24 Şubat 2021 Çarşamba

BRAVEHEART - CESUR YÜREK FİLMİ


 

Bu gün durduk yerde 1995 yapımı Braveheart (Cesur Yürek) filmini anlatmaya karar verdim. 1995 yapımı olan bu film, senaristi, yönetmeni ve yapımcısı olan Mel Gibson'un eserdir. Film, Türkiye ve dünya sinemalarında en uzun süre gösterimde kalan film oldu. Ankara, Batı sinemasında üç yıla yakın, belki de daha fazla gösterimde kaldı. Sinemanın altı salonu vardı ve uzun süre en az bir tanesinde bu film olurdu.

( Bu sinema, Ankara'nın en kötü sineması diye nam salmıştı ama ben severdim. O zamanlar Batı iş hanının içinde küçük barlar  falan da vardı. Sonra Kızılay-Kocatepe bölgesindeki sinemaların Büyülü Fener dışındakiler kapandı, yerlerini AVM sinemalarına bıraktı. Batı iş hanı ise ucuz kumaş ve tekstilcilerle doldu)

Filmin bu başarısının yanında, halen de hatırlanmasının iki sebebi var.

İlki, pek çok Amerikan filmi gibi bilgisayar efektleri ile dolu değil, yüzde doksan küsuru stüdyolarda ve yeşil-mavi  perde ile çekilmemiş. Sonuçta bir film ve mutlaka çekim hileleri vardır ve o kadar insan filmde gerçekten ölmemiştir. Ama çekimler iki sene sürmüş, İrlanda'da yapılmış ve  yüzlerce, hatta binlerce oyuncu-figüran, gerçekten ata binmiş, ok atmış, kılıç tutmuş.

Diğer yandan filmin senaryosu, zannedildiği gibi bire bir tarihi olayları anlatmaktan çok uzak, yüzde doksanı kurgu. Dahası cesur yürek, William Walace'ın değil, başka bir İskoç kahramanının ünvanıymış. Gene İskoçlar, Wallace'ın kılıcını halen müzelerinde sergiliyorlar. İskoçya, hiç bir zaman tam olarak İngilizlerce işgal edilmedi. En sonunca Avrupa kraliyet aileleri arasında oluşan bir dizi entrika sonucu, zamanın İskoç kralı, aynı zamanda İngiltere kralı olunca, iki ülke birleşmiş oldu. Edinburg'daki İskoç Kraliyet sarayı da terk edildi, zamanla çatısı çöktü. İskoçlar da 2014'de referandumla bağımsızlığı red ettiler.

İkincisi ise filmde, İngilizlerin ve sömürgecilerin, gerçek yüzü ile gösterilmesi ki filme gerçeklik duygusunu da veren bu. Çoğu Amerikan-Batı filminde beyaz adam daima bir parça merhametli gösterilir. Öz eleştiri sayılacak filmlerde bile, mutlaka merhametli bir efendi olur. Oysa filmde bu yok. Gene her İngiltere'de geçen filminde, konu Roma devri ve hatta daha önceki devirde de olsa kadroya siyahi birisini alma gibi kalıplar da yok. Bu da filme sahicilik havası veriyor. Filmde İngiliz gaddarlığı tüm gerçekliği ile gözümüze sokuluyor.

Oysa diğer batı filmlerinde bu yoktur. Mesela 1986 yapımı Müfreze (Platon) filminde, eğitimli koca bir Amerikan komando bölüğü (yaklaşık otuz kişi) ,  makineli tüfekli bir kişi tarafından durdurulur. Sonra  o kişi, küçük bir kız çocuğu çıkar, üstelik az önce yardım ettikleri çocuklardan biridir. Ama ne olmuş da bu çocuk, bu şekilde savaşacak kadar güdülenmiştir, bize göstermez. Bu filmde ise William Walace'ın İngiliz nefretinin hangi yaşananlar sonucu olduğunu adı adım görüyoruz.

Diğer olmayan şey de İngiliz askerlerinin kahramanlığı.  Gerçi bu dünyada olmayan şeydir. İngilizler ilginçtir, 1918-45 arasına dünyanın üçte birini işgal etmiş de olsalar, tarihlerinde öyle kahramanlık öyküsü pek yoktur. Kara savaşlarında, böl-yönet ve paralı askerler ile ele geçir şeklindedir. İngilizler daima düşmanlarından satın alınacak birilerini bulur ki, Cesur Yürek filminde de öyle oluyor. Wallace'ın her kahramanlığı ya da zaferi, bir İskoç soylusunun ihaneti ile boşa gidiyor.

İngilizler, denizler dışında çok az büyük çatışmaya girmiştir. Denizde de, düşmanı kendi üssünde baskın ve uzun menzilli toplarla, uzaktan imha şeklindedir. Öyle ki 1899-1902 Boer isyanında,  Güney Afrika'ya yerleşmiş, Hollandalılar olan Boerleri bölemeyen İngilizler, Yedi yıl savaşlarından beri en büyük can kaybını yaşamışlardır. Öyle ki ünlü tarihçi Arnold Toynbee, bu savaşı İngiliz imparatorluğunun gerileme devrinin başlangıcı diye anlatır. (Toynbee, Türkleri Ermenilere soykırım yapmakla suçlayan meşhur Mavi Kitap'ın da yazarıdır.)

Bu yüzden İngilizlerin savaş kahramanları genelde casuslardır. Ya  Thomas Edward Lawrence gibi gerçek ya da James Bond gibi hayali, İngiliz casusluk teşkilatı üyeleridir.

