29 Nisan 2019 Pazartesi

31 MART SEÇİMİ VE SOSYAL MEDYA DÖNEMİ

31 Mart Seçimi ve Sosyal Medya Dönemi
İktidar partisi ve bloku bu seçimde yenilmek bir yana, hezimet almıştır. Zira iktidar partisi ve blogu, on sıfır önde olduğu maçı, bir sıfır yenik bitirmiştir.
Hiç öyle uzun uzun iktidar şu hatayı yaptı, muhalefet bu doğruyu yaptı yorumları kasmayacağım. Önce bu seçimin neden yenilgiden öte hezimet olduğunu anlatacağım, sonra sosyal medyanın seçimlere etkisini anlatacağım.
Bir kere yerel yönetim seçimlerine iktidar partileri, özellikle taşrada beş sıfır, tek başına iktidar partisi on sıfır önde başlar. Taşralılar, belediyemiz iktidar partisinden olsun da, hem belediyeye Kalkınma bakanlığından (eskiden İller Bankası) çok gelsin, hem de iktidar partisine yüksek oy çıkmış ildeniz diye torpilimiz sağlam olsun düşüncesi vardır.
CHP'nin Zonguldak ve Giresun'u kaybetmesinin en başta açıklaması budur. Gene bu açıdan baktığımızda Bolu, Artvin, Kırşehir ve Ardahan gibi küçük yerleri kaybetmiş olması, İstanbul, Ankara, Antalya ve Mersin gibi yerleri kaybetmesinden daha büyük bir sorundur.
İstanbul'u kaybetmek, hele ki Beyoğlu'nu kaybetmek ise, tehlike çanlarının çaldığının göstergesidir. Yıllar önce, 1995 seçimlerinde annem, (Refah partisi) Beyoğlu'nda kazanmışsa, Türkiye'nin her yerinde kazanmıştır demişti. Sonrası malum sonuçlar ve günümüz durumu.
Türkiye'de siyasette değişim daima İstanbul'dan başlamıştır.
Kaybın büyük olmasının diğer sebebi de iktidar medyasının olanca gücüyle muhalefete saldırıya geçmesidir. 
Aslında tek parti iktidarı olarak ve bu kadar medya gücü ile AKP, Çankaya ve İzmir'i bile almalıydı.
Buradan da asıl konumuza geliyoruz.
Türkiye'de klasik medya, zaten azalan gücünü, tek yanlı yayımları ile azaltmış, bu tavrını devam ettirerek daha da azaltmaktadır.
Sosyal medya ve intetnet ortamları ise artık kişiyi ve toplumu o kadar kolay yönlendiremiyorsunuz. En azından televizyona göre. Herkes kendi siyasi görüşünün gruplarında takılıyor. En azından Türkiye'de şu an böyle. Televizyonda kitleler, aynı şeyi, aynı anda izliyor, özellikle tek kanal dönemi TRT'sinde durum buydu.
Modern medya kurumlarının hemen her ülkede iki buçuk patronu vardır. İki nesil üst üste medya patronluğu yapanlar ise çok azdır. Güç dengeleri değişince, yayımcılar da değişir. Yeni gazete ve televizyon kanallarının büyümemesi için de her türlü kumpas kurulur.
şehriban coşkunfırat ile ilgili görsel sonucu
Bunu 1999 Şehriban Coşkunfırat cinayeti ve sonrasında olanlardan anlayabiliriz. Bu cinayet bahan edilerek önce rock ve metal müzik, sonra da o dönemde henüz yeni doğmuş olan fotokopi dergiciliğine saldırıldı. Özellikle İstanbul'a Akma pasajı ve civarında gelişen, fotokopi ile çoğalan dergiler, pasajın basılması ve sonrasında yoğun medya propagandası ile silindi, gitti.
Aslında orada hedef satanizm ya da rock-metal müzik falan değil. Daha çekirdek halinde olan bu fotokopi medyasıydı.
Daha emeklemeden öldürülen bu medya, zamanla gelişerek önemli bir muhalefet olabilirdi ama merkez medya ve iktidar erkenden fark edip, doğmadan öldürdü.
Şu anda da sosyal medya, geleneksel medyayı, merkez medyadan başlayarak öldürmeye başlıyor.  Aslında geleneksel merkez medyanın intiharına yardım ediyor.
telegram ile ilgili görsel sonucu
Bu seçimde iktidar partisi yanlıları da televizyondan kopmaya başlamıştı. Bunu iktidar partisi son günlerinde anladı. Neredeyse son anda youtube ve benzeri bir kaç  ortama reklam verdi. Facebook ve twitter, muhtemelen Cambirdge Analiz skandalının  izlerinin korkusundan olacak, reklamları yayınlamak istemedi.
Seçimden sonra ise İstanbul büyükşehir belediyesinde mazbatayı vermek istemedi ve klasik medyayı kullanıp, seçimi kazanan partiye saldırmak istedi.
Saldırdı da,  ama başarılı olamadı. Olsaydı, mazbatayı vermek zorunda kalmazdı.
Seçim, tek başına (olamayan, zira ortağı MHP var) iktidar için hezimet gibi hezimettir. Bunu yorumu bambaşka bir yazının konusudur. İktidar yanlısı medyanın hezimeti ise, bundan çok daha büyüktür. Onlar artık iktidarın propaganda silahı değil,  iktidar sermayesine yüktür.
Şu anda halen herkes, özellikle de iktidar yanlıları, büyük ölçüde seçimlerin şoku içindedir. Bir kaç hafta sonra şok atlatıldıktan sonra, iktidar cephesinden ilk kavgalar, kovmalar ve kopuşlar olacaktır.
Önümüzdeki yıl bu günlerde, pek çok gazete, dergi, televizyon ve radyo kanalının kapandığını duyacağız veya sonradan birdenbire tesadüfen kapandığını öğreneceğiz.
Çağımız, sosyal medya çağıdır. Nasıl ki, radyo, basının, televizyon da radyonun önüne geçtiyse, sosyal medya da artık diğer tüm sosyal medya araçlarının önüne geçmiştir. Teknolojinin önünde durulmaz.
Bundan sonra reklamcıların ve politikacıların birinci ilgi alanı sosyal medyadır. Bunun için sosyal medya araçları çoğalmalı ve çeşitlendirilmelidir. Rusların vk.com, ok.ru veya Çin'in weibo'su gibi ulusal sosyal medya siteleri de geliştirilmelidir.

22 Nisan 2019 Pazartesi

TEMA İHANETİ

Tema Ä°haneti
Doksanlardan beri çok şey değişti. O dönemin ünlü olan bazı kurumlarını unutmuş gibiyiz. Bunlardan biri de TEMA'ydı. Erozyon dede diye bilinen Hayrettin Karaca, o yıllarda pop şarkıcıları kadar ünlüydü.
Tema'ya göre ülkeyi acele ormanlaştırmak gerekliydi, yoksa Türkiye, elli seneye kadar çöl olacaktı. Bayırlar taraçalandırılmalı, ağaç dikilmeliydi.
Vakıf  (Şimdilerde o kadar sessiz ki, bu kurumun vakıf olduğunu bile bilmeyenler olabilir), arazileri taraçalandırıyor, otlak ve meraları ıslah ediyordu. Arazileri suluyor ve yeni ot türleri ekiyordu.
Vakıf herkese çevre konusunda sataşıyordu, Koç holding hariç.
hayrettin karaca ile ilgili görsel sonucuErozyon dedemiz Hayrettin Karaca, bir kere bizim üniversiteye de konferans için gelmişti. Konferanstan sonra ben de ona bu Koç üniversitesi meselesini sormuştum. Cevap  vermek yerine beni dümdüz azarlamıştı.
Oysa Koç üniversitesi, İstanbul'un kuzey ormanlarına vurulan ilk hançerdi. O ormanlara önce üniversite için dokunuldu, şimdi de üçüncü hava alanı yapıldı. Kuzey ormanlarına bir sürü üniversite ve üniversite çevresine de önce villa dedikleri müstakil evler,  apartmanlar yapılmaya başlandı.
Ardından da  erozyon dedemizin o çok övündüğü mera yasası geldi.
Mera yasası ise tam bir felaketti. Düpedüz yeşil alan katliamını, üç kuruşluk ot parası ile serbest bırakılmasını sağlamaktan başka bir şey değildi. Önceden çivi çakılmayan meralar, ithal saman parası ile işgal edilmeye başlandı.
koç üniversitesi ile ilgili görsel sonucuÖnce villa, müstakil ev, sonra turistlik tesis derken, hayvan otlatılacak mera sayısı azalınca, Türkiye ciddi anlamda saman ithal eden bir ülke oldu.
Vakıf, pek çok çevre düşmanı fikri, bir çevre düşüncesiymiş gibi aktarmayı çok iyi biliyordu. Örneğin Akdeniz ikliminin doğal bitki örtüsü makiliğe kara çalı dedi. Makilik alanlara, kolayca yanacak ve gölgesinde pek az ot bitecek olan çam ağaçları ekti. Çamların gölgesi de, makileri kuruttu. O çamlar da, daha büyümeden en ufak ateşte cayır cayır yanarak, otellere alan açtı.
Tema, çevreyi yağmalayan kanun ve uygulamaların önünü açtıktan sonra, ustalıkla görünmez olarak, kendisini yok etti. Önce halen yaşadığını bu yazı için araştırma yaparken öğrendiğim (97 yaşında) erozyon dedemiz Hayrettin Karaca yaşlılık bahanesi ile ortalıktan kaybolup, kendisini unutturdu.
Ardından da anlı şanlı vakfımız, bir yerlere ağaç dikmeyi, taraçalandırmayı  bıraktı ve giderek görünmez olmayı, ortadan kaybolmayı tercih etti.
O kadar görünmez oldu ki, milyonlarca insan Gezi parkındaki ağaçlar için ayağa kalktığında ortada gözükmedi. Sadece Gezi Parkı değil, ülkenin her yerinde köylüler ve halk,  ormanlarını, tarlalarını, meralarını; inşaat şirketleri, taş ve maden ocakları, barajlar ve pek çok şeye karşı savunurken ortada görünmedi.
Ben de bu vakfı neredeyse unutmuştum. Erozyon dedeyi ölü, Tema'yı da kapandı, gitti diye biliyordum.
Geçen dönem, tam da dönemin ortasında, ilçedeki başka bir liseden hepi topu dört saat ders için teklif aldım ve kabul ettim. 2. dönem de oraya yeni bir öğretmen atanınca, dersleri bıraktım.
O okulda da bolca Tema broşürü ve afişi gördüm. Meğer oradaki öğretmen arkadaşlardan biri vakfın gönüllüsüymüş.
Vakıf şimdilerde gençlere toprak işleme eğitimi veriyor ve bunun için de bağış dileniyormuş.
Tema sayesinde işlenecek toprak kalmadığını da söylemiyor tabi.

8 Nisan 2019 Pazartesi

ROMA FİLMİ


roma filmi ile ilgili görsel sonucuNetflix'in son dönemin meşhur filmi Roma üzerine bir  şeyleri geç olmadan yazmam gerektiğini hissettim. Ayrıca şimdilerde spolyer denen şeyden vereceğim. İçeriğinden de bahsedeceğim.
En baştan söyleyeyim, bu filmin benim açıdan tek önemi, filmdeki kontrgerilla tiplemesi. Daha ilk başta, bu karakter , andan doğma,penisini sallaya sallaya, elinde sopa sallayarak, karate yaparken, aynı Ülkücülere gibi yüz hali var demiştim kendi kendime.
Sonra kitlesel bir karate sahnesi vardı. Benzer bir sahne, Okan Bayülgen'in baş rolünü oynadığı, 1997 yapımı Ağır Roman filminde de vardı.  Filmdeki kötü karakter REİS, böylesi bir toplu karate antrenmanı yapılan bir yeri ziyaret ediyordu. Ülkücü komando kampları da birbirine benziyor demek ki.
Bu şahıs solcu bir göstericiyi vurunca da iyice emin oluyoruz. Ülkü ocakları Meksika'da da kurulmuş. Daha doğrusu benzer paramiliter sağ örgütler, Amerika'nın tüm müttefiklerinde kurulmuştu.
ağır roman filmi ile ilgili görsel sonucuMalum, Meksika için Allah'a uzak, Amerika'ya (birleşik devletleri) yakın memleket derler. Bu ülke Küba'ya da yakındır ve tüm Latin Amerika gibi sola meyillidir. Bu ülkeyi de boş bırakacak değildir elbet.

