NÜFUS İSTATİSLİĞİNİN
ÇOCUK KAYDIRAĞI
Yıllar önce lisede okurken,
öğretmenimizin biri, hangisi hatırlamıyorum, nerede doğduğumuzu bir de kaç
kardeş olduğumuzu sormuştu. Kırktan fazla öğrenciydik, kırk beş ya da kırk
altı. İki ilginç sonuç çıkmıştı. Sınıfta
tek İstanbul doğumlu bendim (Ankara’da bir liseydik), diğerlerinin hepsi
memleketlerinde (Sivas, Yozgat, Kars vb) doğmuştu. Diğeri de ası konumuz, üç
kardeşi olan, yani ailece dört kardeş olan bir tek bendim. Diğer arkadaşlarım
beş ve daha fazla kardeşti. Benzer bir yoklamayı üniversitede istatistik
hocamız, konu gereği yağmıştı. Otuz arkadaştan bir çan eğrisi çıkmıştı, çan
eğrisini tek bozan 7 kardeş olanlardı.
Sınıfça ortalama 5 ya da 6 kardeştik. Muhtemelen ikinci öğretimde de
durum farklı değildi. Çünkü oradaki arkadaşlarımla konuştuğumda da, genelde beş
ve daha fazla kardeştiler. Sonra sosyal
medya sayesinde pek çoğuyla arada görüştüm, bazılarıyla halen görüşür,
bazılarından da haber alırım. Aralarında en fazla üç çocuğu olan var bildiğim
kadarı ile. Biz Süleyman Demirel
Sosyolojinin 1998 mezunları, birinci ve ikinci öğretim olarak toplam altmış iki
kişiydik. Şimdi bizim çocuklarımızı toplasak toplan kırk beş çocuk çıkmaz. Pek
çoğumuz bekar, ikiden fazla çocuğu olan benim bildiğim üç çocuklu bir arkadaş
var.
Garip bir alışkanlıkla gittiğim hemen
her okulda arada öğrencilere sorarım kaç kardeşsiniz diye. Dört ve daha fazla
kardeşi olanlar her yıl azalıyor. Olanların da çoğu doğu ve güneydoğu, hatta
düz söyleyeyim, Kürt kökenli. Onlarda da her sene kardeş ortalaması azalıyor.
Bir tek Kırıkkale’nin Karakeçili ilçesindeyken neredeyse tüm çocuklar yedi
kardeşti.
İşin doğrusu doğum oranlarındaki azalma
artık dünya çapında bir nüfus ve yaşlanma sorununa döndü, Türkiye dâhil. Türkiye halen nüfusun arttığı ülkeler
arasında ya da öyle gözüküyor. Sebebi de bir önceki neslin halen yaşaması,
nüfusa dâhil olması, bir de ortalama ömrün yükselmesi. Cumhurbaşkanımız üç, beş çocuk isteyip duruyor
ama seçmenleri bir tek bu konuda liderlerini pek dinlemiyor. İşin ilginci dört
çocuk babası cumhurbaşkanımızın, hiçbir
çocuğundan üç torununun olmaması, hiç ir kızının ya da gelininin iki den fazla
doğurmamış olması. Pek çok muhafazakâr
arkadaştan aynı sitemleri duyuyorum. Neslimizin azalmasından, Kürtlerin
çoğunluk olmasından, nüfus artışının fazla olmasının İslam’ın gücü olmasından
bahsedip duruyorlar, lakin çocuk yapmıyorlar.
Seksenli yıllar, nüfus artışının
dorukta olduğu yıllardı. Devlet, aile planlamasına özendirir, bunun için
programlar yapardı. Hatta ’Serçeler Göç Etmez’ diye dizi bile çekilmişti. O zaman
nüfusu azalma meylinde ve çocuksuz Avrupalı ailelere hayret ederdik. Şimdi ne
oldu da doğumlar azaldı ve azalmaya devam ediyor. Üstelik bu sadece Türkiye’nin
meselesi de değil. Dünyanın üçte biri, nüfusun azaldığı ülkelerde yaşıyor. Eskiden daha çok kuzey ve batı Avrupa’nın derdi
olan bu durumu, neredeyse Sahra Altı Afrika hariç tüm dünya yaşıyor. Üstelik bu
bölge kısmen doğru düzgün göç politikaları, kısmen de doğum teşvikleri ile bu
sorunu çözememişlerse bile hafifletmişken, diğer pek çok ülke, daha ağır
yaşıyor, mesela Japonya’da hasta-yaşlı bezi satışı, çocuk bezi satışından
fazla. Durumun en kötü olduğu yer, doğu Avrupa ve Balkan yarımadası.
Balkanlarda doğum oranının nüfusu korumaya yeterli olduğu tek ülke Arnavutluk,
yeterince göçmen alabilen tek ülke Yunanistan. İran bile her türlü nüfus
planlamasını askıya aldığı gibi, kalıcı doğum kontrolünü (kısırlaştırma)
yasaklamış durumda.
Ne oldu da dünya çocuk yapmaz oldu,
bu soruyu felsefi bir soru olarak sormak gerekir. İnsanlar neden artık çocuk
yapmıyor, daha doğrusu çocuk yapmak istemiyor? Bence insanlar o kadar
bencilleşti, o kadar tüketici oldu ki, bencillik ve tüketicilikten çocuk
yapmıyor. O kadar bencil ki, kendi çocuklarını doğmadan imha ediyor. Hayatın
zevklerini tatmak ya da şu geçici dünyada, her gün boğulduğu işlerde kariyer
yapmak adına neslinin devamını getiremiyor. Reklamlar bizi o kadar tüketici
yaptı ki, her şey ihtiyacımız oldu, bu
ihtiyaçları karşılamaya kazandığımız para yetmiyor ki, bir de çocuk yapalım.
Paramız arttıkça, ihtiyacımız artıyor.
Evlenmekte zorlaştı. Gerçi eski
tantanalı düğünler yok. Pek çok kişi sade bir nikâh merasimi ile evleniyor.
Mesele çoğu kez nikâha kadar gelebilmek oluyor. Önceden bir işiniz olsa
yeterliydi. En başta iş bulmak giderek
zorlaşıyor. Önceden sadece erkeğin iş bulması yeterliydi. Şimdi işsiz kızlarda
evlenemez oldu. Tek maaşla ev zor
geçiniyor. Sonra iş bulmak bir yana, iyi bir iş bulmazsanız evlenmeniz zor.
Kızlar da ereklerde kariyer arıyorlar. Erkek egemenliği pek çok alanda olduğu
gibi, kadınlar arasında da devam ediyor. Albay olamayıp, albay karısı olmak,
müdür olamayıp, müdür karısı olma hırsları devam ediyor. Pek çoğu da kendilerini dünya güzeli
sandıklarından, erkek beğenmiyor. Benzer bir dert, erkeklerde de var. Çapkınlık
ve zamparalık, bir değer olarak erkeklere pazarlanıyor. Erkekler de sanki bekâr
kaldıkları sürece bir Don Juan, Kazanova olacaklarmış gibi evliliği erteliyor.
Çocukların da ihtiyacı artıyor. Bizim nesil
elinde ekmek arası bir şeylerle sokaklarda oynaya oynaya büyüdü. Lüks oyuncağı
olan arkadaşlar, arada bize de oynatırdı. Şimdilerde sokaklarda oynayamıyorsun,
sokaklar motorlu araç ve bir süre tehlikeyle dolu. Hem anne, hem de baba çalışıyorken, evde
çocuğa kim bakacak, meçhul. Türkiye’de şimdilik
bu işi büyük anneler üstleniyor. Bazen
de üstlenmiyor, çocuk isteyen kadın uzun süre iş hayatından uzaklaşmak zoruna
kalıyor. Çocuğa bakan biri olsa bile, sırf çocuk, başka çocuklarla sosyalleşsin
diye kreş ve anaokulu gerekiyor. Çocukların oyun alanı çok az ve koca
apartmanlarda çoğu kez toplasan on çocuk çıkmıyor. Çoğunun da annesi gün boyu
işte. Çocukların sosyalleşmek için bile kreşe ihtiyacı var. Okullar deseni artık daha masraflı. Ders kitapları bedava, kırtasiye eskisinden
daha ucuz. Bu sefer de servisler pahalı. Önceden öğrenciler çok uzun mesafeleri
yürürken, şimdikilerden yüz metre öteye servisle gideni biliyorum. Sonra çocuk
büyüdükçe, ihtiyaçları da büyüyor.
Eskiden çocuk kıyafetlerinde marka olmazdı, şimdi anaokulu çocukları marka
giyiyor. Büyüdükçe bilinçleniyor ve daha iyi markaları istiyor. Sadece giyim
kuşamları değil, cep telefonları ve tablet bilgisayarları da marka olmak
zorunda oluyor. Çocuklar modası geçmiş
elbiseyi, dolayısı ile büyüklerin eskilerini de giymiyor.
Bütün bunlara evli ve çocuklu olmanın
eskisi kadar sosyal itibar kazandırmadığını da eklemeli. Rahmetli dedem birisiyle sohbete başladığında
önce kaç çocuk sorusunu sorardı. Beşi erkek, altı çocuk babası olmakla övünürdü
hep. Eşi olan babaannen on sekiz hamilik
yaşamış, bunlardan altısı düşükle sonuçlanmış, altısı çocukken ölmüş ve altısı
yaşamıştı. Hayatta kayda değer bir başarısı olmayan, yetim büyümüş, okuma yazma
bilmeyen dedem için tek başarı çocuk ve torun sahibi olmaktı. Şimdi çocuğu, kişinin yükü gibi görüyorlar.
Önceden bekâra iş ve kiralık ev vermezlerdi, şimdi çocuklulara vermiyorlar.
Özellikle kadınsanız, seyahat engeliniz var mı gibisinden sorularla sizi
sınıyorlar. Hamile kaldığınızda da işten
çıkarıyorlar.
Bu olanların en fazla olduğu yerler, en
kapitalist ya da en modernize ülkeler. Bu yüzden buralarda doğum oranları
düşük. Bu nüfus azalması önce Fransa’da
başladı. Emil Zola, nüfus azalmasına dur demek için Döl Bereketi romanını
yazdı. Asıl düşüş olayın ikinci dünya savaşından sonra kuzey Avrupa ülkelerinde
başladı. Sebebi ise en kapitalist ülkelerin onlar olması, geleneksel değerleri
yitirmeleriydi. Onlarda artık çocuk demek, yük demekti. Buna karşın gelişen
sanayi için işçiye ihtiyaç vardı. Çoğu eski sömürgelerinden gelen göçmenlerle
bu işi çözdü. Sömürgelerini 1914’de yitirmiş Almanya ise, kırmızı dipli mumla,
Türk işçisi aldı ülkesine. İlk doğum
teşvikleri de bu zaman başladı. İskandinav ülkeleri teşvikte kısmen başarılı
oldu. Bol keseden çocuk yardımları, tam maaşlı doğum izinleri, evlenme ve
evlilerin çocuk yapma oranlarını arttırdı.
Sonra bu nüfus azalması hastalığı, güney Avrupa ülkelerine sıçradı.
Üstelik kuzey kadar cömert çocuk yardımları veremedikleri için, doğum oranları
daha da düştü. En son izlediğim televizyon haberine göre İtalya, Avrupa
birliğinde en düşük orana sahipmiş.
Sovyetlerin yıkılmasından sonra nüfus azalması problemi Balkan
yarımadası ve Doğu Avrupa’ya yayıldı. Hatta bu ülkelerin çoğu azalan nüfus
yüzünden asla kalkınamayabilirler. Avrupa birliği üyesi olduktan sonra da göç
vermeye başladılar.
Şimdi bu nüfus azalması pek çok ülkeye
sıçradı ve onlarda durum daha vahim. Mesela Japonya’da evcil hayvan sayısı,
çocuk sayısından daha fazla ve hasta (yaşlı) bezi satışı, bebek bezi satışından
daha fazla. Güney ve kuzey Kore, Tayvan,
Küba gibi ülkelerde nüfusu yaşlanan ülkeler arasında. Bunların bazılarında doğum teşviki pek işe
yaramıyor. Avrupa ülkelerinde sırf çocuk parası ile geçinmek için çocuk
yapanlar var. Diğer ülkelerin ya bu teşvikleri verecek parası yok, ya da
ülkedeki kültür, çocuk parası ile geçinen çiftleri üretmiyor. Mesela erkek
egemen Japon toplumunda kızlar evlenmek istemiyor.
Nüfustan bahsetmişken, Matheus teoreminden bahsetmezsek olmaz. Herkesin
bildiği çok kısa özeti geçeyim. Nüfusun
geometrik, gıdanın, daha doğrusu tarım ürünlerinin de aritmetik artışı sonucu,
gıda ve diğer ürünlerin ihtiyaçları sonucu felaket olacaktır. Tarımda
makineleşme ve suni gübrelerin kullanımı, bu felakete engel olmuştur, tabi
kısmen. Tıptaki gelişmeler, özellikle
aşı teknolojisindeki gelişmeler, 20. Yüzyılda, iki dünya savaşına rağmen nüfus
patlamasına yol açmış, gene de böylesi
felaketler olmamış, ya da biz öyle sanıyoruz. Afrika başta olmak üzere dünyanın
pek çok yerindeki açlıktan ölümleri görmezden geliyoruz.
Nüfusla ilgili felaketin Matheus yada
benzeri karamsar kuramcıların ve disütopyacıların düşündüğünden daha az
olmasının sebebi, özellikle zengin kuzey yarım küre ülkelerinde nüfus artışının
az olması, hatta azalma olmasıdır. Bunun üç türlü faydası olmuştur fakir güney
ülkelerine. İlk olarak bu ülkelerin
tüketimi artmamıştır. Bu ülkeler aynı zamanda lüks gıda dediğimiz, çok su
tüketen ve temel gıda olmayan besinlerinde en büyük tüketicileridir. Nedir bu
lüks gıdalar? Mesela çikolata, alkollü içecekler, tütün vb. geniş tarım alanları, buğday,
patates, pirinç gibi temel tüketim bitkileri yerine, para uğruna kakao, tütün,
gül ve kesme çiçek gibi ürünlerin ekimine ayrılmıştır. Üstelik bu ülkelerin
insanları çok fazla enerji harcarlar. Bir Bangladeşli kilometrelerce yürürken, bir
İsviçreli merdiven bile çok nadiren çıkar. Bütün merdivenleri, yürüyen
merdivendir. Daha fazla kömür, petrol, nükleer
madde tüketir. Bu ülkelerde nüfus artması, yoksul ülkelerdeki nüfus artışından
daha fazla küresel ısınma ve küresel kirlenmeye sebep olur. İkinci olarak
işçilik gerektiren ağır sanayinin yoksul ülkelere kayması, böylece bu ülkelerde
yoksulluğun azalmasıdır. Üçüncü olarak da her sanayi başka ülkelere
taşınmayacağından, bu ülkelerin yoksul ülkelerden
işçi ve göçmen ithal etmesidir. Bu faydayı en iyi yaşayan ülke Türkiye’dir.
İkinci dünya savaşından sonra kendisini toparlayan ve süratle sanayileşen batı
Almanya (o zamanlar doğu ve batı olmak üzere 2 Almanya vardı), aynı süratle
nüfus arttıramadığından, Türkiye’den işçi almak zorunda kalmıştı. Sonrasında
Türkiye, Almanya’ya gönderdiği işçilerle, işsizlik oranını azalttığı gibi, o
işçilerden ülkeye de bolca döviz girişi sağladı. Bu işçiler, birikimleri ile
yatırım yaptılar. Ailelerine, akrabalarına,
hatta köylerine, kasabalarına yardım yaptılar.
Şimdi ise bu nüfus azalması güneye,
yoksul ülkelere doğru hızla yayılıyor. Küçük ve taşra sayılacak bir ilçedeyim
ve müdürüm genç nüfusun ilçede azaldığını ve okul öğrencilerinden azaldığını
söyledi. Nüfus görünüşte artıyor. Sebebi bir önceki nesillerdeki nüfus
patlaması sonucu doğurgan kadın sayısının artmış olması ve bunun da doğumları
arttırması. Kadın başına çocuk sayısı ise azalıyor. Bazı taşra bölgelerinde ve
özellikle doğuda doğum oranları nispeten daha yüksek. Türk milliyetçileri,
Kürtlere kızıyor, çok çocuk doğuruyorlar diye, bir de Suriyeli mültecilere.
Onlar henüz modernleşmeyi ve şehirleşmeyi yeterince özümsememişler. Bulgaristan ya da Almanya’da Türklerin doğum
oranlarının daha fazla olması gibi. Ha, pardon. Almanya’da Türklerin doğum
oranlarının, Almanlardan daha düşük olduğunu okumuştum. Almanya’da yaşayan,
şimdi rahmetli olan amcama sorduğumda, bizimkiler de evli kalamıyorlar demişti.
Bu tip topluluklarda doğum oranları
(Natinonal Geografic dergisinin Brezilya doğum oranları için dediği
gibi) çocuk kaydırağı gibi düşmekte. Vahşi kapitalizm doğmamış çocuklarını
yemekte. Buna uyan kitleler ile henüz
uymamış kitleler arasında çekişme var. Birbirlerini anlamıyorlar. Türk halkı,
sürekli doğuran Suriyelileri anlamıyor.
Doğum oranı yüksek oan doğuluları, özellikle Kürtleri de anlamıyor. İşin doğrusu onların da bir sonraki nesli
daha, hatta Türklerden daha düşük olacak. Onların doğum istatistik grafiği de
çocuk kaydırağına dönecek. Bu kaçınılmaz bir durum. Çünkü çocuk sahibi olmanın
kazancı yok.
Kazancı yok, çünkü çok çocuk sahibi ya
da kardeş sahibi olmak sosyal ya da ekonomik bir güç değil. Önceleri kızlar on beşine gelmeden evlenir,
erkekler on yaşında çalışır, eve para getirirlerdi. Şimdi yirmsinden evvel, o da iş bulursa, pek
para kazanabilen yok. O da iş bulabilirse. Çalışmayan, işi olmayan kızların
evlenme şansı giderek düşüyor. Eskiden
erkekler eşim çalışmıyor derdi, şimdi eşim işsiz demeye başladı. Zengin olmayan, çocuk için yardım da vermeyen
ülkeleri çok büyük düşüşler bekliyor, doğu Avrupa bunun başlangıcı.
Buna karşın ülkelerin devlet başkanları,
devlet görevlileri ne yapıyor? Pek çoğu nüfus azalması tehlikesini görmüş.
Sahra altı Afrika haricinde ciddi nüfus artışı olan bölge yok gibi. Modern
yaşam, kapitalizm oralara ulaştığında da durum farklı olmayacak. Aziz Nesin bir
kitabında anlatmıştı. Hindistan’da bir yerde halka doğum takvimi vermişler,
tehlikeli günlerde ilişkiye girilmesin ve çocuk yapılmasın diye. Sonra o
bölgede doğum patlaması olmuş. Geçen gün
internette, gene Hindistan’da kadınların çalışmak için rahimleri aldırdığını
öğrenince aklıma geldi. İran Ayetullahları, Türk cumhurbaşkanları, sürekli çok
çocuk isteklerini tekrar ediyorlar. Reisler, Ayetullahlar, beş çocuk, on çocuk
diye isteklerini söylüyorlar.
Hiç birinin de teşvik vermeye niyetleri
yok. İlk çabaları gaz vermek dediğimiz, övücü özlerle kışkırtmak. Allah rızkını verir diye laflar ediyorlar,
sonra iş güvencesini, sendikalaşmayı yok ediyorlar. Masraflar atarken, maaşlar
eriyor. Doğum oranları bir türlü
artmıyor. En son olarak doğum kontrolüne
karışıyorlar. İran, kalıcı doğum
kontrolü, yani kısırlaştırmayı yasakladı. Zamanında Romanya diktatörü
Çavuşesku, her türlü doğum kontrolünü yasaklamıştı. Sonuç, çocuk düşürme ve
merdivenaltı kürtajlarda patlama. Prezervatif, doğum kontrol hapı ve diğer
doğum kontrol yöntemlerinin kullanılması halen pek bilinmemesi sebebi ile bu
ülke halen Avrupa’nın kürtaj birincisi. Bizim cumhurbaşkanımız da kürtaj
düşmanı. Polonya, Katolikliğini bahane ederek temelli yasaklamak istedi,
kadınların toplu grev tehdidiyle geri çekti yasa tasarısını.
Gerçek şu ki kapitalizmin istenmeyen
çocuklara ihtiyacı var. Bu çocuklar
çabucak büyümeli ilk fırsatta maaşı ne olursa olsun işe girmeli. Ailesi onu ilk fırsatta bir işe girmeye
zorlamalı. Batıda kapitalizm bu yüzden
zorda. Ucuz işçilik yok ve bu yüzden yatırımlar fakir ülkelere kayıyor.
Amerikalılar pizza siparişi için Hindistan’ı arıyor. Oradaki çağrı merkezlerinde ücretler daha
ucuz. Tekstil atölyeleri Bangladeş’e
doluşmuş. Uruguay’dan daha küçük yüzölçümü olan bu ülkenin, Rusya’dan daha fazla nüfusu var. Pakistan,
Mısır ve Endonezya, hazır giyim sanayinin yayıldığı diğer yerler. Konfeksiyonun tek ihtiyacı, ucuz enerji ev
ucuz iş gücü.
Kapitalizm için gerçek tehlike
Bangladeş’in ve benzeri ülkelerin de ucuz işçilik ülkesi olmaktan çıkmasıdır.
Bu güney doğu Asya, özellikle Çin Hindi altkıtası için gerçek oldu. Tayvan,
Tayland, artık ucuz işçilik ülkesi değil.
Pek çok ucuz işçilik ülkesinde de ne olacağı belli değil. Pakistan gibi El Kaide canlı bombaları
patlayabilir, Mısır gibi ihtilaller olabilir, Suriye gibi uzun süreli iç
savaşlar çıkabilir. İç savaşlar, sanayileşmiş ülkelere mülteci üretiyor, bu da
ucuz işçilik demek. Her ne kadar sosyal
yardımlardan, nüfus değişmelerine varıncaya kadar, şikâyetçi de olsalar, ucuz
mülteci emeğine hayır denmiyor. Türkiye’de şu satırları yazdığım zaman her
yerde bolca bulunan Suriyeliler gibi.
Fuhuştan, tarıma her iş kolu ucuz Suriyeli çalıştırıyor, sorsan herkes
Suriyelilerden şikâyetçi. Bu biraz
istemem yan cebime koy durumu. Bazen
başka ülkelerdeki iç savaşları biraz da kendilerine mülteci üretmesi için
çıkardıklarını düşünüyorum. En başta o ülkenin çok az yetişmiş dahi beyinleri,
gelişmiş batı ülkelerine göç ediyor. Onu, ülkenin sayılı zenginleri takip ediyor.
Bu zenginler, fakir ülkenin çok az olan maddi birikimini de götürüyor. Sonra en adi işleri en ucuza yapmaya
mülteciler geliyor. Üstelik bu insanları istediğiniz işte çalışma ya da
çalıştırmama ya da icabında kovma hakkını var.
Göçmenler ve mülteciler, işçi ve nüfus
meselesinin geçici probleminin geçici çözümleridir. Bu insanlar ülke kültürüne
ve çalışma hayatına yabancıdır. Çoğu kez göç ettikleri ülkenin çalışma
kültürüne de yabancıdır. Benzer bir durum Beypazarı’nda oldu. İlçe halkı,
yıllar önce Doğru Yol partili belediye başkan aracılığı ile davet edip, ilçeye
yerleştirdikleri Kürtlerin, o düşük ücretlere rağmen para biriktirip, ilçede,
ev, dükkân ve tarla sahibi olmasından rahatsız oldu. Güneydoğuda, sınırda çokça
şehit verilen bir karakol baskınından sonra bir gece içinde binlerce Kürt aile
ilçeden kovuldu. Yerlerine Türkmen kökenli olduğu iddia edilen Suriyeli aileler
yerleştirildi. Fakat bir problem vardı, Suriyeliler, Beypazarı’nın temel tarım
maddesi havucun hasadına alışık değildi. Bostancılar şikayet etmeye başladı, on
Suriyeli, üç Kürdün işini yapamıyor diye.
Göçmenlerin, özellikle mültecilerin
işçi olarak kalitesizliğine, böylesi topluluklarda başlayan ani nüfus düşmesi,
yani nüfus istatistiğinde çocuk kaydırağı görüntüsü problemidir. Bunun bir sebebi özellikle 2. Ve 3. Nesillerde görülen ani doğum oranı düşmesi,
diğer ve asıl sebebi bu mültecilerin başka yerlere ani göçleridir. Geleneksel akrabalık
değerlerinin ani kaybı, yabancı ülkede yalnızlık gibi sebepler, 2. Ve 3. Nesil göçmenlerde
evlenme ve doğum oranlarını düşürür. İkinci
sebep olarak, bu göçmenlerin, tekrar başka yerlere göçmeleri ya da
memleketlerine geri dönmeleridir. Beypazarı’nda olanlardan biri de budur. Ucuz emek
umudu yerleştirilen pek çok aile, Avrupa’ya
gitmek umuduyla Ege kıyılarına gitti.
Sonuçta görüyoruz ki, göçmenler, nüfusu
korumda etkin bir yöntem değil. Yunanistan,
sosyalist düzenin yıkılmasından sonra Kafkasya’dan getirttiği yüz binlerce
göçmene rağmen, yukarıda saydığımız sebeplerden ötürü nüfusunu yeterince
arttıramadı. Doğum teşvikleri çare mi
sorusunu soracak olursak, neredeyse kırk yıldan fazladır teşvik uygulayan ve şu
anki nüfusunun dörtte biri altmış beş yaşın üzerinde olan Almanya, buna
cevaptır. İskandinav ülkelerinde, özellikle İsveç’te işe yaramış gibidir.. Nüfus
en azından kendisini korumuş gibi gözükmektedir. Halkın dörtte birinin altmış beş yaş ve üzeri
olduğu bir ülkede, doğurgan kadın başına çocuk sayısı 2,6 falan değil, 4-5-6
falan olmalıdır.
Bu yöntemin gelişmekte olan (inatla da
gelişmeyen) ülkelerde uygulana bilmesi imkânsız gibi bir şeydir. Devletlerin buna
ayıracak bütçesi olmaması bir yana, böyle doğacak çocuk, kapitalist sisteme,
hele ki gelişme devresinde uymaz. Bir çocuğun ucuz işçi olabilmesi için işsiz
olması yetmez. Ucuz işçi olarak çekirdekten yetiştirilmesi gerekir. Bebeklik biter
bitmez, çocukluğu ile beraber şımarmamasını, itaat etmesini ve çalışmasını
öğrenmelidir. Aslına yoksulluk sadece parasızlık değil, çocukluktan itibaren
öğrenilen bir şeydir. Şımartılarak büyümüş
çocuk, düşük ücretle çalışsa bile çok kalmz, ilk fırsatta başka işe kaçar,
sürekli iş arar. Kapitalistin istediği işçi türü örgütlenmek veya sendikalaşmaktan
mahrum olduğu kadar, işten ayrılmak ve yeni işe başlamaktan da korkmalıdır. Kişi
bunu aileden öğrenmelidir. Bunun içinde aile, çocuğa yeterince bakamamalı,
destek olmamalıdır. Bu yüzden ciddi teşvikler sonucu yapılan çocuk, ucuz işçi
olmaz.
En iyi çocuk, mutsuz çocuktur,
istenmeyen çocuktur. Korunmasız olacağı için bulduğu işe, düşük de olsa sımsıkı
sarılacak, cemaatlere bağlanacaktır. Yoksul büyüdüğü, pek çok istediği olmadığı
için fakirlikten rahatsız olmayacaktır. Kürtaja karşı olmalarının temelinde de
bu var. İstenmeyen çocuk doğsun, mutsuz bir çocukluk geçirsin, sonra da ucuz
işçilik olsun istiyorlar. Garip bir belgesel izlemiştim. Belgeselci, Amerika’da
tüm eyaletlerde kürtajı serbest olasından yaklaşık yirmi yıl sonra suç
oranlarının ani düşmesini, kürtajın serbestliğine bağlıyordu. Bunu da kürtaj
özgürlüğünü daha önce vermiş eyaletlerle kıyaslayarak yapıyordu. Ona göre
kürtajla istenmeyen çocuklar azalınca, 15-20 sonra suç oranları azalıyordu. Ülkemizde
de politikacılar, tecavüz çocuklarına devlet bakar diyor. Tecavüz ya a iğfalden
doğmuş gayrı meşru, babası belirsiz çocuklar, mafya başta olmak üzere
harcanacak insan isteyenler için ne bulunmaz nimettir? Bu sebeple bazı politikacılar, tecavüz
çocukları doğsun, devlet bakar demekte. Bunu on sene önce kimse demezdi. Nüfus artsın
diye tecavüz çocuklarından umut edilmekte.
Amaç ucuz işçilik. Bunu ben değil,
Türkiye’nin devlet televizyonu TRT söylüyor. TRT belgeseli izliyorum, konu
nüfus. Metin yazarı kim, bilmiyorum, sunucu kadın, ucuz işçilik deyip, duruyor. Kim çocuğu ucuz işçi olsun ister? Devlet,
yaslandığı büyük sermaye sahipleri için istiyor. Aileler ne istiyor, çocuklar
nasıl büyüyecek, umursamıyorlar. Tek dertleri nüfus azalmasın, işçilik
ucuzlamasın.
Bence artık çok geç. Dünya nüfusu her ne kadar şu anda artıyor gibi
olsa da, bunu sebebi geçmiş yıllarda doğmuş olan nüfusun, kendini idare edecek
kadar doğurması, ömrün uzaması. Nüfus belirgin bir şekilde yaşlanıyor. Şu yıllarda
doğum oranları halen yüksek olan tek bölge, Sahra Güneyi Afrika’sı. Orası kapitalist yaşam tarzının, kapitalist
zevklerin her yere girmediği tek bölge. Kariyer arzusu, lüks tatil yok, kakao
ekmelerine rağmen çikolatayı bilmiyorlar. Bu bölge de doğan çocukların yaşama şansı az.
Ortalama ömür de düşük. AIDS başta olmak
üzere salgın hastalıklar, iç savaşlar ve fakirlik, doğan yavruların yaşam
şansını azaltıyor. İç savaşların son bulunduğu, aşılamanın ve karantinanın
uygulandığı ülkelerde nüfus patlaması bekleniyor. Bence oralarda da nüfus istatistikleri her an
bir çocuk kaydırağı görüntüsü çıkarabilir. Bu sadece zaman meselesi.
Sebebi de, kapitalizmin bize sunduğu
onlarca zevkten, çocuk büyütmeye gelmiyor. Bize sunulan onlarca kariyer
hedefinden, sıra ana-baba olmaya gelmiyor.