28 Temmuz 2022 Perşembe

KÜÇÜK ESNAFLARI NEDEN SEVMEYİZ ?


KÜÇÜK ESNAFLARI NEDEN SEVMEYİZ?

 Küçük esnafları neden sevmeyiz?

Çünkü onlar Maraş’ta, Çorum’da katliamlarında

Ve diğer tüm progromlarda  bayrak başıydı

Ve bir işaret beklerle, komşularını yağmalamak için

Derin devletten ve Cuma vaazlarından

 

Küçük esnafları neden sevmeyiz?

Çünkü taşrayı yaşanmaz eden onlardır

Askeri, öğrenciyi ve memurları,

Yolunacak kaz, sağılacak inek gibi görüp

Hayatını kurtaran doktor da olsa sevmezler onları

 

Küçük esnafları neden sevmeyiz?

Çünkü bizi mahkûm ederler

Market zincirlerine, yemek zincirlerine

Sahtekârdırlar, ürünleri hilelidir

Müşteri şikâyetlerini umursamazlar

 

Küçük esnafları neden sevmeyiz?

Taksici olarak mesafe beğenmez

Müşteri seçer, turist sever

Yolu bilmiyorsan seni dolaştırır

Garibandır ama Uber’i yasaklatabilir

 

Küçük esnafları neden sevmeyiz?

Çünkü iş yaptıklarında başlarında durmalıyız

En pahalı malzemeyi alıp

Her şeyi komple değiştirtirler

Gene de yaptıkları iş çabucak bozulur

 

Küçük esnafları neden sevmeyiz?

Çünkü onların elleri kırılmalıdır artık

Her seçimden sonra böyle derler

Büyük burjuva olma hayalleri içinde

Bir batar, bir çıkarlar.

 


 

27 Temmuz 2022 Çarşamba

FURYA FİLMLERİNDE KADIN OYUNCULARI

 


Türk sinemasında 1975-80 arasındaki döneme yetişkin filmleri furyası denilir ve bu dönem pek konuşulmaz, konuşulsa da  oyuncuları pek konuşulmaz. Bunun bir sebebi, yetişkin filmlerinde genelde erkeklere göre olması ve genelde kadın oyuncuların ön plana çıkmasıdır. Oysa ülkemizde bunun sebebi erkek egemenlik, bu filmlerde az ya da çok oynamış erkeklerin, furya bitince normal hayatlarına dönmesi, kadın oyuncuların hayatının ise mahvolmasıdır.

Bunu sebebi, cinselliğin erkeğin elinin kınası, kadının yüzünün karasıdır. Yıllar önce bir öğrencim, yetişkin filmi oyuncusu Şahin K'nın, hemşerisi olması ile övünüp, çektirdiği hatıra fotoğrafını göstermek istedi. Ben de espri olsun diye:

-Peki hangi pozisyonda, diye sormuştum. O da, böyle soru mu olur hocam deyip, bir daha bu konuyu açmamıştı. Tam da o yıllarda,  Sibel Kekilli, Berlin film festivalinde, Altın Ayı ödülü aldığında, daha önce çektiği yetişkin filmler gündeme gelmiş, kadın linç edilmişti. Şahin K, sadece oyuncu değil, aynı zamanda yapımcıydı da. Sibel Kekilli'nin hemşerilerinin, onu yetişkin filmleri dışındaki başarılarına rağmen, ondan öğüneceğini falan sanmam.

Ben 1974 doğumlu ve bu günlerde ellisine yaklaşmış biri olarak bu filmlerin afişlerini falan hatırlamıyorum, benden yaşça büyükler konuşurken öğrenmişimdir. Bu filmler, önce doksanlarda özel televizyonların ilgisini çekti kısa bir süre (RTÜK kurulmadan evvel, bir ara bu filmleri gündüz gösterdikleri bile oldu.). Sonra internet siteleri bu filmleri yayımlamaya başladı.

Bu filmlerde oynayan erkek oyuncular, 12 Eylül darbesi ile furya bitince, işlerine-güçlerine geri döndüler ve eski saygınlıklarını geri döndüler. Hatta bazıları, muhafazakârlık uzmanı gibi televizyonlarda konuştu ve konuşuyor. Adını duyduğunuzda ayağa kalıp, önünü ilikleyeceğiniz nice ünlü oyuncu, bu filmlerde rol aldı.

Kadın oyuncular ise, furya bittikten sonra toplumdan dışlandı, aşağılandı, aç ve yoksul kaldı ve pek çoğu kanserden öldü. İlginçtir, bu kadınların birincil ölüm nedeni kanserdir.

23 Temmuz 2022 Cumartesi

GÖÇMEN DÜŞMANLIĞI VE SİNSİ FAŞİZM



 En son, 1934 Trakya progromunu ile ilgili kitabı.okuyunca, aslında çok ortada olan somut bir gerçeği kavradım. Devletten izinsiz progrom olmaz. Mesela Trakya progromunu Atsızcılar İzmir'e ve Romanlara ve kendi aralarında Rumca konuşan Girit göçmenlerine de işin içine katmaya çalışmış ama devlet engel olmuş. En son olarak Almanya'da, basınımızın reyting uğruna dönerci cinayetleri adını verdiği NSD ( Nazi yeraltı  hücresi) cinayetleri de, bir polis cinayeti ve başarısız bir banka soygunundan sonra sonlandı ve failler yakalandı.

Son günlerde göçmenlere duyulan nefrete beslenen yeni parti malumunuz. Bir özelliği de muhalefete muhalefet etmesi. Öteden beri emin olduğum bu şüphe, Buğra Atsız'ın Kanada'dan destek vermesi ile ispatlandı. Kendisi, Türkiye'de mülkleri olan gurbetçilere benziyor. Ülkesi ile tek bağı, babasının kitaplarının geliri. Atsız, Aziz Nesin, Yaşar,Kemal, Orhan Kemal, Necip Fazıl gibi ünlü ve ölü yazarlar, best seler listelerine girmese de, düzenli olarak çok satarlar. Ölümlerinin ilk yetmiş yılında, mirasçıları bu kitaplardan telif ücreti alırlar. Yetmişinci yıldan sonra da ortalık  malı olur, Sabahattin Ali'nin kitapları gibi kapışılırlar.

Atsız'ın kitaplarının satışları, şöhretine göre bayağı düşüktür. Sebebi de iki oğlunun da, özellikle de ölümüne yakın, babalarını yalnız bırakmasıdır. Şimdilerde artık var olmayan Batı (Federal )Almanya'nın başkenti Bonn'da, Kültür müsteşarı olan annelerinin yanlarında olan ve orada üniversite okuyan iki oğlunun, ölüm döşeğinde onlara bir telgraf bile çekmeyip; onun nefret ettiği Cumhuriyet gazetesinin Bonn temsilciliğinde çalışmaya başlamalarıdır.  Bu süreçte, Atsız'ı sevmeyenlerin, iki oğlun da Komünist oldu diye alay etmesi, yarasını deşmiştir. Zaten sağlığı bozulduğu halde, dönemin cumhurbaşkanı Fahri Korutürk onu affetmemekte diretmiş, sevenleri ricacı olmuş, Kadir Mısırlıoğlu gibi kendisini sevmeyenlere alay konusu olmuştur. (Mısırlıoğlu'nun videosu 2022 temmuz itibarı ile Youtube'da mevcut, siz bu yazıyı okuduğunuzda silinmiş olabilir.)

Karısı ve oğullarının böyle davranmaları, muhtemelen aldıkları tehditlerdir. Oğullarının Atsız'dan uzaklaşması, Türkiye'deki ırkçı ve Anti Semitik düşünceyi zayıflattı. Atsızcı üz faşizm, zaten Türk toplumuna uymuyordu. Türk faşizmi, örtük faşizmdir.( https://onbinkitap.blogspot.com/2022/01/ozelde-turk-fasizminin-genelde-fasizmin.html ) 

Türk faşizmi nadiren açı ve nettir. Genelde dost görünür,  yağma gününü bekler. Açık faşizm, çoğu kez ergenlik-gençlik işidir ve pek çok kere yetişkinler, kan davası konulu Yeşilçam filmlerindeki Aliye Rona'nın, sen küçüksün, az ceza alırsın demesi gibi, çocukları öne sürerler. Hrant Dink'in katili Ogün Samast, 17 yaşındadyı, Trabzon'dan gelip, İstanbul'da gazeteci öldürdü. Benin hayatım Ankara'da geçti. Emin Çölaşan, Bekir Coşkun gibi nice ünlü gazeteciler ve yazarlar Ankara'da yaşar. Ben imza günleri dışında, Yüksel caddesinde günün geçiren şair Ahmet Telli ile, yazar Nihat Genç ile karşılaştım. 17 yaşında bir genç, Trabzon'da yaşayıp, İstanbul'da yaşayan bir gazeteciyi nereden bilebilir? Bir insanı öldürmek için, o insanın rutinin bilmek,  silahını tanımak, menzilini bilmek gerekir. Önceden defalarca prova yapmış olmak gerekir. Siz o kişinin, birileri tarafından eğitilmeden, defalarca prova yapmadan, böylesi önemli bir kişiyi öldürmeye götürüldüğünü mü sanıyorsunuz?

Peki binlerce öteden, Kanada'dan, Buğra Atsız'ın, Türkiye'de yeni kurulan bir partiyi nereden biliyor da, destekliyor. Kendisi yıllarca Allahsızlığı yayma kürsü başkanı gibi çalışıp, ateizm propagandası yaptı. Son bir kaç yıldır da birden bire Türkçülüğü ve babasını hatırlayıp, yıl dönümünde Atsızcılara mesajlar gönderdi. 

Bence bunda tek amacı, babasının kitaplarından gelen telif paralarının düşmemesi. Atsız gibi ünlü ve ölü yazarlar, best seller listelerinde görülmese de, düzenli olarak çok satan yazarlardır. Yoksa kızı Maya Atsız'ın Türkçe bile konuşmadığı Buğra beyin, Türkiye'de olan biteni önemsediğini sanmıyorum. Maya hanım, İnstagram hesabına göre taşlardan takılar satıp, Şamanizm üzerine dersler veriyor. Facebook hesabında diğer yarım (çeviri öyle diyor) dediği, faulleri uzun ve Türk olmadığından emin olduğum rock müzik yapan erkekle evli ya da evli gibi.  Ben, Buğra bey ve ailesinin homoseksüel evliliği referandumuna evet dediğinden eminim. Zira böyle referandumlarda hayır çıkması, sağın ve faşizmin yükselmesi, Türkler dahil göçmenlerin hayatını zorlaştırır. Buğra bey, Türkiye'de yeni kurulan bir partiye destek vermek için uğraşacağına, kızına ve varsa ya da olacaksa torunlarına Türkçe öğretmeye çalışsın.

Atsız ailesinin, hele de Kanada ve yurt dışında olan kolunun siyasete ilgisi 2045 Aralığına kadar sürecektir. Bu tarihte Atsız'ın ölümünün 70. yılı dolacağından, telif ücreti alamayacaklardır. Buğra beyin işe girmesi de işin riskini göstermektedir.

Yaşı benden büyük ve 12 Eylülü yaşamış ülkücüler, tutuklanıp, işkence edildiklerinde büyük şok yaşamışlardı. Yaptıkları işi, devlet hizmeti sanıyorlardı, cezalandırılınca, işkence görünce, şok olmuşlardı.

Bu küçük bloğumu okuyanlar, okuyacak olanlar, göçmenlere değil, onları ülkeye girmesine göz yumanlara olsun öfkeniz. Bu yazıyı okuyanlara sesleniyorum. Göçmen düşmanlığı ve onlara karşı saldırmakla, hatta onlar aleyhine sosyal medyada paylaşım yapmaktan sakınalım. Birileri göçmenlere saldıracaksa, bizi maşa olarak kullanmasın.

Bir asker arkadaşımın dediği gibi, elin adamı gaza basar, frene basmaz.

19 Temmuz 2022 Salı

TURGUT NEREYE KOŞTU?

 


1989 yılında bir kitap, hem Türkiye'yi sallamış, hem de süper satış rakamıyla Türk yayımcılığının üzerindeki ölü toprağının silkelenmesini sağlamıştı. Şimdilerde unutulan bu kitap, Türkiye'ye başkanlık sisteminin ülkemize gelişini on sene geciktiren, Özal ve Demirel'in başkan olmasına engel olmuş kitaptır.

Peki Erdoğan'ın ilk iktidar yıllarında böyle bir kitap yazılamaz mıydı? Yazılamazdı çünkü AKP ilk önce medyayı ele geçirmekle uğraştı. 2010 referandumuna kadar ki AKP yönetimi bayağı demokrattı ama basın holdingleri hareketliydi. Önce, Oktay Ekşi, basın konseyi başkanlığından alındı. Sonra yavaş yavaş medya biçimlendirildi.

Bizim konumuz Turgut Özal. Şimdilerde gençlik onu, ikide bir babamı öldürdüler şovu yapan oğluyla tanıyor, kendisi onun sayesinde epeyce fotoğraflı esperi (caps) konusu oldu.

Turgut Özal, tipik bir siyasal İslamcı bir bürokrattı. 12 Eylül ile beraber partisini kurdu. 12 Eylül generallerinin yok yere veto ettiği onlarca isim arasında sıyrılarak partisini kurdu ve hızla ülke çapında örgütlendi.  Özal'ın buraya gelene kadarki yaşamını Çölaşan, bu kitapta çok iyi anlattı. Aylar sonra ve kitap 750 bin bandını aştıktan sonra, üzerine bir de kitabın hasılatını açtıkları davada, 2 ayrıntı hariç (yanılmıyorsam Semra Özal'ın babasının işi ve Yusuf Bozkurt Özal'ın mezun olduğu üniversite) haricinde hiç bir yerini yalanlayamadı. Çölaşan ve yayımcısı,  kitapta Özal için, sanki okul arkadaşıymış gibi Turgut deyip, durduğu için bir miktar tazminat ödedi. Kitabın ve davanın hikayesi Turgut'un hikayesi diye başka bir kitaba konu oldu.


    Turgut Özal, 1978'de Necmettin Erbakan'ın başkanlığındaki Milli Selamet Partisi adayı olarak İzmir'de seçimleri kazansaydı, 1982 Anayasasının geçici maddesi gereği kendiliğinden vetolu olacaktı. (Bu madde 1986 referandumu ile yürürlükten kalktı, zaten 1990'a kadar süresi vardı. 1990'da, 12 Eylül öncesi siyasilerin yasağı kalkacaktı ama 86 referandumuyla erkene alındı. 12 Eylül anayasasının ilk delinmesiydi.

Özal, başbakanlığı süresince ülkeyi başkanlık sistemine benzer bir şekilde yönetti. Genelde yasa çıkarmak yerine, Kanun Hükmünde Kararnameler ile ülkeyi yönetti. Üç ayda bir, çoğunluğu kendi partisinin milletvekillerinden olan Türkiye Büyük Millet Meclisinden, kanun hükmünde kararname çıkarma yetkisi çıkardı.Kendisi zaten hem Süleyman Demirel'in, hem de Kenan Evren'in en sevdiği bürokrat, Türkiye'de halkı fakirleştiren 24 Ocak kararlarının mimarıydı. Bir mimar olarak işine devam etti.

Özelleştirmeler, eğitimde, ve sağlıkta kamu payının azaltılması, tarikatların devlet kadrolarına dolması, askerin konumunun zayıflatılması, yüksek enflasyonlu büyüme gibi icraatlar, hep onun iktidarında başladı. Basında kendisi ile her habere, espriye ve konuya tazminat davası açma ve bundan da para kazanmayı da Özal icat etti.

Cumhurbaşkanı olduktan sonra da, daha yemin etmeden Yıldırım Akbulut'u başbakan olarak atadı. Akbulut, o kadar beceriksizdi ki, fıkralara konu oldu, Akbulut fıkralarında kitaplar yapıldı. Akbulut, hem partiyi yönetemeyip, hem de Özal'a diklenince, Semra Özal'ın öpücüğüyle Mesut Yılmaz, başbakan ve genel başkan yapıldı.

Kendisi zaten kalp hastasıydı. Sık sık Amerika Birleşik Devletleri, Teksas eyaleti Houston kentinde kalp ameliyatı (baypas) oldu. Gene de en sonunda kalp krizinden öldü ve tarih birden değişti. Merkez Sağ denen garabetin ölümü ve aslında kendisinin de öncülerinden olduğu Siyasal İslam'ın yükselişi hızlandı.

17 Temmuz 2022 Pazar

MUHLİS AKARSU , ADI AZ BİLİNEN DEĞER

 


Bazı kültürel değerleri çok kişi bilir, sebebi popülerliğidir. Aşık Veysel ya da Mahsuni Şerif gibi. Müzikte popülerlik, eğer büyük bir müzik şirketi elinizden tutmazsa, şans işidir. Mesela Mahsuni Şerif'i hemen herkes biliyorsa, Domdom Kurşunu şarkısını İbrahim Tatlıses okuduğu içindir. Eşkıya filmi Kazancı Bedih'i, Yılanı Öldürseler filmi, Arif Sağ'ı popüler etmiştir.

Bir de bazı ozanlar vardır ki, pek çok sıradan kişi adını duymamıştır. Bunlar daha ziyade bestecidir ve bir bestenin ona ait olduğunu öğrenenler, aaa, öyle miymiş diye çok şaşırırlar. Sivas'ta ölen ozanlar genelde böylesi insanlardır. Pek çok kişi onların adını, Madımak otelinde ölenlerin listesinden hatırlar:

-Muhlis Akarsu, Sivas'ta karısıyla ölmüştü.

