12 Ekim 2017 Perşembe

DOKSANLI YILLAR-5 FETÖ, CEMAATLER VEYA TARİKATLER VE 15 TEMMUZUN BAŞARISIZLIK NEDENİ
                Doksanlı yıllar bu gün Fetö, o zamanlar Cemaat dediğimiz tarikat başta olmak üzere, tüm tarikatların patlama yaptığı zamanlardı. Tarikatlara patlama yaptıran dershanecilik sektörüydü. O zamanlar dershane açmak çok kolay ve karlıydı. Bulunduğunuz şehrin merkezi bir yerinde, almayı düşündüğünüz öğrenci sayısına göre birkaç kat ya da bina kiralardınız. Branşlara göre öğretmen de görevlendirip, büro elemanların da tuttunuz mu tamamdı. Atandığı yeri beğenmeyen ( o zamanlar atanamayan öğretmen meselesi yok denecek kadar azdı), emekli olan öğretmenler dershanede çalışır ya da kendisi dershane kurardı. 12 Eylül rejimin dershaneleri kapatmak istediği, fakat halkın tepkisi yüzünden kapatamadığı konuşulurdu. Pop müzik gibi dershanecilikte patlama yaptı ve bazı dershaneler büyüyerek, zincir oldu. Önceleri sadece o zamanlar son sınıf olan lise 3’de gidilirdi.  İlkokul 5 ve ortaokulda da bazen dershaneye gidilirdi. Yavaş yavaş her sene dershaneye gidilmeye, 2010’dan sonra da öğrencinin 2. Okulu olmaya başladı. Bu aşamadan sonra da bence öğrenciye yararlı değil, zararlı olmaya başladı. Çünkü bu dershaneler, çoğunlukla şehir merkezinde ve ailenin yerleşim yerinden uzaktı.  Çoğunda da öyle doğru dürüst yoklama yapılmıyor, öğretmenler sınıf disiplini ile uğraşmıyordu. Giderek ders anlatmamaya, sadece soru tipleri ve pratik çözüm yollarını öğretmeye başladılar. Abiler, ablalar ve ilçelerden dershanelere gelenlerin kaldığı yurtlar sayesinde de gençleri kendilerinden yapmaya başladılar.
                Buradan da gençlerin cemaatlere yönelmesine sebep olan 2. Alana, yani özel yurtlar ve evler konusuna geçiyoruz. O yıllarda pek çok Anadolu şehrine yeni üniversite açılmış, mevcutlarının da kapasitesi arttırılmıştı. İkinci öğretim, pek çok bölümün öğrencisini iki kat arttırmıştı. Buna karşın yurtlar yeterince artmamıştı. Ev kiraları, özellikle öğrenciler olduğunda fahiş fiyataydı. Buna bir de o zamanlar yurtlara egemen olan Ülkücülerin zorbalığı vardı. Özellikle doğu ve güneydoğudan gelen pek çok genç okulu bırakmak ya da eve çıkmak durumundaydı. Ülkücülerin zorbalığı sadece Kürtlere, Alevilere ya da solculara değil, neredeyse herkeseydi. Kişiliği düşük olanlarda Ülkücülere katılıyor, çabucak REİS unvanıyla da kız tavlamaya çalışıyordu.  Üniversitenin her birimi için bir reislik makamı vardı. Yurtta kız, erkek ayrı, bir de yurtta katlar ve koridorlar için reislikler vardı. O zamanlar kavgaların gerisinde hep kız kavgası olurdu. Ülkücüleri de Yurtkur görevlileri le üniversite hocaları korurdu. Bütün bu nedenlerin sonucunda da yurttan ayrılmak isteyen öğrenci ilk tercih olarak eve çıkardı. Ev kiralayamayanlar ya (o zamanlar cemaat dediğimiz) fetö başta olmak üzere tarikatların evlerine ve yurtlarına taşınırdı. Eve çıkmakta her zaman durumu kurtarmazdı. Yurtta kurulan arkadaşlıklar, eve çıkınca düşmanlığa döner, ev ortakları dağılır, yurda geri de dönülmeyince, cemaat evlerine gidilirdi mecburen. Yurtlar ve evler, cemaatlerin gençleri kaptığı yerlerden biriydi ve halen de öyle. Akp iktidara geldiğinde, cemaatler öyle güçlendi ki pek çok yerde, gençlere bu yurt ve evlere mecbur kalsın diye yurtlar boş bırakıldı. Pek çok kişi aylarca yedek listelerde süründü.
                Doksanların başına birçok cemaat vardı. Nurcular bile otuzdan fazla gruba bölünmüştü. (Yeni Asyacılar, Kırkıncı Hocacılar, Dilara vs vs) Birbirleri ile yer yer çirkinleşen rekabet içindeydiler. Birbirlerini sık sık hırsızlıkla, dilencilikle falan suçlarlardı. Fettullah Gülen tarikatı, zamanla güçlendi ve güçlendikçe diğer tarikatları da yönetmeye ve yönlendirmeye başladı.  Bir HDP milletvekili, AKP ile Fetö’yü ayırmak, keki undan ayırmak gibi bir şey demişti.  Sadece AKP’yi değil, tarikatları da birbirinden ayırmak bu kadar zor hale gelmiştir.  Bu 91-92’den sonra yavaş yavaş oluştu. Önceleri her seçim öncesi o zamanlar cemaat denen tarikatların hangi partiye oy vereceği konuşulurdu. Geleneksel olarak Kadiriler (bir kısmı diyelim) MHP’ye, Süleymancılar ANAP’a oy verirdi. Süleymancılar, tamamen bitip, Demokrat parti ile birleşip, yok olana kadar ANAP’a desteğini sürdürdü ama sadece liderleri. Yanılmıyorsam yandaşlarına SMS bile attılar ANAP’a oy vermesi için ama iktidar olmayacağı belli olan bir partiye kimse oy vermek istemedi. O yıllarda pek çok kişi tarikat şeyhlerinin halkın oy verme kararında etkili olduğu sanılırdı. 17-25 Aralık yolsuzluk soruşturmalarına kadar ben de öyle sanırdım.  Oysa doğu ve güneydoğuda elli, altmış yıldır dededen, toruna milletvekilliği, belediye başkanlığı devşiren şeyhler ve aşiret ağaları bile AKP iktidarından sonra aday bile olamaz oldu. 1995-96’dan sonra sadece Fetö’nün desteği merak edildi. Hatta bir iddiaya göre bir ara DSP’yi destekledi fetö. DSP’nin son iktidar dönemi, benim öğretmenliğimin ilk yıllarında denk geldi. bu dönemde DSP hem iktidarın büyük ortağı, hem de Milli Eğitim bakanlığını üstlenmişti.  O dönemde bile pek çok makama fetöcüleri getirmişlerdi. O dönem DSP’nin tek faydası EĞİTİM-SEN’in örgütlenmesi oldu.  Tarikatlar genelde DYP-ANAP arasında gidip, gelirdi. 2002’de Fetö ve neredeyse Süleymancılar gibi birkaç istisna grup hariç tüm tarikatlar AKP için çalışmaya başladı. Yoksa 11 aylık parti, %35 ile 1. Parti olamazdı.
                Fettullah Gülen, kendisinin devlete sızması ile ilgili videosu açığa çıkınca, Amerika’ya gitti.  Bunu ortaya çıkaran Ali Kırca ve programına katılanların itibarı birer ikişer gizli kamera çekimleri ve kumpaslarla zedelendi. Gülen’se Amerika’da güvende iken, teşkilatı çalıştı. Gülen, Amerika’ya gitmeden evvel de güçlüydü. Hatırlıyorum bir konferans ya da kongrede,  muhabir bir kız, ona Fettullah bey diye seslendi diye seslendi diye dünyanın ayarını yemişti. Üç yıllık köy ilkokulu mezunu Fettullah Gülen’e, Fettullah Gülen Hocaefendi denmeliymiş. Fettullah Gülen’in o koca teşkilatı kurduğuna ve yönettiğine asla inanmadım. O bir puttu ve onu yücelten bir sürü şaman vardı. O süs biberi gibi duruyor, etrafındakiler de onu yüceltiyordu. Bu sadece Gülen için değil, diğer dini liderler ya da tarikat şeyhleri için de geçerli. Ben gene de bu tarikatların, özellikle de fetöcülerin teşkilatlanmasına hayrandım. Düşünsenize, Türkiye’nin hemen her yerinde yatabileceğiniz bir mutlaka vardı. Otel ya da yurt değil, öğrenci evi. Üstelik kadın olsanız bile. Hemen her yerde ablalar denen kadın yöneticiler de olurdu. Doksanlarda bile durum böyleydi, AKP iktidarı ile beraber, FETÖ başta olmak üzere cemaatler daha da güçlendi ve kalabalıklaştı. Ta 17-15 Aralık olayına kadar.
                17-25’den ve 15 Temmuzdan sonra bu hayranlığım bitti. Bütün bu örgütlerin dinden çok devletin, özellikle de derin devletin, bu derin devleti kuran NATO kurumlarının sayesinde örgütlendiğini anladım. Çünkü o devasa topluluk, o muhteşem örgütlenme, ilk ciddi zorlanmada kötü not almıştı. Fetö 12 Eylül hatta 28 Şubat rejimi ile bile iyi ilişkiler içinde oldu. Hatta 1997-98’de türban yasağı tekrar hortladığında, Pensilvanya’dan emir geldi, iş yerinde, okullarınızda türbanı çıkarın diye. Topluluğun büyük kısmı, hatta diğer tarikatlar bile bu emre itaat etti. Her zaman hile, kumpas ve tehditle ilerledi. İlk zorluk olan 17-25’den sonra önce esnaf terk etti fetö ve diğer tarikatları.  Tarikatlar mertçe savaşa, göğüs göğüsse bir mücadeleyi sevmiyordu. Pek çok okuruma garip gelecek ama ben bu tarikatlardaki güç ve popülarite kaybını, düzenledikleri kermeslere ilginin azalmasından anladım. 17-25 Aralık olayından bir kaç kadar sonra, Fetö mü, değil mi, net bilmediğim bir kermese gittim ve gelen gidenin azlığına hayret etmiştim.  Ertesi sene de, gene net olarak bilmediğim bir kermese, Kırıkkale’de gitmiştim.  Yarı fiyatından daha ucuz döner ekmeğe bile rağbet yoktu. 15 Temmuzdan birkaç sonra gittiğim ve fetöcü olmayacağı artık kesin olan aşka bir tarikatın kermesinde ise in cin top oynuyordu. Ne olmuştu da, bu halk, tarikatları terk etmişti?
                Bunun cevabını da, o kadar işsiz öğretmen varken, dışarıdan din dersine gelen bir hocadan öğrendiklerimi, eski öğrendiklerimle karşılaştırınca anladım. İmamın anlattığına göre ilçedeki Menzil tarikatı dergâhına (resmi adı vakıf tabi ki), bir taziye sebebi ile gitmiş. Herkesin şeyhe çok doğaüstü biriymiş gibi davrandığını ve o daha gelmeden şöyle dur, böyle davran diye öğüt verip durmuşlar. Oysa gayet normal bir şekilde konuşmuş. Dergâhtakiler camiye gitmiyor, dergâhta, yani dernekte namaz kılıyormuş. Şeyhleri camiye gidin dediği halde, gitmiyorlarmış. Dedim içimden, camide seni kim görüyor. Sonra üniversitede, yurtta ülkücüler egemenken, yemekhanede, yurt nüfusun neredeyse yarısının katıldığı toplantılar geldi. Oda arkadaşımın dediğine göre ocaktaki toplantılarına yirmi kişi zor geliyormuş. Bu ilk yıldı, 2. Sınıfın ortalarında o da Ülkücülerden ayrıldı, toplantılarına katılmaz oldu. Bu da aynı şeydi.  İnsanlar artık inandıkları için değil, geçinmek ve para kazanmak için tarikatlara gidiyordu. Tarikatlar, ideolojileri, inançlarını kaybetmiş, çıkar topluluğuna dönmüştü. Bu da yeni bir şey değildi. Bence 28 Şubatta, Pennsylvania’dan gelen bir emirle, okullarda ve devlet dairelerinde türbanların çıkarılması ile başladı. Çıkarılmamasının bedeli büyük olacaktı. Bu bedel iç savaş çıkması falan değildi. Devlet dairelerindeki kadroları işten çıkarılacak, şirketleri ihalelerden men edilecek, mücadelede daha da zora gelinecekti. Sol örgütlerin 12 Eylül zamanı yaşadıklarını yaşayacaklardı. Oysa 1998-99’da, ilk öğretmen olduğumda, DSP-ANAP-MHP koalisyonu zamanı, 28 şubatçılığın da en hızlı zamanında, Milli Eğitimde halen onların borusu ötüyordu. Tam da yeni başladığım zaman Fetöcü bir müdürümüz vardı. Aksi biriydi ve işi beceremiyordu. En nihayetinde istifaya zorlandı. Görevden alınsaydı bir daha idarecilik yapamayacaktı.  Onun yerine Yazıcı Nurculuk denen ve şeyhleri Isparta Fen Lisesinde öğretmen olan başka bir tarikatın üyesini aldılar. Dediğim gibi, solun son iktidar otaklığının tek faydası, Eğitim Sen başta olmak üzere KESK’in örgütlenmesiydi. KESK’e defalarca kapatılma davası açıldı ama üyelerinin hem kalabalık olması, hem de eylemliliği, davaların geri çekilmesine sebep oldu.
                Tarikatlar bir adım geri çekilip, kadroları ve paralarını koruyup, ideolojilerini kaybettiler. Milli görüş ise,  ideolojisi hariç, her şeyini kaybetti. Bu, bazı gazete köşe yazarlarının Anaplaşma dedikleri şey. 28 Şubat 1997 ve sonrasında olanları Fetö ya da 3 büyük tarikata (Fetö, Süleymancılar ve Menzil (Adıyaman da denir)) mal edilemez.  Tüm tarikatlar, yıllarca, 12 Eylül ve tüm sağ iktidarlardan kazandıklarını kaybetmeme uğruna ideolojilerinden taviz verdi. 15 Temmuz darbe girişiminin başarısız olmasının temel sebebi de budur. (17-25Aralığın sebebi 15 Temmuzun ideolojisini yapmaktı. Onu 15 Temmuz’dan ayırmıyorum) Yoksa akşam erken saate almaları, devletin önceden haberdar olması gibi şeyler, tali sebeplerdir. O gece sokağa çıkması gerekenler Fetöcülerdi. Oysa o gece devletten yana sokağa çıkan, hatta yaralanan pek çok kişi Fetö soruşturmasından işten atıldı ya da tutuklandı. Pek çoğu 17-25 aralık sonrasında terk etmişti. Kalanlar da 15 Temmuzdan evvel en son olarak kayyum atanan Bankasya’nın kapanmaması için dua edip, Kuran okuyordu. Oysa iktidarı ele geçirmek için para ve puldan, hatta İbrahim Ethem ve Buda gibi devletten, iktidardan, tahttan, taçtan vazgeçebilmek gerekli. İkisi de bir gece tahtlarından vazgeçmiş, dinlerini yaşamayı seçmiştir. Kapitalist dünyada her şey para ile ölçülmekte. Muhtemelen paranın icadından beri öyleydi. Filozof Thales’e de öğrendiği bilgilerden kaç para kazandığı sorulunca, o da çok soğuk ve sert bir kış zamanı zeytin ezme makinelerini satın almış. Baharda zeytinyağı fiyatları artınca elindeki makineleri yüksek fiyattan satmış. Bir filozofun isterse çok para kazanabileceğini, lakin temel görevinin para olmadığını söylemiş. Pastör yada Einstein, postit denen yapışkanlı kağıdı icat eden kadar para kazanamadılar.

Balzac’ın yazdığı ve muhtemelen Fransız efsanesi olan bir öykü ile bu durumu anlatma isterim. Fırtınalı bir gecede bir grup köylü, kayıkla karşıya geçmeliymiş. İçlerinde hırpani bir berduş, dul bir kadınla iki çocuğu, para dolu çantalarıyla Yahudi bir banker ve daha birkaç kişi varmış. Fırtına şiddetlenince berduş, bana inanan arkamdan gelsin, demiş ve ardından su üzerinde yürümeye başlamış. Uzatmayayım bazıları inanmamış, son dakikaya kadar kalmaya çalışmış, geride kalmış. Bankerin çantaları ağırlık yapmış ve suyun dibini boylamış. Bu hırpaninin İsa peygamber olduğunu söylememe bilmem gerek var mı? Yaptığım mecazda altın dolu çantaları ile suya batanlar kimler, onu da yazmayayım artık.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder