23 Ocak 2017 Pazartesi

DEVLET ÜNÜVERSİTESİ Mİ, VAKIF MI?
         Bu yazıya yazan kişi, devlet üniversitesi mezunudur. Epeydir sözlük denen blog sitelerinde bir garip tartışma var.  Devlet üniversitelerinde okuyanlar, Vakıf (ya da özel) üniversitelerde okuyanları para yiyici, zekâsız kişiler olarak görmekte. Vakıf üniversitelerinde okuyanlar da, devlet üniversitelerinin özellikle taşrada okuyanlarını, ulaşamadığı ciğere mundar diyenler olarak görmekte. Özellikle ekşisözlük denen blog ortamında bu tartışmalar sık sık alevleniyor.
        Ben bu internet gruplaşması tartışmasına girmek ya da taraf olmak istemiyorum. Benim cevabını aradığım soru, çocuğumuzu vakıf üniversitesine mi yoksa devlet üniversitesine mi gönderelim. Çocuk ODTÜ, İTÜ, Boğaziçi, hatta Gazi’yi falan kazandığında bizce çok sorun yok. İşin doğrusu bu üniversiteler, Türkiye çapında büyük ve kaliteli üniversiteler.  Örneğin  Bakü devlet üniversitesi gibi girilmesi daha kolay üniversitelerin uluslar arası iş alanındaki itibarı, ODTÜ ya da Boğaziçi’nden daha fazla. Hele ODTÜ’lüler yurt dışında, ağızlarını yaya yaya midıııl east teknıkıl yunuvörsity diye övünmeye kalktıklarında,  Beyrut Amerikan üniversitesi ile karıştırıldıklarını görünce şok olup, Ankara üniversitesi demeye başlıyorlar. Bence ODTÜ adını Feza Görsev, Ali Kurşunoğlu ya da öyle bir bilim adamı ile değiştirmeli, parantez olarak. Koç, Bilkent gibi vakıf üniversitelerine girmek de pek çok devlet üniversiteye girmekten zor.
        Bazı vakıf üniversiteleri için de iyi şeyler söylenmiyor. Özellikle İstanbul’da hemen her semtte bir tane açılan üniversiteler için. Gene ekşide birisi, Bahçeşehir üniversitesinde Bilgisayar Mühendisliği mezunu ve kodlama bilmeyen birisinden bahsetti.  Avrupa’da kodlama neredeyse okuma yazmadan evvel öğretilecek, burada bilgisayar mühendisi bu işi bilmiyor. Neymiş, mühendis kod yazıcılarını yönlendirirmiş de, kodlama o kadar ihtiyaç değilmiş.  O dediği devlet sektöründe ya da babanın şirketinde geçerli olur. Özel sektör senden icabında tuvalet temizlemeni bile ister. İktisadi ve İdari bilimlerde de, bu bölümlerin mezunlarının muhasebe bilmesine çok da ihtiyaç olmadığına dair efsane vardır. Teyzemin anlattığına göre bu zihniyetle eskiden de bir ara İstanbul İktisatta muhasebeye çok önem verilmezmiş. Lakin İstanbul ticaret odası, sizin mezunları muhasebe bilmiyor diye rapor verince,  fakültenin muhasebe hocası değişmiş.
          Her durumda bile ne Bahçeşehir üniversitesin ne de özel bir üniversitenin, ana yurdumun hemen her şehrine dağılmış o taşra üniversitelerinden daha kötü olmayacağına inanıyorum. Çünkü ben de öyle bir üniversiteden mezunum. Hayatım da yıllardır böyle şehirlerde geçiyor. Önce bu şehirlerin sakıncasını anlatacağım. Isparta, Süleyman Demirel Üniversitesinden mezunum. (aynı adla bir de Kazakistan’da üniversite var) mezun olduktan sonra Isparta’nın ilçelerinde ve Kırıkkale’de öğretmenlik yaptım. Halen de Ankara’nın bir ilçesinde öğretmenim. Bahçeşehir ya da büyük şehirlerdeki bir üniversite, sırf o şehirde olduğu için iyidir. Taşranın muhafazakârlıktan başka öğünülecek bir şeyi olmayan o şehirlerinde kalmak bile insanın cahilliğine sebeptir.  O şehirlerin pek çoğunda sinema, kitabevi bulunmaz. Sinema, alış veriş merkezleri (AVM) taşraya kadar yaygınlaştığından, pek çok şehirde bulunabiliyor.  Kırıkkale, yirmi yıldan fazladır üniversitesi olan bir şehir. En son gittiğimde AVM sayısı 3’e çıkmıştı gene de doğru dürüst bir kitapçısı yoktu, varsa da ben göremedim. Kitapta da şimdilerde internetten sipariş verme, pdf yada benzer formatlarda internetten indirme olduğu gibi, kitapçı esnafı, en ücra yerlerdeki okullara, yer yer çok az öğrenci ve öğretmenin olduğu okullara kadar gidip, satış yapıyor. Gene de taşra dediğiniz yerlerde kültür ürünlerine ulaşmak zordur. Mesela Kırıkkale, tarikatların cirit attığı bir şehirdir. Gene de en uzak mahallesinde bile en az üç tane tekel bayi vardır ama her mahallesinde gazete bayi yoktur, gazete almaya çarşıya inmelisiniz.  Bazı dergileri almaya da Ankara’ya gitmelisiniz. Şu an çalıştığım ilçede de benzer sorun var. Kızılay’a inip bazı şeyleri alabiliyorum.
             Aslına bu şehirleri çekilmez, hatta mahrumiyet bölgesi yapan böyle şeylerin değil, insanların yokluğudur. Bir etkinlik yaparsın, ülkücüler, tarikatlar ya da başka birileri bunu mahveder. Eve giren çıkanları kontrol eder ve dedikodusunu yaparlar. Bu taşra zamparaları için dışarıdan gelen kızlar potansiyel avdır, erkeklerse kızları için tehlikedir. Tarikatlarda senin çocuğunu elde etmek için türlü oyun oynarlar.
       Bir de bu şehirler, kasabalar pahalıdır ve çocuğa masrafınız özel üniversiteden daha pahalıya gelir. Adını bile duymadığın o il ya da ilçede ev kiraları ateş pahasıdır. Herkes kendi ihtiyacı kadar ev yapmıştır ve evlerin çoğu sobalıdır. Kaloriferli ya da kombili evler ateş pahasıdır. Ucuz olsa bile öğrenciye pahalıdır. Kredi yurtlar ya da üniversitenin kendi yurtları da ülkücüler veya tarikatların egemenliğindedir. Buna bir zamanlar öğrenciler Fettullah cemaatinin ışık evlerine gitmeye mecbur kalsın diye öğrenci alınmamış olduğunu, öğrencilerin aylarca yedek listelerde bekletilmesini ekleyin. Şu anda bu cemaat yok ama diğer tarikatlar var. Cumhurbaşkanının oğlunun kontrolünde bulunan TÜRGEV’i de unutmayın. Kamu binaları harıl harıl bu vakfa veriliyor. Bu vakfın yurt odaları da neredeyse otel odası fiyatına kiralanıyor.
