AÇEYDİM GOLLERİMİ
GETME DEYEYDİM
Dünyada
iki çeşit kölelik vardır. Birincisi malum, zincirlik, kırbaçlı kölelik, eskiden
daha fazla yaygındı. İnsan nüfusu azken ve iş alanı daha fazla kaba el işçiliğine dayanırken olan bir şeydi.
Bu tip köle sahipliği düşünüldüğü kadar imrenilecek bir şey değildir. Çünkü en başta köleleri zorla çalıştırmak, onların başında duracak eli sopalı-kırbaçlı bekçiler tutmak demektir. Bu tip köleliğin yaygın olduğu ülkelerde kaçan köleleri yakalamak da bir iş kolu haline gelmiştir.
Üzerine de bazı kölelere ayrıcalıklar vermelisiniz ki, kölelerin birbirlerini kontrol etmelerini sağlayın. Naziler bile o korkunç kamlarında KAPO denen bazı ayrıcalıklı mahkumları kullanıyordu. Bu mahkumlar, bir kaç ay daha yaşama şansı, bir kaç tas daha sıcak çorba, bir kaç dilim daha ekmek, eskimiş bir parka gibi ayrıcalıklar karşılığında ırktaşlarına ihanet ediyordu.
Bu tip kölelik, ancak kazanç kesinse geçerlidir. İşletmeniz zarar ettiğinde köleler çoğunlukla yok pahasına satma durumundasınızdır. Yoksa Naziler gibi katletme ya da yamyamlık edip, etini yemek de, üretim aracınızı sonsuza kadar yok etmeniz anlamına gelir.
Bir de ikinci tür kölelik vardır. Burada patron hiç kendini zorlamaz, kapı açık, beğenmiyorsan çeker gidersin, der. Dışarıda senin gibi bir sürü işsiz var der ve gerçekten vardır. Siz de çıkıp gidemezsiniz. Bence gerçek kölelik budur.
Bunun için de bu işi yapacak kişilerin gerçekten çok olması gerekir. Bu amaçla doksanlı yıllardan itibaren ülkenin her tarafı üniversitelerle dolduruldu ve zorunlu eğitim önce sekiz, sonra on iki yıla çıkarıldı. Şimdi hemen her meslekten bolca var. Ortalık işsiz öğretmen, mühendis, iktisatçı vb meslek üyeleriyle dolu. Çek git, nasıl olsa bolca işsiz var.
Bu tip köleliği de yaygınlaştırmak için işverenler, özellikle bankalar, kendi aralarında kara listeler oluşturur. Bakın bu çok hak arama meraklısı, işe almayın diye.
Bu tür kölelikte ihtiyaç olan şey, gerçekten ülkenin işsiz kaynaması, bunun içinde doğum oranlarının yüksek olması, ülkeye de bolca yabancı (mülteci veya başka bir şekilde ) gelmesi gerekir.
Şimdi ülkemizdeki beyin göçü, kapitalist rejimi sarsmaya başladı. Çünkü onlarca taşra üniversitesinin amacı, ciddi üniversitelerin mezunlarının ücretlerini düşürmek, onları işsizlikle korkutmak ve devlet kadrolarını doldurmaktır.
Mesela ben Süleyman Demirel üniversitesinin ilk mezunlarındanım. Belki de dünyanın en kötü sosyoloji eğitimlerinden birini aldık. Bunu tek bir örnekle anlatayım.
Sosyal psikoloji dersinde Robert Nisbet'in, 1950'ler, belki de 40'lardan kalma kitabını okuduk. yıl da 1995-96. Bölüm başkanımız (sonradan profesör oldu) yardımcı doçent Metin Özkul'a göre aradan geçen elli senede bu bilim zerre ilerlememişti. Kitabın yeni baskısı da yoktu, fotokopisini kullanıyorduk.
Aslında olay Metin hocanın Robert Nisbet'e değil, çevirmeni Erol Güngör'e hayranlığıydı. Konya Selçuk Üniversitesinin uzun yıllar rektörlüğünü yapmış olan Erol Güngör, Türkiye'de sağcıların sevmek bir yana adeta taptığı bir isimdir. Çoğu çeviri onlarca, belki de yüzlerce kitabı vardır. Kapaklarında da asıl yazarının adı değil, çevirmeni Erol Güngör'ün adı vardır.
Ben Erol Güngör'ün o kadar çeviriyi yaptığına da inanmıyorum. Rektörlük, siyasi cephede önde olmak, üniversitenin rutin işleri derken, bir de ona pek fırsat bulmamıştır. Zaten Türk profesörler bayılırlar asistanların işlerini sahiplenmeye.
Diğer derslerimizde genelde onlarca yıl öncesinin kitaplarını okumak şeklindeydi. Üniversiteyi lise havasında okuduk. Lisede bile müfredat ve ders kitapları daha sık değişiyordu.Biz dört dersimizi, Metin hocanın da doktora danışman hocası olan emekli profesör Amiran Kurtkan Bilgiseven'in ağdalı bir Osmanlıca ile yazılmış dört kitabını okuduk. Kendisi bir kere konferansa bile geldi, o ağır Osmanlıcasını, günümüz Türkçesinin yetersizliği ile savundu.
Oysa gerçek kendisinin yetersizliğini örtme çabasıydı.
Bizim mezun edilme amacımız, üniversite mezunu işsiz sayısını arttırmaktı. Böylece patronlar bacak bacak üstüne atıp, maaş bu, beğenmezsen çek git, bir sürü üniversiteli işsiz var, diyebilecekti.
Bu tip köle sahipliği düşünüldüğü kadar imrenilecek bir şey değildir. Çünkü en başta köleleri zorla çalıştırmak, onların başında duracak eli sopalı-kırbaçlı bekçiler tutmak demektir. Bu tip köleliğin yaygın olduğu ülkelerde kaçan köleleri yakalamak da bir iş kolu haline gelmiştir.
Üzerine de bazı kölelere ayrıcalıklar vermelisiniz ki, kölelerin birbirlerini kontrol etmelerini sağlayın. Naziler bile o korkunç kamlarında KAPO denen bazı ayrıcalıklı mahkumları kullanıyordu. Bu mahkumlar, bir kaç ay daha yaşama şansı, bir kaç tas daha sıcak çorba, bir kaç dilim daha ekmek, eskimiş bir parka gibi ayrıcalıklar karşılığında ırktaşlarına ihanet ediyordu.
Bu tip kölelik, ancak kazanç kesinse geçerlidir. İşletmeniz zarar ettiğinde köleler çoğunlukla yok pahasına satma durumundasınızdır. Yoksa Naziler gibi katletme ya da yamyamlık edip, etini yemek de, üretim aracınızı sonsuza kadar yok etmeniz anlamına gelir.
Bir de ikinci tür kölelik vardır. Burada patron hiç kendini zorlamaz, kapı açık, beğenmiyorsan çeker gidersin, der. Dışarıda senin gibi bir sürü işsiz var der ve gerçekten vardır. Siz de çıkıp gidemezsiniz. Bence gerçek kölelik budur.
Bunun için de bu işi yapacak kişilerin gerçekten çok olması gerekir. Bu amaçla doksanlı yıllardan itibaren ülkenin her tarafı üniversitelerle dolduruldu ve zorunlu eğitim önce sekiz, sonra on iki yıla çıkarıldı. Şimdi hemen her meslekten bolca var. Ortalık işsiz öğretmen, mühendis, iktisatçı vb meslek üyeleriyle dolu. Çek git, nasıl olsa bolca işsiz var.
Bu tip köleliği de yaygınlaştırmak için işverenler, özellikle bankalar, kendi aralarında kara listeler oluşturur. Bakın bu çok hak arama meraklısı, işe almayın diye.
Bu tür kölelikte ihtiyaç olan şey, gerçekten ülkenin işsiz kaynaması, bunun içinde doğum oranlarının yüksek olması, ülkeye de bolca yabancı (mülteci veya başka bir şekilde ) gelmesi gerekir.
Şimdi ülkemizdeki beyin göçü, kapitalist rejimi sarsmaya başladı. Çünkü onlarca taşra üniversitesinin amacı, ciddi üniversitelerin mezunlarının ücretlerini düşürmek, onları işsizlikle korkutmak ve devlet kadrolarını doldurmaktır.