Ha, bir de; Alparslan Türkeş gibi bir CIA-NATO ajanına da Başbuğ deyip, kutsayanlar, kafasızdır o kadar.
Bunun dışında film, vıcık vıcık bir burjuva kadını ve hizmetçisi trajedisi. İki hizmetçisi, iki çocuğu ve cerrah doktor olan kocası ile gül gibi geçinip, gidiyor. Aslında bir biyokimyacı ve kocası ile hastanede tanışmış. Zengin kocayı bulunca da,  kim çekecek hastanenin kahrını deyip, öğretmenlik yapmaya başlamış.

Kocası ile mutlu iken kıl aldırmıyor ve hizmetçilerle pek muhatap olmuyor. Kocası genç bir kız için kendisini terk edince,  hizmetçisi ile kadınların kaderi yalnızlıktır diye ağlaşıyor.
gladyo ile ilgili görsel sonucuAklıma bu sene duyduğum bir fıkra geldi. Ankara'da merkezi ve büyük bir okulda, kadın öğretmenler, kendi aralarında kocaları ile övünüyormuş. Benim kocam başhekim, benim kocam vali, benim kocam yargıtay üyesi, benim kocam general, falan da filan. Bir tanesinin de kocası öğretmenmiş.  O da demiş ki;
-Benim kocam da zümre başkanı.
Geriye de 1972 Meksika'sının zemininde kendi yaşamları kalıyor. Mesela bir yerde köylüler toprak işgal ediyor, toprak ağalarının  (orada kökleri İspanya'ya dayanan  aristokratlar) tazılarını falan zehirliyor, ekinlerini falan yakıyor. Onlar da köşklerinde korku ile bekliyorlar falan.

Sonuç itibarı ile  bu Ülkücülerin Nato ve Gladdyo yapılanması olduğunun bana göre ispatından başka bir önemi olmayan, az biraz sıkıcı ve yarım dakika bile sürmeyen penis görüntüsü ile vurulan solcu eylemci görüntüsü yüzünden de aile filmi olmayan bir film.

29 Mart 2019 Cuma

AZİZ NESİNLİK BİR OLAY

Bürokrasiden Kaçan DomuzlarBazı insanların yeri kolay doldurulmuyor, bazı işleri o insanlar kadar mükemmel yapacak insanlar ortaya kolay çıkmıyor. Bir de bu işlerin yapılması için uygun ortam olmalıdır. Örneğin, iyi piyanist yetişmesi için o çocuğun çevresinde birileri piyano çalmayı sevmelidir, o çocuk piyanoya ulaşmalıdır.
Yazarlıkta öyledir. Bu yeri kolay dolmayan insanlardan birisi de Aziz Nesin’dir. Ülkemizde pek çok mizah yazarı var ancak ben hiç birinden Aziz Nesin’den aldığım tadı alamıyorum. Onun hikayelerini yazabilmek için iyi bir yazar olmak yetmez, Türkiye’de yaşamak gerekir. Gene Aziz Nesin’e ait bir hikayede, Türkiye’ye gelen bir yabancı hararetle Aziz Nesin’i arar, onunla ağzı kulaklarında konuşur, onun yazarlığını över. Sonra Türkiye’de yaşadıkça ustayı övmez olur, sonra da sıradan biri gibi davranır. Usta, sebebini sorar, o da cevap verir:
-Ben bu hikayeleri, sizin olağanüstü hayalgücünüzün eseri sanıyordum, meğer siz şahit olduğunuz olayları yazıyormuşsunuz.

Bence şahit olmak yetmez, düzgünce de yazmak gerekir.

Bu hikaye tamamen gerçek ve ben bakalım usta kadar iyi yazacak mıyım?
Şimdi ben, Milli Parklar Genel Müdürlüğünde memurum. Ankara’da genel merkezde. Ben, elimden geldiğince bu parkları yağmalamaya çalışan, hayvanlarını, bitkilerini yok etmeye çalışanlarla mücadele ederim. Milli parkların geniş arazi varlığı vardır, pek çoğu birinci dereceden koruma, yani sit alanıdır. Turistlik tesis yapmaya, maden çıkarmaya, taş ocağı açmaya pek çok kişi vardır. Bir de avcılar. Av denen zevki zerre anlamam. Bu küçük bir çocuğu dövme, yada kasabın koyun, sığır kesmesi gibi bir şeydir benim için. O hayvan benden akıllı ve zeki değil, benim kadar donanımlı da değil. Adamlar dürbünlü tüfekle, helikopterle hayvan avlıyor. O kadar uğraşana kadar al tüfeğini, sokak köpeği vur. Hoş, av sporu,av turizmi diye çırpınan adamlar, evlerinin önünde bir kedi yada köpek ezilse, kıyameti koparır.
Bir de mevzunun karşı cephesi var. Koyunları parçalayan kurtlar, kümeslere dadanan tilkiler, gelincikler, sansarlar ve benzeri.

En beteri domuzla.

Bence domuzlar, farenin devasa boyutta olanıdır. Genetik bilimi yada hayvan biyolojisi ne derse desin, benim gözümde domuzlar, devasa farelerdir. Fareler gibi çok doğurur, dayanıklı olduğu için aşırı ürer ve fareler gibi ne bulursa yer. Kendi dışkısını yemesi bir yana, başka hayvan dışkılarını, otu, eti, leşi, odunu, metali, ne bulursa onu yer. Ayağının altına gelen faresi, gene ayağıyla tutar ve yer.
Bu oburluğuyla beraberi bu hayvanlarda gurmelikte vardır. Yiyeceğin hasından anlar. Nişastalı besinlere bayılır. Mısır ve patatese çok düşkündür. Aslında ekili alanları tahrip etmeye bayılır. Bostan ürünleriyle de arası iyidir. Fasulye, kavun, karpuz sevdikleri arasındadır. Meyvelerden en fazla elmayı sever. Ağaca sürtüne sürtüne meyveyi düşürür. Sürtünmesi birazda parazit dolu sırtını kaşımasıdır. Bu kaşınma huyu yüzünden çam fidanlarını kırar. Birde özellikle toprak maltına yetişen mantarlar var. Toprağı burunlarıyla eşeleyip, metreler altındaki mantarları yer. En fazla domalan mantar denen mantarı yer. Fransızlar, bu mantarı pek bir sever, domuzlarla aramaya gidermiş. Bir ara Türk sosyetesinde de moda oldu, unutuldu.

Yiğidi öldür, hakkını yeme derler ya, bu domuzların faydası da yok değildir.

Bir kere bir çeşit, çöp öğütme makinesidirler. Köylerde ve ilçelerde, domuzlar sayesinde çöp birikmez, çöp dağları hiç olmaz. Mantar için toprağı eşelemeleri, toprağı sürmeleridir. Yedikleri tohumları, sindirmeden vücutlarından atması, ormanda ağaç ve diğer bitkilerin çoğalmasını sağlar. Hatta geniş ormanlar, domuzların eseridir.
Bu sebepten, bir milli parkta domuz avı yapılacaksa, burada domuz sayısı, normalden fazla olmuş olmalıdır. Geçenlerde Tunceli’den bir yazı geldi. Munzur vadisinde domuzlar, köylülerin tarlalarına dadanıyormuş, sürek avı için izin istediler. Bu milli park için bakanlığımızın öngördüğü domuz populasyonu yüz ellidir. Ben de cevaben bölgede yabani hayvan sayısının öğrenilmesini istedim.

Bekledim, bekledim, yazı gelmedi.

