Ailemden duyduğum ve nedense başka çevrelerde duymadığım bir deyim, Hıştonun hançeri var, sözüdür. Gereksiz ve gösteriş olsun diye alınan eşyalardan ve yapılan işlerden bahsedilirken kullanılır.
Bu Hışto kimdir, necidir bilinmez. Kürtlerin ve Kürtlerin etkisi ile Türklerin, özel isimleri o veya oş harfleri ile sevimlileştirme çabasının sonucudur, Fato, Sinoş gibi.Bu Hışto'da olsa olsa Haşim ya da Haşmet gibi ismi olan birisidir.
Garip bir şekilde Hışto'nun izini sanki Mevlana'nın Mesnevisinde bulduğumu sandım. Buna da emekli bir öğretmen arkadaş oldu. Bir keresinde Aleviliğin, armut ağacı başımda tacı diye başlayan semahının, Mesnevideki porno hikayelerden birinde kökeni olduğunu söylemişti.
Ben de bu Hışto'nın hançeri konusu ile ilgili bir hikaye okumuştum mesnevide. Öyküde bir oğlancı tarafından tacize uğrayan bir erkeğin hikayesi vardı. Genç erkeğin belinde kocacaman bir hançer vardır. Oğlancı sorar:
-Bu hançer de nedir?Oğlan cevaplamış.
-Babam namusuma göz dikmeyi düşünen olursa saplarsın diye bana vermişti. Oğlancı:
-Ben düşünmüyorum, aynen yapıyorum demiş ve bir kahkaha patlatmış.
Sonra da Mevlana, o meşhur sözünü ekliyor, farz et ki babandan sana miras kaldı Zülfikar, bileğin Ali'nin bileği değilse, neye yarar Zülfikar!
(Buraya parantez içinde bir paragraf açmak isterim. Bir felsefe öğretmeni olarak bana, özellikle de öğrencilerim tarafından, da sık sık Mevlana ve onun Şems ile ilişkisi hakkında sorular soruyorlar. Sekiz yüz yıl önce yaşamış birisi hakkında gıybet etmek istemem. Mesnevi'den anladığım, oğlancılık ile ilgili epey bilgisi olmuş olması. Kuran'da Lut suresini ve Lut kavminin helak olmasını bildiğine göre livatadan uzak duruyor olmalıydı. Mesnevi'de ise konu sık sık oğlancılığa geliyor ve anladığım kadarı ile bizzat Kuran'da lanetlenen bu durum, o çağda çok yaygındı. Mevlana'nın Afganistan'ın Belh şehrinin bir köyünde doğduğu ve ilk on on iki yılını buralarda geçirdiğini, kendi yazdıklarından da biliyoruz. Afganistan'da oğlancılık halen çok yaygın.)
İşte faşizan veya başka türlü de olsa diktatörlük rejimlerinin övündükleri icraatları, Mesnevide anlatılan oğlanın belindeki kocaman hançer gibidir. Süs olsun diye vardır, varlığı ancak bir yüktür, gösterişten başka işlevi de yoktur.
Bunların başında fetihler ve inşaatlar gelir. (Hışto'nun 1. hançeri) Bir diktatör, özellikle de faşistse, savaşmadığı zamanlarda inşaat yapar.
Diktatör mimarisinin temel özelliği gösteriş, dolayısı ile büyüklüğüdür. Diktanın ilk yıllarında ülke şantiye yerine döner, son yıllara kadar inşaatlar bitmez. İnşa edilecek şeyler mutlaka bulunur. Roma imparatorları bile, taştan bir Roma bulup, mermerden bir Roma ile ayrıldıkları ile övünmüşlerdir.
İlk yıllardaki inşaatlar genelde doğrudan kamu yararına olan işlerken (özellikle otoyollar, demir yolları, yeni hastaneler, hava-deniz limanları, okullar vs), sonraki yıllarda genelde işlevi az gösteriş binaları (dev genel müdürlük, valilik, bakanlık binaları, diktatörün ideolojisine göre yer yer dev ibadethane (cami-kilise binaları) ile anıtlar ve saraylar (özellikle de liderin devasa sarayları, karargahları vs) olur.
Bunun en ilginç örneği, Libya diktatörü Kaddafi'nin, neredeyse tamamını Türk müteahhitlerine yaptırttığı inşaatlarıdır. Türk halkı bunu Kaddafi'nin Türkleri sevgisine bağlamıştır. (Özelikle Kıbrıs savaşı sırasında Türkiye'ye verdiği destekten dolayı) Bu sebepten Türkiye'de en çok sevilen Arap topluluğu Libyalılardır ve pek çok Arap'da bunu bildiğinden doğrudan Libyalıyım der.
Oysa Kaddafi'nin 1974'de Türkiyeyi destekleme sebebi, Türkleri çok sevmesi değil, Amerika başta olmak üzere batı ülkelerine bir EYY çekme (Bu Hışto'nun 3. hançeri diyelim. 1.'si inşaatlar, 2.'si fetihler olsun)fırsatının doğmasıydı. (Özellikle de iyice efsaneye dönen savaş uçaklarının lastikleri konusunda)
İnşaatları Türk firmalarına verme sebebi de, bakın bir zamanlar ülkeyi yönetenlere, ülkeye hizmet ettiriyorum demek için yapıyormuş. (Gene de iyi yapmış. Maazallah bu güzel inşaat işlerini, Türkler'den sonra ülkeyi işgal etmiş olan İtalyanlara da verebilirdi. Türk inşaat sektörü, Libya ile kalkındı. Başka ülkelerdeki işler için, Libya örnek gösterildi. Ülkedeki inşaat işlerinin kar marjı o kadar büyüktü ki, hak edişlerin gecikmesi, başbakanın Libya'ya gitmesine sebep olacak kadar büyük bir ekonomik sorun yaratıyordu. Türkiye'de mezarlık duvarı müteahhidi olan, Libya'dan devasa bir servetle dönüyordu)
Hitler'de, 2.dünya savaşından önce otoyolları ile meşhur olmuştu. Baltık denizinde bir adaya, dört buçuk kilometre uzunluğunda abuk sabuk mimarisi olan bir otel yapmaya kalkmış, savaş başlayınca da bu otelimsi yapı yarım kalmıştır. (Fetöcü eskisi salak bir youtuber'da bu oteli övmüştür. Faşizm her zaman dev yapılara hayrandır) Binlerce kişinin aynı anda yatıp, aynı anda kalkıp, gün boyu aynı faaliyetleri yaparak tatil yapacakları saçma bir mekan tasarlamıştır. Bu yarım kalmış otel inşaatı halen çürümeyle meşguldür
Tek çürüyen Hitler ya da diktatör inşaatı da bu değildir. Diktatörler temelde inşaatı severler, diktatör hayranları ise inşaatlara aşıktır. Diktatör öldükten ya da devrildikten yıllar sonra bile bu dev binalarla, yollarla falan övünürler.
Savaşlarda bombardımanla yıkılmamış ya da bakımsızlıktan çürümemiş olanlar, diktatörün hatırası olsa da kullanılır. Bunların en meşhuru, Romanya diktatörünün sarayıdır. Bu sarayın sırf tören yolu için yüzlerce ev, onlarca kilise ve okul ve binlerce insan taşınmıştır. Çavuşesku devrildiğinde bitmesine az kalmıştı.
Bu inşaat hevesi, son ana kadar sürer, savaş hevesinden daha güçlüdür. Saddam Hüseyin, devrilmesine az bir süre kala, Fırat ve Dicle'nin arasındaki bölgeye bir sulama sistemi yaptırmıştı. Şimdilerde muhtemelen bombardımandan sonra kalmamıştır. Google'da aramama rağmen hakkında bir şey bulamadım.
Geri kalmış ülkeler, bolca diktatör gördüğünden, özellikle başkentleri ve eyalet-il merkezleri böylesi binalarla doludur. Saray gibi binalarda düşük ücretli memurlar ve yüksek ücretli amirler çalışır. Bir işiniz olduğunda, bu dev gibi binanın bir ucundan, öbür ucuna gitmeniz yetmez, başka bir binaya, bazen şehrin öbür ucuna gitmeniz gerekir.
Hitler gibi diktatörler, bazen savaş için de betondan medet umarlar. Kendisi Atlantik duvarı diye, Norveç'in en kuzeyinden, Fransa'nın en güneyine kadar kıyı boyunca bir dizi betonarme mevzi yaptırtmış, bu yapılar da, Normandiya çıkarması başta olmak üzere askeri harekatlarda hiç bir işe yaramamıştır. Benzer bir duvarı Ren nehri ve Almanya-Fransa sınırı boyunca alelacele yaptırtmış, Amerikan ordusu modern komando taktikleri ile kolayca aşmıştır. Benzer bir duvar da Berlin'in doğusuna yaptırmış, Ruslar öncü kuvvetlerinin ve istihkam birliklerinin becerisi ile sorunu aşmışlardır.
Bu diktatör mimarisi ve inşaatları çok su kaldırır. Üçüncü dünya ülkelerinin çoğunda ve bir şekilde dikta yaşamış pek çok ülkede sıkça yaşadığınız, bazıları fotoşop ile eklenmiş gibi duran devasa ve işlevsiz yapılardır. Bir de diktatörler birden devrildiklerinde (halk ya da başka bir diktatör tarafından) bu inşaatlar yarım kalır, pek çoğu yıkılmaz ve pek çok üçüncü dünya ülkesi, çürüyen inşaatlarla doludur.
İnşaatlardan daha fazla övülen dikta eylemi fetihlerdir. (Hışto'nun ikinci hançeri)Diktatörler, genelde orta çağ devletleri ve fetihleri ile övünür ve onlara ulaşmayı vaat eder.
Orta çağı ve ilk çağı incelediğimizde, şimdiki hemen hemen tüm modern ulus devletlerin bir Osmanlı imparatorluğu Türkler için neyse, Ani imparatorluğu Ermeniler, İskender veya Doğu Roma (Bizans) İmparatorluğu, Araplar için Emevi ya da Abbasi imparatorlukları falan da o dur. Bulgarlar için Tuna'dan Ege'ye, Karadeniz'den, Adriyatik'e bir orta çağ Bulgaristan'ın sınırlarına ulaşma hayali vardır.
Hitler'de Rusya'ya saldırı harekatına Barbarosa demiş, yani 3. Haçlı Seferinde, Göksu ırmağında boğulan Frederic Barbarosa'nın adını vermiştir. Kendi imparatorluğuna da 3. Reich (imparatorluk) demiştir. 1.'si 962-1806 arasında hüküm süren Kutsal Roma-Cermen imparatorluğu, 2.si 1870-1918 arası Prusya önderliğindeki birleşik Almanya ve kendi devleti de 3.'dür buna göre.
Bu tarih anlayışı, o toprakları fetih arzusundan başka bir şey değildir. Yoksa ne o hanedan, ne de halen orada yaşayan Almanlar (ya da Türk ırkçıları için de Türkler) önemli değildir. Son Prusya Kayseri 2. Wilhelm, 3.Reich'ı ilan ettiği zaman ona bir telgraf çekti ve onun gibi liderlerin monarşinin değerini bileceğini söyledi. Telgrafı okuyan Hitler'de uşağına dönüp:
-Amma salah herifmiş, dedi. 1941'de öldüğünde Naziler, ailesi dışında çok az kişinin cenazeye katılmasına izin verdi ve cenazesinin Belin'e getirilmesine izin vermeyip, Hollanda'da gömdürdü. Tabi Hohenzollern hanedanı, Osmanlı hanedanı gibi tamamen tükenmiş ve artık gözü en fazla bir kaç kamu mülkünde (o da bir umut) kalacak kadar bitmiş değildi. Bazı Almanlar tarafından Hitler'e alternatif gibi görülmeleri, sonlarını getirdi.
Uzaklardaki Alman azınlıklarına bakışı da farklı olmadı. İşgal ettiği yerlerdeki Almanlara, çok da Alman gibi davranmadı.
O çok övülen fetihleri de kısa ömürlü oldu. Zaten tün Nazi iktidarı 13 seneden (1933-45 arası) azdı. Sonra Almanya hem toprak kaybetti, hem de ikiye bölündü. 1990 birleşmesi bile Silezya, Pomeranya ve Doğu Prusya'yı kurtaramadı.
Bence fetihleriyle övünmeyi hak etmiş milletler, İngilizler, Fransızlar, İspanyollar, Portekizliler ve kısmen de Ruslar'dır. Zira fethedip, terk ettikleri topraklara hem dil ve kültürlerini bırakmış, hem de o ülkelerin çoğunu sömürmeye ve o ülke halkı için dünyanın merkezi olmaya devam etmektedirler.
Osmanlı Lübnan'da neredeyse dört yüz yıl kaldı. Fransızlar ise kırk yıl bile kalmadı. Oysa Lübnanlılar, özellikle Maruni denen Katolik Araplar, kendi aralarında Arapça'dan çok Fransızca konuşur. Kuzey Afrika'da, özellikle üst sınıf kadınlar arasında Arapça okuma yazma bilmeyen çoktur. Sebebi de hayatları boyunca Fransızca eğitim almalarıdır. Bir Hint filmini izlerseniz, kelimelerin yarısının İngilizce olduğunu fark edersiniz. Üstelik bu İngilizce kelimeleri,İngiliz gibi telaffuz ediyorlar. Balkan halklarının Türkçe kelimeleri kendi üsluplarında söylemeleri gibi söylemiyorlar.
Falih Rıfkı Atay, Zeytindağı adlı eserinde Beyrut'da , posta memuruyla bile Arapça konuşmak zorunda kaldığı için ailece Arapça öğrenmelerini anlatır. Osmanlı, bir tek Ermenilere Türkçe öğretmiştir. Ciddi anlamda, dünyayı gezen Türklerin denk geldiği Türkçe bilen kişiler, genelde Ermeni çıkar.
Olay sadece dil de değildir. İspanyollar ve Portekizliler, fethettikleri ülkelere dillerinin yanında dinlerini de götürmüşler ve böylece Katolikleri dünyanın en büyük dini topluluğu (mezhepler olarak) yapmışlardır. Osmanlı ise Balkanlarda sadece Boşnakları ve Arnavutları kitlesel olarak Müslüman yapmıştır. Belgrat'ın ötesine ise gerçekte çok da hakim olmamıştır.
Dahası Avrupalı sömürgeciler halen eski sömürgelerinin çoğunun bir numaralı ticari ortağı, o ülkelerin insanları için dünyanın merkezi, halen eski efendileri. Hadi Osmanlı'nın süresi uzundu. Çoğu yerde dört yüz yıldan fazla kaldı, Nazilerde o da yok.
Birileri diyor ki, dört yüz yıl bir vali ile yönettiğimiz Yunanistan'ı kurtuluş savaşında yenmek, övünülecek bir şey değilmiş. Peki Osmanlı'nın bir kaç nesil önce kendi egemenliğinde olan Balkan devletlerine, Balkan savaşında, üstelikte yer yer kendisinden az olan bu devletlere yenilgisine ne demeli? Osmanlı bundan utanmadı m?
Büyük devletlere ey çekmekte, Hışto'nun üçüncü hançeridir. Orta doğuda her nesilde bir adet Amerika'ya dayılanmış diktatör olmuştur. Kaddafi, Abdül Nasır, Saddam Hüseyin vs vs.
Darbeci Latin Amerika ve Komünist dönem doğu Avrupa ülkeleri Komünist-Soğuk Savaş diktatörleri haricinde bu büyük devletlere dayılanma merakı, her diktatörlükte mevcuttur. Bu dediğim diktatörler de, daha önce dediğim gibi, antik İran devletinin satralpları gibidir. Hele doğu Avrupa diktatörleri, İskender'in yenilgisinden sonra devrilen satralplar gibi 1990'da arka arkaya devrildiler.
Bu diktatörler arasında da 1957 Macaristan ve 1968 Çekoslovakya'da olduğu gibi boylarının ölçüsünü alanlar oldu. Bir istisna, Romanya diktatörü Çavuşesku'ydu. 1968 işgali için Çekoslovakya'ya asker göndermemiş, doğu blokunun boykot ettiği 1984 Los Angeles olimpiyatlarına katılmıştı. Çavuşesku'nun bütün bu şımarıklıklarına, petrolü ve halkın onca fakirliği bedeliyle borçlarını düzenli ödemesi sayesinde göz yumuluyordu. Bu yüzden de Çavuşesku, kendisini iktidarda tutanın Rusya olduğunu unuttu. Oysa Sovyetler Birliği yıkıldıktan sonra Arnavutluk bile dayanamayacak, 1992 Tiran üniversitesinde çıkan isyandan sonra yıkıldı.
Batı bloku da satralplarına (ya da eksen ülkelerine) benzer şımarıklıklarına ya da ey çekmelerine, çıkarlarına zarar vermediği müddetçe göz yumarlar.