Mesela ben Süleyman Demirel üniversitesinin ilk mezunlarındanım. Belki de dünyanın en kötü sosyoloji eğitimlerinden birini aldık. Bunu tek bir örnekle anlatayım.
Sosyal psikoloji dersinde Robert Nisbet'in, 1950'ler, belki de 40'lardan kalma kitabını okuduk. yıl da 1995-96. Bölüm başkanımız (sonradan profesör oldu) yardımcı doçent Metin Özkul'a göre aradan geçen elli senede bu bilim zerre ilerlememişti. Kitabın yeni baskısı da yoktu, fotokopisini kullanıyorduk.
Aslında olay Metin hocanın Robert Nisbet'e değil, çevirmeni Erol Güngör'e hayranlığıydı. Konya Selçuk Üniversitesinin uzun yıllar rektörlüğünü yapmış olan Erol Güngör, Türkiye'de sağcıların sevmek bir yana adeta taptığı bir isimdir. Çoğu çeviri onlarca, belki de yüzlerce kitabı vardır. Kapaklarında da asıl yazarının adı değil, çevirmeni Erol Güngör'ün adı vardır.
Ben Erol Güngör'ün o kadar çeviriyi yaptığına da inanmıyorum. Rektörlük, siyasi cephede önde olmak, üniversitenin rutin işleri derken, bir de ona pek fırsat bulmamıştır. Zaten Türk profesörler bayılırlar asistanların işlerini sahiplenmeye.
Diğer derslerimizde genelde onlarca yıl öncesinin kitaplarını okumak şeklindeydi. Üniversiteyi lise havasında okuduk. Lisede bile müfredat ve ders kitapları daha sık değişiyordu.Biz dört dersimizi, Metin hocanın da doktora danışman hocası olan emekli profesör Amiran Kurtkan Bilgiseven'in ağdalı bir Osmanlıca ile yazılmış dört kitabını okuduk. Kendisi bir kere konferansa bile geldi, o ağır Osmanlıcasını, günümüz Türkçesinin yetersizliği ile savundu.
Oysa gerçek kendisinin yetersizliğini örtme çabasıydı.
Bizim mezun edilme amacımız, üniversite mezunu işsiz sayısını arttırmaktı. Böylece patronlar bacak bacak üstüne atıp, maaş bu, beğenmezsen çek git, bir sürü üniversiteli işsiz var, diyebilecekti.
Ancak artık işçi sınıfı da, artık sermaye kadar hareketli. Özelikle beyaz yakalılar. Beyaz yakalılar artık küçük burjuva değil, onlar da işçi sınıfı. Hatta pek çok mavi yakalı, pek çok beyaz yakalıdan daha fazla kazanıyor.
Dikkat ettiniz mi, büyük reisimiz ne zamandır istemeyen bu ülkeden gider, demiyor. Çünkü bunu demeniz için o kişinin gidemeyecek olması, gidememesi gerekir.
Sadece gidemeyeceğinden emin olunan kişilere, beğenmiyorsan çek git, denir. Peki gidiyorsa ne yapılır?
O zaman gitme, kal demek başkalarına düşer. Zira öyle yüksekten atmanın, alçaktan tutması kolay değildir.
Devlet kurumlarında da çoktur öyle beğenmeyen gider deyip duran amirler, müdürler falan. Ben öyle memuriyetten istifa falan edemedim, onun yerine okul değiştirip durdum.
Bir keresinde de ek ders için başka bir okula tamamlamaya gidiyordum ve müdür böyle konuşup duruyordu. Bir olay sonrası, kendimde haklı durumda olduğumdan, o okula gitmeyi bıraktım. Sonra kendi okulumda, öğretmenler odasında otururken, o okuldan bir öğrenci, öğretmenler odasını aradı ve okula dönmemi istedi, telefonu kapattım.
O öğrenci beni pek sevmezdi ve arayan o değil, müdürün kendisiydi. Geri döndüğümde beni daha büyük bir kabus bekliyordu.
Şimdi de gitme, kal diyen reklamlar var. Epeydir televizyon izlemiyorum. Sinemalarımız ize malum, film kadar reklam izletiyor.
Derken reklamlarda bir şey fark ettim. Sanki hepsini Çağan Irmak çekmiş. Ürün tanıtmaktan çok bir sakinleştirme, bir mutluluk saçma, bir güven verme çabası var hepsinde.
Çağan Irmak, berbat bir film yapmış adı da Bizi Hatırla. Filmim adından Altan Erkekli'nin öleceğini biliyoruz. Babanın ameliyatında yanında olamayacağın işte bir insanın ne işi var? En ilkel kölelik düzeni bile bu kadar vahşi olamaz. Ayrıca bulimia (yeyip yeyip, kusma) hastalığı kıyısında, senden nefret ediyorum anne, inşallah yüz kilo olursun diyen ergen bir kızın, birden filozof kesilmesi de bir başka garabet.
Öte yandan başka bir yönetmen de, Çağan Irmak filmi yapmış, he de Çağan Irmak'ın en sevdiği oyuncularla.Bizim İçin Şampiyon, tam da böyle bir film. Filmde herkesten iyilik fışkırıyor maşallah. Filmde iki kötümsü karakter var. Biri Halis Karataş'ın İstanbul'da ki ilk patronu, diğeri de kışkırtıcısorular soran hipodrom muhabiri.
O muhabiri de ben anlamadım. Senden beklenen puanlı koşu bülteni hazırlamak, kumarbazlara tüyo vermek. Özdemir Atman gibi kodaman at sahiplerini kızdırmak değil.
Öte yandan bu film, kocaman bir Cem Yılmaz filmi, zira tıpkı onun filmleri gibi iki saatlik bir reklam filmi. Film için otuz at satın alındığını öğrenince bilet aldım, meğer film TJK (Türkiye Jokey Klübü) reklamıymış.
Bir kere o yıllarda TJK TV yoktu, at yarışı olan günlerde (o zamanlar her gün koşu olmazdı) TRT4, o sıkıcı açık öğretim dersleri ve caz-klasik müzik konserleri arasında at yarışlarını verir, internetin yavaş ve yaygın olmadığı yıllarda at yarışı izleyenler ve kahvelerde TRT4 seyredilirdi.
Yeni nesil ganyan ve at yarışlarına eskisi gibi meraklı değil, iddia daha gözde. Filmin yönetmeni Ahmet Katıksız'da, Çağan Irmak usulü açeydim gollerimi, getme deyeydim, demiş. Filmdeki oyuncuların çoğunun da en az bir Çağan Irmak filmi tecrübesi var.
Son dönem reklam filmleri de böyle. Amaç gidenlere ya da gitmeye niyetlenenlere duygusal baskı yapmak.
Cahillerin feraseti ile övünmek kolay, okumuş insanlar olmadan ekonomiyi ilerletmek zor. Reklamcılar, zamanında Ecevit'in CHP hükumetini gazetelere verdikleri paralı oylarla düşürdükleri gibi, reklamlarla da beyin göçünü engeller, en azından azaltırız sanıyorlar. Oysa büyük reis ey çekmeyi bırakmadan, ortamı biraz yumuşatmadan ekonomiye kolay kolay güven gelmeyecek.
Reis ise yumuşayamaz, hele seçimler yakınken. Seçmenini nefret, öfke ve korku ile bir arada tutmalı. Gevşerse taraftarları dağılabilir ya da galiba kendisi öyle düşünüyor.
Oysa bu gerginlik ekonomiyi ve kendi seçmeni dahil pek çok kişiyi bunaltmış durumda. Bir de birileri söylesin sadece muhalifler değil, iktidar yanlıları da ülkeyi terk ediyor artık. Devlet başkanının her gün televizyonlarda avaz avaz bağırdığı, seksen küsur yaşındaki sanatçılara bile dava açtığı, her gün ortalama on kişinin cumhurbaşkanına hakaretten dava açtığı ülkede, istikrara en ateşli iktidar yanlıları bile inanmaz.
İktidar yanlısı demişken, banka reklamında yetmişiz, mutluyuz, biriz, bütünüz reklamı yaparken, bankanın ve yüzlerce sanayi kuruluşunun sahibi süper zengin aile, Malta vatandaşı oluyor.
Sonuç olarak ben bu göç olayını destekliyorum. Kaçan köleler de, isyan eden köleler kadar özgürlüğe katkıda bulunmuştur. Bu halk, kendisi Malta vatandaşı olan iktidar yanlılarının duygusal kölesi olmadığı gibi; kalalım, savaşalım diyen muhalefetin askeri de değildir. ben Marksist ya da Leninist değilim. Sınıf kavgası illa kitlesel olacak diye bir şey yok.
Lenin bile, son adımda devrimden yana olmanız, tamamen bulunduğunuz sınıfla ilgilidir demiştir. Yani bir burjuva olarak solcu, hatta devrimci olabilirsiniz, servetinizi devrim için harcayabilirsiniz. Ama, o devrim anı geldiğinde servetinizi ve gücünüzü bırakmanız çok ama çooook zordur.
Siz de sınıf atlama imkanlarınızı kapatan, refah arzularınıza engel olan devleti terk etmek, her insanın hakkıdır. Ayrıca kendimden biliyorum, bir yerleri ya da birilerini terk etmek, o insanlara vereceğiniz en büyük ceza olabilir.
Mesela Hırant Dink'in de dediği gibi, Türkiye 1927'de üç yüz bin Ermeni'nin yaşadığı bir ülkeydi. Nüfus artışı ile paralel olarak, şu an bir buçuk milyon Ermeni'nin huzur içinde yaşadığı bir ülke olsaydı, uluslar arası kamuoyu her 24 Nisan yaklaştıkça bizi tehdit etmezdi. Onlar ülkeyi terk ederek en büyük kötülüklerini yaptılar.
Ben memuriyetten ayrılacak kadar güçlü ve cesur olamadım. Onun yerine beğenmezsen git diyen müdürlerime uyup sürekli tayin istedim. Artık yurt dışına çıkmak için fazlasıyla yaşlıyım, yabancı dilim yok ve bilgi ile yeteneklerim yurt dışında işe yaramaz. Türkiye'de bir devrim yapacaksa, gidemeyecek ve mevcut durumdan da memnun olmayanlar yapacaktır.
İbni Sina bile bin yıl önce, ilim ve sanat takdir edilmediği yerden göçer demiştir. İslam da zorda kaldığında hicreti tavsiye etmiştir.
Sonuç olarak devletin görevi, halkını mutlu etmektir. Mutsuz insanların isyan etmek veya göç etmek hakkı vardı.Gidecekseniz zerre kadar pişmanlık duygusu yaşamayın. Sizi mutsuz eden devleti, terk ederek cezalandırma hakkınız vardır.
Öte yandan başka bir yönetmen de, Çağan Irmak filmi yapmış, he de Çağan Irmak'ın en sevdiği oyuncularla.Bizim İçin Şampiyon, tam da böyle bir film. Filmde herkesten iyilik fışkırıyor maşallah. Filmde iki kötümsü karakter var. Biri Halis Karataş'ın İstanbul'da ki ilk patronu, diğeri de kışkırtıcısorular soran hipodrom muhabiri.
O muhabiri de ben anlamadım. Senden beklenen puanlı koşu bülteni hazırlamak, kumarbazlara tüyo vermek. Özdemir Atman gibi kodaman at sahiplerini kızdırmak değil.
Öte yandan bu film, kocaman bir Cem Yılmaz filmi, zira tıpkı onun filmleri gibi iki saatlik bir reklam filmi. Film için otuz at satın alındığını öğrenince bilet aldım, meğer film TJK (Türkiye Jokey Klübü) reklamıymış.
Bir kere o yıllarda TJK TV yoktu, at yarışı olan günlerde (o zamanlar her gün koşu olmazdı) TRT4, o sıkıcı açık öğretim dersleri ve caz-klasik müzik konserleri arasında at yarışlarını verir, internetin yavaş ve yaygın olmadığı yıllarda at yarışı izleyenler ve kahvelerde TRT4 seyredilirdi.
Yeni nesil ganyan ve at yarışlarına eskisi gibi meraklı değil, iddia daha gözde. Filmin yönetmeni Ahmet Katıksız'da, Çağan Irmak usulü açeydim gollerimi, getme deyeydim, demiş. Filmdeki oyuncuların çoğunun da en az bir Çağan Irmak filmi tecrübesi var.
Son dönem reklam filmleri de böyle. Amaç gidenlere ya da gitmeye niyetlenenlere duygusal baskı yapmak.
Cahillerin feraseti ile övünmek kolay, okumuş insanlar olmadan ekonomiyi ilerletmek zor. Reklamcılar, zamanında Ecevit'in CHP hükumetini gazetelere verdikleri paralı oylarla düşürdükleri gibi, reklamlarla da beyin göçünü engeller, en azından azaltırız sanıyorlar. Oysa büyük reis ey çekmeyi bırakmadan, ortamı biraz yumuşatmadan ekonomiye kolay kolay güven gelmeyecek.
Reis ise yumuşayamaz, hele seçimler yakınken. Seçmenini nefret, öfke ve korku ile bir arada tutmalı. Gevşerse taraftarları dağılabilir ya da galiba kendisi öyle düşünüyor.
Oysa bu gerginlik ekonomiyi ve kendi seçmeni dahil pek çok kişiyi bunaltmış durumda. Bir de birileri söylesin sadece muhalifler değil, iktidar yanlıları da ülkeyi terk ediyor artık. Devlet başkanının her gün televizyonlarda avaz avaz bağırdığı, seksen küsur yaşındaki sanatçılara bile dava açtığı, her gün ortalama on kişinin cumhurbaşkanına hakaretten dava açtığı ülkede, istikrara en ateşli iktidar yanlıları bile inanmaz.
İktidar yanlısı demişken, banka reklamında yetmişiz, mutluyuz, biriz, bütünüz reklamı yaparken, bankanın ve yüzlerce sanayi kuruluşunun sahibi süper zengin aile, Malta vatandaşı oluyor.
Sonuç olarak ben bu göç olayını destekliyorum. Kaçan köleler de, isyan eden köleler kadar özgürlüğe katkıda bulunmuştur. Bu halk, kendisi Malta vatandaşı olan iktidar yanlılarının duygusal kölesi olmadığı gibi; kalalım, savaşalım diyen muhalefetin askeri de değildir. ben Marksist ya da Leninist değilim. Sınıf kavgası illa kitlesel olacak diye bir şey yok.
Lenin bile, son adımda devrimden yana olmanız, tamamen bulunduğunuz sınıfla ilgilidir demiştir. Yani bir burjuva olarak solcu, hatta devrimci olabilirsiniz, servetinizi devrim için harcayabilirsiniz. Ama, o devrim anı geldiğinde servetinizi ve gücünüzü bırakmanız çok ama çooook zordur.
Siz de sınıf atlama imkanlarınızı kapatan, refah arzularınıza engel olan devleti terk etmek, her insanın hakkıdır. Ayrıca kendimden biliyorum, bir yerleri ya da birilerini terk etmek, o insanlara vereceğiniz en büyük ceza olabilir.
Mesela Hırant Dink'in de dediği gibi, Türkiye 1927'de üç yüz bin Ermeni'nin yaşadığı bir ülkeydi. Nüfus artışı ile paralel olarak, şu an bir buçuk milyon Ermeni'nin huzur içinde yaşadığı bir ülke olsaydı, uluslar arası kamuoyu her 24 Nisan yaklaştıkça bizi tehdit etmezdi. Onlar ülkeyi terk ederek en büyük kötülüklerini yaptılar.
Ben memuriyetten ayrılacak kadar güçlü ve cesur olamadım. Onun yerine beğenmezsen git diyen müdürlerime uyup sürekli tayin istedim. Artık yurt dışına çıkmak için fazlasıyla yaşlıyım, yabancı dilim yok ve bilgi ile yeteneklerim yurt dışında işe yaramaz. Türkiye'de bir devrim yapacaksa, gidemeyecek ve mevcut durumdan da memnun olmayanlar yapacaktır.
İbni Sina bile bin yıl önce, ilim ve sanat takdir edilmediği yerden göçer demiştir. İslam da zorda kaldığında hicreti tavsiye etmiştir.
Sonuç olarak devletin görevi, halkını mutlu etmektir. Mutsuz insanların isyan etmek veya göç etmek hakkı vardı.Gidecekseniz zerre kadar pişmanlık duygusu yaşamayın. Sizi mutsuz eden devleti, terk ederek cezalandırma hakkınız vardır.