Bu filmi, benzer diğer Amerikan-İngiliz filmleri ile kıyasladığınızda, sanatın ne kadar bir propaganda gücü olduğunu anlarsınız. En basitinden Vietnam savaşını konu edinen o filmleri izlediğinizde, sinema-film sanatının önemini anlarsınız. 

Bence Rusların ve Çinlilerin, Amerikalılar karşısındaki asıl güçsüzlüğü, bir Hollywood'ları olmamasıdır. Japonlar Animeleri ve Kurosawa gibi dahi yönetmenleri, Türk dizileri bu açıdan toplumların imajı için en iyi araçlardır. 

  

21 Şubat 2021 Pazar

ERMENİ-AZERİ SAVAŞI VE iSRAİL-ERMENİSTAN KIYASI

 


2020 yılının bence tek güzel haberi, Azerbaycan'ın yıllardır Ermenistan işgaline olan topraklarını kurtarması oldu.

Bu olayın üç kazananı, Azerbaycan, Türkiye ve Rusya'dır.

Azerbaycan, topraklarının yüzde otuzunu geri kazandı. Azerbaycan ordusu, ciddi bir güç olduğunu ispatladı. Artık her hangi bir ülke Azerbaycan'a savaş açmak için en az iki kere düşünecek.

Rusya, Kafkasya'da abi olduğunu ve onsuz iş olmayacağını ispatladı. Barış konferansından üç kişi var, Aliyev, Paşinyan ve Putin. Türkiye, izleyici olarak bile yoktu.

Türkiye, gene de değişmez bir müttefik kazandı; hem de Turgut Özal'ın bir marifetmiş gibi ortaya koyduğu mezhep farkına (Azerbaycanlılar çoğunlukla Şii'dir) rağmen. Azerbaycan'ın bu zaferi, Türk silahları ve eğitimi olmadan olmazdı. 1990-91 yıllarındaki Azerbaycan yenilgisinin asıl sebebi, Türk silahları ve Azerbaycan ordusunun Türk ordusunca eğitimidir. Eğitim işi, silah satın almaktan önemlidir. Çünkü her durumda, ateş pahasına da olsa silah satan birileri bulunur ama eğitim, hele askeri eğitim verecek birileri bulunmaz.

İran, el altından Ermenistan'ı desteklemek isterken,  kendi Azeri azınlığının isyanının başlangıcına yakalandı,  sonra Azeri zaferleri gelince, bu sefer de Azerbaycan'ı destekledi. Sonuçta mezhep birliğine rağmen Azerbaycan'ı bir müttefik olarak Türkiye'ye kaptırdı. Kafkasya'da tamamen oyun dışı kaldı.

Burada İran'lı Azerilerine hayranlığımı dile getireyim. Aslında Türk kökenli halklar, yaşadıkları tüm baskılara rağmen gayet başarılı azınlık politikaları yürütüyorlar. Mollalar rejimi, yıllar önce Azeri Türkçesi ile eğitimi yasakladı ama halk bu yasağı fiilen zerre kadar umursamadı. Tebriz'de gösteriler durmayınca da, kağıt üstündeki yasağı da kaldırdılar. Bu mücadelelerinde de dağa çıkmadılar, çete kurmadılar, mal yağmalamadılar. Gene de disiplinli bir şekilde baskılara direndiler. (Burada bırakıyorum çünkü bu daha uzun uzadıya yazılması gereken bir konu.)

Ermenistan'ın ise kayıpları çok açıktır. Toprak, itibar ve daha neler neler. Bu kayıplar, bir de ekonomik çöküntüye sebep olacak ve Ermenistan'da pek çok Ermeni, yurt dışına göç edecek ve Ermeni diasporasına karışacak.

Asıl kaybedense Ermeni diasporası. Benim aklıma gelen soru ise Ermeni diasporasının, Yahudi diasporası gibi ana vatanlarını neden korumadı ya da koruyamadı? Oysa dünyanın dört bir yanına dağılmış Ermeniler de, Yahudiler kadar çok dolar milyarderi, filozof, yazar, çizer yetiştirdi ve benim bildiğim onlar kadar da örgütlü. Ermenilerin, Azerbaycan'a karşı, İsrail'in Araplara 1967 6 gün savaşındaki gibi zafer kazanması ve bir kaç haftada Bakü önlerine gelme tehlikesi aklımdan geçmedi değil. Oysa tam tersi oldu bu. Gene Arap-İsrail savaşı ile kıyaslayacak olursak, Arap ordularının Gazze, Golan ve Şeria'yı kurtarıp, Tel Aviv önüne gelmesine az kala durdurulması gibi oldu.



Bunun sebebi ile ilgili kafamda bir teori vardı. Amerikan Birleşik Devletleri tarihine geçen senato baskını ile doğruluğunu onayladım. Gruptan bazıları, Nazi soykırımını (Holokost) kast ederek altı milyon az geldi yazılı tişört giymişti. Bir de Kamp Auschwitz tişörtleri vardı, o da başka bir tehdit.

Bu nasıl olabilirdi? Kahvehanelerde konuşan onlarca komplo teorimize göre Dünyayı, özellikle de Amerika ve İngiltere'yi Yahudiler ve Masonlar yönetmiyor muydu? Trump dönemi, Amerika ile İsrail'in arasının en iyi olduğu dönem değil miydi? Hatta ne kadar doğru bilemeyeceğim, Trump'ın damadı da Yahudi ve kızı da bu sebeple Yahudi oldu diye biliyorum?

Bir de tersini düşünelim. Avrupa ya da Amerika'da, en  faşist, ırkçı grup, bir milyon az geldi tişörtü giyer miydi ya da giyebilir miydi? Bunu Türkiye'de bile yapamazsınız, çünkü resmi ideoloji katliam yapılmadığı yönünde.

Faşizmin belli düşmanlık hedefleri ve kodları vardır. Mesala dünyada mafya denilince akla İtalyanlar gelir. Bir kaç sene önce İsviçre polisi, Kalabriya bölgesi mafyası olan Ndrangetha (n harfi okunmuyor) ile mücadele etmek için, İtalyancanın o yöre lehçesinde konuşan eleman aramıştı. Gene de dünyada hiç kimsenin İtalyanlara karşı nefreti, Romanlar ya da diğer Çingene tarzı yaşayan topluluklara ( Yenişler, Sindiler, Poşeler ve benzerleri) karşı nefretinden fazla değildir. Ya da bir İtalyan ev kiraladı diye o apartmanda diğer dairelerin fiyatı düşmez.

Yahudi düşmanlığının izlerini çok eskilerde görebiliriz. Birinci Haçlı seferinde bile, ilk hedef Ren vadisi kıyılarında yaşayan Yahudiler olmuştu. Avrupa'da Yahudi katliamlarına Progrom deniliyordu ve Nazilerden çok önce de modaydı, yaygındı. Yemen başta olmak üzere pek çok Arap ülkesinde bugün bile Yahudilere hakaret etmek, Müslümanlara serbesttir.

Oysa Filistin özerk yönetimi bile, 2015'de soykırımın yüzüncü yılı, hatıra pulu basmıştı. Ermeniler, Süryanilerle beraber, ilk Hristiyan olan millettir ve genelde Ermenilerin adı geçer. Ermeniler de bunu kullanır ve tarihleri boyunca bunu kullanmıştır. Orta çağdaki Kilikya devleti, Haçlılarla ve diğer Hristiyanlarla daima ilişkide olmuş,  sürekli ticaret yapmış, siyasette de aktif olmuşlardır.

Tarih boyunca da, asla Ümmieti Sıdıkiye olmamışlardır. Venedikteki Ermeni manastırı, orta çağdan beri aktiftir. İlk büyük Ermeni isyanı olan Zeytun isyanın tarihi 1780 gibi çok erken tarihtir. Ümmeti ( ya da Millet-i) Sıdıkiye sözü, Abdülhamit döneminde uydurulmuş sözdür. Amerika ve diğer ülkelere büyük çaplı göçleri, 1830'ları bulur ( Bakmayın hepsinin kendisini 1915  yetimi olarak göstermesine). Hristiyan dünyasında büyük bir Ermeni sempatisi vardır ve Arap ülkelerinde de diğer Hristiyan unsurlarından ayrı görünmezler.

1915'in yasını kullanıp, Amerika ve Fransa başta olmak üzere Türkiye ile iş yapan şirketlerden de kendi vakıflarına okkalı yardım aldıklarını da unutmayalım.

Sonuç olarak Ermeniler sadece Türkiye ve Azerbaycan'da gerçek anlamda azınlıktır ve Ermeni diasporası için Kafkasya'daki Ermenistan, bir gün gidip, yerleşecekleri yer değildir. Türkiye Ermenileri bile Avrupa-Amerika ülkelerini göç için daha öncelikle tercih ederler. Oysa Yahudiler  öyle değil. Amerika'da bile olsa, bir gün kaçıp, sığınmak zorunda kalacakları yer. Bu yüzden İsrail'in yaşaması için ellerinden geleni yapıyorlar.

Oysa Avrupa ve Amerika kıtalarındaki Ermeniler için Kafkasya'ya göç,  bir fantezi, bir macera arayışıdır. Bu yüzden Fransa ya da Amerika'daki bir Ermeni, Ermenistan'ın ekonomik veya askeri sorunları için o kadar çırpınmaz. Cebindeki parayı Ermenistan'a yardım için harcamaz, harcasa da ciddi paralar harcamaz. Ermeni kimliği ve Türk nefreti, Türkiye ile iş yapan şirketlerin Ermeni vakıflarına bağışta bulunması ve kimliğini korumak içindir. Bunun için bolca tweet atar, gösteri yapar ama bir Yahudi'nin İsrail için yaptıklarını yapmaz.



16 Şubat 2021 Salı

MEZAR TAŞI OKUMA MESELESİ



 Osmanlıca üzerine görüşlerimi daha önce de yazmıştım. Doğrusu öyle pek fazla okunan bir yazar değilim ve ben yazdım diye de bir şeyler değişsin diye bekleyecek değilim. Gene de bu sefer özellikle mezar taşı okuması meselesinden bu Osmanlıca sorununa değineceğim. Bence bu sorunun iki cephesi var:

1)Osmanlının çok da ecdat mezarı okutma ya da ecdat tanıtma düşkünü olmaması: Osmanlıda okuma-yazma oranları hep düşüktü ve Osmanlı devleti genelde okuma-yazmayı arttırmaya düşkün olmadı. Eğitimde bir birlik olmadığı gibi, özellikle rika denen günlük ve el yazısı ile yazılan yazıların bir kuralı-kaidesi olmadı. Çünkü bir eğitim bakanlığı olmadığı gibi, müftülük de uzun yıllar okuma-yazma eğitimi konusunda örgütlenmedi. 

Osmanlıda bir harf-yazı devrimi olmadı ama zamanla yazı o kadar değişiyordu ki, ecdadın yazısını okumak, Osmanlı için de zor olmuştu. Rika denen el yazısı yaklaşık elli yılda bir, yani 2-3 nesilde tanınmayacak kadar değişiyordu. Bu gün Osmanlı belgelerini okumak bu yüzden zor.

Osmanlı belgeleri ya da arşivi demişken. Burası düzgün ve kataloglanmış bir arşiv değil, devasa bir kağıt çöplüğüdür. Cumhuriyetin ilk yıllarında pek çok belgenin hurda kağıt diye yurt dışına satılması da bu yüzdendir. Osmanlı her belgeyi saklamış ama ne olduğunu bilmeden saklamış, seli, baskın ve benzeri felaketlere rağmen sağlam kalmış belgeler halen okunmaya devam ediyor.

Diğer bir konu da Osmanlının o kadar mükemmel bir nüfus kütüğü tutmamış olması. Soyadı kanunun 1934'e kadar ortaya çıkmaması bir yana, Osmanlı nüfus kayıtları en fazla 1820'ler kadar gitmektedir. Nüfus işleri müdürlüğünün altsoy uygulamasını açtıktan sonra da görüldü ki çoğu insanın soy kaydı en fazla 1870'lere kadar gidiyor. Osmanlı hanedanının kendisinin bile soy kütüğü şaibeli zira İlber Ortaylı'nın bir röportajında da anlattığı üzere Kayı boyu efsanesinin çıkışı Ankara savaşının hemen öncesi. Timur, soyunu Cengiz Han'a dayandırınca, Osmanlı'da Oğuz Han'a dayandırma ihtiyacı duyuyor. 

Bu gün sağcıların, ırkçılığa temel gördüğü soyadı kanunu,  1924'de kabul edildi ve o dönemin pek çok Osmanlı sevdalısı bu kanunu benimsemeyip,  putperestlik olarak gördü. Bunların başında da Kurtuluş Savaşına karşı yazılar yazıp, afla geri dönen Halit Refik Karay'dır. (Soyadı tersten okuyun)

2)Mezar taşı okumanın çok matah bir şey olmaması: Merak ediyorum, dedemin mezar taşında ne yazıyor diye merak edip, birilerine soran var mıdır? Bir Müslümanın mezar taşında ne yazabilir? Babamız falancanın, annemiz filancanın ruhuna Fatiha, bir dua okumadan geçme falan. Bazen, binde bir o ölü ardından bir ağıt yazılır ki, bu da özellikle eski dönemde bunu yapanın biraz varlıklı olması gereğini ortaya çıkarır. Benim bildiğim en ilginç yazı , karı dırdırıından ölen mütevefa  Ahmet beyin ruhuna Fatiha'dır. İslam'da sultanların bile mezarında öyle destanlar yazılmaz.

Öte yandan onlarda İmam hatip lisesi, Türk dili ve edebiyatı lisansı, yükseklisansı ve hatta çoğu tarih bölümlerinin eğitimleri ne işe yaramaktadır? Arapça öğretmeni arkadaşım, öğretmen olmadan önce ( o zamanlar kurumlar arası geçiş daha kolaydı), tapu ve kadastro genel müdürlüğünde, eski tapular üzerinde çalışıyordu. (Osmanlıda Tanzimat Fermanı (Gülhane Hattı Hümayunu)'na kadar mülk devlete ait olduğundan, en eski Osmanlıca tapu senedi de 1870'li yıllara ait olduğundan, Osmanlıca üzerinde çok zorlanmıyordu. Osmanlıcaya noktalama işaretleri Tanzimat'la geldi. Osmanlıda Müslümanların matbaa ile gerçek anlamda tanışması da Tanzimat'la oldu. Lale devri ile Tanzimat arasında Osmanlıda Türkçe basılan kitap sayısı doksandır, yüz değilidir, o da ayrı konu.

Peki Osmanlı mezar taşları çevirisi yapan ya da bu konuda kitap hazırlayan var mı? Benim bildiğim yok ama muhtemelen vardır. B 

Cumhuriyet döneminde, en azından şu yaşadığım 2021 yılı itibarı ile diyebilirim ki, en azından son dönem Osmanlıcayı okuyabilecek kişi sayısı, hatta nüfusa oranlasak bile, o dönemden daha fazladır. Çok istiyorlarsa cep telefonları için uygulama bile geliştirebilirler. (Belki de geliştirmişlerdir)

11 Şubat 2021 Perşembe

AMERİKAN KURDUNUN DİŞİNE KAN DEĞDİ



 2021 yılı da, 2020'i aratmayacağını göstermek ister gibi gürültülü bir olayla başladı. 6 ocak 2021 günü kalabalık bir grup Amerikan senatosunu bastı. Olaylarda biri polis beş kişi öldü, Kamon şamanı denen kürklü ve tuhaf giysili kaslı şahıs, en akılda kalandı.

O gün olanları haber sitelerinde daha iyi okuyabilirsiniz. Senato zor bir gün geçirdi ve ardından güçlü Amerikan sistemi devreye girdi. Günün adamı olan şaman, itirafçı olup, Donald Trump aleyhine ifade verdi. 

Tahminim (ki bu sadece tahmin) sonraki günlerde Donald Trump'ın azledileceği, bir sürü vergi denetimi veya benzeri şeylerle iflas ettirilecek.  İflas ettirilmese bile artık politika yapamayacak kadar güçsüzleştirilecek.

Ama, bu işin aması var. Türk faşistlerin deyimi ile kurdun dişine kan değdi bir kere. Ne kadar doğru bilmiyorum, çünkü avcılıkla hiç ilgilenmedim, annem de bu bilgiyi nerden duymuş bilmiyorum, bana tazı ya da diğer av köpeklerine çiğ et yedirilmediğini söylemişti. Çiğ et tadını aldılar mı, avı bırakmazlarmış. Bir de kurt kışı atlatır, yediği ayazı unutmaz sözü var.

Şu anda da Amerikan faşizminin dişine kan değmiştir, çünkü güçlerinin farkına varmıştır. O gün senatoya yürüyen güruh siyahi, Hispanik, Asyalılar, göçmenler ya da işçiler olsaydı, ölü sayısı 5 değil, en az beş yüz, hatta beş bin olabilirdi. Polis ve asker, beyaz ve ırkçı bir kitleye ateş açmakta tereddüt etti. 

İkinci olarak Amerika içinde kalabalık bir kitle olduklarının ve propaganda yaparlarsa, sayılarının daha da artacağını fark ettiler.  Zaten sosyal medyayı çok iyi kullanıyorlardı, şimdi daha da iyi kullanacaklar. Tabi bu hemen olmayacak. Kapitalizm, faşizmi  açıktan desteklediği çağlar geride kaldı. Faşizm artık işçi sınıfının birleşmesini engellemek ve sol iktidarları devirmek veya sarsmak için  basit bir işbirlikçi, en azından sanayileşmiş ve gelişmiş refah ülkelerinde. Sosyal medya şirketleri de, bu grupları engellemek için yazılımlar yapacaktır ancak gene de çoğalacaklar. Zira kuruluşu ırk ayrımına dayanan bir toplumda gayet güçlü bir faşizan taban vardır muhakkak. Öte yandan Amerika artık sosyal medayda tekel değil. Rus sosyal medya şirketleri ( Telegram, Ok.ru, vk.com) başta olmak üzere diğer sosyal medya şirketleri zevkle Amerikalı muhaliflere kucağını açacaktır.

Rusya'nın özgürlükçü bir ülke olmadığı kesin ama Rus sosyal medya şirketleri, Rusya hariç diğer tüm ülkelerin muhaliflerine karşı son derece hoşgörülü. Amerikan sosyal medya devlerinde sırma saçlı bakana kel diyen tutuklanırken,  Rus sitelerinde devlet başkanlarına onlarca hakaret edilirken, kimsenin gıkı çıkmıyor (tabi anonim kalırsanız). Üçüncü dünya dediğimiz ülkelerin hiç biride Rus sosyal medya şirketlerini engellemiyor. Özellikle Müslüman ve Arap ülkelerinde bu yüzden çok popülerler.

Üçüncü olarak böyle kamuoyunun dikkatini çeken bir çıkış yapmaları. Kongre baskını bana Hitler'in birahane darbesini hatırlatıyor. Castro'nun başarısız kışla saldırısını da hatırlatabilir. Başarısız olsa da, gürültüsü bol bir eylem. Aynı ideolojinin taraftarlarına yol gösterebilecek bir eylem.

Bundan sonra ne olacağı konusunda fikir üretmek, fal bakmak gibi bir şey. Öyle Amerika yıkılıyor naraları atacak bir şey ortada henüz. Bundan sonra olacaklar Amerikan demokrasisinin ve Amerikalı demokratların direncine bağlı. Kesin olan bir şey varsa, faşizan topluluklar sık sık ve her defasında da daha da güçlenerek azınlıklara ve demokrat insanlara saldıracaklar. Zoru gördüklerinde ise tekrar ortam müsait olana kadar sinip, saklanacaklar. 

10 Şubat 2021 Çarşamba

ÇÖP FİLMLER FURYASI



 Furya kelimesi Türk sinemacılarının ya da sinema tarihçilerinin ( benim neslim bile büyüklerinden duymuşsa genelde genç olan sinema izleyicileri hiç bilmez) aklına 1975-81 arasındaki seks filmleri dönemi gelir. Bu dönemde Türk sineması adına üretilen, adına seks komedisi denen, senaryosu belirsiz, erotik filmler dönemidir. 12 Eylül 1980 darbesi yaklaştıkça içine parça denen yabancı filmlerden alınan hard porno filmler artmış, aileler sinemalardan uzaklaşmıştır. Dönemin pek çok sinema oyuncusu da sinemadan çekilmiştir.

Furya kelimesi seksenlerde sinemaları işgal eden arabesk şarkıcı filmleri için de söylenmiştir. Seksenlerde yaklaşık bir buçuk yılda bir albüm yapan arabesk-fantezi şarkıcıları, albümlerden (o zamanlar kaset derdik, albümler genelde kaset formatında tüketilirdi) sonra klip yerine film yaparlar, filmlerin adı da genelde albümlerinin ya da albümlerinin en çok satan şarkısının adı olurdu.

1987-88 yılları gibi birden bir ülkemizde sinema filmi üretilmez oldu. Tüm ülke yabancı, özellikle Holivud denen Amerikan filmlerine kaldı. O dönemde genelde Antalya Altın Portakal olmak üzere festivallerde gösterilen sıkıcı filmler vardı sadece yerli film olarak. Bir gençlik travması olarak Nuri Bilge Ceylan başta olmak üzere böyle filmleri sevmem.

Tarih, özellikle kültür tarihi, önce yaşanır, sonra yazılır. Bu çağın sinemasını da ne olarak anlatacağız? Ben çöp sineması diyorum. Önce sinema salonlarında tekelleşen Cinemaximum'um bir  Koreli dolar milyarderi tarafından satın alınması, sinema ücreti üzerinde sinema yapımcılarının utanmazca politik manevra arayışları derken, üzerine bir de salgın koşulları da eklenince, sinema cidden ölmeye başladı.

Günümüzde bir alış-veriş merkezi sinemasının olması gereken fiyat en fazla 20, ideali de 5-10 lira olmalıdır. Çünkü bu sinemalar, çoğu kalitesiz ve küçük salonlarda, cips ve diğer  yiyecekleri, envaı çeşit meşrubatla içen seyircilerle beraber ve en az yarım saat reklam ile izliyoruz. Üstelik filmler çoğu kez çoktan korsan sitelere düşmüş oluyor. Sinemaların temel görevi ise bu AVM'lerin yemek katını doldurmak, alış verişteki insanların daha meşgul olmasını sağlamak.

Bir de yaklaşık son 10-15 yıldır yapılan filmlere bakalım. Bir kısmı cinler temalı, bol çığlıklı, sözüm ona gerçek hikayelerden esinlenmiş korku hikayeleri. Geri kalanları da küfürlü, abartılı şiveli absürtümsü komediler. Ortak özellikleri, mafyanın sevimli ve  zararsız gösterilmesi, kaba ve saygısız insanlara hiç kimsenin cevap vermemesi, müdahale edenin olmaması, bunun da komikmiş gibi gösterilmesi ve benzeri şeyler. Son on yıldır yerli film diye böyle çöpleri izliyoruz. Sebebi de Cinemaximum denen salon tekeli.

Doğrusu Türk sineması. özünde de bolca çöp film üreten bir sektör. Mesela en ünlü sinema yıldızlarımız ele alalım. Cüneyt Arkın denilince ne aklımıza geliyor? Z kuşağını geçelim, ben bile onun filmlerini VHS kasetlerden ve en fazla da televizyondan seyrettim. Şöyle muhteşem bir Cüneyt Arkın oyunculuğu var mıdır? Kendisi sadece aslında eğitimli dublörlerin yapması gereken akrobatik hareketleri yapması ile öğünür. Bunu yapan onun dışında Charles Bronson ve Erol Flyn vardır. Onlar da uzun yıllar dublörlük yaptıktan sonra başrol oyuncusu olmuştur. Sinema tarihine geçmiş bir Cüneyt Arkın filmleri nelerdir? Dünyanın en absürt filmi sayılan Dünyayı Kurtaran Adam ve Maraş katliamının işaret  kullanılması sebebi ile Güneş Ne Zaman Doğacak filmleri akılda kalmıştır, o da meraklılarının. Hülya Koçyiğit-Ediz Hun'un sırf ikili olarak toplam otuz tane filmi vardır, hangisi söyle sıra dışı ve efsanedir?  Koçyiğit'in Susuz Yaz filmi vardır, kült film olarak ama Ediz Hun'un o da yoktur. Ediz Hun'u tiyatroda izledim ve oyunculuğuna hayran kaldım. Sonra kendi kendime, filmlerinde niye böyle güzel oynamamış diye sordum.

O dönemde bile güzel ve efsane filmler çıkıyordu. Son beş yıldır ise şöyle dişe dokunur bir film yok. Gerçek bir öp filmler furyası içindeyiz. Ek olarak Cüneyt Arkın'da Dünyayı Kurtaran Adamın oğlu ve Çılgın Dershane serisi ile bu furyaya katılanlar arasında. Türk sineması tekrar seksenler sonu, doksanlar başı film yapmadığı döneme dönebilir. O zamanda tekrar sinemayı ayağa kaldıracak bir Eşkıya (filmi) bekleriz.

7 Şubat 2021 Pazar

SAHTECİLİK VE CAN DÜNDAR'IN SAHTE ATATÜRKÇÜLÜĞÜ

 


2009-2010 gibi gençler arasında bir sübliminal mesaj iddiası çılgınlığı başladı ve 15 temmuz sonrası dönemde meğer Fetö burada zaten her şeyi anlatıyormuş sözleri ile doruğa ulaştı.

Oysa subliminal mesaj, senaryonun bütünü ve gösteride ne olduğu değil, ne olmadığıdır. Yani izlediğiniz film-oyun-belgesel ve hatta kanalın genelidir. Çoğu kez subliminal ya da gizli mesajı ararken, burada ne var diye değil, burada ne yok diye arama yapılmalıdır. Asıl mesaj,  o kültürel ürün ya da kanalda ne olmadığıdır.

Örneğin o televizyon kanalına kimler konuk edilmiyor,  o yayınevi kimin kitapları basmıyor, o gazete-dergi ya da kanalda hangi haberler yok. Yok derken, yok denecek kadar az. Mesela epeydir şehit haberlerine televizyon ve gazetelerde yok denecek kadar az haber yer veriliyor. Bir zamanlar neredeyse koca bir şehri sokaklara döken şehit cenazeleri gayet sessiz geçiyor. Salgın diyeceksiniz ama iktidar kongrelerinin maşallahı var.

Sadece ürün ya da ürün sunan işletmeler değil, dönemde de ne var, ne yok bakacaksınız ki dönemi anlayasınız.  Mesela Sinan Cemgil ve arkadaşları, Ordu'da bir Amerikan-NATO radar üssünü basıp, bir kaç teknisyeni kaçırıyor. Bir ara bu Amerikalıları öldürmeye karar veriyorlar. Ancak öldürmeye içleri elvermiyor. Sonra aynı ekip, Kızıldere'de Türk askeri ile çatışıyor. İlginç olansa, bu 1968'de 6. filo askerlerinin denize  dökülmesinden sonra Türkiye'de Amerikan askeri ya da Amerikalılara karşı ikinci ciddi eylem.  Bir de doksanlara İncirlikte çalışan bir astsubay vuruldu. Başkan Johnson'un mektubundan beri ülkemizde ciddi bir Amerikan karşıtlığı var ama ne Amerikan askerlerini ne de Amerikan şirketlerini pek rahatsız eden pek yok.

Benzeri şekilde aşırı Sovyet karşıtlığına rağmen Sovyet diplomatları ve şirketleri de ülkemizde zorluk yaşamadılar. Sovyetlerin en büyük düşmanı olan Ülkücüler arasında yetişen Mehmet Ali Ağca, o dönemin papasını vurabilmiş olsaydı, Sovyetler birliği on yıl daha yaşayabilirdi.

Buradan da anlayacağız ki, aslında cepheler net değil. Mesela bu blokta Tema ihanetini  anlatmıştım. ( https://onbinkitap.blogspot.com/2019/04/tema-ihaneti.html)  Tema, orman ve otlakların imara açılması ile ilgili yasalara destek verdi. Hiç bir maden-taş ocağı direnişine de destek vermedi. Son 10 yıldır tek bir ağaç bile diktiğine dair haber yok. Sadece öğrencilere sözde çevre eğitimi veriyor.

Bu kadar uzun girişten sonra, Can Dündar'ın sözde Atatürk belgesellerine gelelim. Kendisi Atatürk üzerinden en fazla para ve itibar kazananlardan biridir. Ben hemen hepsini izleyen biri olarak orada ne yok diye, birden farkına vardım ki orada Atatürk'ün savaşları, zaferleri yok. Sadece acı çeken ve içi daralan zavallı bir ihtiyar yada bunalımlı bir genç var. Böyle kötü bir belgeselcilik nasıl olabiliyor?

Kasıtlı olabilirse, olunuyor. Geçenlerde eski bir video ve akabinde bir fotoğraf tekrar gündem oldu. Orhan Pamuk'un daha yeni ünlendiği zamanlar ve kendisi Mehmet Ali Birand'ın programına konuk olmuş. Orada 19 yaşındaki hali ile Rasim Ozan Kütahyalı'da var ve soru sormak için söz alıp, Pamuk'u yağlıyor. Etrafındaki diğer kişiler de, Fetö'nün Altın Neslinin gençlik halleri. Biran'da malumunuz, meyhane ücretini  bile Karen Fogg'a ödetiyordu. Dündar'da onun çıraklarındandı.

Dündar'ın seri halindeki belgeselleri,  Türk toplumundaki karizmatik Atatürk algısını yıkmaya yönelikti. Doksanlı yıllar boyunca sürekli gösterilerek, bunda başarılı da olundu ve siyasal islamın önü açıldı.


3 Şubat 2021 Çarşamba

ELON MUSK, BİTCOİN, YİMPAŞ, KOMBASAN VE JET FADIL

 


İki sene kadar önce karikatürist ve mizah yazarı  Umut Sarıkaya bir yazısında Elon Musk, Jet Fadıl olabilir mi diye sormuştu. Sonra bu konu Ekşisözlük ev diğer sosyal medya ortamlarında konuşuldu. Sonra Musk, Mars'a bir roket gönderince, Youtube Yürkiye'nin bilim elçisi Barış Özcan, bu söylemle alay etti. 

Arkadaşlar kızacaksınız ama ben hem Musk hakkında, hem de bitcoin hakkında benzer şüphelere sahibim.  Bircoin ve Musk bana sadece Jet Fadıl'ı değil, Kombasan ve Yimpaş holdingleri de hatırlatıyor.

Jet Fadıl demişken, şimdiki nesil onu bilmez. Doksanların sonlarında, ben daha yeni öğretmenliğe başlamıştım, bir sürü ortaklı şirket kurmuştu ve Siirt'te otomobil fabrikası kuracaktı. O günlerin çok popüler bir yarışma programına sponsor olmuştu (program galiba Çarkıfelek'di, ama otomobil markası Malezya menşeli Proton'du), her akşam en az iki otomobil dağıtıyordu. Proton otomobil alana iki adet koç hediye ediyordu (Tofaş'ı üreten Koç holdinge nazire yapmak için). Kurbanlık koç, o zamanlar da öyle ucuz bir şey değildi. O günlerde pek çok kişi, ciddi ciddi Siirt'e otomobil fabrikası kurulacağına inanmıştı,

Oysa Jet Fadıl, o zamanlar da sabıkalı bir dolandırıcıydı, kooperatif dolandırıcısıydı. Yarım bıraktığı binaların iskeletleri halen Ankara Sincan'da karayolu kenarında duruyor. 

Jet Fadıl sadece basit bir dolandırıcılık oyunu değildi. Kombasan, Yimpaş gibi çok ortaklı holdinglerle beraber, ülkeyi siyasal İslam'a hazırlamak araçlarıydı. Amaç halkı tarikatlarca yönetilen bir Türkiye'nin sanayileşip, kalkınacağına inandırmaktı. Aslında bu ikisi başta olmak üzere, hemen hepsi de üretmekten çok uzaktı. Ana sermayedarlar çoğunlukla Almanya başta olmak üzere yurt dışındaydı.

Kombasan ve Yimpaş, daha doksanların başlarında efsaneydi. 91 ya da 92'de lisede bir arkadaşımda Yimpaş sohbeti yaptığımızı hatırlıyorum. Farklı görüşte iki arkadaş olarak Yimpaş'ı öve öve bitirememiştik. Doksanlar boyunca Yimpaş ve Kombasan başta olmak üzere böyle çok ortaklı şirketleri övmeyenleri dövüyorlardı. O zamanlar bu sohbetler;  Adamlar üretiyor ağbi sözü ile biterdi. 



Oysa bu iki kuruluşun kazancı üretimden değil, Fetö tarikatının ve diğer Nurcu-şeriatçı toplulukların üyelerinin aidatlarından ve yeni üyelerden geliyordu. Açılan bir sürü fabrika-mağaza ve benzeri tesis ve medyanın gücü ile bu gerçek çok iyi gizleniyordu. O dönemde Samanyolu kanalı, Kombasan'ın kurucusunun hayatını dizi yapmıştı. Dizinin adı Kimyacı'ydı, zira holdingin kurucusu hayata bir Kimya öğretmeni olarak atanmıştı.

Bu holdinglere özenen pek çok amatör holding çıktı. Bunlar Fetö'nün örgüt disiplinine sahip olmadıkları için, çabucak battı. Bunlar arasında elli işçisi, beş yüz ortağı olan Munzur su şişeleme fabrikasını  hatırlıyorum. 

Gene doksanlarda Ramazanlarda meydanları kaplayan iftar sofralarını, fakir ailelere giden onlarca koliyi hatırlayın. Hepsi de Yimpaş ve Kombasan gibi 2002-2010 arasında sessizce kayboldu, azalarak bitti, çünkü amaçlarına ulaşmışlardı.

Bitcoin'in ise ana kaynağı Çin ve bence Bitcoin'de Çin'i finansal merkez yapmak için kullanılan bir enstrüman. Zira Bitcoin'in değeri matematiksel şekilde formasyonu zor bir şekilde artıyor ve azalıyor.  Bir de, bir işin ponzi sistemi olup, olmadığını anlamanın en kolay yolu, yatırımcıların, başkalarını da bu yatırıma davet etmesidir. Çünkü o şey, bir artı değer üretmediği ve güvencesi de olmadığı için değerinin artması, başkalarını  da onunla ilgilenmesi ile orantılıdır.

Yimpaş, Kombasan, Jet Fadıl ve hatta Çiftlikbank'ın en büyük yatırımcıları paralarını kurtardı. Hatta Yimpaş ve Kombasan'ın Almanya başta olmak üzere pek çok yatırımcısı, son günlerinde kar payı diye verilen faizler artınca tehlikeyi fark edip, paralarını çektiler.

Son olarak Elon Musk ve benzeri iş insanlarının başarı hikayelerinde batırılan ortaklar, zimmete geçen mülkler anlatılmaz. Nasıl ki büyük mafya babalarının başarı hikayelerinde öldürülen ortaklar, kankalar, kardeşler varsa; büyük iş adamlarının başarı hikayelerinde de kandırılan, batırılan ortaklar vardır. Sakıp Sabancı bir yerde yanılmıyorsam Goodyear'ın Türkiye fabrikası olacak, Koç holdingle rekabetini anlatıyor. (Ta lisedeyken okumuştum, biraz eksik-yanlış anlatıyorumdur, affedin) Lassa ve dolayısı ile Sabancı holding de bu fabrikaya ortak ama Koçlar bastırıp, yönetimi ele geçirmek istiyor. Merdi Kıpti'nin şecaat arz ederken, sirkatini söylemesi misali de fabrikanın küçük ortaklarını nasıl batırıp, fabrikada çoğunluğu ele geçirdiğini anlatır.

Steve Jobs genç yaşta öldüğüne dünya ağlasa da ortakları ve çalışanları (muhtemelen) zil takıp oynadı.  Zira çalışanlarını aşağılayan bir zorbaydı ve dolandırdığı tek kişi de beraber oyun yazdığı arkadaşı değildi. Şirket karda zirve yaparken, şirketten uzaklaştırılmasının da sebebi muhtemelen böylesi bir şeydi. Sahtekar olması, deha olmasını değiştirmiyor. Piksar'a gitti ve onu Walt Disney seviyesine getirdi. Sonra Apple'a geri döndü.

Elon Musk'da pek çok şeyi küçük yatırımcıların parası ile yapıyor.

Dostlarım, ortak dediğin işin başındadır, çalışır, çalıştırır. Kendisi yoksa bile yönetim kurulunda üyesi, denetlemek için muhasebecisi ve avukatı vardır. Borsadan hisse alarak da şirket ortağı olmazsınız, şirketin hisse değerini arttırarak, şirketi finanse edersiniz, yani bu da bir çeşit bankaya kredi verme işlemidir. Kimse de borsadan hisse alana doğru dürüst temettü vermez. Kazancınız, hisse değerinin artmasıdır. 

Küçük yatırımcı arada kolay harcanır, rulet masasına kaybedebileceğinizden fazla para koymayın.