Burada popüler olduğu için Mahsuni Şerif ya da Arif Sağ gibi isimleri kötülemek ya da tam tersi Muhlis Akarsu gibilerin, kötülemek gibi bir amacım yok. Amacım, popüler işler yapmasa da, Türk Halk müziği ile ilgili hemen herkesin bildiği Muhlis Akarsu'yu başka insanların da merak etmesini sağlamak. 

Kendisi başarılı birisidir: TRT repertuarlarında 50'nin üstünde eseri bulunan M: Akarsu'nun 100'den fazla kırk beşlik plak, 4 uzunçalar, 20 kaset ve yüzlerce deyişi vardır.

Kimi kaynaklara göre bu sayı çok çok daha fazladır. Sadece yurt içinde değil yurt dışında da pek çok kişiyi etkileyen ozanın "Ya Dost Ya Dost” albümündeki “Allah Allah Desem Gelsem” adlı parçasının Portekiz asıllı Kanadalı şarkıcı Nelly Furtado'nun "Loose " adlı albümünde kullandığı “Wait For You” adlı parçada kullanıldığı belirlendi. Bu albüm sekiz milyon adet satmıştı.

 

Süleyman Zaman şairin hayatı ve şiirleri üzerinde bir çalışma yapmıştır. “ Muhlis Akarsu; Hayatı, Sanatı Şiirleri; Can Yayınları 2006 Yılı”

 1980’li yılların başında, Arif Sağ, Musa Eroğlu ve Yavuz Top ile birlikte »Muhabbet« grubu adlı bir aşık topluluğuna dahil olarak Anadolu’nun çeşitli kentlerinde konserler verip gecelere katılarak aşıklık geleneğimizin canlı tutulmasında önemli katkılara oluşturmuştur.

 

Muhabbet grubunun oluşması fikrinin Muhlis Akarsu'dan çıktığı söylenmektedir. İstanbul’un Sanayi Mahallesinde bir dönem Muhtarlık yapmış, lokantacılık, müzik yapımcılığı, kâğıt imalatçılığı, plak kaset yapımcılığı, restorancılık, kafeteryacılık yönetmenlik gibi birçok meslek dalında çalışmayı denemiştir.

 

1980'li yıllarda hem âşıklık mesleğini mesleği pekiştirmiş hem de ozanlardan etkilenme dönemi bitirerek ve kendi tarzını yaratmaya başlamıştır. Alevi ozanların kullandığı kısa kollu bağlamayı kullanarak her yıl yapılan Hacı Bektaş, Abdal Musa ve Pir Sultan Abdal etkinliklerine katılmıştır. 12 Eylül 1980 ihtilalından sonra üç yıl cezaevinde yatmak zorunda kalmıştır.

 

Akarsu, 80'lerin başından itibaren deyişlerindeki anlatımı güçlü, bağlamasına hâkim ve sesini deyiş tavrında kullanabilen bir sanatçı görünümündedir. Bu yıllar adeta parladığı yıllardır Akarsu'nun... "Muhabbet" serisinin her yapıtında yer alır. Akarsu, yurt dışında da çeşitli programlarda bulunmuş ve birçok ödül almıştır. Eserleri çeşitli türlerde şarkı söyleyen sanatçılar tarafından okunmuştur. Özellikle Sebahat Akkiraz ve Belkıs Akkale gibi ses sanatçıları M. Akarsu’nun eserlerini seslendirerek meşhur olmuş ses sanatçılarının başında gelmektedir. 

Kendisi öldüğü zaman, Aleviler ve Türk Halk müziği sevenler arasında yeterince ünlüydü ve ünlü ettiği sanatçılar tarafından da saygı duyulan biriyidi.

Hani derler ya, Çanakkale savaşları, yedeksubay savaşlarıdır, biz Çanakkale'de bir üniversite gömdük. 2 Temmuz 1993'de, Sivas'ta, Madımak otelinde, bir konservatuar yandı.

15 Temmuz 2022 Cuma

1934 TRAKYA PROGROMU

 


1934'de Trakya'da olanlar hakkında bilinenler azdır. Bu konudaki tek derli toplu eser olan Rıfat N. Bali'nin kitabını da yeni okudum. Bu olaylar, en az bilinen ve hatırlanan progromdur. Türkiye'de resmi ideoloji, progromları unutturmaya çalıştıkça azınlıklar hatırlatmakta, azınlıklar bunu hiç unutmamaktadır. İlginç olan Yahudilerin de bu olayları, en azından kamuoyuna hatırlatmak istemiyorlar. Kitabı okuduktan sonra, bu unutturma ile ilgili iki tezim var.

1)Yahudilerin, İsrail'in yıkılması ya da İsrail'den de kovulma ihtimallerine karşı Türkiye'yi sığınacak yer gibi görmeleri. Beyoğlu'ndaki Türk Yahudileri müzesinde, 1934 Trakya ya da Varlık vergisi ile ilgili bir köşe yok.

2)Yahudilerin, tefecilik yoluyla bölgede arazilere çökmesi. Ödenmeyen borçlar yüzünden elde ettikleri arazileri ve sürüleri de gene eski sahiplerine işletiyorlar. Yani pratikte para kazandıran bir iş değil. Çanakkale ve Gelibolu yarımadasında da bu iş özellikle yapılıyor. Kitapta böyle yazmıyor ama ben özellikle böyle yapıldığı kanısına kapıldım. Böyle kapsamlı bir arazi alımı, her ne kadar bölgede tekel olsalar da, Trakya Yahudilerinin tek başına yapacakları iş değil. Bu kitabı okurken, ben bu zanna kapıldıysam, 1934'ün Türk hükumeti de bu zanna kapılmış olabilir. 

Diğer bir olgu ise, devletin, Türk ulusunu oluşturma adına Gayrı Müslümlerden arında politikası güttüğünü de kitaptan öğreniyoruz.  Örneğin 1920'li ve 30'lu yıllar boyunca Anadolu'nun pek yok yerindeki Ermeni köylüsü, jandarma baskısından köyünü terk etmiş ve Suriye'ye göç etmiş. Özel olarak da ben bir bilgi vereyim, 1950'li yıllara kadar, o zamanlar Fransız manda idaresinde olan Suriye'ye, Türkiye'den pek çok göç olmuş. O zamanlar Sovyetler Birliği ve yandaşı ülkelerle, batılı devletler arasında olan Demir Perde ardı olan Sovyet Ermenistan'ına gidemedikleri için Suriye ve Lübnan'a, bazen de oradan daha uzak yerlere göç etmişlerdir. 1927 Nüfus sayımında bile on üç milyon altı yüz bin küsur ülke nüfusunun  üç yüz bin kadarı Ermeni. Bu günkü nüfus artışı ile kıyaslarsak, üç buçuk milyonluk bir Ermeni nüfusumuz olması demektir ki şu anda bu nüfus elli bin civarı. Sadece Ermeniler değil, isyanlar sonrası Nasturdiler, Kürtler, şapka devriminden sonra bazı muhafazakarlar  ( Kastamonu'da bir köy tamamen göç etmiş.) falan göç etmiş Ellilerde mayın döşenene ve Fransızlar çekilene kadar sürmüş bu göç.

Trakya  progrounda devletin planı ve programı çok belli. Mesela Kırkpınar güreşleri, muhtemelen tarihinde ilk ve son defa, Edirne yerine Kırklareli'nde yapılıyor. Kırklareli'nde Yahudilerin kaçtığı gece İstanbul trenine on beş yolcu vagonu takıyorlar. Oysa normalde üç vagonla hareket ediyor. Olaylar büyük ölçüde tehdit, tahrip ve yağma olarak gelişiyor, cinayet yok,  bir kaç tecavüz olayı var. Resmi söyleme göre vur deyince, öldürülmüş. Aslında hedef zengin Yahudiler. Yahudiler arasında ciddi bir sınıf ayrımı var. Zengin Yahudiler, fakir dindaşlarına (ya da ırkdaşlarına) aç kalmayacakları kadar sadaka veriyor. Mesela çamaşırcı bir kadın, yıllarca hemen yandaki ilçeye gelin giden kızını ve torunlarını yıllarca göremiyor.  O zamanlar ülkede bugünkü gibi bolca dolmuş-otobüs yok. Hatta ordunun ikmal için deve taburları var. Gene de böyle bir ziyareti yapamamak, büyük bir yoksulluk göstergesi.

Progrom öncesinde uzun bir kışkırtma devresi var. Cevat Rıfat Atilhan'ın Milli İnklap dergisi; Hüseyin Nihal Atsız'ın Orkun dergisi başı çekmekle beraber; Akbaba dergisinde her Cumartesi (Yahudilerin kutsal Sebt, yani dinlenme ve ibadet günü), Cemal Nadir Güler'in Yahudilere hakaret eden karikatürleri ve Almanya'da yaşayıp, Türkiye'ye mesajlar gönderen Mustafa Nermi, başı çekiyor.  Kışkırtmanın merkezi ise Atılhan ve Milli İnkılap dergisi.

Atilhan ve Milli İnkılap dergisi bu kışkırtmada başı çekiyor ve açıkça Nazilik yapıyor. Atilhan, Nazi partisinin davetlisi olarak Almanya'ya gidiyor, Antisemitik kitaplarını Nazi yayımcıları basıp, okkalı telifler alıyor. Kendisi de dergisini Nazilerden aldığı karikatür, resim ve yazılarla dolduruyor. Olaylardan sonra, mafya olarak bilinen bir Yahudi kabadayı, Atilhan'ı dövüyor. Ekşisözlük yazarlarından birinin dediğine göre, Mussolini'nin linç edilerek öldürülmesine, vatanseverliğin bedeli olarak yorumlayacak kadar ateşli bir faşisttir. Olanlar yatışında, Yahudi bir kabadayı, Atilhan'ı tenhada kıstırıp, dövüyor.

Atsız'a gelince, kitap Atsız'ı merkeze almıyor ama Atsız'ın Orkun dergisi, bölgede, özelliklede Edirne'de çok okunuyor. Edirne lisesinde sadece üç ay öğretmenlik yapmış ve bu kısa sürede bayağı çevre yapmış. Dergisi Edirne'de kalmayacak şekilde bitiyor. Şehirdeki gazete bayisi, bizzat Edirne lisesinin kapısına gelip, son nüshasına kadar satıyor. Yani Atsız'da bu süreçte etkin. Olaylar yatışında, Milli İnkılap ile beraber, Orkun'da kapatılıyor.

Kitapta pek dikkat edilmeyen bir ayrıntı var. Daha 1933-34 yılında Atsız, Orkun'da, Yahudileri, biz de Almanlar gibi katledelim diyor. (Kitap, Orkun'dan alıntı yapmış.) 1934'de daha henüz katliam yok. Kristal Gece ve boykotlar sonrası Yahudileri ürkütme ve kaçırma politikası var. Naziler henüz kıyım ve katliamları dillendirmiyor ama belli ki bunu planlamış ve Türkiye'deki işbirlikçilerine anlatmış.

Bir yerde Atatürk ile bir Yahudi'nin konuşması var. Bu konuşma olmuş mu pek belli olmadığı gibi, söz konusu Yahudi'nin kim olduğu da belli değil. Kimilerine göre önemli bir tüccar, kimilerine göre de sokaklarda yaşayan bir deli. Ancak şu var ki, gerek Dersim tertelesinden, gerekse Trakya progromundan Atatürk'ün haberdar olduğu aşikar.

Olaylar, İsmet İnönü'nün açıklamasından sonra sona eriyor. Yahudiler, özellikle yoksul olanlar can havli ile önce İstanbul'a, sonra Fransa, Bulgaristan, Suriye, Filistin ve Küba'ya göç ediyor. O kadar her şeylerini bırakıyorlar ki, bazıları resmen çıplak. Fransa'ya gidenleri daha sonra aynı Türkiye, toplama kamplarında yakılmasın diye kurtarmaya çalışıyor. Bulgaristan ilginç bir şekilde, Nazi işbirlikçisi olmasına rağmen, tek bir Yahudi ya da Roman vatandaşını Almanlara vermediği gibi, kendisine sığınan Yahudi ve Romanları da çoğu kez geri vermeyip, Türkiye'ye kaçmasına göz yumuyor. Bana Küba'ya gidenler çok ilginç geldi.

Progromdan sonra Trakya'da ekonomi çöküyor, çünkü Türk tüccarlar, Yahudilerin yerini alamıyor. En çok zararı, Edirne görüyor. Olaylar öncesinde, sınır ticaretinden ve tarihsel başkent oluşundan dolayı Trakya'nın merkezi Edirne. Tüm bölgedeki tek lise ve sanat enstitüsü burada. Lakin Türk Tüccarların, Bulgaristan ve Yunanistan'da iş bağlantıları olmadığı için sınır ticareti, 1950'lere kadar eski haline gelmiyor. O zamanda bölgede ticaretin merkezi, limanından dolayı Tekirdağ'a geçiyor. Diğer bir kaybeden şehir de Çanakkale. Güney Marmara'nın ticaret merkezliğini Balıkesir'e kaptırıyor.

Son olarak, özellikle Atsızcılar, olaylar İzmir'e de sıçrasın diye uğraşıyorlar ama olmuyor.