                Ev kiralama ile de iş bitmiyor. Taşra esnafı kurnazdır ve pek çok kere de müşterisi de kendisinden başka gidecek bir yer olmadığından istediği fiyatı koyar. BİM, A-101, ŞOK gibi market zincirleri, bu esnafın gücünü kırmışsa da, halen bu esnaf kafasına göre fiyat vermekte. Isparta, Yalvaç’ta şimdi belediyesi düşen nüfusu yüzünden düşen bir ilçesindeydim. Köyde her evin en az üç tane ineği, birkaç tane koyunu, keçisi falan vardı. Buna rağmen çocuğuna süt bulamıyordu. Köylü, ilçede kalmaktansa köyde ev tutan ailenin süt ihtiyacını para kazanma alanı olarak görmüştü. Böyle yerlere kazara yolunuz düşse, arabanız arızalansa, bir şey satın almaya mecbur olsanız, gereğinden yüksek fiyata alırsınız. Çünkü siz o taşralı için para kazanma fırsatıdır, vurgun sebebidir. Dürüstçe iş yaparak bu ırsatı tepmemelidir. Yol üstü, otogar lokantalarını düşünelim.  Pek çok kere yolda yemek yemez ya da ucuz gözleme ile yetinirsiniz. Bilirsiniz ki o lokanta, şehirdeki en lüks yer kadar pahalıdır. O lokantadaki yemekler bekler, bekler, bayatlar ve yenemeyecek kadar bozulup ve dökülür. Uygun fiyat olsa da herkes yese olmaz. Lokantacı çok aç olup da onu yiyecek zavallıyı bekler. Taşra bu yüzden daha pahalıdır.
           Hepsinin üzerine bu taşra üniversitelerinin çoğunda eğitim ya kalitesizdir ya da kalitesi biraz şansa kalmıştır. Gayretli bir akademisyenin ya da bölüm başkanı sayesinde bazı güzel işler yapılır. Lakin üniversite kadroları cumhurbaşkanına bağlıdır. İyi akademisyenlerde taşradan çabuk bıkar, bazen de ayrılmak zorunda kalır. Taşra üniversitelerinin kadroları, hele de yeni kurulmuşsa, profesörlerden çok, yardımcı doçentlerden oluşur.
           Kendi üniversite eğitimimi düşünüyorum da, çok az sosyoloji mezunu benim, daha doğrusu bizim kadar kötü eğitim almıştır. Süleyman Demirel üniversitesin sosyoloji bölümünün ilk mezunlarındanım. Bu dört yılı, Amiran Kurtkan Bilgiseven, Pareto ve Sorokin olarak özetleyebilirim. Bölüm başkanımızı Metin Özkul, her sene birkaç tane dersimize girdi. 1994’de ilk üniversiteye gittiğimizde bölümün tek hocasıydı ve o zamanlar yardımcı doçentti. İlk sene dört ayrı dersimize giriyordu başlangıçta. Psikoloji dersimize giren psikiyatri doktoru doçentte kızıp, dersi bırakınca, psikoloji ile 5 ayrı dersimize girdi. Biz onu iki saatten fazla beklemiş ve geç olduğundan gitmiştik. Bir arkadaş da başka birini beklediği için o doçentle karşı karşıya geldi. Beyefendi kendilerini daha fazla beklememiş olmamıza kızmış bir sürü laf etmiş. Sonra olaya nasıl olmuşsa Metin hoca da dâhil olmuş.  Bir sebeple oradaymış. Adamla tartışmış ve sonuçta biz psikolojiyi, Feriha Baymur’un 1960 tarihli kitabından öğrendik. (yıl 1994) Lisede okuduğum psikoloji ders kitabı da bunun bir özetiydi. Mezun olduktan sonra da aynı kitabı birkaç sene daha okuttum. Bu arada psikoloji bilimi almış, yürümüş, bizim umurumuzda mı? Benzer bir şekilde Sosylal Psikoloji dersinde de, muhtemelen sırf Erol Güngör’ün çevirisi diye 1950’lerden kalma ve artık basılmayan bir kitabı, iki dönem olarak okuduk. Kitap davranışçı ekolün bir takım tezlerini önermelere bölerek ispatlamaya çalışıyordu. Erol Güngör’ün kitaplarının çoğu çeviridir lakin ne hikmetse yayımcısı kapağa yazarın adı yerine kocaman harflerle Erol Güngör yazar.  Üniversiteden çok, liselilere benziyorduk. Üst sınıfların, alt sınıflaraa devrettiği kitaplarımız vardı. Her sene Sorokin’in Hudutlar ve Pareto’nun Elitlerin Dolaşımı tezlerini mutlaka tekrar ederdik. Bir de dört tane kitabını ders kitabı olarak okuduğumuz, bölüm başkanımız Metin Özkul’un doktora hocası Amiran hanım vardı. Bir kere konferansa bile gelmişti. O aşırı ağdalı Osmanlıcasına bahane olarak Türkçe kelimelerin anlam yetersizliğini göstermişti.  Sonradan bunun sebebinin bilgisel yetersizliği ve buna sebep olan faşizan dünya görüşleri olduğunu anladım. Doktora hocası Karl Zimmerman’dan bu yana bir şey öğrenmemişti. Oysa Zimmerman’da Nazilerin önünden kaçmış Yahudi bilim adamlarındandı. Gerçi biz Amiran hanımın, Servet-i Fünun  şairlerinden beter Osmanlıcası değilse bile, 1960’lı yıllardan beri değişmeyen Sosyoloji bilgisi bölüm başkanımız Metin Özkul ve bölümün 2. Hocası Kamil Kaya hocaya da yansımıştı.
