DİKTATÖRLERİN BİTİŞİ ÇÖKÜŞ-SON
Bu çöküş, öyle basit bir ekonomik kriz değildir. Ekonomik kriz demokrasileri yıkar. Biberin fiyatı mevsim değişiminden dolayı azıcık artsa, gazeteler, Ocak ayının zam şampiyonu biber oldu diye manşetler atar. Diktatörlükte doğal gaza zam yapılmasını çoğu gazete görmez. Demokrasilerde başbakanın önüne yazarkasa fırlatırsın ve manşet olur. Diktatörlüklerde führerin iki kilometre yakınına zor gelirsin. Sonra meclis önünde 4-5 kişi kendisini yakar, çoğu gazete yazmaz.
İlk bilmemiz gereken, diktatörlerin asıl gücü, devlete ait kolluk kuvvetlerinin gücü değil, propaganda gücüdür. Propaganda gücü sağlam değilse, işgalci ordular bile bir ülkede fazla duramaz.
İkinci olarak diktatörlere ve faşizme destek olan kitleler, kandırılmış çocuklar değildir. Hitler daha 1920'lerde, Kavgam'ı yazarken doğu Avrupayı işgal edeceğini açıkça ilan etmişti. Yani Stalin'de kandırılmış değildi. Kandırılanlar, yetmez ama evetçilere kanan muhaliflerdir ki, kandıranların kandırıldığına inanmamak gereklidir. Bu açıdan faşizme omuz veren, işgalcileri alkışlayan, komşusu Yahudileri ya da diğer azınlıkların yok edilmesini seyreden Alman ve Nazi yanlısı diğer Avrupa ülkelerinin halkları da suçludur. Onlar zaferle mutlu olmuşlarsa, yenilgiyle mağlup olmayı da öğrenmelidirler.

Ben hiç bir Alevi komşusundan özür diyene Maraşlı ya da Çorumlu'ya rastlamadım. Hemen hepsi de bana katliamın sebebinin sağ-sol çatışması olmadığını itiraf etti. Olay tamamen köylerden, il ve ilçe merkezlerine Aleviler dahil köylülerin göçü, şehrin büyümesi ve arazilerin değerlenmesi olayıydı. Pek çok kişi de ölen ya da şehri terk etmek zorunda kalan Alevi komşularının mülklerine el koyarak servet edinmişti.
Ayrıldığı noktalar yok mu, elbette var ama nefret aynı nefret, bu kesin. Türk faşistlerin elinde olsa tüm Alevileri ve Kürtleri gaz odalarında yok edeceği kesin. Bu konuda daha sonra başka bir yazı yazmayı da düşünüyorum.
Üçüncü olarak da kim ve ne olursak olalım, faşizmin ve diktatörlerin zulmünden kurtulamayız. Bunu sekiz yüz yıl kadar önce Mevlana Rumi'de söylemiştir. Allah, zalimin zulmünü en fazla o zulme yardımcı olanlaradır demiştir. O ırkın en saf bireyi, o dininin en mümin kulu, ideolojinin yaman destekçisi ve hatta en yalakası da olsanız, kötünün zulmünden kurtulamayız. Diktatörler, her zalim gibi vesveseli olur, bu yüzden birilerine uzun süre güvenemez, güvendikleri zaman da kendilerine güvenemez. Yalnızlıklarının sebebi kendileridir, gittikçe şişen egoları ve her şeyi yönetme arzularıdır. Bir süre sonra çökmelerinin kaçınılmaz olmasını bir sebebi de bundandır.
Dördüncü olarak umutsuz olmamalı, diktatörün çabucak çökmesini çok kolay gibi görmemeliyiz. Acı gerçek şudur ki, en zalim sistemler bile, son gücüne kadar işlerler. Eğer son gücü bitmeden bitirilmiş ise, bir şekilde geçici olarak da olsa geri döner, kendisini tamamen bitirir ve yok olur. Stephan Zweig, bu karamsarlık içinde intihar etti. Muhammed İkbal bir yazısında, İngilizler bir gün Hindistan'dan sıkılsa ve Hindistan'ı terk etse bile, taştan, çamurdan İngiliz yapar, onlara hizmet ederler demiştir. Diktatörlük bazen o kadar çok güçlenir ki, sanki sonsuza kadar iktidarda kalacakmış gibi durur.
Bilmeliyiz ki ne 1999-2002 gibi, ne de 1929-1932 gibi bir kriz, dikta rejimlerini devirir. Böylesi krizler ancak demokrasileri devirir. Diktatörlüklerin (Sovyetler Birliği dahil) böyle bir şok krizi yaşadığı görülmemiştir. Diktatörlüklerde ekonomi yavaş yavaş çöker. Bu çöküşlerde 5 Nisan gibi ani krizler bir süre kriz yaratsa da çabucak toparlanılır ve durum birazcık daha iyi olur. Herkes ya da pek çok kişi her şeyin eskisinden daha iyi olacağına inanır. Hatta ara ara düzelecek gibi olur, yandaş medya, kurtulduk, her şey yoluna girdi gibi manşetler atar. Lakin kötüleşme, büyük çöküşe kadar böyle sürer.
Nato aslında Sovyetler Birliğinin 1970'lerde çökeceğini hesaplamıştı. 1972 Arap-İsrail savaşlarının ardından artan petrol fiyatları; Ural dağları ve Sibirya gibi bölgelerde bulunan yeni petrol yatakları, bu çöküşü uzattı.
Dikta oligarşisi içi kavgalara da bel bağlanmamalıdır. Bunların tek faydası, dikta ile halk arasındaki mesafeyi açmasıdır. Kavgada ezilen her hizip, kendi kitlesini de uzaklaştırır.
İlk olarak dikta ekonomisi kriz yaşamaz, ekonomi aşama aşama çöker. Diktatörler, aileleri, yakın dostları ve etrafına çöreklenmiş kitle, kendir refahı ve kendi şahsi menfaatleri ile ilgilidir artık. Bu olay, diktatörlüğün süresi arttıkça uzar. Krizlere, rahmetli Necmettin Erbakan'ın deyimi ile pansuman tedbirler alınır. Yapısal reformlar ise, diktatör ve yandaşlarının çıkarlarına dokunacaktır.
Süper krizler, süper zenginler dikta kursun diye hazırlanır. Kriz yaşanırken de bir yanda tüm partilerin anlaşamadığı, koalisyonların bozulduğu gündeme gelir. 1929-32 arasında öyle oldu.
Dikta yönetiminde ise aynı domatesin kilosu %500 arttığında bile basın sessiz kalır. Devalüasyondan beter döviz krizleri, seri iflas ve konkordatolar devam ederken, her şey düzeldi manşetleri atılır. Halkın refahı ise bir kademe daha düşer.
İkinci olarak ülke ve diktatör, kaçınılmaz olarak yalnızlaşır. Şu günlerde bir parti liderine, seni Abdülhamit'in yalnızlığına bırakmayacağız, asla yalnız yürümeyeceksin falan diyorlar. Oysa zamanında Abdülhamit'e de, seni Abdülmecit'in yalnızlığına bırakmayacağız demişlerdi. Yalnızlık, diktatörlerin ve diktatörlerce yönetilen ülkelerin kaçınılmaz kaderidir.
Bu yalnızlığın en baştaki sebebi, diktatörün hırslarıdır. Bu hırsları, hem yönettiği ülke üzerine, hem de yetkileri üzerine sonsuzdur. Diğer ülkeleri bir şekilde işgal etmek, diplomatik dünyada önderlik ara buluculuk yapmak gibi hırsları, ülkeyi yalnızlığa iter. Buna bir de genişleme, fethetme, işgal etme hırslarını da eklerseniz, bu yalnızlığın sebeplerini ve ülkenin gittikçe nasıl yalnızlaştığını anlayabilirsiniz. Bu yalnızlık daima değersizdir. İşin doğrusu tüm yalnızlıklar değersizdir.
