28 Kasım 2022 Pazartesi

OSMANLICA'NIN YENİLGİSİ

 


Gardrop Atatürkçüsü 12 Eylül rejimi, Atatürk'ün sadece bir devrimine açıkça karşı çıkardı, dilde sadeleştirme ya da Öztükçe'ye. İnatla Osmanlıca kelimeleri savundu. Ülkenin tek televizyon kanalı TRT yetmedi, ders kitaplarında, polis radyosunda ve hatta gazeteler üzerinde Osmanlıca baskısı kurdu. Bazı kelimeleri yasakladı. 1402'likler diye bilinen ve pek çoğu Amerika'ya göç eden akademisyenlerin yerine geçen sözde akademisyenlerin çoğu da Osmanlıca'da inat etti. TRT'nin bu Osmanlıca inadı, Star 1 ve özel kanallar açılana kadar sürdü. Sonra Osmanlıca kelimeler yavaş yavaş azaldı.

Ders kitaplarında Osmanlıca, özellikle Türk Dili ve Edebiyatı ya da Türkçe derslerinde, benim liseden mezun olduğum 1993'e kadar azalarak devam etti. 1998'de öğretmen olduğumda ise bitmiş olmakla beraber, müfredatta yoğun bir divan edebiyatı ve aruz, müfredatta yoğundu. Halen var olmakla beraber azalıyor. Öte yandan yeni nesil için aruz ölçüsünü anlamak giderek zorlaşıyor. Çünkü artık hiç kimse, Arapça ve Farsça kelimeleri, gereği gibi okumuyor. İnternet çıktığınan beri o da zorlaştı, klavyede ince a harfi yok ya da çok zor.

Osmanlıca kelimelerin bütün bu çabalara rağmen silinmesi ve Türkçeleşmesi, okuma yazmanın ve eğitimin yaygınlaşması ile açıklanabilir. Osmanlıca kelimelerin telaffuzu, Türkçeye  uymuyordu. Diğer bir sebepte, Osmanlıcanın aslında halkın anlamaması için uydurulmuş bir dil olması,  kelimelere sık sık başka anlamlar yüklenmesi de olabilir. Mahmut Esat Bozkurt'un da dediği gibi, bu Osmanlı dili ve alfabesi madem bu kadar kutsaldı, neden Osmanlıda okuma-yazma oranları diplerdeydi? Üstelik Osmanlıda bir eğitim-öğretim birliği de olmadığından, bir yazı birliği de yoktu.

Sadece yazı birliği değil, anlam birliği yoktu. Osmanlı şairleri ve yazarları, Arapça ve Farsça kelimeleri, orjianal anlamından çok uzakta kullanmaktadırlar. Bu yüzden pek çok Arapça-Farsça kelime, Türkçeye farklı bir anlamda kullanılır olmuştur. Mesela Farça'da hasta, yorgun demektir, hastane de otel demektir. Sümük et, pehlivan da savaşçı erkek, tam Türkçe karşılığı ile yiğit demektir.  Millet kelimesi ise, Arapça din kelimesinden türemiştir. Hatta Necmettim Erbakan öncülüğünde bir sürü parti kuran Milli Görüş grubu da, adını dinden almıştır.

Ben de üniversite eğitimini, böylesi Osmanlıca zırvalayan ve kelime uyduran akademisyenlerin kitaplarını derslerde bellemekle geçti.  Bölümün kurucusu ve başkanı (şimdilerde Profesör olan) Metin Özkul'un doktora hocası Amiran Kurtkan Bilgiseven'in dört kitabını ders kitabı olarak okuttu. Kitap, ağdalı denilen bir sürü saçma sapan Osmanlıca kelime ile doluydu. Bir kere Isparta'ya konferans vermeye de geldi. Türkçenin yetersizliğinden falan  bahsetti.

Yıllar boyunca, başka kaynaklardan da sosyoloji, felsefe ve psikoloji okudukça,  diploma alma dışında dört yılımı ziyan ettiğimi anladım. Zira özellike Amiran'ın günümüz sosyolojisi ile alakası yoktu. Diğer derslerde benzerdi. En kötüsü de sosyal psikoloji dersiydi. Erol Güngör'ün, Amerikalı psikologlardan çevirdiği ve fi tarihinden kalma kitabın, ciltlenmiş fotokopisini okuyorduk. Ben bu kitabı merak ettim ve nadirkitap.com gibi sitelerde bile bulamadım. Ayırca, sosyal psiloljide devrim yapan Muzaffer Şerif'in adının bir kere bile anılmadığı sosyal psikoloji dersinin ne anlamı var? 

Sonraki yıllarda da öğrendim ki, Osmanlıca kelimelerde ısrar eden akademisyenlerin asıl amaçlarının bilgisizliklerini gizlemek olduğunu anladım. Özellikle dini konulardaki Arapça-Farsça kelime bolluğunun amacı, kitabın okunmamasını sağlamak. Türkiyede dini kitaplar çok satılsa da, az okunur. Okuduğunu anlamayan dindar, anlamadığını da sırgulamaz.

Neyse ki akademisyenler arasında Osmanlıca savunucusu giderek azaldı ve belki de kalmadı. Çünkü popüler bilim kitabı yazmak ve seminerler vermek, ciddi anlamda bir gelir kalemi. Dinleyiciler öztürkçe kelimeleri bilmese de, kökünden çıkarım yapabiliyor.

Bu konu ile ilgili diğer yazılarım: https://onbinkitap.blogspot.com/2020/08/osmanlica-hakkinda-yanlislar-ve.html

Ayrıca: https://onbinkitap.blogspot.com/2021/02/mezar-tasi-okuma-meselesi.html

21 Kasım 2022 Pazartesi

SON YILLARDA BİTEN İSLAMCI ŞEYLER-2 BİTEN ŞİRİNLİKLER.

 


1)Çok çalışkan-zeki olmaları: Bu serinin ikinci yazısı için biraz bekleyecektim ama uzun zamandır ortaya attığım bir iddianın ispatı ortaya çıktı. Fetöcü bir subay, 1985 yılında askeri liselere giriş sınavı sorularının kendisine örgüt abilerince verildiğini itiraf etti. Doksanlı ve iki binli yıllar boyunca süren, bunlar çok çalışıyor efsanesi bitti. Arkadaşlar, tarikatlar kamu sınavlarını 2002'den beri çalmıyor, 12 Eylülden beri çalıyor. Seksenlerin ortalarında birden imam hatiplerde hukuk, siyasal falan kazanma oranları artmıştı. Derken doksanlarda FEM ve Maltepe dersanelerinin ani başarıları konuşulur oldu. Şimdilerde dikkat ettiyseniz, hiç bir dersane ya da özel okul, sınav başarıları ile öğünmüyor. Bir yasak geldiyse bile, haberim yok. Yalnız bu sayede öğrencilerin okullardaki DYK (Destekleme ve Yetiştirme) kurlarına ilgisi artı. İmam hatipler ile bozulmaya devam ediyor. İmam hatip, hatta proje imam hatip sayısı artsa bile, imam hatip öğrencisi artmıyor. İmam hatipler, açık lise denen okulu bırakma yolunda en büyük kapı. Dinci elitin kendi kolejleri, özel üniversiteleri var. KPSS'ye ihtiyaçları yok, özel kararnameler  ile atanıyor ya da açıkça sorular onlara sunuluyor veya rakipler mülakatta eleniyor.

2)İslamcı kültür (edebiyat, sinema müzik vs): Doksanlı yıllarda İslamcılar, birden kültür alanında atılımlar yapmışlar, roman, film, dizi üretir olmuşlardı. Sinemada Minyeli Abdullah, edebiyatta da Hekioğlu İsmail takma adını kullanan emekli astsubay ile başlayan bir kültürel atılım, 2002'den sonra sadece Samanyolu TV ve Kanal 7 dizileri ile sürdü. 17 Aralık 2013'den itibaren, Samanyolu televizyonunun kapanması ile dinci dizi furyası da dindi. Onun yerini, TRT'nin Osmanlı-Selçuklu askeri tarih-propaganda dizileri aldı. Doksanların dinci edebiyatından, İskender Pala, Nazan Bekiroğlu gibi romantik mevlevimsiler kaldı. Son dinci film Reis ise, gişede battı, yönetmeni de FETÖ'den içeri alındı.

Gene o dönemden kalma dinci yayınevleri, bu eski mevlevimsi romantikler dışında yayımlayacak romancı bulamadılar. Bu yayınevlerinden en ünlülerinden birinin reklamlarını sık sık Cumhuriyet kitap ekinde reklamlarını görüyorum. Koca yayınevi, elbette yayıma devam edecek. Onlar da bolca çeviri ve akademisyen kitabı yayımlıyor.

3)Ramazan çadırları, yardım kolileri: Doksanlarda, özellikle Refah partisi seçimleri kazanınca, her Ramazan, meydanlar devasa iftar çadırları ile  doldu. Oruç tutmayanlarda, akşam iş çıkışlarında karınlarını bu şekilde doyurur oldu. Sonra dini bayramlarda otobüslerin ücretsiz olması, bazı paralı köprü ve otoyolların ücretsiz olması gibi uygulamalar yaygınlaştı. O zamanlar iftar çadırlarını sadece belediyeler ya da kamu kuruluşları değil, 2002'den itibaren bu çadırlar azaldı. Önce özel sektör millete iftar vermez oldu, sonra buy çadırlar, meydanları yerine şehrin arka sokaklarına kurulur ve yok denecek kadar azalır oldu. Ankara'da da Gökçek, metroyu bu ücretsiz bayram seyahatinden muaf tuttu.

4)Hoşgörü imgeleri: Profesör Toktamış Ateş'i hatırlayan var mı? Ya da onun dinci gazeteci Abdurrahman Dilipak ile muhteşem ikili olmasını hatırladınız mı? Doksanlı yılların moda sözcüklerinden biriydi hoşgörü. Sonra açılımlar falan geldi. AKP destekçisi,  Madam Marika denen travestiyi hatırlayan var mı? 

5)12 Eylül'ü yargılama:2010 yetmez ama evet referandumunun en büyük vaadiydi. Oysa Kenan Evren, tüm askeri hakları ve ünvanları korunarak gömüldü. Yargıalanması sözde kaldı.12 Eylülle, Türk Hava Kuvvetlerine kalitesiz CASA uçakları aldırarak ve o zamanlar medya patronu Aydın Doğan'a ucuza satılarak özelleştirilmemişi dolayısı ile devlete ait olan Petrol Ofisi bayilerini KaleBodur fayansaları ile kaplattırarak zengin olan Tahsin Şahinkaya'da ciddi anlamda yargılanmadı. Halbuki iktidar halen CASA skandalını ve Tahsin Şahinkaya'nın servetini araştırabilir.12 Eylül'ün simge kurumu YÖK, ya da üniversitelerin Milli Eğitiminin kurucusu Profesör İhsan Doğramacı ise, bahis konusu bile yapılmadı. Şaibeli ÖSYM sınavları basan Meteksan matbaası devletin değil. Bilkent üniversitesi gibi Doğramacı ailesinin. Bütün o devasa arazi, üniversiteyi ve YÖK'ü kurması için İhsan Doğramacı'ya Kenan Evren tarafından ihsan edilmişti.

Son olarak, AKP teşkilatlarından biri, yanılmıyorsam Diyarbakır il teşkilatı, 12 Eylülün meşhur yüzbaşısı Esat Oktay Yıldıray'ı, bir tiyatro kurarak, gıyabında yargılamıştı. Hatta hiç bir oyuncu, Esat'ı oynamak  istememişti de, bir sandalyeye Esat'ın üniforması giydirilmişti. Oysa bütün bu süreçte, Etimesgut Zırhlı Birlikler tugayında, adı verilen bulvarın tabelası bile değişmemişti. Şimdi son HDP ve Akp görüşmesinde gündeme geldi mi? Sanmıyorum.

6)Temiz ve dürüst muhafazakar imajı: Eskiden muhafazakar ya da dindar lafı, en ateist insanda bile bir saygı uyandırırdı. Dindar demek, en azından aile yapısı sağlam, uyuşturucudan uzak, gösteriş yapmayan, genel anlamda dürüst insan akla gelirdi. Şimdilerde bunun nasıl çöktüğünü yazmaya gerek yok.




16 Kasım 2022 Çarşamba

AAAHH BELİNDA FİLMİ VE HERŞEY SINIFSALDIR



 Bugün size, klasik Türk filmlerinden farklı bir senaryoya sahip bir Türk filminden bahsetmek istiyorum. Senaryo, bir Holivud filmine yakışır bir fantastiklikte.  Filmin, yakın bir tarihte, Netflix  için yapılmış yeni bir versiyonu da var, bir ara izlerim. Ancak gene de Holivud bu filmi bir keşfetmeli. Bir de 1986 Türkiyesi daha bir erkek egemendi. Kadınların, boşanmış dul damgası yememek için herşeye katlandığı, erkeklerin pek de kendilerini saklamadan zanparalık yaptığı, okullarda aniden bakirelik testlerinin yapıldığı, hatta bakirelik testi uzmanı hemşirelerin olduğu, bugünün genç kızlarınarına kabuslarına bile getiremeyeceği yıllardı.

Kahramanımız tiyatrocu Serap hanımın ise böyle bir kaygısı yoktur. Filmin ilk 12-13 dakikası, karakater tanıtımı içeriyor. Kendisi büyük, şık ve sade döşenmiş, muhtemelen İstanbul'un iyi semlerinden bir olan apartman dairesinde, tek başına yaşıyor. Apartmanın kapıcısı ekmek, süt ve gazetesini, kapısnın önüne koyuyor. Kendisi, VHS videosundan aerobik çalışıp (seksenlerde modaydı) formda kalıyor. Kendinden genç bir sevgilisi var, onunla cinselliği de yaşıyor. Bu cinselliği yaşama durumu da Yeşilçam usulü gösteriliyor. Müjde Ar, sevgilisi Yılmaz zafer ile, üzerinde sadece sütyen olacak şekilde öpüşüyor ve o halde yatağa uazanıyor. Sonra kamera stop, öyle uzun uzadıya bir sevişme göstermek yok.

Sonra sıra reklam çekimi için stüdyoya gidiyor. Filme adını veren Belinda, hayali şampuan markası. Müjde Ar'ın o yıllarda reklamında oynadığı, sonradan adı değişen ama buna rağmen Müjde Ar'la anılan, PE-RE-JA kolonyasına atıf. Bu marka,   halen Müje Ar ile beraber anılıyo.

Gene de sıradan insanların markası ve Müje Ar gibi ünlü bir yıldızın, süper lüks Fransız parfümleri ya da benzer ürünler varken,  bu kolonyağı ile serinleyeceğini zannetmek pek akıl karı değil. Kendisi de arkadaşı ile konuşurken, ne yapayım, çok para verdiler diyor. Kemal Sunal, Yüz Numaralı Adam ve İlyas Salman, Talihli Amele filmlerinde bu olgu işlenmiştir. Ünlü ve zenginlerin, en fazla küçük burjuva için üretilmiş ürünlerin, lüks içinde yaşayan ünlüler tarafından tüketildiğine neden inanalım? Medyada uzun süredir dönen bir reklam var. Manken eskisi, sunucu ve oyuncu, havalı Fransızca adı olan sahte tereyağ (bildiğiniz margarine tereyağ aroması ekleniyor) reklamında oynuyor. Üzerine sahte tereyağ sürülmüş ekmeğin, yağsız kısacık tarafını yiyor. Kolonyağı, Türk halkının gündelik tüketim maddesidir.  Hadi Müje hanım bu ürünü kullandı. Peki o ünlü yıldızzların, o değerli saçlarına piyasa malı şampuanları süreceklerine, o basit yaylı yataklarda yatacaklarına neden inanalım? Türkiye'de burjuva, yani gerçek burjuva, yemeklere soğan koymayı bile unuttu. Soğan gibi antiseptik ve ekşilik veren bazı baharatları kullanıyor.



Biz filme geri dönelim. Filmin asıl başladığı yer, çekimlerde gözünü kapatıp, açması ile başlıyor. Filmin fansatsiği de burada. Filmde bir anda reklamın konusu olan alt sınıf ailenin üyesi olarak kendisini buluyor. Kameralar,  ışıklar, tüm o set ekibi, stüdyo yok olmuştur. İlk başta bu fantastik duruma inanamıyor. Evden kaçıp, kendi evine, sevgilisinin evine ve her akşam gittiği bara gidiyor. Hepsinde de kimse tanımıyor, hatta barda eski arkadaşları ona fahişe muamelesi yapıyor.

Sonra etrafındakilere derdini anlatmak isterken, akıl hastanesine yatırılıyor. Sonra durumu kabullenmiş gibi yapıp, akıl hastanesinden çıkıyor. Sonra iki çocuk annesi de olduğu ailesi ile birlikte yaşıyor. Gene o yıllarda moda olan, kamyon damperinde ya da kasasında yapılan bir yolculukla, mahalle pikniğine gidiyor. Atlet ve pijama altı ile rakı içen kocasını gören Müjde Ar, Türk sinema tarihine geçen sözlerini söylüyor:

-Akıl hastanesine geri mi dönsem? Bu sözler, ülkedeki sınıf farkını çok net yansıtmakta. Zira alt sınıfın eğlencesi, üst sınıf için deli saçmasıdır. Sonrasında eski düzeninin bir benzerini kurmaya çalışır fakat yakalanır. Sonra artık dönüşü olmadığını anlayıp, yeni hayatına alışır, kocasına sevgi gösterir ve tam o anda gene aynı fantastik şekilde tiyatrocu Serap olur.

İşin doğrusu biz alt sınıflar ya da alt sınıfta doğup, büyüyenler, üst sınıfla aynı ahlak kuralları içerisinde olduğumuz sanısındayızdır. Mıhafazakarlar bile pek farklı değildir. Bir ara, türbanlı ve hatta tarikat üyesi bir sevgilim olmuştu. Bu tarikat, bırakınn sevgili olmayı, kadın-erkek bakışmasını bile affedilmez günah olarak görür. Oysa kendisi hayatı boyunca rahat yaşamıştı. Üstelik bu tarikatın yurtlarında müdürlükte yapmıştı. Daha sonra aslında muhafazakarların zengin sınıfının benzer şekilde yaşadığını ve alt sınıfa dayattıkları ahlak kurallarını, kendi aralarında pek uygulamıyor, kadın ve erkekler gayet rahat.

Muhafazakar demişken, muhafazakarlık nedir, kim muhafazakar, bu da başka bir soru. Muhafazakar iktidar partimizin kadın kolları, erkek dansöz oynatıyor. Bunu bir sol parti kadın kolları yapsaydı ortalık yıkılırdı. Ortalık yıkılırdı derken.  Müge Anlı ve benzeri gündüz kuşağında yayımlanan benzer programları izliyorum arada bir ya da sosyal medyadan takip ediyorum. Hemen her programda mutlaka en az türbanlı bir kadın. Bir de bazı olaylar var, koca, karısını üçlü ilişkiye zorluyor, kadın da adamı önüne gelenle aldatıyor. Olayda altı-yedi kadın var, hepsinin başı sımsıkı kapalı ve hepsinin de dilinden Allah kelimesi eksik olmuyor. Bütün bunlar karşısında da insanın aklına Cem Yımaz'ın meşhur sorusu geliyor:

Hani marjinal bizdik?




6 Kasım 2022 Pazar

ORTA ÇAĞI HAZIRLAYANLAR VE BİTİRMEYENLER

 


Tarihsel çağlar için belli olaylar simge olarak seçilir. Almanlara göre orta çağı bitiren olay olarak 1455'de Gutenberg'in, matbaası ile ilk kitap basılması olarak görür. Matbaa ya da ona benzer makinelerin daha önce de olduğunu söyleyebilirsiniz. Ancak 1470'de bile Avrupa'da el yazması kitap kalmamıştı. Osmanlıda ise matbaanın gerçek anlamda yayılması ancak Tanzimat fermanı sonrasında mümkün oldu. Matbaa ise, Avrupa aydınlanmasının ana motoru oldu. İstanbul'un fethi ise ancak sonradan Medici ailesi tarafından Platon okulunu kuracak olan, felsefe profesörü bir grup papazın ( sayısı 8 ya da 10 kadardır), daha 1450'de Fatih tahta geçip, ilk hazırlıkları yapmaya başladığında, şehirden kaçırılmasıdır. Hatta son profesörü, bir yeniçeri köle olarak Edirne'ye satmıştır. Floransa şehrini yöneten Medicilerin, Cenovalıları araya sokması sonucu bu son profesör de, bizzat Fatih tarafından satın alınarak, Cenovalılara teslim edilmiştir. Fransızlar ise, bizim yakın çağ dediğimiz ara dönemi tanımaz ve 1789 ihtilali ile orta çağı bitirir. 

Oysa orta çağa ait pek çok unsur, günümüzde, hele de orta doğu toplumlarında halen yaşamaktadır. Halen din kavramı, kimliklerimizin temelini oluşturmakta, din adamları halen yaşam tarzımıza karışmaktadır.

Orta çağdan çıkış hemen olmadığı gibi, orta çağa giriş te hemen olmamıştır. Orta çağın başlangıcı olarak okul kitaplarında Batı Roma imparatorluğunun çöküşü yazılırken, felsefe kitaplarında ( Russel, Batı Felsefesi Tarihi) ondan iki yüz yıl öncesi, M.S 1 ya da 2. yüz yıllarda bilimsel be felsefi ilerlemenin durmak üzere olduğunu yazmıştır.  415 yılında Hypatia'nın bir grup Hristiyanca linçlenerek öldürülmesi, daha ciddi bir dönüm noktasıdır. Oysa, sırası gelince anlatacağımız gibi, Hypatia'nın da üyesi olduğu İskenderiye okulu da orta çağa katkıda bulundu.

Orta çağı başlatanların başında Septikler, yani şüpheciler gelir. Onlar, uzun süre boyunca Platon'un akademisine egemen oldular. Septiklerin çoğu pagan-putperest Yunan dininin tapınak görevlisi ya da din adamıydı. İlk temsilcileri ya da kurucuları Pyron'dan başlayarak, doğru bilginin imkansızlığını savundular. Sonra Elealı Zenon, felsefeyi, fizik, metafizik ve etik (ahlak) olarak üçe ayırdı. Metafizik kavramı, Aristo'nun İlk felsefe adını verdiği kitaba, onun ölümünden iki yüz yıl kadar sonra bir kitapçının koyduğu isimdi. Aristo, fizikten ayrı bir metafizik kavramı düşünmemişti. Metafizğin fizikten ayrılması, orta çağ boyunca yaygınlaştı ve günümüzde de devam ediyor. Oysa İonyalı ilk doğa filozofları, doğayı akılcı olarak açıklarken amaçları, doğa bilgilerini (logos), mitolojiden (Yunan dini) ayırmaktı. Oysa şimdi doğada bilinemeyenler, tekrar mitolojiye ve dine geri dönüyordu.Richard Dawkins'in deyimi ile, bilinmeze tapınmaya başlanmıştı. Orta çağda bilim denen şey tam olarak buydu; bilinmeyene metafizik demek. Aristo böyle bir metafizikten bahsetmez.

Septiklerin ardından hedonistler ya da Epikürcüler diye bilinen grup, fakirliği ve çilekeşliği, ahlak olarak, insanlığa anlattı. Bu felsefi akımın da bazı üyeleri, hem Yunan, hem de Roma dininin din adamıydı. Bunların en ünlüsü olan Aristippos, köle olarak Roma'ya getirilmiş bir Yunandı. Efendisi her gün dövdüğü halde sürekli gülerdi. Bu da gaddar biri olan sahibini çok kızdırırdı. Kölesi Aristippos'un kolunu iyice büktü. O da, bak, bükme, kırılacak, dedi. Sonra kolu kırılınca da, gülerek, bak, gördün mü, kırıldı, dedi. Sonra o  gaddar sahip de Epikürcü  oldu. Epikürcülük, Roma ordusunda yaygınlaştı. Roma askerleri arasında elini ateşe sokmak, köz üzerinde yürümek, günlerce aç kalmak ya da çok az yemek yemek gibi eylemler yaygınlaştı. Çilecilik, pehrizkarlık, iyi insanın ölçütü olmak oldu.

Aslında çilecilik ve pehrizkarlığa pek çok toplumda rastlanır. Ben en çok Budsistlerde görülmesine şaşarım. Çünkü Buda, gut hastalığından ölmüş, sefa düşkünü biridir. Bu yüzden de heykellerinde, resimlerinde göbekli ve gülerken tasfir edilir.  Epikürcülerde, büyük ölçüde kendilerinden önce gelen ve Sokratesçi bir okul olan Kniklerden etkilenmiştir. Meşhur Diyojen'in de aralarında olduğu  bu topluluk, tüm sosyal unvanları ve itibarları ret etmişti. Özellikle Diyojen ile efsaneleşen bu okul, İslamiyette Melamilik tarikatı olarak ortaya çıkmıştır. Son önemli Melami, Neyzen Teyfik'dir. 

Epikürcüler ve Knikler, çileciliği ve yoksulluğu, inancın ve ahlakın merkezine koydu. Bu düşünce doğru olsaydı, açlıktan anoreksiya ya da korsakof gibi  hastalıklara kapılan manken kadınların evliya olması gerekirdi.  Sporda derece yapmak için sıkı pehriz ve antremanlarla uğraçan atletleri de evliya olarak görmeliydik.

Yeni Platoncular ve Plotinus ise, Platon'un idealar alemini mana alemi yaptı. Platondan farklı olarak bu alemi görmek için bir çeşit transa girmekten bahsetti. Bu transa girme hali, dinler tarafından çok kullanıldı. Halüsülasyon görenler, galipten sesler duyanlar, evliya, ermiş, mehdi falan olduğunu iddia etti. Oysa Platon'a göre ideaları kavramanın asıl yöntemi matematik ve düşünmekti.

Görüldüğü gibi orta çağ, öyle birden bire gelmedi. İşin doğrusu birdenbire de gitmedi. Bugün halen, fizik dışında bir metafizik anlayışı var. Bu metafizik, sadece peygamberlere gönderildiği söylenen kutsal kitaplara ait değil, peygamberlerin ölümünden bir kaç yüz yıl sonra yazılıp, içtihat kapısını kapatan din alimlerinin ve lüks içinde yaşayan şeyhler, zerre fizik bilmeden, fiziğin ötesi ile ilgili olarak konuşan kişileri dinlememeliyiz.

Sahi, burada bir parantez açalım. Türkiye'de tarikatlar sürekli orta çağı överler. Hani orta çağ çileciliği. Hristiyanlıkta da kalmadı çilecilik, Amişleri çilecilik saymıyorum. Orta çağ teknolojisi ile yaşıyorlar ama orta çağ vari bir çilecilik yok. Manastıra kapananlarda da öyle orta çağımsı kendine aşırı bir eziyet etme kalmadı. İslamiyette ise cemaatinin bağışları ile lüks yaşayan,  hatta hayatta hiç çalışmamış, cami müzezzinliği bile yapmamış mollalarla, şeyhlerle dolu. Hani nerede tahta kaşık yapan Ahmet Yesevi, pamuk hallaçlayan Hallac-ı Mansur, Oduncu baba, Karcı baba?

Atatürk'ün dediği gibi, hayatta en hakiki mürşit, ilimdir, fendir. İlim ve fenden başka mürşit aramak gaflettir. Tüm lilimler, insan aklı içindir. Akli olmayan, nakli bilim diye bir ayrım yoktur. İmanuel Kant'ın dediği gibi, kendi aklımızı kullanmaya cesaret etmeliyiz. Newton gibi bir dehanın fizik teorileri yanlışlanmışken, Einstein'ın kuramı sallantıdayken, eleştirilemeyen din adamı diye bir şey olmamalı. O kitapları gerektiğinde bizzat biz okumalı ve yorumlamalıyız

Orta çağı bitirmemeye çalışanlara karşı savaşmalıyız.



28 Ekim 2022 Cuma

SON YILLARDA BİTEN İSLAMCI ŞEYLER 1-SON BARUTLAR (TÜRBAN-İHL-TARİKATLAR)

 


Ben bu blogdan ne kadar bitti desem de bazı şeyler iktidar için un çuvalı gibi, zorladıkça bir şeyler çıkıyor. Muhafazakarlar, bir şekilde türbanın, tarikatların ve imam hatip liselerinin az da olsa ekmeğini yiyor. Liselerde, her yeni sınıfta daha az türbanlı olsa da, artık türbanlıların pek çoğunun saçları, ucundan azıcık görünse de, CHP içinde de çokca türbanlı da olsa,bir şekilde sağ partilerin silahı olmaya devam ediyor. CHP genel başkanının ani türban çıkışı, çok belli ki iktidarın türban üzerinden bir saldırısının istihbaratını almış. Kılıçdaroğlu'nun, mutfağından ya da odasından yaptığı yayımlara dikkat ederseniz,  iktidarın bir hamlesini boşa çıkarıyor. Sonradan çıkan televizyon dizisi, muhtemelen iktidarın elindeki medya gücü ile yapılacak bir saldırının başlangıcı olacaktı muhtemelen.






Ben, benzer bir çıkışı imam hatip liseleri için de bekliyorum. Son yıllarda ilginçtir, imam hatip liselerinin sayısı artsa da, öğrenci sayısı azalıyor. İmam hatipler, otomatik yerleştime denen sistem yüzünden, imam hatip liseleri, öğrencileri özel liselere yönlendirmenin, hatta zorlamanın aracı oluyor. Proje imam hatip denen ve genel imam hatip lisesi müfredatına genelde fazladan kimya ve biyoloji derslerinin eklendiği garip liseler de, imam hatip sorununa ilaç olacak gibi durmuyor. İmam hatip liseleri, açık liselerin ve özel liselerin en büyük öğrenci kaynaklarından biri olmuş durumda. Gene de halen 28 şubat ve katsayı mağduriyeti sık sık hatırlatılıyor.

Buna bir de tarikatları ekleyelim. Bu tarikatlar nedense 27 mayıs ve 12 martta hiç mağdur olmadılar. 12  Eylül ve 28 şubat mağduriyetleri ise, solun mağduriyetinin yüzde biri etmez ve asıl ilgimi çeken devletin, tarikatların mallarını azla müseddere etmemesi, parasal zarar vermemesi. Oysa darbeler, solcuların elinde ne var, ne yok almıştır. Tarikatlardaki tutuklamalar, asla tarikatların yönetim yapısını sarsacak şekilde ve o kadar çok olmamış, aslında 1950'den bu yana tarikatlar, NATO'nun gizli eli tarafından korunmakta.

Her ne kadar yeni nesil;  baş örtüsü yeni nesilde popüler değilse de, yeni nesil türbanlılar, öyle saçlarını tamamı görünmeyecek diye zorlamıyorsa, tarikatlar ya da imam hatipler giderek gözden düşüyorsa ve daha pek çok şeye rağmen, dinci kesim bu silahlardan az da olsa yararlanıyor. 

Bu son barutlara karşı daha dirençli durmalıyız.







20 Ekim 2022 Perşembe

HİÇ BİR ŞEYE YARAMAYACAK SOSYAL MEDYA YASASI:



 Malum sosyal medya yasası çıktı. Ben demokrasi nutukları falan atıp, yasanın çağ dışılığından bahsetmeyeceğim. Ben bu yasanın neden işe yaramayacağını ve hatta iktidar için işleri daha da zorlaştıracağını anlatacağım.  Çünkü artık çok geç. Bu yasa Gezi'den evvel çıkmalıydı.  Hadi Gezi kaçtı, 15 Temmuzdan sonra çıkmalıydı. Bence 2010 Yetmez Ama referandumundan hemen sonra çıkmalıydı.

Bu halk, 27 mayısa boyun eğdi, çünkü Demokrat parti, takrir yasası denen, bir grup milletvekilinin hem hakim, hem savcı olduğu ve bu milletvekillerinin kararlarının temyiz bile edilemeyeceği garip bir yasa ile diktatörlik kurma peşindeydi.  12 Martta ise gene darbe yapmaya teşebbüs eden bir cuntaya karşı çıkılmıştı. 12 Eylülde ise kardeş kardeşi vuruyordu. 15 Temmuzda teslim olmadı çünkü bu tarikata ne isterse verilmişti. 15 Temmuzdan sonra ise iktidara teslim oldu, çünkü ülkenin en az dörtte biri, bu tarikatın üyesiydi. ülkenin üçte ikisini oluşturan sağcı kitle ise, bir şekilde bu oluşumun içinde olmuştu.  Bu tarikatın evlerinde-yurtlarında, bazen bir kaç günlüğüne de olsa kalmış, tarikarın sosyal etkinliklerine katılmış, bankasını kullanmış, özel okuluna, dershanesine  gitmişti. Bu tarikatla hiç işi olmayanlar, solcular,  Aleviler ve Atatürkçülerdi. Bu yüzden tarikat en fazla bu üç gruptan nefret etti. Bu üç  grup, asla kendilerini mevcut iktidara ya da tarikatlara karşı suçlu hissetmedi.

Kitlelerin cezalarına boyun eğmelerinin temel yolu, onların kendilerini suçlu hissetmelerini sağlamaktır. Uzun yargılama süreçlerinin amacı budur. Bu az okurlu blogda, 12 Eylül rejiminin, bütün bir halkı nasıl suçlu olduğuna ikna ettiğini uzun uzun yazdım. (Örnek şu: https://onbinkitap.blogspot.com/2021/06/12-eylul-un-sucluluk-duygusu-egitimi-12.html) Z kuşağı adı verilen gençlik, bu duyguyu hiç yaşamadı ve bu tarikata da girdiyse bile, ailesi ve büyüklerinin tavsiyesi ile girdi.  Bunun  üzerine de verdi yetkiyi ama göremedi etkiyi. Daha yaşlı nüfusta da bu suçluluk duygusu giderek azalmakta.

Sosyal medya yasasını battal edecek ikinci konu, insanların özgürlüğü tatmış olması ve sosyal medya özgürlüğünden vaz geçmek bir yana; buna bir se suç işleme yaramazlığının hınzır zevkinin katılması olasıdır. Aslında sosyal medyada zaten uzun zamandır sürekli birileri, hakaret suçlaması ile davalık olmakta. Bütün bunlar ne muhalefeti, ne gençliği durmdurmak bir yana, yavaşlatmaya bile yetmemekte.

Y kuşağı iktidardan, 2010 öncesi özgürlük ortamını istiyor ve bekliyor. Z kuşağı ise internettten tüm arşivi görüyor.  İnsanlar özgürlüğü tattı ve onu tekrar istiyor. Şu yazımı paylaşmak isterim: ( https://onbinkitap.blogspot.com/2019/02/imdat-ile-zarife-filmi-ve-ogrenilmis.html) Film, Türkiye'de, belki de dünyada (eski Yugostlavya'da olduğunu, yetmişli yıllardan kalan bir Youtube videosu ile öğrendim) ayı oynatıcılı hakkında yapılmış, en azından benim bildiğim, iki filmden birisi. Diğeri de Gurgıriye serisinden bir absürt komdedi filmi ki, bu seri ve bu film, konumuz değil. İmdat ile Zarife filminde, filmin başında zabıtlar, ayı Zarife ve oynatıcısı İmdat'ı (Şevket Altuğ) şehir dışında bir ormana bırakır. Sonra şehre, yaşadıkları Roman kampına döndüklerinde, İmdat'ın kayınbabası ( Üstün Asutay), ormanı görmenin ayılar için iyi olmadığını söyler. Gerçekten de İmdat, fim boyunca ayısına hakim olamaz ve en sonunda imdat, ayısını dağa gitmesi için serbest bırakır. Şimdi yapacağım metafora gelrisek. 12 Eylül rejimi, Türk halkını oynatılan ayılara çevirmişti. Gezi ile gücünü hatırladı ve artık dönüş yok.

17 Ekim 2022 Pazartesi

12 EYLÜL ŞERİATÇILIĞI



 12 Eylül rejimine, Cumhuriyet gazetesi yazarları, (İlk hangisi demişti, bilmiyorum ya da öğrendiysem de hatırlamıyorum) Gardrop Atatürkçülüğü demişti. Görünüşte o kadar Atatürkçü bir iklim vardı ki, sanki aşırı Atatürkçülükten zehirleniyorduk. Gardrop kelimesinin hakkını verircesine, Atatürk'ün giydiği, bedene tam oturan, koyu renk takım elbiseler çok modaydı. Her bahçeye Atatürk büstü, her meydana Atatürk heykeli (Pek çoğu Atatürk'e pek benzemeyen), her odaya Atatürk resmi (Genelde paltolu resmi), her konuşmaya Atatürk'ten bir kaç söz eklemek, zorunluluk değil, modaydı. Tek televizyon kanalında,  gün boyu sık sık Atatürk'ün bir resmi, bir özdeyişi ile görünür, bu özdeyiz, TRT spikeri taradından diyor ki ya da Atatürk diyorki diye söze başlanarak seslendirilirdi. Şimdilerde yok edilen Yeşilköy havaalanı dahil, pek çok yerin adı, Atatürk, Yüzüncü Yıl (1981 Atatürk'ün doğumunun yüzüncü yılıydı), Gazi, Mustafa Kemal gibi isimler verildi. (12 Eylül generalleri, bu günlerin Atatürk resimli ya da imzalı tişört-gömlek ya da kravat giyetn, Atatürk'ün imzasını dövme yapan, Atatürk resimli-imzalı kalemlik, anahtarlık falan kullanan gençliğini görse ne derdi acaba? O generaller öldü ama alt rütbeli subayları yaşıyor.)

Görünüşte fazla Atatürkçülükten zehirleniyorduk. Gece-gündüz Atatürk'ü anıp, Atatürk'ü düşünüyor ve Atatürk'ün görüyorduk. O kadar ki meşhur yetmez ama referandumu, özellikle 12 Eylülde yapıldı ve 12 Eylülün tüm zorbalıkları, Atatürkçülüğe bağlandı.Oysa 12 Eylül, pek çok alanda Atatürkçülüğü açıkça saldırıyordu.

Zorunlu din dersleri,  Alevi köylerine cami yapmak ve imam atamak, Öz Türkçeciliğe karşı çıkmak,  Öz Türkçe kelimeleri yasaklayıp, bazıları çoktan unutulmuş Osmanlıca kelimelerin kullanımını zorunlu tutmak (Bu çaba hiç tutmadı, o kelimeler daha doksanlar gelmeden unutuldu. Darbenin önderi Kenan Evren'le, Kenan Kainat diye dalga geçildi), bolca imam hatip lisesi açmak ve sözde faizsiz finans şirketlerini serbes bırakmak gibi Atatütkçülükle uymayan bir sürü iş yaptı darbe rejimi. Biz heykellerle, resimlerle oyalanırken, Güzel Sanatlar Müzesindeki resimler yağmalandı. Resimler önce  generalle ve albayların, sonra daha alt rütbeli subayların odalarına gitti ve ardından pek çoğu da, ardından bir fotoğraf bile bırakmadan kayboldu. Sonra tütün ve alkol içeceklerinin tek dağıtıcısı Tekel idaresi ( Alkol satan yerlere halen Tekel Bayisi denmesinin sebebidir. Tekel idaresi de, özelleştirmeler kervanına katıldı), önce generallere, sonra neredeyse binbaşı ve daha üzeri tüm subaylara, neredeyse tüm üst düzey bürokratlara, kendi ürünlerinden oluşan yılbaşı paketleri göndermeyi gelenek haline getirdi. Bunu özelleştirildiği yıla kadar yaptı. Darbenin ilk günlerindeki sokağa çıkma yasainkları ile beraber, fırın sahiplerin krallığı başladı. Ekmek, önce pahallandı, sonra küçüldü. Televizyonda, perşembe akşamları yayımlanan huzura doğru başta olmak üzere, televizyonlar dini programlarla doldu.

Seksenlerin başlarında zorunlu din dersleri , bu günkü anlamda altıncı ve on birinci sınıflara kadardı. İlkokullarda, doksanlara kadar din derslerine genelde sınıf öğretmenleri girdi. O yılların din kültürü öğretmenleri ve din adamları, Alevilere karşı çok saldırgandı. Alevilerin, Müslüman olması için önce Hristiyan olması sözü çok yaygındı. Böylesi saldırgan sözleri yüzünden, o yıllarda dayak yiyen din kültürü öğretmeni çoktu. Din derslerinin asıl amacının Alevileri asimile etmek  ve solu ezmek için için olduğu, o yıllarda çok belliydi. O yıllarda din dersi programı, sadece Sünniliği, hatta sadece Hanefiliği övme üzerineydi. O yıllarda din kültürü öğretmenleri,  sık sık müfredatyın dışına çıkar, sözüm ona secde halinde donakalıp, Kızıldeniz'den çıkarılan firavun (oysa firavunluk kurulmadan evvel ölmüş bir Mısırlının, özenle yapılmış bir mumyasıydı bulunan), kurana bastığı için fareye dönüşen kız (bir heykel çalışması), ayda duyulan ezan sesi (uydurma), ünlü deniz araştırmacıJacques-Yves Cousteau'nun  Müslüman (adamın cenazesi meşhur Notre Dame'dan kakldırıldı) olması gibi yalan bilgileri aktarıp, dururlardı.
12 Eylül rejimini 1983, Turgut Özal ve partisi ANAP'ın iktidara gelmesi ile sınırlamak, fazla saflık olur. 
1983'de seçimlerden sonra Kenan Evren, Turgut Özal'a bir ay kadar görev vermedi. Öte yandan bu seçim 
süreci adil bir seçim süreci değildi. Hangi partinin ya da aday adayının aday olacağı Kenan Evren ve 
arkadaşlarının kararına bağlıydı. Atatürk'ün yüz iki (102) yaşındaki yaveri bile veto yemişti. (Emin Çölaşan
'ın Turgut Nereden Koşuyor kitabından)Özal ise, 1977'de, MSB (Necmettin Erbakan'ın partilerinden
Milli Selamet Partisi)'den, İzmir birinci sıra adayı iken seçimi kaybetmeseydi, zaten halk oylaması ile
kabul edilmiş 1981 anayasasının geçici maddesi ile otomatik vetolu olurken, kendisi ve partisi (en azından
a takımı ya da çelik çekirdek diyebileceğimiz ana kısmı) veto yememişti. Bu veto yemeyenler arasında, 
12 Eylülün sebeplerinden sayılan,  6 Eylül 1980'de, yani darbeye bir haftadan az kala yapılan, İstiklal 
Marşının oturarak okunması ile hatırlanan Konya mitinginin (ya da Kudüs'ü kurtarma mitingi)
 organizasyonunu yapan Mehmet Keçeciler'de vardı.
Turgut Özal'dan sonra rejim yavaş yavaş, heykeller, özlü sözler, şiirler, resimler ve çeşitli yerlere
verilen adlarla saklanan dincliği ve liberal ekonomiciliği ortaya çıktı.