        Sorun sadece eski teorileri öğrenmemiz, yenilerinin de pek azından haberdar olmamız ya da aynı tezleri tekrar tekrar okumamız değildi. Yöntem konusunda da sakatlık olduğunu, mezun olduktan sonra anladım. Mesela bizim bölümün hocalarına göre sosyolojide katılımcı gözlem (yaşayarak gözlemleme) ve deney yoktu. Toplumlar büyük varlıklardı ve onlarla deney yapılmazdı. Katılımcı gözlem de antropolojinin işiydi. Sonradan öğrendim ki sosyoloji v sosyal psikoloji her ikisini de yapıyordu. Bir de ülkemin sağcı sosyologları ve antropologları, KAYNAK KİŞİLERE DANIŞMA diye bir yöntem icat etmişlerdi. Belli topluluklar, istihbaratçı, vergi memuru falan zannedip (haksız da sayılmazlar, sağcı demek, muhbir demektir) kapılarını açmıyorlardı. Çabucak kitap yazma, tez hazırlama hırsıyla, bu insanların güvenini kazanma, yaşayarak gözlem yapamıyorlardı. Kendilerince icat ettikleri yöntemde, bu halkın içinden ya da bu halkla bir sebeple ilişki kurmuş birilerini kaynak alıp, onların dedikleriyle tez hazırlıyorlardı. Yabancı kaynaklarda bu salak yöntem yoktur ve bu yöntemle hazırladıkları tezleri yurt dışında da yayımlamıyorlardır muhtemelen.
         Sonuçta laf ola, torba dola kabilinden bir eğitim aldık. Yapabileceğimiz tek iş felsefe öğretmenliğiydi o da devlet okullarında ve dershanelerde. Öyle kaliteli okullarda bize göre değildi. Son sınıfta iken, o sene yeni mezun veren tarih bölümünden hiçbir öğrencinin bölme araştırma görevlisi olarak alınmayıp, Gazi üniversitesinden mezun iki kızın işe alındığını öğrendik. Çok şaşırmıştık, oysa şimdi bakıyorum da, tarih bölümü de bizimki gibiyse aynı. Üniversiteye başlarken bize sosyologu geleceği parlak on meslekten biri diye tanıtmışlardı. Bizim bölüm halen aynı eğitimi alıyorsa, hangi şirket ne yapsın bizi.

        Son olarak da diyeceğim şu ki, bu taşra üniversitelerine gitmeyin,  çoluğunuzu, çocuğunuzu da göndermeyin. Ortalama altmış yılınızın dört yılını, istediğiniz her haftalık ya da aylık derginin bulunamayacağı, çoğu sosyal etkinliği hayal bile demeyeceğiniz bir taşra şehrine gömmeyin.  Mesele askerliği tecil ya da kısa dönem yapmaksa, açık öğretime girin daha iyi. Büyük şehirlerde bunun eğitimini veren dershaneler var. Hem çalışır, hem okurusnuz.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder