10 Nisan 2021 Cumartesi

MARTİN EDEN VE SINIF ATLAYAMAMAK



 DEĞİŞİM

Ince uzun bir hayvan,/ çarpıyor çarpıyor çarpıyordu kendini taslara, canımı sıkılıyor canim çekişiyordu yoksa? yok efendim dedi yanımdaki adam, gömlek değiştiriyor yılan bu hallerden anlarız dedi az çok, bizde sınıf değiştirmiştik bir zaman: (Can Yücel)

Bu şiirden de anlaşılacağı gibi sınıf değiştirmek zor iştir. Ortalıkta bir sürü aslınca Can Yücel'e ait olmayan Can Yücel şiiri dolaşırken, bu şiirin pek bilinmemesi de bahtsızlıktır.

Şiirde de anlatıldığı gibi, sınıf atlamak zor iştir. Sadece para kazanmanız yetmez, o sınıfın alışkanlıklarını da öğrenmeniz gerekir. Alt sınıf insanlar, sürekli bir sınıf atlama çabasındadır. Pek çok kere bu çabasında başarısız olur, bazen de pişman olur.

Amerikalı biri ile tanışsam, Jack London'ı neden sevmediklerini soracağım. Konu London'ın sosyalistliği ise halk olarak Dalton Trumbo ve senatör Mc Carty'in kara listesindeki senaristleri çok seviyorlar. Oysa kendi yaptıkları en geniş Amerikan edebiyatı analojilerinde bile London'ın adı geçmez ya da pek az geçer.

Romanda pek çok öğe, London'ın kendi hayatından kesitler içerir. Oda Martin Eden gibi alt sınıftan birisiyken, yazarlıkla şöhret olmuş, on un da ölümünün intihar olduğu düşünülmektedir. Romanda Martin Eden'ın sevgilisi Ruth Morse, aslında London'ın ilk aşkı Mabel Applegarth'dır. London'da, Martin Eden gibi işçi sınıfının bir bireyiyken, yazar olarak ünlenmiş, bunun için çok uğraşmış ve sonunda başarmıştır ama ne pahasına?

Hani bir söz vardır, paran yokken sen insanları tanırsın, paran varsa insanlar seni diye. Hah, aslında paran olunca da insanları tanırsınız. Romanın sonunda da böyle bir bölüm var.

Bence Z kuşağı denen günümüz gençlerinin okuması gereken bir roman. Çünkü bu nesil için, eğitim alarak sınıf atlamak çok zor, hatta imkansız gibi. İş bulmanın zorluğu bir yana, mavi yakalı pek çok işçi, beyaz yakalı pek çok işçiden daha fazla kazanıyor. Beyaz yakalılar, staj, tecrübe kazandırma ve benzeri bahaneler ile daha çok sömürülüyor, Şimdi de buna evden çalışma eklendi.

Kitap, ilginç bir şekilde insanı, sınıf atlamaya çabalamaktan vazgeçirmese de isteksizleştiriyor. Roman kahramanı okula gitmiyor, onun yerine daha iyi bir yazar olmak için okuyarak, tiyatroya giderek kendisini geliştirmeye çabalıyor. Elit sınıfın mesleği olan yazarlar arasına giriyor ama ne pahasına.

4 Nisan 2021 Pazar

SUÇLULUK DUYGUSUYLA İNSANLARI YÖNETMEK 2- DİN



 Dinde daha önce de gözyaşı cihadı diye anlattığım olguyu, daha geniş çaplı açıklamaya çalışacağım. ( https://onbinkitap.blogspot.com/2018/06/aglama-cihad-bu-deyime-ilk-defa-nevsin.html )Ağlama da, insana suçluluk duygusu yükleme yollarından biri ve en garantili olanıdır. Duyar kasan ya da suç yüklemesi yapan kişi, bunu çoğu kez ağlayarak destekler. Bunu en fazla din adamları yapar, siyasilerden daha fazla yaparlar.

Bunu hemen hemen her din yapıyor. Mesela Buda, gut hastalığından ölmüş. Her heykelinde özellikle göbekli olarak gösterilir. Kendisi aydınlanma yolunda rahatından ve zevklerinden hiç ödün vermemiştir. Buna rağmen çilekeş, inzivada sadece yağsız pirinç pilavı ve baklagillerle beslenmekte. Buda hiç bir din yada ırk  mensuplarına düşman değilken, Myanmar'da Budistler Müslüman düşmanlığı yapmakta.

Dinde, din adamlarının sözde dünyadan uzak, yoksul yaşamları bana Breaking Bad dizisindeki Gustavo adlı mafya babasının sözde mütevazı ve hayırsever yaşamını aklına getiriyor. Türkiye'de her tarikatın arkasında bir kaç holding var ama sorsan Allah rızası için çabalamaktadırlar. Holdinglerin yönetim kurulu üyeleri, bayram namazlarını şeyhlerinin tripleks villalarında kılıyor. Tarikatlar, Afrika'da bir yerlerde su kuyusu açmak için halktan dünyanın parasını toplarlar ama, kendileri ile aynı sokaktaki  evsizler ya da sokak çocukları için hiç bir şey yapmazlar.

Dinlerdeki suçluluk duygusu, önce kendilerine inanmayanlara karşı tavırları ile başlıyor. Bu tavır da, inanmıyorsan saygı duy saçmalığı. ( https://onbinkitap.blogspot.com/2020/12/inamiyorsan-saygi-duy-ben-sana-duymasam.html ) Burada kendileri başkalarının inanç ve arzularına karşı daima bir saygısızlık içindedirler, hele o başkaları azınlıksa. Kendileri çok eşliliklerine, küçücük kız çocukları ile evliliklerine, hoparlörün sesini sonuna kadar açtıkları ezanlarına saygı isterler. Oysa başkalarını  bu mantıksız inançlarına inanmamalarına, arada bir eğlenmelerine karşı zerre kadar saygı göstermezler. Bir de şu var ki, toplumu suçluluk duygusu ile yönetmeye çabalayanların arzuladıkları saygının sınırı yoktur. Ezan okunurken ayak ayak üstüne atmamakla, paraya dokunmamakla başlıyor. Sonra tüm Ramazan yemek yememizi istemekle devam ediyor. Kendileri eğlence mekanlarında tebliği diyerek başkalarına rahatsız etmeyi kendilerine görev biliyor. Üstelik bunu da AVM'lerde yapamıyorlar çünkü AVM'lerde tarikat holdinglerinin de payı var. Bir ara gündüz kuşağındaki yiyecek reklamları ile uğraşıyorlardı, tarikatlarında televizyon kanalları olunca, ondan da vazgeçtiler.

Bu inanmıyorsan saygı duy tavrında da bir, Bakara-Makara durumu var. ( https://onbinkitap.blogspot.com/2020/10/bakara-makara.html ) Mesela üniversitede oruç tutmayanları döven reislerin pek çoğu ramazanda sigara içmeyi bile bırakmaz. Milletin başında oruç oruç diye öten softaların pek çoğu da obezdir. Bence yüz elli kilo ya da boyuna göre obez biri din konusunda, hele de İslam konusunda hiç konuşmamalı. Obez biri olarak, bir ay ya da üç ay boyunca, hakkını vererek oruç tuttuğunu nasıl iddia edebilirsin? Babamın dükkanında oruç yiyen Sünni müşterilerinden bahsetmiştim. Bir de orucu tembelliğe, uykuya tutanlar var. Bunlar olmasa bile, bu kadar obez olmuş birinin tuttuğu orucun da bir kıymeti yoktur. (Şeker veya benzeri bir hastalık da buna dahildir, yani bence)

Namaz konusunda ortalıkta şov yapanlar, normalde pek çok namazı çok kolay kazaya bırakırlar, cuma namazlarında da, farzdan hemen sonra kaçarlar. Alevi olduğumu öğrendikten sonra namaza, sırf beni de çağırmış olmak için başlayanları biliyorum. Amaçları da bana havalarını atmak ya da beni çağırarak kendi suçluluk duygularını aşılamak.

Din de, önce dine saygıya davet ediyor. Sonra dindarlıkla sınıyor seni ve dindarlığın sonu yok, şimdiki gençlerin deyimiyle bir üst level'a, ya da bir üst seviyeye davet ediyor. Ramazan orucu yetmiyor, üç aylar, beş vakit yetmiyor, sünnet olarak yedi vakit namaz kılınıyor. Sadece iki rekat olmasına rağmen çok uzun süren tesbih namazı, ikindiden sonra kılınan kışluk namazı gibi değişik namazlar var. Dinin bu istekleri bitmiyor ve kişi bir noktadan sonra eski hayatına veya ona benzer bir hayata dönüyor. Ancak çoğu kez dindarlığı becerememenin suçluluğunu yaşıyor.

Muaviye'ye ya da diğer başka önemli din kişilerine dair anlatılan bir hikaye vardır. Bir namaza geç kalacaksın diye Muaviye'yi uyandırır. Muaviye'de kendisini uyandıranın şeytan olduğunu anlar. Zira şeytan, onun namazı kaçırmanın üzüntüsünden mahrum etmek istemiştir.

Bir Alevi olarak, Sünnilerin alkolik ve ibadetten uzak olanlarının, Alevilere karşı şiddete daha eğilimli olduğunu gözlemledim. Bu özellikle üniversitede öyleydi. Sonra öğretmen oldum ve ilk atandığım yerde böyle biri ile aynı evi paylaşma durumunda kaldım. ( https://onbinkitap.blogspot.com/2016/07/torpilli-evliyanin-sizofren-dusleri.html ) O anlattığım arkadaşın il merkezine tayininin çıktığı gün, yerine başka bir beden eğitimi öğretmeni geldi. Halefinden daha ilginç birisiydi. Trabzonluydu ve atandığı zaman 32 yaşındaydı. Üniversiteyi Azerbaycan, Bakü'de okumuş, okulunun ilk iki yılında kafe-bar karışımı bir yer işletmişti. 23. yılımı yaşadığım öğretmenlik hayatım boyunca, onun kadar geçmişi karanlık bir öğretmene rastlamadım, rastlayacağımı da sanmıyorum. Azerbaycan'da, kısmen kendi iddiasına göre MİT ya da Ülkü ocaklarına bağlı bir oluşum için de çalışmış ve Aliyev'e  karşı başarısız darbe girişiminde bile parmağı olan birisiydi. Onun Azerbaycan anıları bol bol seks içerir, o yıllarda yıkılan ve dağılan Sovyetler birliğinin bir anda ucuzlayan fuhuş pazarından nasıl faydalandığını öğüne öğüne anlatırdı. Azerbaycan'a gitmeden önceki hayatı da karışıktı. Orta okulu imam hatipte ve beş yılda bitirmiş, lisede öğretmeninin dövmüş ve bu yüzden polis olamamıştı. Bir ara Kars'ta bir hafta kadar, asker kaçağı olduğu gerekçesiyle hapis yatmış ve dediğine göre bir albayın sayesinde kurtulabilmişti.

Benimle beraber askere gitti. Aslında yargılanması ve dört ay sonraki dönemde gitmesi gerekiyordu. Ancak ne oldu ise atlattı ve askere alındı. Ben kısa dönemdim,  o asteğmen olmuş. Tuzla piyade okulunun zor eğitiminden sonra yeniden alkole başlamıştı. Zaten düşmanlığı belirgindi, askere gitmeden evvel, aynı evde (lojman) kalıyorduk ve kapı-kacağı ayırmanın derdine düşmüştü. Askerden sonra daha da çekilmez oldu ama neyse ki hem askerliği 15 gün uzatmıştı, hem de benim tayinim çıktı.

Kendisi, tipik Alevi düşmanı Ülkücüydü ve alkol ve suça yatkınlığı oranında Alevi-Kürt-Solcu düşmanı oluyordu. Askerden sonra iyice yoldan çıkmış ve daha ileri nefretlerle bürünmüştü. Çünkü suçlulık duygusunu, başkalarını suçlayarak dışarı vuruyordu. Sağın yetiştirmeye çalıştığı insan prototipi de buydu.

Bu suçluluk duygusuyla insanlar, kendilerine fakirliği ceza olarak görüp, zenginlerden zekatını istemiyorlar. Fakirler üç ayların orucunu tutamadığı ya da sünnet namazları, hatta adı üstünde nafile namazları kılamadığı için suçluluk duygusu ile kıvranırken; zenginler vermeleri gereken zekatı bile suçluluk duygusu hissetmeksizin gösteriş için harcar. Yoksullar içlerinde kabaran arzular için bile suçluluk duyarken, zenginler en rezil arzularını bile kolayca gerçekleştiriyor.

Din de, bunu arttırmak için bolca evliya masalı anlatıyor. Yok darı üstünde namaz kılarmış, bir tanesi bile kımıldamazmış; yok bir hurma ile oruç açarmış falan da filan. Oysa bu evliyaların, hatta peygamberin soyundan geldiğini söyleyen evliyalar, koca koca saray gibi köşklere sığmadığı gibi, göbekleri de kendilerinden yarım saat önce içeri giriyor.

Son peygamber bir hurma ile oruç tutardı diyorlar. Oysa o peygamber öldüğünde 30'u cariye, 13'ü eşi, 43 kadınla beraber yaşıyordu. Damadı ve amca oğlu Ali, öldürdüğü adamların karılarıyla, kızlarıyla evlenip, onlardan çocuk yaptı. Torunu Hasan, muta nikahını o kadar çok kullandı ki, karısı Sara (Cude), onu zehirleyerek öldürdü. Peygamber ölür ölmez öyle bir saltanat kavgası çıktı ki, cenaze günlerce yerde kaldı. En sonunda damadı Ali imamlığında ve o da dahil 17 (on yedi) kişilik bir cemaatle, gece vakti defnedildi. Ebu Bekir halife olur olmaz, peygamberin ailesinin elinden hurmalıkları alıp, devlete ait yaptı.

Din, bu suçluluk duygusunu hep kullanır ve sürekli mağduriyet üretir. Sürekli kendisi dışındakileri bir suçlama içindedir. Bize hep dinsiz olduğumuzda depresif ve huzursuz olacağımız söylenmişti. Oysa dini  terk ettiğimde içimde bir ferahlama geldi. Bu günlerde fark ettim ki bunun sebebi, sürekli suçluluk duygusundan kurtulmamdı.

Oysa Alevilerin de her ne kadar evliyaları varsa da, Alevilik size dini açıdan bir suçluluk duygusu yüklemez. Bunu bana yükleyen zorunlu din dersleri ve beni Sünni yapmaya çalışan arkadaşlarımdı. Zorunlu din derslerinin amacı gençliği dinin suçluluk duygusu ile doldurmaktı. Bunda önce başarılı oldular, sonra da ters tepmeye başladı. Doksanlardan itibaren Alevi gençliği, iki binli yıllardan itibaren Kürt gençliği, şimdi de Türk gençliği dinsizleşmeye başladı. İmam hatipler, hatta tarikatçılardan bile deistler yetişmeye başlıyor. İnsanlar artık bu suçluluk duygusu yüklemesinden bıktı.

29 Mart 2021 Pazartesi

SATRANÇ DEHASI TATAR NECMETTİN PAŞA (RASHİT NEZHMETTİNOV)

   


Önce Necmettinov hakkında ansiklopedik bilgi verelim.

Raşid Gibyatoviç Necmettinov (Tatarca:Рәшит Һибәт улы Нәҗметдинов), (Rusça:Рашид Гибятович Нежметдинов); 15 Aralık 1912 – 3 Haziran 1974) ünlü bir Sovyet satranç oyuncusu, satranç yazarı ve dama oyuncusuydu.

Gençliği

Necmettinov, Rus İmparatorluğu'na bağlı Aktubinsk'te, günümüz Kazakistan'da Aktobe'de, bir Tatar ailede doğdu. Ailesi çok küçükken öldü  Onu ve diğer iki kardeşini başka bir aile tarafından büyütülmek üzere bıraktılar. Yetim, fakir aile, Tataristan'ın Kazan kentine taşındı.

Necmettinov, hem satranç hem de dama 'da doğal bir yeteneğe sahipti. Diğer oyuncuların bir satranç kulübünde oynayanları izleyerek satranç öğrendi, bunun üzerine oyunculardan birine meydan okudu, kazandı ve daha sonra başka bir oyuncuya meydan okudu, o oyunu da kazandı. 15 yaşında Kazan'ın Pioneers Turnuvasında oynadı, 15 oyun kazandı. Aynı zamanda dama oynamayı da öğrendi. Oyunu öğrendiği aynı ay boyunca, Kazan'ın damalarını oyununda yarı finale çıktı ve finalde ikinci oldu. Aynı yıl, Rus Dama Şampiyonası'nda altıncı oldu. Daha sonra en az bir kez Rus Dama Şampiyonası'nı kazandı. Daha sonra, satranç için dama'dan vazgeçti.

Satranç kariyeri

Oyun stili

Necmettinov, dünyadaki en iyi oyuncuların çoğunu yenen sert, yaratıcı ve saldıran bir oyuncuydu.

Rusya Şampiyonası

Necmettinov, 1950, 1951, 1953, 1957 ve 1958 Rus Satranç Şampiyonası'nda beş galibiyetle tarihe geçti.

Uluslararası Master unvanı

FIDEBükreş'te 1954'te Viktor Korchnoi'nin ardındaki ikinci sırayı bitirmesi için Uluslararası Master unvanını aldı. Bu, Sovyetler Birliği dışında rekabet edebildiği tek zamandır. Olağanüstü yeteneğine rağmen, büyük usta unvanını asla alamadı.

Dünya şampiyonlarına karşı sonuçlar

Necmettinov, ömür boyu artı puan aldığı Mikhail Tal ve Boris Spassky gibi dünya şampiyonlarına karşı bir takım oyunlar kazandı. Ayrıca, David BronsteinLev Polugaevsky ve Efim Geller gibi dünya standartlarında büyük ustalara karşı da başarılı oldu. Dünya Şampiyonlarına karşı yarıştığı 20 maçta artı bir puan aldı.

Anıt

Kazan Satranç okulu, günümüzde Raşid Necmettinov'un adını almıştır. (Wikizero)

Değişik internet sitelerinde daha fazlasını bulabilirsiniz. Bence Necmettinov'la ilgili gizemli konu, Sovyetlerce, o zamanın Demir Perde gerisi denilen Sovyet Bloku dışına çıkmasına izin verilmemesi. Sebebinin Tatar ve Müslüman olması gösteriliyor ama Sovyetler Birliğinin pek çok Tatar ve Müslüman sporcusu-şampiyonu oldu. Kendisinin satrancın Naim Süleymanoğlu'su olmasından korktuklarına göre, rahmetlinin İslamiyet ve Türklük-Tatarlık üzerine radikal düşünceleri vardı belki de.

Oysa kendisi, ikinci dünya savaşında, Sovyet donanmasında başarılı ve bol madalyalı askerliği ile ülkesine bağlılığını da ispat etmişti. Necmettin Paşa unvanı  da kendisine askerliği sırasında Ruslar tarafından verilmişti. Demek ki satrancın Naim'i olması tehlikesi Rusları ciddi şekilde korkutmuştu.

Diğer yandan sadece Fide Mastır derecesinde kalmasını tek sebebi,  Rusların yurt dışına çıkmasına izin vermemesi de olmayabilir.  Kendisi bir deha olmakla beraber, satrancı biraz boks, biraz da poker gibi oynamış. Youtube'da analiz edilen bir kaç maçında gördüğüm kadarı ile aşırı saldırgan bir sitili var. Satrancın romantik döneminin gambitli oyunlarından bile daha saldırgan bir tarzı var. Blitz (Kısa süreli, hızlı satranç oyunları) oyunlarını analiz eden geri zekalıdır diye bir sözü de var.

Kendisini sadece Youtube'da bazı satranç kanallarının analizlerinden tanıyabildim. Kendisinin kitaplarının ya da kendisi hakkında kitapların Türkçeye çevrilmemiş.

Bu satranç dehasının ülkemizde tanıtılması gerektiğini düşünüyorum.


26 Mart 2021 Cuma

SUÇLULUK DUYGUSUYLA İNSANLARI YÖNETMEK 1 (SİYASET)




Yeni neslin jargonunda moda bir deyim var, duyar kasmak. Ben buna suç yüklemesi yapmak diyorum, ya da dolaylı suçlama. İnsanlar çoğu kez. bir şey konusunda duyarlılıklarını belirtiyorsa, kendi acılarından çok, diğerlerinin de canı acısın istediğindedir. 
İnsanların cezalarını kabullenmesi için, kendilerini suçlu hissetmeleri lazımdır. İnsanlara suçunu anlatmanın onlarca yolu vardır. En başta olaya sadece kendi bakış açınızdan bakılmasını sağlayacaksınız. Bunun içinde sadece kendiniz konuşacak, karşınızdakine cevap hakkı vermeyeceksiniz. Bunu en iyi 12 Eylül rejimi, ülkenin tek televizyon kanalı ve kontrolü altındaki medya ile yapmıştır Yıllarca yapılan 12 eylül öncesi propagandasında, solcular, grev yapan işçiler göze sokulmuş, solculuk ve grev yapmak suç gibi gösterilmiştir.


12 Eylül rejimi, bunu profesyonelce, sindire sindire yapmış, bir kuşağı toptan sağcı yapmıştır. Önce 12 eylül darbesinin sağ-sol kavgasını barıştırmak olduğuna halkı inandırdı. Bunu ülkenin 12 büyük gazetesi, devlet tekelinde tek tv kanalı ve devlet radyoları ile yaptı. Bütün işçi sendikalarını kapatırken, işveren sendikası başkanını  (MESS başkanı Turgut Özal) önce devlet bakanı, sonra başbakan yaptı. İşçilere haklarını vermeyen işverenler, grevlerde hiç suçlanmadı. İşverenler, TÜSİAD, MÜSİAD ve tüm bilmemnesiadlar, 27 mayıs, 12 mart, 12 eylül, 28 şubat ve ne olduysa karlarını arttırdı ama onları hiç suçlayan olmadı. Oysa grev yapan işçiler hep suçlandı.
Şimdi ise ülkemiz hemen hemen hiç grev yapılmadığı, iş mahkemelerinin de hep işverenden yana karar verdiği bir ülke haline geldi. İşçiler grev yapsa, herkes ekonomiye darbe vurulacak falan diyor. 
Oysa gelişmiş pek çok ülkede, işçiler Türkiye'de olduğundan daha fazla maaş alırken, Türkiye'den daha fazla grev yaparlar. Gene de ekonomileri daha sağlamdır.  Gene batı ülkelerinde, çiftçiler çok daha fazla sübvansiyon ve çeşitli destekler alırlar ve bunlardan biri biraz gecikse ya da azalsa, başkent sokaklarını domatese, domuz yağına falan bular, oto yolları kapatırlar.
Ayrıca zenginlerin sözüm ona başarı hikayeleri de, sizi suçlu hissettirmenin başka bir yoludur. Siz beceriksizsiniz, bu yüzden fakirsiniz deyip, fakirliğinize razı olmanız sağlanır.
Mesela Bill Gates bir çiftçinin oğludur ama Amerika'da çiftçiler fakir insanlar değildirler. Çok kazanan ve az vergi veren kimselerdir. Kullandıkları mazot-benzin vs markırlıdır yani ayrıca bir rengi vardır ve indirimlidir. Gübre, ilaç vs ise KDV-ÖTV gibi vergileri ödemeden alırlar. Serbest piyasa hikayeleri zırvadır, bolca devletten destek alırlar. Piyasaya da kendi kooperatifleri  aracılığıyla satarlar. Bu kooperatifler de öyle yüksek vergi vermez.
Çünkü  gelişmiş devletler bilir ki, bir ülkenin omurgası, tarımıdır.  Atatürk'ün, köylü milletin efendisidir sözünü kendilerine şiar edinmişlerdir. Gelişmiş ülke çiftçileri ise, ülkenin en bilinçli yatırımcıları ve seçmenidirler. Mahsulün parasını pavyonda yemez, kredi çekip, oğlanın düğününü yapmazlar. Bilinçli yatırımcılardır. Paralarını  çoğu kez gene işlerine yatırırlar.
Oylarını almak da zordur. Türkiye'deki gibi, şehir halkından daha dindardırlar ama her kilisede gördükleri politikacıya oy vermezler. Avrupa'da zaten çoğu kez sol-sosyalist partiye oy vermeleri bir yana, politikacılardan sadece kendi çıkarları konusunda istekleri vardır. İnce eleyip, sık dokur, icabında Müslüman-Arap adaylara bile oy verebilirler. Kaldı ki en fazla göçmen çalıştıran işverenler olarak, faşizme en uzak seçmenlerdir. Göçmenlerin hasat zamanında nasıl kurtarıcı ucuz işçi olduklarını bilirler.
Diğer pek çok ünlü ve zengin kişiler de, zaten varlıklı ailelerin çocuğudur. Elon Mask'ın ailesinin zümrüt madeni var. Sakıp Sabancı on beş yaşındayken babası Adana'nın en büyük pamuk tüccarıydı. Vehbi Koç'da öyle küçük bir bakkal dükkanı sahibi değildi. Kökleri Hacı Bayram Veli'ye kadar giden, Ankara'nın kalbur üstü eşrafındandı.
Kendi çabanızla zengin olabilirsiniz belki ama bu piyango çıkması kadar zordur.
(Yazı uzun oldu, 2'e böleceğim)

19 Mart 2021 Cuma

BRUCE LEE NEDEN EFSANEDİR?

 


1)En başta Bruce Lee bir spor efsanesidir ve bu efsanesini sporu, sinemaya taşıyarak yapmıştır. Bunu da bir şampiyona filmiyle değil, sporun günlük hayatta nasıl kullanılacağını filmlerde göstererek başarmıştır. Filmlerinde de gerçekten dövüş sporu yapmıştır. Dövüş sporlarının sadece ringler, gösterile veya savaş için değil, sokak kavgaları için de kullanılabileceğini göstermiştir.

2)Bruce Lee, öldüğünde geride sadece beş filmi vardır ve buna rağmen bir sinema efsanesi ve bir film türünün mucididir. Bu çok da şaşılacak bir şey değildir zira James Dean'in sadece dört filmi vardır. yarım bıraktığı iki filmde, ölümünden sonra, o  olmadığı çok belli oyuncuların yardımı ile bitirdi. Beş filmle şöhretinin doruğuna ulaşmasının en temel sebebi, bu beş filmle yeni bir film türü yaratmış olmasıdır. Karate ya da dövüş filmi denen tür, bu gün sinema ve tv dizileri için kendi başına bir türdür. Polisiye,  western, romantik komedi  gibi, kendi başına karate-dövüş filmi türü vardır ve bu tür tek başına Bruce Lee'nin eseridir.

3)Bruce Lee aynı zamanda  efsanevi bir öğretmendir. Chuck Norris başta olmak üzere (A.B.D ve Dünya orta sıklet karate şampiyonu ve film yıldızı) filmlerinde dövdüğü  beyaz oyuncuları kendisi yetiştirmiştir. Beyazlara Kung Fu öğretilmez kuralını yıkmış, pek çok dövüşçü yetiştirmiştir.

4) Bruce Lee, Hollywood'daki ırk tekelini kırmıştır. Hong Kong film şirketleri ile yaptığı ilk filmlerinin muhteşem gişe hasılatı, Hollywood filmlerinde başrolde sadece beyazlar  baş rolde oynar kuralının bozulmasına sebep olmuştur. Kral ve ben filminde Yul Brynner'in ya da Hakanlar Çarpışıyor filminde Moğol kağanlarını Hollywood yıldızlarının oynaması gibi garabetlerin sebebi de buydu. Ejder'in Yolu'nda, finalde bir Asyalıdan dayak yiyecek ünlü oyuncu bulmakta zorlanmış, bu sebeple Chuck Norris ilk sinema filmini oynamıştır.

5)Bruce Lee, Knug Fu ve diğer dövüş sporlarını sadece sokak dövüşü ya da ring-gösteri sporu olmaktan çıkarım, bir yaşam-ahlak felsefesi haline getirmiş, sporu bu yönüyle tanıtmış, hatta bu yönünü tanıtmaya özen göstermiştir. Bu yüzden, özellikle yaşlı dövüş sporcuları, arada karşısındakine bunu hatırlatır. (Güreş veya boksta böyle bir durum yoktur)

6)Bruce Lee, Jeet Kune Do denen dövüş stilinin mucididir ve Kung Fu-Karate diye anılan uzak doğu dövüş sporlarında kendi stilini kurmuş nadir sporculardan biridir.

7)Bruce Lee, sadece dövüş filmlerini değil, dövüş sporlarını da moda etmiş, bu moda yetmişlerin başından, doksanların ortalarına kadar sürmüş, Türkiye dahil pek çok ülkede her mahallede bir karate- kung fu kursu açılmasına sebep olmuştur.

8)Bruce Lee aynı zamanda Çin-Asya milliyetçiliği imgesidir. Filmlerinde Japon işgali, Boxer  isyanı gibi Çin'in acı yıllarını işleyerek bir Çin-Asya milliyetçiliği idolü-rol modeli olmuş ve Asyalılar isterse beyazları yener fikrini, filmlerinde beyazları döverek anlatmıştır.

9)Bruce Lee kalıcı bir imgedir. Üstü çıplak, kaslı ve façalı imgesi ile, Kill Bill filminde de tekrarlanan sarı eşofmanlı imgesi kalıcıdır. Bu yüzden dövüş oyunlarında (ki bu tür video oyunlarının kökeninde de Bruce Lee filmleri vardır) mutlaka bir Bruce Lee'ye benzeyen biri imge vardır. Pek çok filmde de, çığlıklarına varıncaya kadar taklit edilir.,

10)Erken ölümü: Bruce Lee bütün bunları ve saydıklarımı ikisi  ölümünden sonra dublörlerce tamamlanan yedi film ve 32 yıllık ömründe yapmıştır. Kendisi hızlı yaşayıp, genç ölmüş, cesedi yakışıklı olmuştur. Bu yakışıklı ceset ve cenazesi, ölümünden sonra tamamlanan bir filminde de kullanılmıştır. Bruce Lee'nin erken ölümü, yaşlılığa bağlı hastalıklar ve bedensel bozulmalar, para için kötü  filmlerde rol alma, diğer sanatçı ile sporcularla kavga edip, küsme gibi problemleri yaşamasına engel olmuş; hep zirvedeki hali ile anılmıştır.

11 Mart 2021 Perşembe

KAHROLSUN HİROŞİMA (KÖTÜLÜĞÜN YÜCELİĞİ 2)

 


Daha önce kötülüğün yüceliği ile ilgili bir yazı yazmıştım (https://onbinkitap.blogspot.com/2020/06/turkes-ve-muhsin-kotulugun-yuceligi.html ). Ancak sonra bu yüceltmenin karşılıklı olduğu ve kötülüğe karşı intikam almanın da bir yüceliği olduğunu fark ettim. Zulmü yaşayanlar da, yaşadıkça acımasızlaşıyor ve ezilenler de ezildikçe acımasızlaşıyor.

Bir süredir kendimi hümanist olmaktan zorlandığımı fark ettim ve içimdeki duyguları salmaya karar verdim

Mesela pek çok Maraşlı tanıdım, Alevilerle arkadaşlık etmeye pek meraklılar. İşin ilginci pek çoğu da katliamın sebebinin siyaset değil de, Alevilerin işletmelerine, mallarına el koymak olduğunu söylüyorlar. Lakin hemen hemen hiç biri de pişman değil ve kendisini suçlu hissetmiyor.

Sık sık acaba Maraş-Çorum- Sivas, Hiroşima-Nagazaki gibi bir atom bombası ile bombalansa ya da Drasden, Tokyo gibi bombalansa bu kadar rahat olabilir mi diye düşünürken yakaladım kendimi. 

Japonlarda, Almanlarda olduğu gibi bir pişmanlık edebiyatı, bir 47'liler grubu yoktu. (Firuzan'ın 47'liler romanı ile karıştırılmamalı.) Japonlar, zorla fuhuş yaptırdığı Koreli ve Filipinli kadınlar dahil, kimseye ne tazminat vermek istiyor, ne de özür diliyor.

Japonların, Almanlardan farkı; Japonya'nın ada olması, buna Amerikan işgalinin de eklenmesi ile genelde yalnız olmaları, ülkelerinde pek göçmen olmaması. Almanya ise, her zaman komşularının, vatandaşları ile ilişkide olduğu bir ülke oldu, hem de Türkler başta olmak üzere, milyonlarca göçmen aldı.

Keşke dünyadaki her zalim ülke, Japonya ve Almanya kadar çabuk ve hızlı cezasını görebilse. Pek çok zalim, ceza almadan, yargılanmadan öldü. Bunu yapan kitleler, yıllarca bununla öğündü.



O zaman Almanlar ya da Japonlara neden acıyalım? Almanlar, altı milyonu Yahudi, on beş milyon civarı insanın katledilmesinden habersiz miydi? Nanking'deki katliamları, Japon askerlerin öldürme yarışmalarını Japon gazeteleri övünerek anlatıyordu. Yani Japonların, bilmiyorduk diye yalan söyleme hakları da yok.



Üstelik o muhteşem karizmatik liderleri de halklarına acımadı, biz niye acıyalım. Hitler açıkça söyledi. Japonların ise asıl teslim olma sebebi atom bombası değildi. Ruslar, Mançurya'da süratle ilerliyordu. Zaten Almanlarla savaşta milyonlarca kayıp vermiş Rus ordusu, Amerikalılar gibi Japon adalarına olası saldırının kayıplarından korkmuyordu. Ana Japon adalarında çöken Japon sanayisi, Amerikan denizaltıları ve uçakları yüzünden Mançurya'ya destek gönderemiyordu. Çin anakarasında da, Çin direnişçileri yüzünden bunalıyorlardı. Stalin'in planı, Japonya'yı, Almanya, Yemen ve Kore gibi ikiye bölmekti. Japonya, kayıtsız-şartsız teslim olunca; 1904-5 savaşı sonrası Japonların işgal ettiği Sahalin adasının güney yarısını geri almakla yetindi. 

Yani aslında Japon imparatoru ve etrafındaki soylular da o kadar Japon halkına acımamıştı. Ülkelerinin bir yarısının Rus egemenliğine geçme korkusu ile Amerikalılara teslim olmuşlardı.

Yıllar önce askerlik yaparken (kısa dönem) bir astsubay sık sık acıyana acırlar derdi. Bu sözü de acıyan, acınacak duruma düşer anlamında söylerdi. Bu kelimeyi acımayana acımazlar diye de anlayabiliriz.

Sahi, biz ne diye acımayanlara acıyalım? Ceza ise, intikam ise, ciğerimiz soğuyana kadar alalım., alanlara da niye kızalım. Hiroşima'da ,Nagazaki'de, Drasden'de ve 2. dünya savaşında kaybedenlerin şehirlerinde sadece ölen börtü böceğe, ağaçlara falan üzülürüm.

Faşizan ve gaddar liderler kadar, onların peşinden gidenler de suçludur, onlara destek verenler de suçludur. Zira bu faşist liderler ve partiler, amaçlarını hiç saklamamışlardır. Hitler'in Kavgam adlı kitabını okudum (ve bir seri yazı yazdım, yazı dizisinin başlangıcı: 



https://onbinkitap.blogspot.com/2018/04/gonulsuzce-bir-hitler-kavgam-kitabi.html ) . Kendisi daha 1923-24 yıllarında açıkça Rusya'yı ve Avrupa'nın doğusunu sömürge yapacağım demiş. Yahudilere ve Slavlara tüm nefretini de kusmuş. Stalin ve Rusya'da da bir aklı başında kişi de, şu adam ne yazmış diye okumamış mı acaba; bu da ayrı konu. Sonuçta Alman halkı, Hitler'in savaşı başlatacağını ve Yahudilere acımayacağını biliyordu. Zira Kavgam, 1920-40 arasındaki kırk yılda Almanya'da en çok satan kitap olmalıydı. Sonuçta ne Drasden bombalanmasına, ne de Sovyet askerlerinin tecavüzüne uğramasına üzülecek değilim. İnsan zamanla taşlaşıyor.



Siz faşizan eylemlerin, öfkeli halkın kendiliğinden isyan etmesi ile mi olduğunu sanıyorsunuz? Oysa her şey tahmin ettiğinizden önce planlanmıştır. Bunu, tesadüfen şu kitabı: (https://onbinkitap.blogspot.com/2017/07/ifrit-avi-tarzievittachi-endonezya.html ) , daha doğrusu önsözünü okuyunca öğrendim. İslamcılığın teorisyenlerinden Mehmet Şevki Eygi, önsözde düpedüz Türkiye'yi neden Endonezya yapmıyoruz diyor.  Maraş-Çorum falan, çok önceden planlanmış anlayacağınız. Alevilerin solcu oldukları için öldürüldükleri sadece kendilerini avutmak ve kamuoyunu aldatmak için uydurdukları bir masal. Aleviler solcu olmamış, solcu olmaya zorlanmıştır. 1969 CKMP'nin MHP OLDUĞU Adana kongresinden sonra, Alevi düşmanlığının bayaktarlığını MHP üstleniyor. 1973'de, hem Ülkücü, hem de Alevi Ali Balseven'in katli ile MHP, düpedüz Alevi düşmanlığının bayraktarlığını yapmaya başlıyor.

Aklıma gelmişken, 1965 Endonezya katliamının da (olaylar deyip, masumlaştırmayalım), çoğu esnaf Çinli azınlığa karşı saldırı olma özelliği var. Öldürülen milyonlarca insanın çoğu Endonezya Komünist partili olmaktan çok, Çinli azınlık olma suçundan ölmüş. Endonezya'da da Çinli azınlık ağırlıklı olarak komünist partiye oy veriyormuş. Yani planlar birbirinin kopyası.

Nerden okuduğumu tam hatırlamıyorum, Japonlar, Nazi yönetimi incelemek üzere Almanya'ya gitmiş ve bu sistemin Japonya'da işlemeyeceğine karar vermişler. Çünkü Japonya'da Yahudi ya da ona benzer bir toplum yokmuş ve Japon Naziliği olmazmış. Gerçekten de gerçek faşizm için bir iç düşmana, ezilip, hor görülecek bir azınlığa ihtiyaç duyar. Güney Doğu Asya ülkelerinde bu azınlık, Çinliler oldu. Tabii Çin, bu günkü kadar güçlü değildi. Doksanlı yıllarda (Tabii Müslüman olmayan ülkelerde) Müslüman azınlığa döndü bu vahşet. Endonezya'da ise Doğu Timpr işgal edildi ve aynı kıyım ve zorbalık, Katolik  Doğu Timor halkına yapıldı. Bu işgal ve kıyımı Papalık makamı da destekledi çünkü Doğu Timorlular arasında komünizm yayılmıştı.

Şimdi daha diyeceklerim var ama yazı çok uzayacak. Diyeceğim o ki, faşizme destek verenler, saf ve masum kitleler değildir.

Öte yandan faşistlerden demokrasi umanların, kapitalizmin demokrasi getireceğini söyleyenlerin, yetmez ama evet diye onları destekleyen aydınlar da,  kullanışlı aptallar değil, hayal kırıklığına uğramış hainlerdir. Onlar demokrasi hainleridir.

Diyelim ki Ali Kırca'nın ortaya çıkarıp, ATV'de yayınladığı (Fetö'nün Amerikaya kaçmasına, Kırca'nın da seks kasetinin yayınlanmasına sebep olan) videoyu izlemediniz, Fetö'nün kitaplarını da mı okumadınız?

Bir de Fetö  ile Said-i Nursi'yi ayıranlar, diğer Nurcu grupları farklı zannedenler var ki, ben onlara da, Risale-i Nur'u okumalarını öneririm.

17-25 aralığın gelişi belliydi ama sanki erken oldu. Belki de ilk darbeyi vurmak için acele etti. O zamana kadar ülkenin dörtte biri fetöcüydü, esnaf, Zaman gazetesini tezgahın önüne koyar, gözümüzün içine sokardı. İki haftalık kararsızlıktan sonra, sözüm ona reisten yana oldular. Oysa önemli bir kısmı, Bankasya'dan parasını, tarikat okullarından çocuklarını almadı. 15 temmuz da bağıra bağıra geldi.

Şimdi darbe teşebbüsünden bu yana beş sene geçmiş, halen ankesörlü arama, bylock, gaybubet evleri, mahrem imamlar operasyonları devam ediyor. Oysa Talat Aydemir asıldıktan ve tüm Harbiyeliler,  Harbiye'den atıldıktan sonra ordu içinde Talatçı subay operasyonları devam etmedi. 12 Marttan  altı ay sonra, sözüm ona soldan darbe yapacak 9 mart cuntasından kimse kalmamıştı. Hatta İzmir suikastı soruşturmasından sonra İttihatçı avı yapılmadı. Şimdi ise Fetöcü tutukla tutukla bitmiyor. Yeni atanmış istihbarat generali fötöcü çıkıyor.

Şimdi bu fetöcülere acımamız mı gerekiyor ya da yıllarca yaptıklarının acısını çeken sağcı güruha? Tek adam rejimleri, hangi tarihte, hangi topluma refah getirdi ki, ülkesine getirsin, ne çekiyorsa hak ettiğindendir.

İçimdeki kötülüğü bastırmak için, onun varlığını kabul etmem gerekti. Ben de bir insan olarak, incitildiğim, hatta ezildiğim için öfkelenme, nefret etme ve hatta intikam alma arzusu duyma hakkım olmalıydı. Öfke de nefsin bir parçasıdır ve onu yok edemeyiz, sadece kontrol edebiliriz. Kendimize ait bir şeyi sevmeden, onu kontrol edemeyiz. Bize kötülük edenler, bundan pişman mı da, bunun cezasını çektiklerinde, onlar için üzülelim?

Biz nasıl azınlık olmanın, muhalif olmanın bedelini ödedik ve ödeyeceksek,  onlar da faşist olmanın, zulmetmenin bedelini ödeyecek. Onların bize karşı nefretine, nefret duyguları ile karşılık vermek, hakkımız. Bundan utanmamıza ya da bunu saklamamıza gerek yok. 

1 Mart 2021 Pazartesi

UĞUR MUMCU'NUN RABITA ESERİ

 


Türkiye'nin en önemli gazetecilerinden Uğur Mumcu'nun kitaplarını yeni nesle tekrar hatırlatmak gerekir. Bunlardan en önemlisi bence Rabıta adlı eseridir.

Rabıta, Arapça bağ kurmak, ilişki kurmak, ilgilenmek gibi anlamlara gelen bir sözcük. İnsanın şeyhi, peygamberi ya da Allah'ı ile bağ kurmak anlamına geliyor. Kitaptaki örgüt ise Suudi Arabistan devletinin bir kuruluşu. Suudi devlet bütçesinden ve Suudi petrol şirketi Saudi Aramco şirketi tarafından fonlanmakta. Resmi amacı, Müslüman devletler arasında ilişkileri kuvvetlendirmek.

1985'de bu kurumun adı Türkiye'de bir skandalla duyuldu. Skandalı duyuran araştırmacı gazeteci Uğur Mumcu ve çalıştığı Cumhuriyet gazetesi oldu. Skandalın adresi bir önceki iktidar olan Milli Birlik Komitesi, yani 12 Eylül askeri rejimiydi. Skandalsa yenilir, yutulur gibi değildi ama o zamanın cumhurbaşkanı olan Kenan Evren bu olayı normal karşıladı.

Türkiye cumhuriyeti devletini, nüfusuna oranla en fazla vatandaşı yurt dışında yaşayan ülkesidir. Devletin de, yurt dışında yaşayan vatandaşları için başta olmak üzere ve gene Almanya ve Avrupa ülkeleri başta olmak üzere hizmet eden teşkilatları vardır. Yurt dışında yaşayan  vatandaşların din ihtiyacı için de, yurt dışına din görevlileri gönderilir. 

Skandal, iki yıl boyunca bu din görevlilerine maaşını devletten değil, Suudi devletinin Rabıta kuruluşundan almasıydı.  Bu akıl almaz olayı ortaya çıkaran Uğur Mumcu, 1987 Sedat Simavi gazetecilik ödülünü aldı.

Bir süre basın bununla çalkalandı ve sonra olay unutuldu. Oysa bu olay unutulmamalı, bu kitap, her yıl düzenli olarak çok satan ilk on ya da yirmi kitaptan biri olmalıydı. Koskoca devletin, bir avuç memurunun döviz cinsinden maaşını ( o zamanlar henüz yuro olmadığı için Alman markı) bir başka devletin kurumuna ödetmesi, binlerce yıl unutulmaması gereken bir olaydı. 

Sonra olaylar deşilince, pek çok sivil toplum örgütünün de adı, bu kurumla bağlantılı olarak anıldı. Çoğunlukla din eksenli çalışan vakıf ve derneklerdi. Bazıları yıllardır düzenli yardım aldıklarını itiraf ederken, bazıları ortak bazı işler yaptığını söyledi. Bir tanesi ise, fi tarihinde bir takvim hediye aldıklarını ve halen sakladıklarını söyledi.

Mumcu, daha sonra bununla ilgili resmi  açıklamaları ve basım tepki ve haberlerini derleyip, kitaba eklemiş. Olay bir yıl boyunca gazete ve dergilerde konuşulmuş ve ne yazık ki azalarak bitmiş. Oysa biz bu eseri yeni nesle anlatmak ve bu rezilliği tekrar tekrar hatırlamak zorundayız.