Ben de hatırlatma yazısı yazdım. Gelen yazıda hayvanları saydıklarını söylüyorlardı. Hayvan sayısı tam yüz kırk dokuzmuş. Hay maşallah. Tam sınırda ve artarsa av gerekli. Usulen üç ay sonra gene sordum, domuzların sayısını. Gene saydılar ve yüz yirmi dokuz dediler.
Hayda, bu hayvanlar arasında salgın olmasın. Belki de kaçak avcılar avlamıştır. Sebebini sordum. Hayvanlar, komşu il olan Erzincan ‘a kaçmış. Ben de Erzincan Orman işletmeyi aradım. Hayvanlara ne oldu diye. Bir kere yola çıkmışken, hızlarını alamamışlar, Erzurum’a gitmişler. Erzurum’a yazı yazdım, hayvanlar Kars’a girmiş.
Hey maşallah. Erzurum, en büyük yüz ölçümlü illerimizden birsidir. Erzincan’dan Kars’a üç yüz kilometreden fazla mesafe vardır. Benim hesabıma göre, bu hayvanlar, yaklaşık on beş ila, on dokuz gün arasındaki zaman diliminde bu mesafeyi aşmışlar. Üstelik fazlasıyla dağlıktır bu arazi ve bu olay şiddetli Erzurum kışında olmuştur. Meşhur Sarıkamış faciasına sebep olan Allahu Ekber dağları dahil, bazıları üç bin metreden yüksek onlarca dağı aşmışlar. Vah garipler.
Yok, ben bu işi tamam edeceğim. Tahmin ettiniz, Kars’la da yazıştım gelen cevap müthiş! Bu hayvanlar sınır geçip, komşumuz Ermenistan’a gitmişler.
Ben de domuz olsam, onlar gibi yapardım, böyle kötü bürokrasili bir ülkede yaşayacağıma, yüzlerce kilometre yürüyüp, bir komşu ülkeye iltica ederdim.

22 Mart 2019 Cuma

CİN HURAFESİ SİNEMASINA KARŞI

Cin Hurafesi Sinemasına Karşı
İslam'ın varlığını kabul ettiği metafizik varlık olan cinler, pek çok safsataya konu olmuştur. Özellikle de psikiyatrik hastalıklar hep cinlere mal edilmiştir.
Türk insanı Allah'tan, cehennem korkusundan daha fazla, cinlerden korkar. Bu hacı-hoca tayfası da en fazla cinlerden para kazanır. Bu sebeple de ağızlarından cin lafı düşmez.
Cinlerle ilgili bilgiler de hep değişir. Bir derler cin çarpması seyahat eden cinlerin çarpmasıdır, bir derler cin yeli denen cin nefesinin insana çarpmasıdır.
cin korku filmi ile ilgili görsel sonucuCinlerin de Müslümanı var derler ama nedense insanlar Müslümanına denk gelmez, demek ki Müslüman olanlar insanlara bulaşmaz. Nedense Müslüman olmayanlar da, çarpmak ya da bulaşmak için Müslüman insanları seçmektedir.
Türk halkının cinlere zaafını hacı-hocalardan sonra, Bulvar ve Tan gazeteleri ve medya keşfetti. Cinlerle ilgili yazı dizilerinin ve haberlerin tiraj getirdiğini keşfettiler ve çıplak kadınlar kadar cin haberleri-bilgileri de bu gazetelerin sermayesi oldu.
Ardından Sabah başta olmak üzere pek çok ilkesiz gazete de tiraj için cin haberi yayınladı. Özel televizyonlar da Sadettin Teksoy başta olmak üzere cin haberi yapmaya devam etti.
tan gazetesi ile ilgili görsel sonucuSon mevcut iktidarımızla beraber, televizyonlarda cin programları gırla gider oldu. Sonra bu sinema filmlerine sıçradı.
Türk sinemasında yıllardır aynı korku filmi senaryosu dolaşıyor. Herkese sırayla cin çarpıyor. Zaten film bir süre sonra hep karanlıkta geçiyor ve bol bol çığlık duyuyoruz, özellikle kadın çığlığı.
 Film için görsel veya ses efekti yapmak yerine, çığlıkla korkutmaya çalışıyor.
Bir de kızlar veya kızlardan başrol oynayanı yerde debeleniyor (tabi çığlıklar eşliğinde) ve biz anlıyoruz ki, kızcağıza tecavüz ediyorlar.
Ha, bir de görünmez bir el kızcağızın külotunu çıkarıyor bazen.
Bir de bu filmlerin başında GERÇEK OLAYLARDAN ESİNLENMİŞTİR  diye yazarlar. Bu iddialarına destek olsun diye be gazete kupürlerini gösterirler. Çoğu kez hangi gazete olduğunu göremezsiniz, zira o gazete muhtemelen seksenli, doksanlı yılların Tan ve Bulvar gazeteleridir.
Yeni nesli, yani liseliler falan bilmese de, muhtemelen bu gazetelerin adlarını bilenler gülecektir.
Şimdi bu gazetelerin o zamanlar işkemebe-i kübra'dan haber sallamak için özel yöntemleri vardı. O yıllarda gazete ve dergilerin bayi kar marjı %4' dü. Uzan ailesi Star gazetesi ve dergi grubunu kurduktan sonra rekabetler % '20'lere çıktı. Biraz da bu yüzden, her yerde gazete ve dergi satılmazdı. 1980'de kırk milyon civarı lan Türkiye nüfusu 1990'da almış milyona çıkmıştı ama ülkenin en çok satan on-on beş gazetesinin tirajı bir buçuk milyona sabitlenmişti, artmıyordu.
Doksanlarda kupon furyasıyla biraz arttı ya da artar gibi oldu.
İşte o yıllarda Bulvar ve Tan gazeteleri (Her ne kadar rakip iki patrona ait de olsalar aralarında  zerre rekabet yoktu. bulvar gazetesi, sağın bayraktarlığını yapan Tercüman gazetesinin sahibi Kemal Ilıcak'a -hani darbeden tutuklanana Nazlı'nın kocası-aitti. Bir de itiraf, ergenliğimde ben de alırdım bu gazeteleri.), bu gazetelerin satılmayacağı, satılsa da alan gençlerin o yöre yerlilerine soru soramayacağını bildikleri köylerin adlarını haritadan bulur, arşivden de uydurma bir fotoğrafla haber yaparlardı.
bulvar gazetesi ile ilgili görsel sonucuMesela Balıkesir ili, Manyas ilçesi, Ören köyü, Erzurum ili, Çat ilçesi, Öbekören köyü veya Trabzon ili Sürmene ilçesi, Yeniören köyü gibi. Benim Google'dan bulduğum gibi onlar da haritadan, kitaplardan köy adı bulur, sonra haber sallarlardı.
Seksenler ve doksanlarda Sabah'da cinlerle ilgili yazı dizisi ve haber işine girdi. Çünkü illa tiraj getiriyordu böyle haberler.
Ardından da televizyonlar girdi cin işine.
Hatta iş, cinlere karşı faşizan tavra döndü.
Nasıl ki artık Kızılbaş yerine Alevi, Çingene yerine Roman, Lapon yerine Sami, Zenci yerine Siyahi diyorsak; cin yerine de üç harfliler demeye başladık.
Cinlerin varlığına inanmıyorum, daha doğrusu var mı, yok mu bilmiyorum. Varsalar bile, öyle kadınların tüm, taşralıların çoğu psikiyatrik sorununda sorumlu değildir ve her haltı karıştırmış değillerdir.
Kaldı ki Kur'an da genel anlamda siz onlara bulaşmadıkça, sizden uzak duracak bir cin taifesinden bahseder. Öyle duvar diplerinde avını bekleyen serserileri tarif etmez.
Şimdi hurafelere karşı yeniden savaşımız başlamalıdır. Son on beş, yirmi yıldır hurafecilik cinler üzerinden yürüyor.
Gişe bile yapmayan korku filmlerinin temel amacı insanlara bu hurafelere yakınlaştırmak, insanları daha da korkak yapmaktır.
Buna karşı yapılabilecek ilk mücadele, bu cin konusunu espri haline getirmek. Sinemacı olsam BEŞ HARFLİLER diye komedi filmi yapardım. Filmde cinler, zorla büyü yaptırıldıkları, evlendikleri insanlara karşı mücadelelerini anlatırdım.
Sinemacı değilsek bile bu hurafelerle savaşmalıyız.