13 Temmuz 2022 Çarşamba

CECİL RODESH KİMDİR?

 


Cecil John Rhodes isimli İngiliz (1853-1902), kırk dokuz yıllık kısa hayatına pek çok kötülük sığdırmış, sömürgeciliğin görünen yüzü olmuştur. On yedi yaşında, verem tedavisi için geldiği Güney Afrika'nın efendisi olmuştur. O kadar ki, bugünkü Malavi'ye Doğu Rodezya,  bugünkü Zambiya'ya Kuzey Rodezya, bugünkü Zimbabve'ye Orta Rodezya ve bugünkü Botsvana'ya Güney Rodezya denmiş;  Zimbabve'nin resmi adı, 1965-79 arasında Rodezya olmuştur. Bu kadar geniş alanlara adını veren Rodesh, benim şahsi tahminimce adını Rodos adasından almış olabilir.

İngilizler, daha doğrusu İngiliz ordusu, Afrika'nın iç bölgelerine, Rodesh'in De Bears elmas ve De Bears madencilik şirketlerinin çıkarları için girdiği gibi,  1899-1902 arasındaki Boer savaşı da onun şirketinin çıkarlarını savunmak için yapılmıştır. Bu savaşta İngilizler 8 bin kadar savaşta,  13 bin kadar hastalıkta ( Afrika'nın ölümcül sıtması), bin kadar kayıp, 23 bin kadar yaralı (onların da çoğu sıtma ve benzeri hastalıklar) 45 bin kadar kayıp vermiştir. Bu kayıp, İngilizlerin, Napolyon savaşları ile Birinci Dünya savaşı arasında en çok kayıp verdikleri savaştır. Genelde böl-yönet ve paralı asker kullanarak savaşan İngilizler, çoğu kez, deniz haricinde öyle büyük çaplı savaşlara girmemişlerdir. İngilizlerin meşhur tarihçisi Arnold Joseph Toynbee, İngiliz imparatorluğunun geri çekilişini bu savaşla başladığını yazar. (Kendisi Ermenilerle ilgili olarak Türkleri suçlayan meşhur Mavi Kitap'ın da yazarıdır) Jack London'ın Ezilenler kitabına göre ( Bu kitap London'ın gözlemlerine dayandığından roman değildir), bu savaştan sonra terhis olan askerlerin çokluğu, İngiltere'de işsizliği arttırmıştır.

Kendisi hayatı boyunca evlenmemiş, çocuk sahibi de olmamıştır. Roman yazarı Wilbur Simith'e göre de bir homoseksüeldir. Ölünce de mirasını, kendisinin çıkarları için savaşan İngiliz devletine ve milletine değil, Güney Afrika hükumetine bırakmıştır. Güney Afrika hükumeti de aslında kendi şirketinden farklı değildir. Aslında Rodesh, mirasını kendi uşaklarına bırakan bir efendidir.



Kendisi sadece kapitalistçe eylemleri değil, fikirleri ile de kötülük  kaynağıdır. En başta ırkçıdır ve ona göre beyaz adam, tüm insanlığa hükmetmelidir. Diğer ırkların, özellikle de Afrikalıların mutluğu beyaz adama itaattir. Kendi çıkarları bozulunca, beyaz ırktan Boerlere savaş açmaktan da çekinmemiş, İngiliz ordusu Boerlerle mücadele edemeyince, kadın ve çocuklara saldırmış, ilk toplama kamplarını inşa ettirmiştir.

Johannesburg ile İskenderiye'yi demiryolu ile kurma planı üzerine çizilen bir karikatür, onu konu edinen en ünlü sanat eseridir. Etkisi halen sürmektedir. Zimbabve, Rodezya adı ile ve onun fikirlerine göre, nüfusu yüzde biri bile olmayan beyazların egemenliğinde bir devlet olarak kuruldu ve dünyada hiç bir ülke tarafından tanınmadı. Daha sonra benzer bir yönetim (Apartheid), uzun yıllar Güney Afrika'da geçerli oldu. 

Güney Afrika'daki Rodesh'in izleri, Apartheid rejimi yıkıldıktan sonra başlıyor. Yavaş yavaş heykelleri kaldırılmaya, adını taşıyan yerlerin adları da yavaş yavaş değişti ve değişiyor. Rodesh ile ilgili yazılmış çok kitap olsa da, Türkçe'ye çevrilmişi (Wilbur Simith'in romanları dışında) 



 Batıyı ve beyaz adamları anlamak, Rodesh gibileri anlamakla başlar.