Birinci hırsın en net örneği, Libya diktatörü Kaddafi'dir. Önce Müslüman, sonra Arap ülkelerinin lideri olmak istedi. Güneyindeki fakir komşusu Çad'ın kuzeyini işgal etmeye kalktı, yenildi. Ordusu ile yapamadığını, istihbarat örgütü ile yapmaya kalktı. Lockerbie faciasının arkasında olduğu ortaya çıkınca, kendisi ile beraber ülkesi, tüm vatandaşları ile beraber terörist damgası yedi. Arap liderliği mücadelesi, aynı liderlik hevesinde olan diğer Arap diktatörleri ile arasının açılmasına sebep oldu. Kaddafi ve Libyalıları tek seven ülke ve halkı Türkiye kalmıştı (Daha önce de yazdığım gibi Kıbrıs savaşındaki yardımları ve Türk firmalarına verdiği devasa inşaat işleri nedeni ile). Kaddafi'nin, 1996'da o zamanın başbakanı Necmettin Erbakan'ı aşağılaması sonucu, ülke son dostunu da kaybetti.
Muhbirleri ve ihbarları bir süre sonra o kadar çok oldu ki, devasa bir bilgi kirliliği oluştu. Devletin memurlarına düzenli maaş veremediği dönemde, İstanbul'a sürekli saray yapacak ve muhbirlere, jurnallerine göre para verebiliyordu. Bir şekilde jurnalden para kazanmayan memur yok gibiydi. İttihatçılar meşrutiyeti ilan ettiğinde ilk iş, istihbaratın arşiv deposunu yakmak olmuştu.
1896 1. Ermeni patırtısı denen olaylar ve ardından gelen Ermenilere yönelik şiddet dalgası da, istibdat yönetiminin huzur getirdiği imajını yıktı. Zaten 1902'den itibaren Balkanlar, komitacı örgütlerin cirit attığı, iç savaş dönemi Lübnan'ı gibi bir yer olmuştu.
Müşir Şevket paşa suikastının benzeri, Tuğgeneral Semih Terzi'ye, 15 Temmuz gecesi yapıldı. Suikastçı Ömer Halisdemir anında vurulsa da, etkisi benzer oldu, darbecilerin komuta kademesi, özel kuvvetler komutanlığından başlayarak dağıldı.
Üçüncü olarak, hem herşeyin tek kişinin emrine girmesi, hem de diktatörün yalnızlaşmasından dolayı devlet işlemez olur. Diktatörlükler genelde ekonomik krizle eş zamanlı olan hükumet krizi ile gelir. Tek parti ve tek adamlık her zaman istikrar ve hızlı karar verme özelliği ile pazarlanır. Sonuçta tam tersi olur.
Bu Hitler zamanında da farklı olmadı. Savaşın en ciddi aşamalarında Hitler karar veremediği ya da uyandırılmaya cesaret edilemediği için kayıplar verildi. Rusya ile savaşın ilk başlarında da Stalin'in öfke ve sinir krizleri yüzünden sağlam kararlar alınamamıştı. Ülkede şartlar iyi iken, tek adamlık düzgün kararlar alır, şartlar zorlaşırsa tek adamlık da saçmalamaya başlar.
Devlet düzenini bozan diğer bir unsur da, gene tek adamlıktan dolayı, iktidarda kaldığı yıl arttıkça liyakatten çok sadakate önem vermesi, sonuçta zaman geçtikçe devlet kadrolarını her ikisinden de yoksun kişilerle doldurmasıdır.
Abdülhamit düşerken omuzlarına yıldız taktığı paşalara güvenmişti. 31 Mart olayında isyanı çıkaranlar, kollarına pırpır taktığı astsubaylar oldu. Sovyetler Birliğin de ideolojiye sadakat birincil aranan nitelikti. Yıkılınca görüldü ki en başta partinin ve devletin üst düzey görevlileri komünist değilmiş. Meşhur faşist lider Jirinovski bile, bir dönem Türkiye'de komünizm propagandası yapmaktan tutuklanmanın kıyısından dönmüş.
Bir de feodal devletlerde olduğu gibi devlet kurumlarını akrabaları ile dolduranlar vardır. Oysa çöküş belli olduğunda ilk kaçanlar da genelde akrabalar olur. Saddam Hüseyin'de bir akrabasının villasında, sözüm ona onu saklayanlarca ihbar edilmişti. Muammer Kaddafi ve Arap diktatörlerinin çoğu devlet kurumlarını akrabaları ile doldururlar. Bu da liyakatin düşmesi ve çöküşü hızlandırmaktan başka bir işe yaramaz.
Şimdi başka bir soru soralım. Madem diktatör eninde ya da sonunda düşecek, neye göre diktatörler uzun süre iktidarda kalırlar ya da iktidardan düşerler?
İskenerin öldüğü duyulunca da halk, yaklaşık iki saat sonra lalası Aristo'nun evini kuşattı. Aristo, ailesi ile kaçıp, Sicilya'ya gitti. Yunan şehir devletleri Makedonya imparatorluğundan ayrılıp, tekrar kendi devletlerini kurdu.
1989'da Doğu Almanya'nın diktatörü Honecker, Berlin duvarı bin yıl daha yerinde duracak demişti. O sıralarda sokaklar çok hareketliydi, halk daha fazla özgürlük istiyordu. Honecker ve her biri en az otuz yıldır iktidarda olan doğu bloku diktatörleri kendilerinden emindiler. Gorbaçov'un Prestroyka ve Glasnost'u geçici bir modaydı. Derken Gorbaçov gene bir gün Doğu Berlin'e, o zamanın deyimi ile eksen ülkesine, benim deyimimle satrapını görmeye geldi. Honeker beklendiği gibi Rusya, Almanya ilişkilerini öven bir konuşmanın yanı sıra, sosyalizmi ve onun geleceğini de öven bir konuşma yaptı. Aslına satır arasında demek istediği, ülkedeki yüz binlerce Rus askerlerinin sokak gösterilerini dağıtmasıydı.
Oysa tek kaynayan sokaklar, Doğu Almanya sokakları değildi. Doğu blokunun her tarafı kaynıyordu. Sovyet birlikleri Afganistan'dan ağır bir yenilgi ile çıkmıştı. Kazakistan isyanı devam ediyordu. Çernobil kazasının yaraları daha sarılmamıştı (halen sarılmadı). Gorbaçov'a o efsanevi cevabını verdi.
-Gecikeni tarih yargılar. Bu sözden sonra o kudretli iktidarlar patır patır dökülmeye, arından da Sovyetler Birliği dağılmaya başladı.
1956 Macaristan, 1968 Çekoslovakya ve 1979 Polonya örneğinde olduğu gibi Rusya doğrudan ezme yolunu seçmiştir Persler gibi. Ha, eğer satrap işini yapıyorsa, bazı şımarıklıklarına göz yumulur. Mesela Çavuşesku, 1968'de Çekostlovakya'yı işgal eden doğu bloku birleşik ordusuna asker vermemişti. 1984 Los Angeles olimpiyatları boykotuna da katılmamıştı. (oysa bu boykot, 1980 Moskova olimpiyatları boykotunun karşılığıydı.) Çünkü Çavuşesku, Romanya'nın değerli petrolünü ucuz fiyatla Rusya'ya akıtıyor, kendi halkını da at arabaları kullanmaya teşvik ediyordu. (Sonradan o atların etleri kesilip, el altından batı kasaplarına satıldı ve meşhur at eti skandalı patladı.) Sadece petrol değil, Balkan yarımadasının en büyük ülkesi olan Romanya'nın tüm doğal zenginlikleri ucuz fiyatla Romanya'ya akıyordu.
A.B.D, nadiren Panama veya Irak'da olduğu gibi bizzat askerleri ile iktidarı değiştirir. Genelde darbe yaptırır. Askerler darbe sabahına Nato'ya, senatoya (Cento demek istemişti Alparslan Türkeş, 27 Mayın 1960 sabahı radyodan) bağlıyız, en kısa zamanda parlamenter düzene geçilecektir der.
Diyelim ki darbe yapamadı. Amerika'nın yedek planı vardır ve acelesi yoktur. Yarına bırak ama yanına bırakma politikasını izler.
Arada Eyşan diplomasisi yapmanız sizin bir satrap olduğunuz gerçeğini değiştirmez. Bizzat esas ülkenin ordusu ile işgal edilmiş değilse, her eksen ülke, yani her satrap, illa başka süper güçlerle işbirliğine gider. Sağcı siyasilerin denge politikası dediği duruma ben Eyşan diplomasisi diyorum. Bir dönemin popüler dizisi Ezel'in kadın karakteridir kendisi.
Felsefe, bilim, sanat ve dolayısı ile teknoloji ve sanayide geri toplumlar, bir başka ülkenin peyki olmaya mahkumdurlar. Bazen ülkeler, benim Eyşan, sağcıların denge siyaseti sistemine gidip, başka süper devletlere göz kırparlar, bazen de mecbur kalırlar.
Bu olay ve Osmanlı'nın 93 harbi hezimeti, Rusya ile İngiltere'yi yakınlaştırdı, adından da Osmanlı ile Almanya yakınlaştı. 1. Dünya savaşında da mecburen Almanların safında savaştı.
Mareşal Tito, Stalin'in iktidarı tekrar krala devretmesini tavsiye etmesinin ardından, satıdığını anladı. İngiltere, o zamanki zihniyetine göre Hindistan yolu ve Akdeniz'i kontrol altına alabilmek adına Sovyet kuşağının Akdeniz'e ulaşmamasını istiyordu. Nitekim Stalin, Yunan iç savaşında Solcuları son anda satarak, ülkeyi sağcılara teslim etmişti.
Tito ise, kendisi gibi Eyşancılardan bir Bağlantısızlar hareketi zırvalığı icat etti. Bağlantısızlar, öze Amerika'nın peyki-ekseni, satrapı olup, ara ara Sovyetlere göz kırpanlar birliğiydi. Yugostlavya dağıldı, Bağlantısızlar birliği ise işlevsizleşti.
Bunun için her an propagandanın ucunu bırakmamalı, her gelene de hoş geldin dememelidir. Mübarek'in ardından önce İhvan-ı Muslim'in (Müslüman Kardeşler), ardından da General Sisi'nin gelmesi, acı bir tecrübedir.
Halka meselenin demokrasi olduğunu, yeni bir diktatörün durumu daha beter yapacağı halka anlatılmalıdır.
Oturup diktatörün düşmesini beklemek, hem yeni bir diktatörü davet etmek veya iç savaşa davetiye çıkarmak, hem de genç nesilleri acı içinde büyütmektir. Dahası yeni neesiller demokrasinin ne olduğunu unutabilir, kara vebadan kurtulmak için kızıl vebayı bekler gibi yabancı ülke işgalini ve yeni bir diktatör babayı bekleyebilir. Irak ve Libya'nın başına gelenlerden dersler çıkarılmalı. (Gerçi Hegel'in dediği gibi tarihten alınacak tek ders, tarihten ders alınamadığı ise; biz de tarihin verilerini felsefeye çevirmeliyiz.
Diktatör devrilince, en ağır kaybı ideoloji yaşar. Hitler devrilince de ırkçılık, antisemitizm ve milliyetçilik ağır darbe aldı. 1945'den önce Slavlar ve Yahudiler (her ne kadar süt beyazı derilerine rağmen) beyaz ırktan sayılmazdı. 1945'den sonra beyazlara dahil oldu. Buna rağmen dünyada beyazların egemenlik alanları daraldı. Sırf İngiltere bile dünyanın üçte birinden fazlasını yönetmekteydi. Çhurchill, Hindistan yolunu güvenceye almak için Yugostlavya ve Yunanistan'ın Sovyet peyki olmaması için çok uğraştı, hatta başardı ama 1947'de Hindistan'ın bağımsızlık ilanını engellemekten kurtulamadı. 1922 İrlanda'nın bağımsızlığı ve Türk kurtuluş savaşı ardından başlayan Beyaz Adam'ın geri çekilişi hız kazandı ve halen de devam ediyor.
Gene de batının çöküşünü durduramadı. Batı sömürgelerini büyük ölçüde kaybetmekle kalmadı, o aşağı gördüğü ırkları ülkesine yerleştirdi. Çünkü y kuşağı denen 1945-50 arası dönemden sonra doğum oranları hızla düşmeye başladı. Almanlar'da Hitler'in nefret ettiği siyah saçlı Yahudiler yerine siyah saçlı Türkleri, üstelik davul-zurna ile davet etti.
Siyah saç demişken, meşhur propaganda bakanı da kapkara saçlı, kahverengi gözlü ve kısacık boyluydu. Kendisi de fazlası ile kısa boylu ve sarıdan ziyade koyu kestane saçlıydı.
Bu gün beyaz adam, diğer toplumların sadece ham madde ya da emeğine muhtaç değil, sermayesine ve sanayisine de muhtaç. Avrupa'daki çoğu beyaz eşyayı ve mobilyayı Türkiye, arabayı Japonya ve Güney Kore, bilgisayar, elektronik eşya ve cep telefonunu Güney Kore, Japonya ile beraber Tayvan, Çin, Tayland gibi Asya ülkeleri, yazılımları Hindistan üretiyor. Avrupa ve Amerika'nın pek çok ünlü fabrika, marka ve mağazası, Arap, Rus, Türk vb diğer milletlere ait.
Beyaz adamın halen bir üstünlüğü varsa, bilim ve felsefe sayesinde. Ona da katkıda sunanlar arasında göçmenlerin sayısı artıyor.
Diğer taraftan milliyetçilik halen sürse de, millet kavramı, ırk kavramından giderek uzaklaşmakta. İsrail bile Rusya'dan göç eden ve pek çoğu Yahudi olmayan ( Tek bir Yahudi damat veya gelin, onlarca kişinin göçüne sebep olabiliyordu. Maddi durumu kötü olan çok kişi de israil2e göç etti. Sovyetler Birliğin'den İsrail'e göç edenleri üçte biri Yahudi değildi) göçmeni başarı ile asimle etti.
Dikta yıllarında korumamız gereken şey demokrasinin gerekliliği fikridir. Yeni bir diktatörü iktidara hazırlayanlar, sık sık demokrasinin artık çöktüğünü söyler ya da ima eder. İki dünya savaşı arasındaki dönemde bu açıkça söyleniyor, demokrasilerin çöktüğü bile söyleniyor. Lenin yönetimine proleterya diktatörlüğü diyordu. Hitler, Mussolini, Franco, Salzar açık açık ben diktatörüm diyordu. Nazi işgalinden az evvel bazı Fransızlar, Fransa'nın diktatörü kim olsun diye anketler yapıyordu.
Şimdilerde ise o diktatör olsaydı böyle konuşamazdın falan diyorlar. En acımasız diktatörler bile diktatörlüğünü ret ediyor. (Az önce bahsettiğimiz ideoloji kaybı durumu)
Gene de sorunun sadece o diktatör, kişiliği, ideolojisi ve çevresi gibi gösterilebilir. Aslında halen de diktatörlerin var olması ve belki sonsuza kadar var olacağının sebebi de budur.
Yetkilerin tek kişide ya da bir zümrede olduğu totaliterizme karşı çıkmalıyız. Demokrasiyi tekrar ve tekrar anlatmalıyız.
Son olarak. Diktatörden sonra bir daha asla demeliyiz. Hitler'den sonra en çok tekrar edilen söz bu oldu.