Süper liderliği de Hıştonun dördüncü hançeri sayabiliriz. Liderlerin tüm ulusu kenetlediği, öncü oldukları iddiası her zaman mevcuttur. Endonezya diktatörü Sukharno, ülkenin ekonomik çöküntüsüne ve iç savaşı andıran haline rağmen böyle övünmüştür. Diktatörler genelde yüzeyde zorbalıkla yapıştırsa da, içeriden milleti parçalarlar. Stalin Ukraynalıların, Franco Baskların ve Katalanların, Kenan Evren ise Kürtlerin ülkeleri ile arasını açtı. Ayrımcılık düşüncelerinin yayılmasına sebep oldu.
Siyasal İslamcıların en çok sevdiği Osmanlı padişahının 2.Abdülhamit olmasının bir kaç sebebi vardır. (1876-78 1. meşrutiyet ve 1908-9 2 meşrutiyet'i onun saltanatından çıkardığımızda bile bu böyledir.) Biri batı devletlerine bol bol ey çekmesidir. Diğer biri ise, ümmet birliğinin lideri olmaya çalışması ve bunda da arada bir de olsa kendisini başarılıymış gibi göstermeyi başarmasıdır.
1. Dünya savaşının başında kardeşi Mehmet Reşat'ın verdiği cihat çağrısına olan ilgiden (!) de anlaşılacağı üzere, kimsenin umursamadığı halifelik makamına sığınmış; İngilizler Ruslara, Ruslar'da İngiliz ve Fransızlara karşı kullanırım diye halifelik iddiasını desteklemiştir. Bu halifelik kurumu da genelde , bu büyük devletlerin baskısı ile, bu devletlerin lehinde kullanılmış ya da kullanılmaya çalışılmıştır.
Bunlardan birini Yılmaz Özdil, Sözcü'deki köşesinde bahsetmişti.Amerikalılar, Filipinlerin güneydeki büyük adasındaki Mindanao'daki Müslümanları yatıştırması için halifeden ferman istiyor. O da yazıyor, Katolik İspanyolların ikonaları var, onlar putperestler, siz Protestan Amerikalılardan yana olun falan diyor. Sonuçta bölgede okuma yazma oranı düşük olduğundan, kimse bu fermandan etkilenmiyor. Yalnız yüzyıllar süren İspanyol egemenliğinden dolayı tuvalet kağıdı kullanma geleneği var. Şu günlerde her biri açık arttırmalarda dünyanın parasına satılan ve duvara asılan bu fermanların çoğu tuvalet kağıdı oluyor.
Abdülhamit'in bütün afra tafralarına, bol bol ey çekmelerine rağmen sürekli büyük devletlerin dediği oluyor. İstanbul'da kargaşalık yaratan, banka soyan Ermeni çeteciler, İngiltere büyük elçisinin himayesinde ceza bile almadan vapura bindirilip, yurt dışına çıkarılıyor; askerlerin bin bir zorlukla yakaladığı Balkanları ateşe veren komitacılar, mahkemeye bile çıkmadan serbest kalıyor; Girit isyanı, Yunanistan kralının oğlu Girit'e vali yapılarak bitiriliyor, Müslüman nüfus adadan kaçmak zorunda kalıyor; 1897 Yunanistan savaşını Osmanlı kazanıyor ama Rusya'nın zoru ile Yunanistan'a toprak veriliyor vs vs....
Bence 2. Abdülhamit, modern diktatör özelliklerine sahip tek Osmanlı padişahıdır. Ülkede ciddi bir iç istihbarat (muhbir) ağı kurmuş; basına ağır sansür uygulamış, tahtakurusu, burun gibi kelimeleri yasaklamış; muhalifleri ya da muhalif sandıklarını sürmüş, hapse atmış, hatta idam ettirmiş; Osmanlı'nın son saraylarını yapmış, Osmanlı ailesinin son şatafat yıllarını yaşamış; birilerine rütbe vermede tek kriteri sadakat olmuştur. İnşaatçılığı İstanbul, Bursa ve biraz da Bilecik-Söğüt ile sınırlı kalmış, Anadolu'nun geneline de bolca saat kulesi yapmıştır. (Ama saat kulesi yabtı)
Osmanlı'nın inşaatçılığı genel anlamda üç başkentle (İstanbul, Edirne ve Bursa) ve saray, köşk, kasır gibi lüks konutlar ve bazı türbeler ile sınırlı olmuştur. Bu köşkler vb lüks konutlar, eskiden daha çoktu. Pek çoğu, Lale devrini bitiren Patrona Halil İsyanı ile yıkıldı. Böylesi halk isyanları, önce sarayları, köşkleri yıkar.çünkü bu isyanlar aynı zamanda bir zenginlik kaynağıdır ve yağmalan ilk yer burası olur.
Osmanlı, Tanzimat Fermanına tam anlamı ile bir orta çağ devletiydi. Ondan sonra da pek fazla değişmedi. Sürekli başka ülkelere ey çekti, kabadayılık yaptı. Subay maaşlarının bile bir kaç ay ödenmemesinin normal olduğu zamanlarda bile dev saraylarda, muhteşem resepsiyonlar verdi. Sevr antlaşmasını bile ey diye imzaladı.
Birleştirici liderlik iddiası, Hışto'nun 5. hançeridir. (Bunu süper liderlikten kavram olarak ayırıyoruz. Birleştirme iddiası ile bölmek de diyebiliriz.)Diktatör aslında bölücüdür. Propaganda sayesinde bunun tersini gösterir (Düz-bodoslama propaganda) Buna sebepte, kendisine karşı tüm muhalefeti hain ilan etmeleridir.
Oysa tarih başka söyler. Franco, İspanya'da Baskları ve Katalanları, Hitler Yahudileri ve Sindileri, Stalin Ukraynalılar ayrı birer millet yaptı.
Bu birleştirici liderlik unvanını Alparslan Türkeş gibi hiç iktidar olmamış, hatta iki dönem üst üste partisini meclise sokamamış bir siyasi parti lideri için bile denir. Oysa Türkeş, Alevilerin ve Kürtlerin modern topluma karışmasını engellemiş bir nifak tohumudur. Siyasi başarısı, İç Anadolu Alevilerinin bulundukları ilin şehrine ve ilçelerine değil de, büyük şehirlerde gettolarına göç etmelerini sağlamak, solun taşrada dışlanmasını sağlamak, sol eylemlere polisin hoş görüsüyle zor kullanarak saldırmak, Kürtlerin pek çok Ege ve İç Anadolu şehir ve ilçesine yerleşimini bir süre geciktirmek. (1970'li yıllardaki gibi değildi Türkiye, 70'lerde Alevilerin Yozgat, Konya gibi şehirlere yerleşmesini, onu yerine Ankara, İstanbul gibi şehirlerin varoşlarına sürebilirdiniz. İki binli yılların ucuz işçi arayan Türkiye'sinde ise Kürtlerin bir yere yerleşmesini ancak geciktirirsiniz. )
Seksen yaşında öldüğünde, milletvekili bile değildi. Cenazesi Ankara'nın gördüğü en görkemli cenazelerden biri oldu. Oysa bir buçuk yıl önceki seçimlerde, yüzde on (% 10) barajını aşıyoruz havası ile dişçisini, dünürünü,doktorunu falan milletvekili yapmaya kalkınca, teşkilatını ve seçmenlerini küstürmüştü.
Seksenlerde ve doksanlarda, daha doğrusu 2002'e kadar Ülkü Ocakları; 2002-2013 arası Fetö tarikatının rolüne benzer bir rolü vardı devletin içinde. Şimdilerde tarih olan Doğru Yol ve Anavatan partilerinin içinde yükselmenin yolu, Ülkücü kökenli olmaktan geçiyordu. Lise ve üniversite yılları MHP teşkilatı ve Ülkü ocaklarında geçen gençler, sonraki yıllarda merkez sağ denen bu iki partiye transfer oluyordu.
Gene aynı paralellikle (paralel ?) o dönemde bürokrasiye de Ülkücüler hakimdi. Şu günlerdeki Ülkücü arkadaşların Bahçeli'den en büyük şikayetleri de, o kadroları kaybetmek.
Sonuçta sağ partiler, kendilerine kadro kaynağı sağlayan bu partiyi küstürmemek için ölen liderlerine Ankara'nın ortasına dev bir anıt mezar yaptırdı. Bu mezarın tek faydası, çok katlı binalarla dolu Bahçelievler semtinde, ağaçlık bir alan oluşması. Ankara'da Alparslan Türkeş'le beraber, İstanbul'da Turgut Özal için yapılan anıt mezara da benzer itirazlarım var. Hadi Adnan Menderes, Fatin Rüştü Zorlu ve Hasan Polatkan'ı idam edilmiş olması, toplumu onlara karşı borçlu yapar. Kaldı ki Özal'ın bir birleştirme iddiası da olmadı.
Güvenlik ve terörle mücadeleyi de Hışto'nun 6. hançeri yapalım. En komik iddia da budur. Mussoli, Hitler ve Kenan Evren, terörü, özellikle Komünist terörü bitirme iddiası ile iktidara gelmiştir. Hitler'in Nazi partisi, 1920'li yılları sokaklarda Komünistlerle çatışarak geçirdi. Kavgam kitabının önemli bir kısmını da buna ayırmıştır. (Kitabın özellikle ilk kısımlarının iktidara gelişinden çok önce, birahane darbesinden sonra hapishanede yazıldığını unutmayalım)
Terörü önleme bahanesi, polis devleti kurmanın bahanesidir. Polis devletinin terörü önleyeceğine inanmak, korkaklığın getirdiği bir enayiliktir. Yıllar önce güney doğudan gelen arkadaşlar, adım başı polis ve asker denetiminden şikayet ederlerdi. Gene de bölgeden gelen terör haberlerinin arkası kesilmezdi.
Şimdilerde Ankara'da benzerini yaşıyorum. Mesela Kızılay Metro istasyonunda, Yüksel ve Güvenpark çıkışlarında polisler sürekli GBT (kimlik kontrolü ) yapıyorlar. İşin ilginci hep aynı yerde yapıyorlar ve daha ilginci, Güvenpark çıkışında duran polisler hep Yüksel çıkışı yönünden gelenlerden kimlik belgesi istiyor. Elinde bir alet, t.c numaranızı söylüyorsunuz, isminizi öğrenip, size söylüyor. Bazı durumlarda bunu google'da yapıyor. (bazı baş vurularınız buna sebep olabiliyor)
Bunu yapan iktidar da, ölmekte olan terör örgütünü, çözüm süreci diye tekrar dirilten örgüt; bebekleri öldüren, kafa kesen örgüte, bir grup öfkeli genç diyen parti söylüyor bunları.
Daha önce de yazdım, bilmem bu bloku takip eden kaç kişi var, ben Mehmet Ağar tutuklandığında bile çözüm sürecine inanmadığım gibi, Selahaddin Demirtaş'ın tutuklandığı şu günlerde de çözüm sürecine inanmıyorum.
Diktatörler, terörün varlığında beslenirler. Teröre göstere göstere ağır darbeler vursalar da, onları tamamen ölmesini engellerler. Onlar için toplum daima suçlu olmalıdır.
7 . ve son hançer, donanımdır. Abdülmecit'in borç para ile Osmanlı donanmasını dünyanın 3. büyük donanması yapmasını ve Abdülhamit'in de bu donanmayı Haliç'te çürüttüğünü iyi-kötü bilirsiniz. Bunun sebebi olarak bazen Abdülhamit'in donanmanın darbe yapacağı korkusu, bazen de yeterli yetişmiş denizci olmaması ile açıklanır. Her iki iddia da bir parça doğrudur ve benzeri ne ilk, ne de son olan olaydır.
Aslına bunu inşaata yazacaktım. Çünkü diktatörler için kurumları donatmanın amacı da, tıpkı inşaat gibi temelde ego tatmini amacıdır. Bunun bizzat Türkiye içinde onlarca örneği vardır.
Mesela 1914'de Enver Paşa'nın isteği üzerine Almanlar, İstanbul Üniversitesi, Tıp Fakültesine bayağı bir miktar kitap gönderir. Bu kitaplar, 1933'de Nazilerden kaçan Alman profesörler gelene kadar sandık içinde kalır. Koca üniversite, bu kitaplar nedir diye bile merak etmez.
Benzer bir olay da 12 Eylül döneminde olur. Milli Güvenlik Konseyini oluşturan paşalar, devleti donatmaya karar verirler ve kurumlara bayağı bir makine,alet, edevat vs alırlar. Çünkü çok kısa iktidarda kalıp, iktidarı çabucak sivillere devretme niyetindedirler. (Bunu 12 Eylül ile ilgili, öncesi ve sonrasındaki, yabancı kaynaklı belgelerde daha iyi anlıyoruz. Avrupa Birliği (o zamanlarki adı ile Ortak pazar), NATO falan, parlamenter rejime geçinceye kadar ilişkileri dondurmaya karar veriyorlar. Demek ki Latin Amerika gibi 10-20 yıl arası veya Myanmar'da ki gibi halen elli yıldan fazladır sürecek bir askeri rejim olmayacağını iyi biliyorlar)
Milli Eğitim Bakanlığı da bu dağıtımdan payını alır. Okullara bolca bilgisayar, deney seti, matematik seti, televizyon, video (betamax) vb gönderilir. Bunların çoğuda paketinde çürür. Hatta bazılar il, ilçe milli eğitim depolarında çürür. Özellikle bilgisayarlar, gelişen teknoloji karşısında, daha kullanılmadan demode kalır.
Sebebi de, bu aletler bozulur, eksilir, çocuklar kırar da, demirbaş sayımında eksik olur, müfettişe hesap veremeyiz korkusudur. Bunu öğrenmem, stajyer öğrenme kursunda bize ders veren ve benden epey yaşlı bir şube müdürü sayesinde oldu.
Bu malzemeler arasında bir videonun başına gelenler ise ibretliktir. Devletin okula gönderdiği video, uzun süre kutusunda açılmadan bekler. Sonra bir gün milli eğitim, öğretmenlere izlemesi için bir video kaset gönderir. Sorun şudur ki hiç bir öğretmenin evinde video yoktur (Bu makineler lüks geldi, lüks gitti, en azından Türkiye'de böyle oldu). Kimse de bu alet nasıl kurulur ve kullanılır bilmemektedir. (Hepsi dediği galiba 5-10 kişi falan) Sonra ilçenin televizyon tamircisini çağırırlar. Oda gelir, videoyu, kurar, çalıştırır ve öğretmenler de izler.
Bu donanım gösterisi keşke eğitim, sağlık gibi alanlarda yoğunlaşsa! Bu donanım genelde askeriyede ve diğer güvenlik güçlerinde yoğunlaşır. Bu günde böyledir. On yedi Arap devleti, dünyada üretilen, daha doğrusu uluslar arası pazarlara sürülen silahların yarısını satın alır. Pek çok Arap ülkesinde pilot saysının bir kaç katı uçak vardır.
Geri kalmış ülke ordularının en ciddi problemi, bu silahları adam gibi kullanacak gerçek askeri olmamasıdır. 1986 Sirte körfezi krizi sırasında Libya'nın elinde Rus yapımı Mig-29 savaş uçakları vardır. Amerikan uçakları ise F-16'lardır ve o zamanlar Mig -29'lar, F-16'lardan daha iyi uçaklardır. Ancak Libya uçakları hiç bir şey yapamazlar.
Çünkü Amerikalı pilotlar daha eğitimlidir ve daha çocukken biz Türkleri seksenlerde tanıdığı ve Atari adı ile bildiği videolar Amerika'da ellilerde demode olmaya başlamıştır. Libyalı pilot ise yirmi iki yaşında ilk defa arabaya binmiş, yirmi dört yaşında da pilot olmuş. Panik anında uçağa deve muamelesi yapıyor.
Hitler'in Almanya'sı o zamanlar gayet modern ve sanayi devi bir ülkedir. Halkı en azından üç nesildir gelişmiş bir sanayi ülkesinin vatandaşıdır. Gene de ordu donanımı, bir diktatörün gösteriş hevesinin izlerini taşır. Mesela Sivastapol'ü bombalayan devasa top, hedef aldığı sığınağı da tam olarak yıkmadan perte çıktı. O topun çeliği ile on tane daha tank yapılabilirdi.
Meşhur Nazi tankları aşırı özellikli, pahalı ve zor üretilen tanklardır. Savaş ilerledikçe elde kalan kıt kaynaklarla daha ekonomik ve daha çok tank yapmak gerekirken, bir sürü özellikli tank yapıldı. Stalin, nicelik de bir niteliktir derken, Hitler tanklar ve diğer pek çok silahta, sırf en iyisi olsun diye kaynakları savurup, durdu. Stalin'de benzer Hışto'nun hançerini, 2. dünya savaşı sonrasındaki yıllarda yaptığı abuk yatırımlarla yaptı.
Hışto'nun hançerleri daha fazla olabilir. Aklıma bunlar geldi. Özellikleri, temel işlevlerinin gösteriş yapma olmasıdır.
Ben de bu Hışto'nın hançeri konusu ile ilgili bir hikaye okumuştum mesnevide. Öyküde bir oğlancı tarafından tacize uğrayan bir erkeğin hikayesi vardı. Genç erkeğin belinde kocacaman bir hançer vardır. Oğlancı sorar:
-Bu hançer de nedir?Oğlan cevaplamış.
-Babam namusuma göz dikmeyi düşünen olursa saplarsın diye bana vermişti. Oğlancı:
-Ben düşünmüyorum, aynen yapıyorum demiş ve bir kahkaha patlatmış.
Sonra da Mevlana, o meşhur sözünü ekliyor, farz et ki babandan sana miras kaldı Zülfikar, bileğin Ali'nin bileği değilse, neye yarar Zülfikar!
(Buraya parantez içinde bir paragraf açmak isterim. Bir felsefe öğretmeni olarak bana, özellikle de öğrencilerim tarafından, da sık sık Mevlana ve onun Şems ile ilişkisi hakkında sorular soruyorlar. Sekiz yüz yıl önce yaşamış birisi hakkında gıybet etmek istemem. Mesnevi'den anladığım, oğlancılık ile ilgili epey bilgisi olmuş olması. Kuran'da Lut suresini ve Lut kavminin helak olmasını bildiğine göre livatadan uzak duruyor olmalıydı. Mesnevi'de ise konu sık sık oğlancılığa geliyor ve anladığım kadarı ile bizzat Kuran'da lanetlenen bu durum, o çağda çok yaygındı. Mevlana'nın Afganistan'ın Belh şehrinin bir köyünde doğduğu ve ilk on on iki yılını buralarda geçirdiğini, kendi yazdıklarından da biliyoruz. Afganistan'da oğlancılık halen çok yaygın.)
İşte faşizan veya başka türlü de olsa diktatörlük rejimlerinin övündükleri icraatları, Mesnevide anlatılan oğlanın belindeki kocaman hançer gibidir. Süs olsun diye vardır, varlığı ancak bir yüktür, gösterişten başka işlevi de yoktur.
Bunların başında fetihler ve inşaatlar gelir. (Hışto'nun 1. hançeri) Bir diktatör, özellikle de faşistse, savaşmadığı zamanlarda inşaat yapar.
Diktatör mimarisinin temel özelliği gösteriş, dolayısı ile büyüklüğüdür. Diktanın ilk yıllarında ülke şantiye yerine döner, son yıllara kadar inşaatlar bitmez. İnşa edilecek şeyler mutlaka bulunur. Roma imparatorları bile, taştan bir Roma bulup, mermerden bir Roma ile ayrıldıkları ile övünmüşlerdir.
İlk yıllardaki inşaatlar genelde doğrudan kamu yararına olan işlerken (özellikle otoyollar, demir yolları, yeni hastaneler, hava-deniz limanları, okullar vs), sonraki yıllarda genelde işlevi az gösteriş binaları (dev genel müdürlük, valilik, bakanlık binaları, diktatörün ideolojisine göre yer yer dev ibadethane (cami-kilise binaları) ile anıtlar ve saraylar (özellikle de liderin devasa sarayları, karargahları vs) olur.
Bunun en ilginç örneği, Libya diktatörü Kaddafi'nin, neredeyse tamamını Türk müteahhitlerine yaptırttığı inşaatlarıdır. Türk halkı bunu Kaddafi'nin Türkleri sevgisine bağlamıştır. (Özelikle Kıbrıs savaşı sırasında Türkiye'ye verdiği destekten dolayı) Bu sebepten Türkiye'de en çok sevilen Arap topluluğu Libyalılardır ve pek çok Arap'da bunu bildiğinden doğrudan Libyalıyım der.
Oysa Kaddafi'nin 1974'de Türkiyeyi destekleme sebebi, Türkleri çok sevmesi değil, Amerika başta olmak üzere batı ülkelerine bir EYY çekme (Bu Hışto'nun 3. hançeri diyelim. 1.'si inşaatlar, 2.'si fetihler olsun)fırsatının doğmasıydı. (Özellikle de iyice efsaneye dönen savaş uçaklarının lastikleri konusunda)
İnşaatları Türk firmalarına verme sebebi de, bakın bir zamanlar ülkeyi yönetenlere, ülkeye hizmet ettiriyorum demek için yapıyormuş. (Gene de iyi yapmış. Maazallah bu güzel inşaat işlerini, Türkler'den sonra ülkeyi işgal etmiş olan İtalyanlara da verebilirdi. Türk inşaat sektörü, Libya ile kalkındı. Başka ülkelerdeki işler için, Libya örnek gösterildi. Ülkedeki inşaat işlerinin kar marjı o kadar büyüktü ki, hak edişlerin gecikmesi, başbakanın Libya'ya gitmesine sebep olacak kadar büyük bir ekonomik sorun yaratıyordu. Türkiye'de mezarlık duvarı müteahhidi olan, Libya'dan devasa bir servetle dönüyordu)
Hitler'de, 2.dünya savaşından önce otoyolları ile meşhur olmuştu. Baltık denizinde bir adaya, dört buçuk kilometre uzunluğunda abuk sabuk mimarisi olan bir otel yapmaya kalkmış, savaş başlayınca da bu otelimsi yapı yarım kalmıştır. (Fetöcü eskisi salak bir youtuber'da bu oteli övmüştür. Faşizm her zaman dev yapılara hayrandır) Binlerce kişinin aynı anda yatıp, aynı anda kalkıp, gün boyu aynı faaliyetleri yaparak tatil yapacakları saçma bir mekan tasarlamıştır. Bu yarım kalmış otel inşaatı halen çürümeyle meşguldür
Tek çürüyen Hitler ya da diktatör inşaatı da bu değildir. Diktatörler temelde inşaatı severler, diktatör hayranları ise inşaatlara aşıktır. Diktatör öldükten ya da devrildikten yıllar sonra bile bu dev binalarla, yollarla falan övünürler.
Savaşlarda bombardımanla yıkılmamış ya da bakımsızlıktan çürümemiş olanlar, diktatörün hatırası olsa da kullanılır. Bunların en meşhuru, Romanya diktatörünün sarayıdır. Bu sarayın sırf tören yolu için yüzlerce ev, onlarca kilise ve okul ve binlerce insan taşınmıştır. Çavuşesku devrildiğinde bitmesine az kalmıştı.
Bu inşaat hevesi, son ana kadar sürer, savaş hevesinden daha güçlüdür. Saddam Hüseyin, devrilmesine az bir süre kala, Fırat ve Dicle'nin arasındaki bölgeye bir sulama sistemi yaptırmıştı. Şimdilerde muhtemelen bombardımandan sonra kalmamıştır. Google'da aramama rağmen hakkında bir şey bulamadım.
Geri kalmış ülkeler, bolca diktatör gördüğünden, özellikle başkentleri ve eyalet-il merkezleri böylesi binalarla doludur. Saray gibi binalarda düşük ücretli memurlar ve yüksek ücretli amirler çalışır. Bir işiniz olduğunda, bu dev gibi binanın bir ucundan, öbür ucuna gitmeniz yetmez, başka bir binaya, bazen şehrin öbür ucuna gitmeniz gerekir.
Hitler gibi diktatörler, bazen savaş için de betondan medet umarlar. Kendisi Atlantik duvarı diye, Norveç'in en kuzeyinden, Fransa'nın en güneyine kadar kıyı boyunca bir dizi betonarme mevzi yaptırtmış, bu yapılar da, Normandiya çıkarması başta olmak üzere askeri harekatlarda hiç bir işe yaramamıştır. Benzer bir duvarı Ren nehri ve Almanya-Fransa sınırı boyunca alelacele yaptırtmış, Amerikan ordusu modern komando taktikleri ile kolayca aşmıştır. Benzer bir duvar da Berlin'in doğusuna yaptırmış, Ruslar öncü kuvvetlerinin ve istihkam birliklerinin becerisi ile sorunu aşmışlardır.
Bu diktatör mimarisi ve inşaatları çok su kaldırır. Üçüncü dünya ülkelerinin çoğunda ve bir şekilde dikta yaşamış pek çok ülkede sıkça yaşadığınız, bazıları fotoşop ile eklenmiş gibi duran devasa ve işlevsiz yapılardır. Bir de diktatörler birden devrildiklerinde (halk ya da başka bir diktatör tarafından) bu inşaatlar yarım kalır, pek çoğu yıkılmaz ve pek çok üçüncü dünya ülkesi, çürüyen inşaatlarla doludur.
İnşaatlardan daha fazla övülen dikta eylemi fetihlerdir. (Hışto'nun ikinci hançeri)Diktatörler, genelde orta çağ devletleri ve fetihleri ile övünür ve onlara ulaşmayı vaat eder.
Orta çağı ve ilk çağı incelediğimizde, şimdiki hemen hemen tüm modern ulus devletlerin bir Osmanlı imparatorluğu Türkler için neyse, Ani imparatorluğu Ermeniler, İskender veya Doğu Roma (Bizans) İmparatorluğu, Araplar için Emevi ya da Abbasi imparatorlukları falan da o dur. Bulgarlar için Tuna'dan Ege'ye, Karadeniz'den, Adriyatik'e bir orta çağ Bulgaristan'ın sınırlarına ulaşma hayali vardır.
Hitler'de Rusya'ya saldırı harekatına Barbarosa demiş, yani 3. Haçlı Seferinde, Göksu ırmağında boğulan Frederic Barbarosa'nın adını vermiştir. Kendi imparatorluğuna da 3. Reich (imparatorluk) demiştir. 1.'si 962-1806 arasında hüküm süren Kutsal Roma-Cermen imparatorluğu, 2.si 1870-1918 arası Prusya önderliğindeki birleşik Almanya ve kendi devleti de 3.'dür buna göre.
Bu tarih anlayışı, o toprakları fetih arzusundan başka bir şey değildir. Yoksa ne o hanedan, ne de halen orada yaşayan Almanlar (ya da Türk ırkçıları için de Türkler) önemli değildir. Son Prusya Kayseri 2. Wilhelm, 3.Reich'ı ilan ettiği zaman ona bir telgraf çekti ve onun gibi liderlerin monarşinin değerini bileceğini söyledi. Telgrafı okuyan Hitler'de uşağına dönüp:
-Amma salah herifmiş, dedi. 1941'de öldüğünde Naziler, ailesi dışında çok az kişinin cenazeye katılmasına izin verdi ve cenazesinin Belin'e getirilmesine izin vermeyip, Hollanda'da gömdürdü. Tabi Hohenzollern hanedanı, Osmanlı hanedanı gibi tamamen tükenmiş ve artık gözü en fazla bir kaç kamu mülkünde (o da bir umut) kalacak kadar bitmiş değildi. Bazı Almanlar tarafından Hitler'e alternatif gibi görülmeleri, sonlarını getirdi.
Uzaklardaki Alman azınlıklarına bakışı da farklı olmadı. İşgal ettiği yerlerdeki Almanlara, çok da Alman gibi davranmadı.
O çok övülen fetihleri de kısa ömürlü oldu. Zaten tün Nazi iktidarı 13 seneden (1933-45 arası) azdı. Sonra Almanya hem toprak kaybetti, hem de ikiye bölündü. 1990 birleşmesi bile Silezya, Pomeranya ve Doğu Prusya'yı kurtaramadı.
Bence fetihleriyle övünmeyi hak etmiş milletler, İngilizler, Fransızlar, İspanyollar, Portekizliler ve kısmen de Ruslar'dır. Zira fethedip, terk ettikleri topraklara hem dil ve kültürlerini bırakmış, hem de o ülkelerin çoğunu sömürmeye ve o ülke halkı için dünyanın merkezi olmaya devam etmektedirler.
Osmanlı Lübnan'da neredeyse dört yüz yıl kaldı. Fransızlar ise kırk yıl bile kalmadı. Oysa Lübnanlılar, özellikle Maruni denen Katolik Araplar, kendi aralarında Arapça'dan çok Fransızca konuşur. Kuzey Afrika'da, özellikle üst sınıf kadınlar arasında Arapça okuma yazma bilmeyen çoktur. Sebebi de hayatları boyunca Fransızca eğitim almalarıdır. Bir Hint filmini izlerseniz, kelimelerin yarısının İngilizce olduğunu fark edersiniz. Üstelik bu İngilizce kelimeleri,İngiliz gibi telaffuz ediyorlar. Balkan halklarının Türkçe kelimeleri kendi üsluplarında söylemeleri gibi söylemiyorlar.
Falih Rıfkı Atay, Zeytindağı adlı eserinde Beyrut'da , posta memuruyla bile Arapça konuşmak zorunda kaldığı için ailece Arapça öğrenmelerini anlatır. Osmanlı, bir tek Ermenilere Türkçe öğretmiştir. Ciddi anlamda, dünyayı gezen Türklerin denk geldiği Türkçe bilen kişiler, genelde Ermeni çıkar.
Olay sadece dil de değildir. İspanyollar ve Portekizliler, fethettikleri ülkelere dillerinin yanında dinlerini de götürmüşler ve böylece Katolikleri dünyanın en büyük dini topluluğu (mezhepler olarak) yapmışlardır. Osmanlı ise Balkanlarda sadece Boşnakları ve Arnavutları kitlesel olarak Müslüman yapmıştır. Belgrat'ın ötesine ise gerçekte çok da hakim olmamıştır.
Dahası Avrupalı sömürgeciler halen eski sömürgelerinin çoğunun bir numaralı ticari ortağı, o ülkelerin insanları için dünyanın merkezi, halen eski efendileri. Hadi Osmanlı'nın süresi uzundu. Çoğu yerde dört yüz yıldan fazla kaldı, Nazilerde o da yok.
Birileri diyor ki, dört yüz yıl bir vali ile yönettiğimiz Yunanistan'ı kurtuluş savaşında yenmek, övünülecek bir şey değilmiş. Peki Osmanlı'nın bir kaç nesil önce kendi egemenliğinde olan Balkan devletlerine, Balkan savaşında, üstelikte yer yer kendisinden az olan bu devletlere yenilgisine ne demeli? Osmanlı bundan utanmadı m?
Büyük devletlere ey çekmekte, Hışto'nun üçüncü hançeridir. Orta doğuda her nesilde bir adet Amerika'ya dayılanmış diktatör olmuştur. Kaddafi, Abdül Nasır, Saddam Hüseyin vs vs.
Darbeci Latin Amerika ve Komünist dönem doğu Avrupa ülkeleri Komünist-Soğuk Savaş diktatörleri haricinde bu büyük devletlere dayılanma merakı, her diktatörlükte mevcuttur. Bu dediğim diktatörler de, daha önce dediğim gibi, antik İran devletinin satralpları gibidir. Hele doğu Avrupa diktatörleri, İskender'in yenilgisinden sonra devrilen satralplar gibi 1990'da arka arkaya devrildiler.
Bu diktatörler arasında da 1957 Macaristan ve 1968 Çekoslovakya'da olduğu gibi boylarının ölçüsünü alanlar oldu. Bir istisna, Romanya diktatörü Çavuşesku'ydu. 1968 işgali için Çekoslovakya'ya asker göndermemiş, doğu blokunun boykot ettiği 1984 Los Angeles olimpiyatlarına katılmıştı. Çavuşesku'nun bütün bu şımarıklıklarına, petrolü ve halkın onca fakirliği bedeliyle borçlarını düzenli ödemesi sayesinde göz yumuluyordu. Bu yüzden de Çavuşesku, kendisini iktidarda tutanın Rusya olduğunu unuttu. Oysa Sovyetler Birliği yıkıldıktan sonra Arnavutluk bile dayanamayacak, 1992 Tiran üniversitesinde çıkan isyandan sonra yıkıldı.
Batı bloku da satralplarına (ya da eksen ülkelerine) benzer şımarıklıklarına ya da ey çekmelerine, çıkarlarına zarar vermediği müddetçe göz yumarlar.
Süper liderliği de Hıştonun dördüncü hançeri sayabiliriz. Liderlerin tüm ulusu kenetlediği, öncü oldukları iddiası her zaman mevcuttur. Endonezya diktatörü Sukharno, ülkenin ekonomik çöküntüsüne ve iç savaşı andıran haline rağmen böyle övünmüştür. Diktatörler genelde yüzeyde zorbalıkla yapıştırsa da, içeriden milleti parçalarlar. Stalin Ukraynalıların, Franco Baskların ve Katalanların, Kenan Evren ise Kürtlerin ülkeleri ile arasını açtı. Ayrımcılık düşüncelerinin yayılmasına sebep oldu.
Siyasal İslamcıların en çok sevdiği Osmanlı padişahının 2.Abdülhamit olmasının bir kaç sebebi vardır. (1876-78 1. meşrutiyet ve 1908-9 2 meşrutiyet'i onun saltanatından çıkardığımızda bile bu böyledir.) Biri batı devletlerine bol bol ey çekmesidir. Diğer biri ise, ümmet birliğinin lideri olmaya çalışması ve bunda da arada bir de olsa kendisini başarılıymış gibi göstermeyi başarmasıdır.
1. Dünya savaşının başında kardeşi Mehmet Reşat'ın verdiği cihat çağrısına olan ilgiden (!) de anlaşılacağı üzere, kimsenin umursamadığı halifelik makamına sığınmış; İngilizler Ruslara, Ruslar'da İngiliz ve Fransızlara karşı kullanırım diye halifelik iddiasını desteklemiştir. Bu halifelik kurumu da genelde , bu büyük devletlerin baskısı ile, bu devletlerin lehinde kullanılmış ya da kullanılmaya çalışılmıştır.
Bunlardan birini Yılmaz Özdil, Sözcü'deki köşesinde bahsetmişti.Amerikalılar, Filipinlerin güneydeki büyük adasındaki Mindanao'daki Müslümanları yatıştırması için halifeden ferman istiyor. O da yazıyor, Katolik İspanyolların ikonaları var, onlar putperestler, siz Protestan Amerikalılardan yana olun falan diyor. Sonuçta bölgede okuma yazma oranı düşük olduğundan, kimse bu fermandan etkilenmiyor. Yalnız yüzyıllar süren İspanyol egemenliğinden dolayı tuvalet kağıdı kullanma geleneği var. Şu günlerde her biri açık arttırmalarda dünyanın parasına satılan ve duvara asılan bu fermanların çoğu tuvalet kağıdı oluyor.
Abdülhamit'in bütün afra tafralarına, bol bol ey çekmelerine rağmen sürekli büyük devletlerin dediği oluyor. İstanbul'da kargaşalık yaratan, banka soyan Ermeni çeteciler, İngiltere büyük elçisinin himayesinde ceza bile almadan vapura bindirilip, yurt dışına çıkarılıyor; askerlerin bin bir zorlukla yakaladığı Balkanları ateşe veren komitacılar, mahkemeye bile çıkmadan serbest kalıyor; Girit isyanı, Yunanistan kralının oğlu Girit'e vali yapılarak bitiriliyor, Müslüman nüfus adadan kaçmak zorunda kalıyor; 1897 Yunanistan savaşını Osmanlı kazanıyor ama Rusya'nın zoru ile Yunanistan'a toprak veriliyor vs vs....
Bence 2. Abdülhamit, modern diktatör özelliklerine sahip tek Osmanlı padişahıdır. Ülkede ciddi bir iç istihbarat (muhbir) ağı kurmuş; basına ağır sansür uygulamış, tahtakurusu, burun gibi kelimeleri yasaklamış; muhalifleri ya da muhalif sandıklarını sürmüş, hapse atmış, hatta idam ettirmiş; Osmanlı'nın son saraylarını yapmış, Osmanlı ailesinin son şatafat yıllarını yaşamış; birilerine rütbe vermede tek kriteri sadakat olmuştur. İnşaatçılığı İstanbul, Bursa ve biraz da Bilecik-Söğüt ile sınırlı kalmış, Anadolu'nun geneline de bolca saat kulesi yapmıştır. (Ama saat kulesi yabtı)
Osmanlı'nın inşaatçılığı genel anlamda üç başkentle (İstanbul, Edirne ve Bursa) ve saray, köşk, kasır gibi lüks konutlar ve bazı türbeler ile sınırlı olmuştur. Bu köşkler vb lüks konutlar, eskiden daha çoktu. Pek çoğu, Lale devrini bitiren Patrona Halil İsyanı ile yıkıldı. Böylesi halk isyanları, önce sarayları, köşkleri yıkar.çünkü bu isyanlar aynı zamanda bir zenginlik kaynağıdır ve yağmalan ilk yer burası olur.
Osmanlı, Tanzimat Fermanına tam anlamı ile bir orta çağ devletiydi. Ondan sonra da pek fazla değişmedi. Sürekli başka ülkelere ey çekti, kabadayılık yaptı. Subay maaşlarının bile bir kaç ay ödenmemesinin normal olduğu zamanlarda bile dev saraylarda, muhteşem resepsiyonlar verdi. Sevr antlaşmasını bile ey diye imzaladı.
Birleştirici liderlik iddiası, Hışto'nun 5. hançeridir. (Bunu süper liderlikten kavram olarak ayırıyoruz. Birleştirme iddiası ile bölmek de diyebiliriz.)Diktatör aslında bölücüdür. Propaganda sayesinde bunun tersini gösterir (Düz-bodoslama propaganda) Buna sebepte, kendisine karşı tüm muhalefeti hain ilan etmeleridir.
Oysa tarih başka söyler. Franco, İspanya'da Baskları ve Katalanları, Hitler Yahudileri ve Sindileri, Stalin Ukraynalılar ayrı birer millet yaptı.
Bu birleştirici liderlik unvanını Alparslan Türkeş gibi hiç iktidar olmamış, hatta iki dönem üst üste partisini meclise sokamamış bir siyasi parti lideri için bile denir. Oysa Türkeş, Alevilerin ve Kürtlerin modern topluma karışmasını engellemiş bir nifak tohumudur. Siyasi başarısı, İç Anadolu Alevilerinin bulundukları ilin şehrine ve ilçelerine değil de, büyük şehirlerde gettolarına göç etmelerini sağlamak, solun taşrada dışlanmasını sağlamak, sol eylemlere polisin hoş görüsüyle zor kullanarak saldırmak, Kürtlerin pek çok Ege ve İç Anadolu şehir ve ilçesine yerleşimini bir süre geciktirmek. (1970'li yıllardaki gibi değildi Türkiye, 70'lerde Alevilerin Yozgat, Konya gibi şehirlere yerleşmesini, onu yerine Ankara, İstanbul gibi şehirlerin varoşlarına sürebilirdiniz. İki binli yılların ucuz işçi arayan Türkiye'sinde ise Kürtlerin bir yere yerleşmesini ancak geciktirirsiniz. )
Seksen yaşında öldüğünde, milletvekili bile değildi. Cenazesi Ankara'nın gördüğü en görkemli cenazelerden biri oldu. Oysa bir buçuk yıl önceki seçimlerde, yüzde on (% 10) barajını aşıyoruz havası ile dişçisini, dünürünü,doktorunu falan milletvekili yapmaya kalkınca, teşkilatını ve seçmenlerini küstürmüştü.
Seksenlerde ve doksanlarda, daha doğrusu 2002'e kadar Ülkü Ocakları; 2002-2013 arası Fetö tarikatının rolüne benzer bir rolü vardı devletin içinde. Şimdilerde tarih olan Doğru Yol ve Anavatan partilerinin içinde yükselmenin yolu, Ülkücü kökenli olmaktan geçiyordu. Lise ve üniversite yılları MHP teşkilatı ve Ülkü ocaklarında geçen gençler, sonraki yıllarda merkez sağ denen bu iki partiye transfer oluyordu.
Gene aynı paralellikle (paralel ?) o dönemde bürokrasiye de Ülkücüler hakimdi. Şu günlerdeki Ülkücü arkadaşların Bahçeli'den en büyük şikayetleri de, o kadroları kaybetmek.
Sonuçta sağ partiler, kendilerine kadro kaynağı sağlayan bu partiyi küstürmemek için ölen liderlerine Ankara'nın ortasına dev bir anıt mezar yaptırdı. Bu mezarın tek faydası, çok katlı binalarla dolu Bahçelievler semtinde, ağaçlık bir alan oluşması. Ankara'da Alparslan Türkeş'le beraber, İstanbul'da Turgut Özal için yapılan anıt mezara da benzer itirazlarım var. Hadi Adnan Menderes, Fatin Rüştü Zorlu ve Hasan Polatkan'ı idam edilmiş olması, toplumu onlara karşı borçlu yapar. Kaldı ki Özal'ın bir birleştirme iddiası da olmadı.
Güvenlik ve terörle mücadeleyi de Hışto'nun 6. hançeri yapalım. En komik iddia da budur. Mussoli, Hitler ve Kenan Evren, terörü, özellikle Komünist terörü bitirme iddiası ile iktidara gelmiştir. Hitler'in Nazi partisi, 1920'li yılları sokaklarda Komünistlerle çatışarak geçirdi. Kavgam kitabının önemli bir kısmını da buna ayırmıştır. (Kitabın özellikle ilk kısımlarının iktidara gelişinden çok önce, birahane darbesinden sonra hapishanede yazıldığını unutmayalım)
Terörü önleme bahanesi, polis devleti kurmanın bahanesidir. Polis devletinin terörü önleyeceğine inanmak, korkaklığın getirdiği bir enayiliktir. Yıllar önce güney doğudan gelen arkadaşlar, adım başı polis ve asker denetiminden şikayet ederlerdi. Gene de bölgeden gelen terör haberlerinin arkası kesilmezdi.
Şimdilerde Ankara'da benzerini yaşıyorum. Mesela Kızılay Metro istasyonunda, Yüksel ve Güvenpark çıkışlarında polisler sürekli GBT (kimlik kontrolü ) yapıyorlar. İşin ilginci hep aynı yerde yapıyorlar ve daha ilginci, Güvenpark çıkışında duran polisler hep Yüksel çıkışı yönünden gelenlerden kimlik belgesi istiyor. Elinde bir alet, t.c numaranızı söylüyorsunuz, isminizi öğrenip, size söylüyor. Bazı durumlarda bunu google'da yapıyor. (bazı baş vurularınız buna sebep olabiliyor)
Bunu yapan iktidar da, ölmekte olan terör örgütünü, çözüm süreci diye tekrar dirilten örgüt; bebekleri öldüren, kafa kesen örgüte, bir grup öfkeli genç diyen parti söylüyor bunları.
Daha önce de yazdım, bilmem bu bloku takip eden kaç kişi var, ben Mehmet Ağar tutuklandığında bile çözüm sürecine inanmadığım gibi, Selahaddin Demirtaş'ın tutuklandığı şu günlerde de çözüm sürecine inanmıyorum.
Diktatörler, terörün varlığında beslenirler. Teröre göstere göstere ağır darbeler vursalar da, onları tamamen ölmesini engellerler. Onlar için toplum daima suçlu olmalıdır.
7 . ve son hançer, donanımdır. Abdülmecit'in borç para ile Osmanlı donanmasını dünyanın 3. büyük donanması yapmasını ve Abdülhamit'in de bu donanmayı Haliç'te çürüttüğünü iyi-kötü bilirsiniz. Bunun sebebi olarak bazen Abdülhamit'in donanmanın darbe yapacağı korkusu, bazen de yeterli yetişmiş denizci olmaması ile açıklanır. Her iki iddia da bir parça doğrudur ve benzeri ne ilk, ne de son olan olaydır.
Aslına bunu inşaata yazacaktım. Çünkü diktatörler için kurumları donatmanın amacı da, tıpkı inşaat gibi temelde ego tatmini amacıdır. Bunun bizzat Türkiye içinde onlarca örneği vardır.
Mesela 1914'de Enver Paşa'nın isteği üzerine Almanlar, İstanbul Üniversitesi, Tıp Fakültesine bayağı bir miktar kitap gönderir. Bu kitaplar, 1933'de Nazilerden kaçan Alman profesörler gelene kadar sandık içinde kalır. Koca üniversite, bu kitaplar nedir diye bile merak etmez.
Benzer bir olay da 12 Eylül döneminde olur. Milli Güvenlik Konseyini oluşturan paşalar, devleti donatmaya karar verirler ve kurumlara bayağı bir makine,alet, edevat vs alırlar. Çünkü çok kısa iktidarda kalıp, iktidarı çabucak sivillere devretme niyetindedirler. (Bunu 12 Eylül ile ilgili, öncesi ve sonrasındaki, yabancı kaynaklı belgelerde daha iyi anlıyoruz. Avrupa Birliği (o zamanlarki adı ile Ortak pazar), NATO falan, parlamenter rejime geçinceye kadar ilişkileri dondurmaya karar veriyorlar. Demek ki Latin Amerika gibi 10-20 yıl arası veya Myanmar'da ki gibi halen elli yıldan fazladır sürecek bir askeri rejim olmayacağını iyi biliyorlar)
Milli Eğitim Bakanlığı da bu dağıtımdan payını alır. Okullara bolca bilgisayar, deney seti, matematik seti, televizyon, video (betamax) vb gönderilir. Bunların çoğuda paketinde çürür. Hatta bazılar il, ilçe milli eğitim depolarında çürür. Özellikle bilgisayarlar, gelişen teknoloji karşısında, daha kullanılmadan demode kalır.
Sebebi de, bu aletler bozulur, eksilir, çocuklar kırar da, demirbaş sayımında eksik olur, müfettişe hesap veremeyiz korkusudur. Bunu öğrenmem, stajyer öğrenme kursunda bize ders veren ve benden epey yaşlı bir şube müdürü sayesinde oldu.
Bu malzemeler arasında bir videonun başına gelenler ise ibretliktir. Devletin okula gönderdiği video, uzun süre kutusunda açılmadan bekler. Sonra bir gün milli eğitim, öğretmenlere izlemesi için bir video kaset gönderir. Sorun şudur ki hiç bir öğretmenin evinde video yoktur (Bu makineler lüks geldi, lüks gitti, en azından Türkiye'de böyle oldu). Kimse de bu alet nasıl kurulur ve kullanılır bilmemektedir. (Hepsi dediği galiba 5-10 kişi falan) Sonra ilçenin televizyon tamircisini çağırırlar. Oda gelir, videoyu, kurar, çalıştırır ve öğretmenler de izler.
Bu donanım gösterisi keşke eğitim, sağlık gibi alanlarda yoğunlaşsa! Bu donanım genelde askeriyede ve diğer güvenlik güçlerinde yoğunlaşır. Bu günde böyledir. On yedi Arap devleti, dünyada üretilen, daha doğrusu uluslar arası pazarlara sürülen silahların yarısını satın alır. Pek çok Arap ülkesinde pilot saysının bir kaç katı uçak vardır.
Geri kalmış ülke ordularının en ciddi problemi, bu silahları adam gibi kullanacak gerçek askeri olmamasıdır. 1986 Sirte körfezi krizi sırasında Libya'nın elinde Rus yapımı Mig-29 savaş uçakları vardır. Amerikan uçakları ise F-16'lardır ve o zamanlar Mig -29'lar, F-16'lardan daha iyi uçaklardır. Ancak Libya uçakları hiç bir şey yapamazlar.
Çünkü Amerikalı pilotlar daha eğitimlidir ve daha çocukken biz Türkleri seksenlerde tanıdığı ve Atari adı ile bildiği videolar Amerika'da ellilerde demode olmaya başlamıştır. Libyalı pilot ise yirmi iki yaşında ilk defa arabaya binmiş, yirmi dört yaşında da pilot olmuş. Panik anında uçağa deve muamelesi yapıyor.
Hitler'in Almanya'sı o zamanlar gayet modern ve sanayi devi bir ülkedir. Halkı en azından üç nesildir gelişmiş bir sanayi ülkesinin vatandaşıdır. Gene de ordu donanımı, bir diktatörün gösteriş hevesinin izlerini taşır. Mesela Sivastapol'ü bombalayan devasa top, hedef aldığı sığınağı da tam olarak yıkmadan perte çıktı. O topun çeliği ile on tane daha tank yapılabilirdi.
Meşhur Nazi tankları aşırı özellikli, pahalı ve zor üretilen tanklardır. Savaş ilerledikçe elde kalan kıt kaynaklarla daha ekonomik ve daha çok tank yapmak gerekirken, bir sürü özellikli tank yapıldı. Stalin, nicelik de bir niteliktir derken, Hitler tanklar ve diğer pek çok silahta, sırf en iyisi olsun diye kaynakları savurup, durdu. Stalin'de benzer Hışto'nun hançerini, 2. dünya savaşı sonrasındaki yıllarda yaptığı abuk yatırımlarla yaptı.
Hışto'nun hançerleri daha fazla olabilir. Aklıma bunlar geldi. Özellikleri, temel işlevlerinin gösteriş yapma olmasıdır.
hiştoyu tanıdım eger atla geln kahverengi atla gelnese hışto 68 yılında veya 72 yılında hatırlıyorum ama hıştoyu hıştonun hanceri varda bizde kötülük gelmez diye kulanılır hıştonun hanceri
YanıtlaSil