile koalisyon yapmıştı, doksanlarda da koalisyonların yönetti yada katıldı.Ayrıca Erbakan, büyük tarikatları (Fetöcüler, Menzilciler, Süleymancılar vs) ile arası kötüydü. Kendisinin Adnan Oktarcılar başta olmak üzere pek çok tarikatla dirsek teması vardı ama ona göre tarikat dediğin, az üyeli olurdu. O sırada pek çok olay ve provakasyonla ülke adım adım 28 Şubat'a doğru gidiyordu. Sonuçta Refah partisi kapandı, Necmettin Erbakan'a siyaset yasağı geldi ve Erbakan'dan daha kötüsü geldi. Bu sefer sağ, muhalefet olan yada gözükeni de dahil olmak üzere, Kılıçdaroğlu ve CHP iktidarından korkuyor. Siyasal İslam'ın Kılıçdaroğlu'su Necmettin Erbakan'dı. CHP'nin Erdoğan'ı da iktidara gelecek. Erdoğan'ın solcu versiyonu diyeyim. Zira solcu kitle de iktidarın kitlesine benzemeye başladı. Uzlaşma-anlaşmayı istemiyor.

Hegel, tarih ders alınmak için okunsaydı, tekerrürden ibaret olmazdı diyor. Çömezi Karl Marks, ilk tekerrür trajedi, ikincisi komedi der. Benzerlik, nasıl benzettiğinize göre değişir. Sonuçta on senekine göre bile daha farklı bir dünyadayız. En basitinden teknoloji değişti. On yılda Facebook önce moda, sonra demode oldu, twitter da yavaş yavaş facebook'un kaderini yaşıyor. Gene de internet, sansürü delen en büyük güç olmaya devam ediyor. İnsanlar yeni fikirlere daha çabuk ulaşıyor. Bu yüzden Kuzey Kore ve Türkmenistan gibi ülkeler, bir zamanlar matbaayı yasaklayan Osmanlı gibi interneti yasaklıyor yada kısıtlıyor.

Oysa insan davranışları belli ölçülerde aynı kalıyor. Ben konuma döneyim. Şartlar değişse de, Erdoğan, giderek Demirel'e benziyor. Demirel 12 Eylül öncesinde hiç de demokrat biri değildi. O zamanlar Türkiye İşçi Partisi milletvekili olan Çetin Altan, Meclis kürsüsünde, Türkçe'nin en büyük şairi Nazım Hikmet'tir dediğinde bir grup Adalet partili (Demirel'in o zamanki partisi) milletvekili  tarafından mecliste dövülmüştü . Sonra da partinin başkanı olan Demirel, bu büyük bir provakasyondur, Nazım Hikmet Türkçe'nin en büyük şairidir demek, provakasyondur demişti. 1978 Aralık ayında, Maraş'ta kan gövdeyi götürdüğü günlerde, bana sağccılar adam öldürüyor dedirtemezsiniz demişti. 12 Eylüle kadar kutuplaştırmayı arttıran ve sağı toparlayan lider oldu. CHP'ye karşı, tüm sağ partileri, minimal partileri bir araya topladı. Demirel, Erdoğan'dan farklı olarak, direniş insanı değildi. Zora geldi mi o meşhur şapkasını alır, giderdi. Erdoğan ise hep direnen oldu.Son seçime kadar tek başına kazanan ( MHP'nin 15 Temmuz sonrası desteğini saymıyorum) oldu. Bu seçimde ise, minimal (%1 altı) partilerin şovuna döndü. Erdoğan'da bütün bu parti yığınını iktidar hedefi ile toparlayn oldu.

12 Eylülden sonra Demirel değişti zira artık Turgut Özal gibi bir rakibi vardı. Gene de hızla toparlanıp, birinci parti olarak 1991 seçimlerini kazandı. Kazanmıştı ama bu kazancın pek çok aması vardı. Artık bir koaliston kurmalıydı ve o koalisyonda sol olmalıydı. Çünkü  12 Eylül siyasi partilere sağ-sol çatışması suçunu yüklemişti. Diğer bir ama da Refah partisinin önlenemeyen yükselişiydi. Gene de 1997'de, 28 Şubat sürecinde, türbanlılar Suudi Arabistan'a gitsin diyerek çatışmayı körüklemişti. Üstelik artık daha önceki gibi ha deyince seçime gitmiyor, seçimlerden kaçıyordu. 28 Şubat dönemindeki karışıklığı bilerek azdırdı. Amacı anayasa değişikliği ile tekrar cumhurbaşkanı seçilmekti. Ecevit'in hamlesi ile yerine Ahmet Necdet Sezer, cumhurbaşkanı seçildi. (Tekerrürün biri de burada yaşandı. 1973'de Ecevit, cumhurbaşkanı olmak için meclisi subaylarla dolduran, dönemim Kara Kuvvetleri Komutanı Faruk Gürler yerine, o dönemim anayasa mahkemesi başkanı Muhittin Taylan'ı seçmeye çalışmış, olmayınca da emekli Korgeneral Fahri Korutürk'ü cumhurbaşkanı yapmıştı.) 1999 seçimlerinde ise memleketi Isparta'da bile ikinci partiydi.

Demirel, önce Ecevit'i, sonra Erbakan'ı şeytanlaştırıp, tüm sağı kendisinde birleştirerek uzun süre iktidarda kaldı. Önce 12 Eylül ve Turgut Özal'a, sonra da 28 Şubat ve Erdoğan'a yenildi.  Erdoğan'da önce Kılıçdaroğlu'nu şeytanlaştırdı, şimdilerde de benzer bir şekilde İmamoğlu'nu şeytanlaştırmaya çalışıyor.

Ben tarihin gene bir şekilde tekerrür etmesini bekliyorum.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder