25 Ekim 2021 Pazartesi

90'LAR POP MÜZİĞİNİN GİZLİ TARİHİ



Doksanlar pop müziği ile ilgili olarak pek çok kişi konuştu belki ama dinleyicileri konuşmadı. Gençler, benim yaş 47 ve gelin şu amcanız size 90'lar popunun ya da aslında 90'lar müziğinin ne olduğu, hatırladığı kadarı ile ve anıları ile anlatsın.

En başta söylemeyim ki, doksanlar müziği hep pop ile anılsa da, sadece pop değildi. Özgün müziğin de çağıydı. Ahmet Kaya, Grup Yorum ve Grup Kızılırmak gibi özgün sanatçı ve grupların, çıkış yaptıkları ya da çok sattığı bir dönemdi. Türk Sanat Müziğinin de ikinci altın çağıydı. Coşkun Sabah'ın 1990 tarihi Beni Unutma-Aşığım Sana albümü, Türkiye'de,  fiziksel nesne olarak (plak-kaset-cd vs) en çok satan albüm oldu. Muazzez Ersoy, doksanların çok satan Türk Sanat Müziği sanatçılarından sadece birisiydi. Arabesk müziğin de zirvesiydi. Müslüm Gürses bile, altı ayda bir albüm-kaset yapıyordu. Haluk Levent başta olmak üzere, rak müziğin pek çok önemli şarkıcısı-grubu da doksanlarda çıkış yaptı.

Gene de doksanlar müziği denilince akla gelen ana tema pop müziktir. Seksenler, daha çok da polis radyosunun sayesinde arabesk müziğin yıllarıydı. Özel televizyonların ve radyoların açılması  ile, pop müzik yaygınlaşmaya başladı. 1990'da, ilk özel televizyon kanalı, anayasaya aykırı olmasına rağmen ( 12 Eylül anayasası ile radyo ve televizyon yayımı yapmak, kamu kuruluşlarının tekelindeydi.  1993 Ağustosta değişti bu durum), Uzan ailesinin, dönemin cumhurbaşkanı Turgut Özal'ın oğlu, Ahmet Özal ile ortak olarak, uydudan yaptığı yayımlar ile başladı. Sonra özel kanallar arka arkaya açılmaya başladı, hem radyo, hem de televizyon olarak. 

Ben pop patlamasını doğrudan özel kanallara bağlamayı yanlış buluyorum. Doksanlar popunun patlama noktası olan, Aşkın Nur Yengi'nin ilk albümü 1990'da patlama yaptığında, özel radyo ve televizyonlar henüz o kadar da etkin değildi.

Doğrusu TRT'nin kendine özgü, tuhaf bir müzik anlayışı ve ona göre müzisyenleri vardı. Bu yüzden de genç müzisyenler kolay kolay kendilerini halka duyuramaz, yeni yetenekler de kolay kolay ünlü olamazdı. Ben, seksenler boyunca Mazhar-Fuat-Özkan grubu haricinde ünlü olmuş, sonra da bu şöhretini doksanlar boyunca korumuş birilerini hatırlamıyorum. İşin doğrusu Eurovision'da Türkiye'yi temsil eden ya da TRT'nin canlı yayımladığı Kuşadası, Altın Güvercin Şarkı yarışmasında dereceye girenlerden bazıları haricinde de ünlü olan şarkıcı-müzisyen pek olmadı. Eurovision'da, Şebnem Paker ve Sertap Erener hariç, hiç bir şarkıcıya fayda sağlamadı. Hatta Ajda Pekkan'a ve başka bir kaç şarkıcının kariyerine zarar verdi. Seksenlerin TRT ünlüleri, sessizce sıradan TRT memuruna dönüştü.

Özel radyo ve televizyonlar, bu genelde müzik, özelde pop patlamasının ateşini coşturdu. Bunun bence iki sebebi vardır. Birincisi gençlik daha umutlu ve olumlu olarak dünyaya bakmak istiyordu. Doksanların başlarında arabesk şarkılar, daha bir kahır içerir, batsın bu dünya der, insana sürekli bir umutsuzluk  verirdi. Doksanların başında, Hakkı Bulut'un albümleri ile, acısız arabesk dönemi başladı. Müzik pek değişmemişti ama sözler eskisi kadar kahır içermiyordu.

Diğeri de gençliğin apolitik olma çabasıydı. Bizim kuşağın ebeveynleri, sakın siyasete karışmayın diye öğütlemişti. Hayat bizi siyasi  olmaya zorluyordu. Sivas katliamı olmuştu, PKK terörü doruktaydı, üniversite yurtları, Ülkücülerin elindeydi, Ülkücülerin şerrinden gençler eve çıkıyor ya da üniversite sınavlarına tekrar hazırlanıyordu. Buna rağmen 1995 seçimlerinde, seçme yaşının 21'den 18'e düşmesi nedeni ile seçmen sayısı aniden 8 milyon artmıştı ve bu seçmenlerin, il nüfus müdürlüklerine giderek, seçmen kütüklerine kayıt olmaları gerekiyordu. Bunu yapan genç sayısı 1 milyonun altındaydı ve yapanlar da, 1995 seçimlerinde muhteşem bir çıkış yapan, siyasal İslamcı Refah partisinin gençleriydi. O zamanlar, televizyonların deyimi ile karşıt görüşlü öğrenci çatışması ve siyasal gruplaşmalar daha fazlaydı ama o zamanın gençleri, oy vermeye üşenirken, şimdiki gençler sabaha kadar sandıkları bekliyor.

Doksanlar müziğinin ana motoru Kral tv ve Uzan ailesine ait yayın organlarıydı. Kral TV yayın hayatına 1994'de,'' onu bekliyorum, onu istiyorum''lu  reklamları akılda kalan Teleon kanalının gündüz yayımı olarak 1994'de yayım hayatında başladı. 1995'de Teleon'un şifreli hayata geçmesi ile gün 24 saat Kral TV oldu.

Uzan ailesi, Kral tv ve bu aileye ait kanallar ve yayımlar hakkında çok şey yazabilirim ama halen çok uzamış yazıyı daha da uzatacaktır. Şunu net olarak söyleyebilirim ki, Hakan Uzan başta olmak üzere tüm aile bu medya gücünü sonuna kadar kullandı,  özellikle de kötüye kullandı.

Dönemin kraliçesi Sezen Aksu'ydu. H er şarkısı veya bestesi, o zamanlar hit dediğimiz, çok satılan olduğu gibi, her dokunduğu da yıldız oluyordu. Dönemin pek çok ünlü şarkıcısını piyasaya Sezen Aksu çıkarmıştır. Hatta Sezen Aksu ile Tarkan'ın arası bozulduğu zaman, Tarkan şimdi bitti, kim ona söz-beste verecek dediler ama Tarkan, Nazan Öncel'den söz ve beste alarak yoluna devam etti.

Dönemin diğer bir kralı da Tarkan'dı. Sadece çok satması değildi onu kral yapan. Kimse ona ambargo koyamıyor, onu ödülsüz bırakamıyordu. Uzanlar ile arasında açıkça kavga vardı ama gene de yıllarca Kral TV en iyi erkek şarkıcı ödülünü aldı, yıllarca ödülü almaya bile gitmedi, ödül ile ilgili kuru bir teşekkür açıklaması bile yapmadı. Ortaya çıkan bazı fotoğraflarından dolayı basın üzerine gidince, ülkeyi terk ederim açıklaması yaptı, basın da resmen gitmesin diye özür bir yana, rica minnet etti.

Şimdi asıl konuya gelelim, bu müzik ve pop müzik cenneti nasıl bitti?

Pek çok kişinin buna cevabı, MP3 ve ADSL olacaktır. Bu kısmen doğrudur. ADSL'den önce, 150-200 kadar şarkıyı içeren ful albüm MP3 CD'leri, kaset satışlarını sarsmaya başlamıştı. Tam 2007'de bir anda pop müzikte,  türkü yorumlamaları çoğaldı. Meğer kaset satışları aniden düşünce, besteciler ve söz yazarları da ücretlerinde indirim yapmayınca, türkülere dönülmüş. Sonra 2003'de ADSL ile sınırsız ve hızlı internet başlayınca, insanlar seri halde müzik indirmeye başladı. 2005'de ADSL ilk büyük yayılmasını yaptı ve İbrahim Tatlıses'in şimdi adını hatırlayamadığım bir kaseti, son bir milyon üzeri satan albüm oldu. Sonra albüm satışları o kadar düştü ki, pek çok sanatçı, CD bile olsa fiziksel materyal albüm çıkarmamaya karar verdi ve pek çok müzik market kapandı.

Müzikte gerileme, sadece albüm satışları ile olan bir şey değildi. Konserlere gidenlerin oranı da azalmıştı. Bunun bir sebebi ekonomik kriz, bir sebebi de pop müziğin artık o kadar da apolitik olmamasıydı. Bazı popçular yavaş yavaş Tansu Çiller'in etrafında toplanmış, pop müziğin TRT'sine dönüşen Uzan radyo-tv kanalları da ailesi de yavaş yavaş siyasete atılmaya hazırlandı. Asıl kopuş ise, 1999'da,  Ahmet Kaya'ya meşhur çatal atma olayının olduğu 1999'da oldu. Bu olaydan Ahmet Kaya kadar, bu kadar agresif tepki veren pop-arabesk topluluğuna da zarar verdi. Önce Ahmet Kaya hayranları, sonra da kendi hayranları yavaş yavaş onları terk etti. Zira bir popçu, siyaset yapacaksa bile, bu kadar agresif olmamalıydı.

2002 seçimlerinden sonra Uzan ailesi, zaten tüm ülkenin nefretini (Kendisine oy veren  % 7.2 hariç belki) kazanmıştı ve seçimden sonrasında da yok edildi. Ailenin mal varlığı, batan bankaları (İmar bankası ve Adabank) yüzünden  TMSF'na (Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu) devredildi ve parça parça, canlı yayınlarda satıldı. 

2010 Yetmez Ama referandumundan sonra, özellikle Sezen Aksu'nun tavırları hayırcıları sadece Sezen Aksu'dan değil, onun müzik piyasasına sunduğu popçulardan da uzaklaştırdı. Evetçi muhafazakarlar da, pop müziğe karşı her zaman mesafeliydi. Ayrıca politik müzik dinlenecekse sağcıların kendi müzisyenleri de vardı, Ozan Arif ve Mustafa Yıldızdoğan gibi.

Ahmet Hamdi Tanpınar, Türk gencine kendisinden başka bir şeyle meşgul olmasına izin verilmiyor demiş. Ülke gençliği olarak  sadece bizim nesil gençliğinde apolitik olmak istedi. Bunun için pop müziğe sarıldık ama pop müzik de bizi iktidar partilerine sattı. Bizim nesil, yani X kuşağı, apolitik olmak istedi çünkü 12 Eylül rejimi, ana-babamız olan nesli politika yapmakla suçladı. Şimdiki nesle de taraf olmazsan, bertaraf olursun deniliyor. Bilgisayar almak için, dolar ne olacak diye, para piyasası kurulunun kararını merak eden nesil, nasıl apolitik olabilir?

Müziğe son darbeyi de kulaklık vurdu. Eskiden de kulaklık hep vardı ama bu kadar yaygın değildi. İnsanlar genelde hoparlörden ve yüksek sesle dinlerdi. Bazı kişiler sokaklarda devasa müzik setlerini omuzlayarak dolaşırdı. Minibüs ve taksilere bindiğimizde hep müzik de dinlemiş olurduk. Bu da, az şöhretli bir şarkıcıyı bile , herkesin tanımasını sağlardı. O zamanlar müzik dinlemek, sigara içmek gibi etrafınıza da bulaştırdığınız bir şeydi. 

Kulaklık yaygınlaşınca insanlar başkalarının müziğine ya da sesine katlanmaz oldu. Müzik setleri zaten çöpe gitti, arabalar, taksiler ve  minibüsler de seslerini kıstılar. Eskiden şoförün dinlediği radyoyu ya da müziği en arkadaki bile dinlerdi, şimdi en öndeki bile zor dinliyor. Lokanta ve kafelerde de müzik ya da TV yerine wi-fi bağlantısı var. Bu da bir şarkıcının dinleyeni çok olsa bile, pek çok kişinin onu hiç tanımamasına ya da şarkılarını bilmemesine sebep oluyor. Şarkıcılığa yeni başlayanların ünlü olmasının da yavaşlamasına yol açıyor. Önceden bir TV yayını ile bir gün ya da bir kaç ayda ünlü olunurken, şimdilerde genelde bir kaç yılı bulabiliyor.

Ek olarak, doksanlar müziğinin önemli bir kısmı da rajmandır, hatta arajman oranı yetmişlerden daha fazladır.

18 Ekim 2021 Pazartesi

SAKSILIĞI KABUL EDİN ARTIK

 


Erol Büyükburç, Türk müzik tarihine geçebilecek biri iken, yapabileceği en saçma çıkışı yaparak, Türk televizyon  tarihine geçti. Bir program sırasında kendisine gösterilen ilgiyi az bularak o meşhur çıkışını yaptı.

Oysa kendisi doksanların pop müzik patlaması ile yeniden ortaya çıkan hortlak şarkıcılardan ( Üç Hürel- Ali Rıza Binboğa vs)  birisiydi.  Ben seksenli yıllar boyunca onun herhangi bir şarkısını dinlediğimi (Turist Ömer İspanya'da filmi hariç) hatırlamıyorum. Yetmişler çok satan listelerinde bile kendisini görmek zor. O, geçmişten gelen, pop kültürüne süs biberi olmuş, sevimli bir ihtiyacıktı, o kadar. Oysa yetmişlerin pop yıldızı iken, doksanlar ve iki binlerde tonton anane rollerinin vazgeçilmezi olan Hümeyra gibi olgun olgun devam etseydi, saygınlığını devam ettirecekti.

Aslında bu konuyu daha önce yazmıştım. ( https://onbinkitap.blogspot.com/2020/12/yirtik-dondan-firlayan-unluler.html ) Oysa o yazıda unuttuğum başka bir konu vardı. Pek çok ünlü zannedilen ya da kendisini ünlü zanneden kişinin, artık ünlü olmaması durumu. Hatta bizim  x, y ve daha üst nesillerin ünlü zannettiği kişilerin pek çoğu da bugün artık ünlü değil.

Bunu net olarak anlamam, biraz geç oldu. Youtube'da eski bir TRT arşiv videosu izliyordum. Yorumlarda dikkat ettim, hemen herkes, Kurtlar Vadisi'nin Kılıç'ı, Atilla Olgaç'ı tanımıştı (dizinin yayımı biteli yirmi yıl oldu) ama son kantocu Nurhan Damcıoğlu'nu tanımamıştı. 

Aslında pek çok ünlünün, daha doğrusu kendini ünlü sananın  durumu da bu. Bırakın doksanlar, iki binli yıllar ünlülerini; bugünün televizyon ünlülerinin de durumu bu. Çünkü Z kuşağı deyip, durduğumuz bu çağın gençliğinin, özellikle internet paketi-telefonu-tableti iyi olanlarının pek televizyon  seyrettiği söylenemez. Bu sebeple bazı gözaçık televizyon kanalları (özellikle muhalif haber kanalları), programlarını 8-12 dakikalık dilimler halinde kesip, sosyal medyaya (özellikle youtube ve twitter'a) koyuyor.

Başka bir konu ise, bu sosyal medya çağında, herkes kendi takipçilerinin ünlüsü, artık hemen hemen  hiç kimse, herkesin ünlüsü değil. Şarkıcı youtube'da , spotyfly'da ya da başka mecralarda çok kısa sürede çok izlenmiş, dinlenmiş; hatta kalabalık bir grup şarkıyı ezberlemiş, beraber söylüyorlar ama benim ve bir çok kişinin haberi yok. Çünkü artık az kanallı televizyon-radyo çağında değiliz. İzleyen küçücük ekranından kendi izliyor, kocaman kahvehane televizyonundan toplumca izlemiyor; dinleyen de kocaman hoparlörle yedi mahalleye dinletmiyor, kendi kulaklığı ile kendisi dinliyor.

Bu kendini ünlü sananları ani siyasi çıkışlarını, hele de iktidar yanlısı çıkışlarına artık değinmiyorum. Artık iktidar yanlıları bile buna gülüyor.

Olayın diğer kısmı ise, bu eski şöhretlerin, yeni nesil şöhretleri küçümseyen ve suçlayan ani çıkışları,  ve son eski televizyon zırvalayıcısının (yaptığı işe gösteri ya da şov demek istemiyorum) taciz olayı gibi kendilerini dev aynasında gören çıkışları.

Bir de bazı televizyon kanallarının, bu tacizci kişiyi, taciz edilen yeni nesil ünlüyü aşağılayarak (bu şarkıcı hanımın da adını bu vesile ile öğrendim, bu da ayrı konu)savunmaya kalkması. Sonuçta bu televizyon kanallarının, halkın gözünden, özellikle de genç neslin gözünden düşmesi oldu.

Televizyon-radyo kanalları ve gazeteler de, eski neslin ünlüleri. Eskiden olsa, Vay Şerefsiz manşeti ve fotomontaj (o zamanlar fotoşop var mıydı tam hatırlamıyorum ama gene de fotoğrafla oynayabiliyordunuz, tabi fotoğrafçılık ustası iseniz ve hatta film üzerinde oynuyordunuz fotoğrafla.) ile bir şarkıcıyı bitirebiliyordunuz. Ya da Hakan Uzan'ın cinsel arzuları kadın popçuları, Cem Uzan'ın siyasi arzuları solcu rakçıları veya gelinleri Yeşim Salkım'ın kavga ettiği şarkıcıların piyasadan silinmesine sebep olabiliyordu. Daha da eskilerde TRT'nin bazı sanatçılara boykot uygulaması, o şarkıcının yada sanatçının öldüğüne dair dedikoduya sebep olabilirdi. (Mesel ben Tolga Han ve dans grubunu uzun yıllar bir trafik kazasında öldü diye biliyordum. Star tv'ye çıktıklarında hortlak görmüş gibi oldum)

Şimdi sizler ve sizi ünlü eden televizyonların değeri, evdeki saksılar kadar yok.


13 Ekim 2021 Çarşamba

CÜNEYT ARKIN KİMDİR?

 


Malum ülkemizde kel ölüyor, sırma saçlı oluyor, kör ölüyor badem gözlü oluyor. Ölenlerin ardından, hele de sıcağı sıcağına konuşmayı pek sevmiyorum. Cüneyt Arkın'ın da gözleri toprağa bakmaya başladı. Bu yüzden de onun hakkında tüm diyeceklerimi demek istiyorum. 

En başta kendisi halen Maraş katliamındaki rolü ile ilgili bir açıklama yapmamıştır ve tüm medya, katliamları sıra ile unutturma derdinde. (Cüneyt ve Maraş katliamındaki rolü ile ilgili yazım: https://onbinkitap.blogspot.com/2020/10/cuneyt-arkinin-veremedigi-hesap.html ) 1934 Trakya progromu dahil pek çok olay, toplumsal hafızadan silindi. Bu kendi başına bir yazı konusu.

Konu Cüneyt arkın olduğunda,  Güneş ne zaman doğacak filmi,  onun suçlarından sadece biri sayılır. Zira kendisi,  sadece Güneş Ne Zaman Doğacak ile değil, o çok öğündüğü tarih filmleri dahil, diğer filmlerinin çoğunda da faşizmi körüklemiştir. Genel anlamda hem tarihsel, hem mantıksal, hem de devamlılık açısından bolca hata barındıran filmlerdir. Seksenler ve doksanlar gençliğinin, uçak geçti,  otobüs geçti diye dalga geçtiği filmlerdir. Çoğunlukla özünde kötü oyunculuk akan filmlerdir. Bazı sahneler vardır, çok iyi oynar, adeta oyunculuk akar ama filmlerinin çoğunda, genelde berbat bir oyunculuk sergiler.  1990 yılı yapımı iki başlı dev filmine kadar kendi sesi ile oynamamıştır. Seslendirmelerini çoğunlukla Toron Karacaoğlu yapmıştır.

Bu filmlerle ilgili olarak en çok övündüğü dublör kullanmama sebebi ise, dublör ücretini de kendi cebine indirme çabasından gelmiştir. ,

Bu çok öğündüğü tarihi filmler, faşizmin gerçek yüzünü o kadar net yansıtır ki, erkek egemen bakışı bile aynıdır. Bizanslı (ya da diğer Türk-Gayrı Müslüm kadınlar), en basit tabirle hafif kadınlardır. Bizans erkekleri onları (gene en hafif tabirle) onları doyurmaz. Bu yüzden Cüneyt ve Türk erkeklerine aşık olurlar. Filmlerin tarihsel gerçeklikten uzak olması bir yana,  o zaten kesindir,  bir de ısrarla halen Bizans dediğimiz Doğu Roma başta olmak üzere, düşman ülkelerin çok küçümsenmesi ve aşağılanmasıdır.

Diğer yandan kendisinin filmografisi son derece çeşitlidir. Seks filmleri furyasından bile geri kalmamış, o zamanlar seks komedisi amacı ile yapılan, bu günlerde ise ne seks, ne de komedi olarak izlenmeyecek bu furyadan da geri kalmamıştır.

Filmlerde genelde sadece parasına bakmış, Recep İvedik'ten bile kalitesiz filmlerde oynamış, bazı filmleri ise sola, hatta komünizme göz kırpmıştır. Bu filmlerin bir kısmı 1979-80'de (12 Eylül 1980'e kadar) bazı aşırı sol sayılacak filmlerde de oynamıştır. Bunlardan en göze çarpanı, 1979 yapımı Vatandaş Rıza filmdir ki amacı Cüneyt Arkın'ın, 1978 Aralık ayındaki Maraş katliamındaki rolünü gizlemektir.

En kötü senaryolu filmleri ise, gene özü hamasi milliyetçilik içeren, çoğu 12 Eylül sonrasında Aytekin Akkaya ile ikili oldukları filmlerdir. Absürtlüğü ile dünya sinema tarihine geçmiş Dünyayı Kurtaran Adam filmi de bunlardan birisidir.

Seksenler ortalarında Türk sineması gerçek bir çöküşe geçtiğinde, ucuz Alman pornoları yüzünden seks filmleri bile yerli sinemayı kurtaramaz olunca, Türkiye gazetesi ve TGRT başta olmak üzere, İhlas grubu yayınlarında rol aldı, reklam filmlerinde oynadı.

Bütün bu çöp filmlerinin sonrasında iyice yaşlanınca da son bir kaç on yıldır falan, şu anki iktidara muhalif oldu. Bu muhalif olması da, artık film yapacak durumda olmaması ve ailesine faşizan geçmişini miras bırakmak istememesidir.

10 Ekim 2021 Pazar

FELSEFESİZ TARİH EĞİTİMİ SORUNUMUZ

 


24 yılının içinde olduğum öğretmenlik mesleğinde, öğrencileri ikiye ayırdığımı fark ettim, matematik, fizik gibi sayısal dersleri seven çalışkan öğrenciler; tarih ve edebiyatı seven tembel öğrenciler. Ben de bir disleksi olarak, tarih meraklısı bir öğrenciydim. Puanım tarihe yetmeyince, sosyoloji okudum. Öğretmenlik yaptığım yıllar boyunca, gerek kendim, gerekse kendi deneyimlerimden tarih bilimini değil de, tarihsel hikayeleri sevdiğimi anladım.

Atatürk'ün en büyük hatası, Türk Felsefe Kurumunu kurdurmamasıydı. Osmanlı, son anında bile felsefeyi küçümsedi. Ciddi anlamda felsefeyle ilgilenen ve kendisine filozof diyen Rıza Tevfik ise, Mondoros antlaşmasını imzalayan dışişleri bakanı olarak tarihe geçti. Cumhuriyet tarihi boyunca felsefe çalışmaları hep güdük kaldı, çok konuşanlara felsefe yapma deme atasözü, şarkı sözü bile oldu.

Türk Tarih Kurumu ve Türk Dil Kurumlarının da, ciddi bir tarih ya da dil felsefesi olmadı, bu kurumlar hiç bir zaman felsefe ile ilgilenmedi. Ben olayın dil kısmına şimdilik girmeyeceğim. Lisede çok ilgilendiğim tarih konusuna gireceğim.

Türk gençliğinin tarih sevgisi bilimsel  olmaktan çok şoven ve folklorist. Amacı geçmişle ilgili olarak bol bol övünmede bulunmak. Tarih eğitimi de ona göre şekillenmekte.

En başta tarih düşüncemiz, Muhteşem Yüzyıl ile başlasa da, TRT dizileri ile devam eden Ecdat temalı dizi furyaları ile de pekiştirilmekte. Muhteşem Yüzyıl'dan evvel de, tarih zihniyetimiz aynıydı. Tarih deyince aklımıza fetihler, kuruluş, diriliş falan geliyor. Yenilgilerimiz ve yıkımlarımız mı, o da hainler yüzünden.

Aslında nasıl ki insanlar, bireysel anılarında  kötü anılarını veya hatalarını silmeye meyilliyse, toplumlar da, utanılacak tarihlerini ya da kendi hatalarını tarih içinde görmemeye meyillidir. Örneğin Almanlar, denizcilik ve sömürgecilikte geri kalmalarını, din çatışmalarına, özellikle otuz yıl savaşlarının yıkımına bağlarlar. Oysa Martin Luther, 1517'de, meşhur 95 tezini Wittenberg saray kilisesinin kapısına çivi ile çaktığında, coğrafi keşifler çağı çoktan başlamıştı ve kuzeydeki ticaret şehirleri dahil, hiç bir Alman şehri, denizlerle okyanusa açılmamıştı. Otuz yıl savaşları başta olmak üzere, mezhep savaşları, tüm Avrupa'da kan dökülmesine sebep olmuştu ama bir tek Kutsal Roma (Fransızları deyimi ile ne kutsal, ne de Roma olan Alman ) imparatorluğunu parçalamıştı.

Hani eski bir şarkıda deniliyor ya, kader diyemezsin, sen kendin ettin; işte milletlerin tarihi de aynen böyledir. Tarihin tekerrürden ibaret olması da bu yüzdendir. Hatta Alman filozof Hegel'in dediği gibi, önce trajedi, sonra komedi olur bu tekerrürler. Hegel'in dediği gibi, tarihten ders alınsaydı, tarih tekerrürden ibaret olmazı.

Tarihin görevi, felsefe başta olmak üzere, başka bilimlere bilgi üretmektir. İnsanlar tarihten ders almaz, felsefe ve bilimlerden ders alırız. Gerçek anlamda felsefe yapmak için, mümkün olduğunca çok bilgiye ihtiyacımız vardır. Ülkemizdeki tarih eğitiminde ise daha ziyade savaşları kazandık-kaybettik, fethettik, yenildik gibi sözlerle tarih anlatılıyor.

Oysa gerçek tarih, o dönem insanlarının geçimlerinin, sosyal ilişkilerinin, türkülerinin, şiirlerinin ve her şeyinin tarihidir. Asıl öğrenilmesi gereken tarih ise, yıkımların ve yenilgilerinin tarihidir. Yıkımlar ve yenilgiler ise, daha kuruluş ve zafer zamanlarında yapılmış olan hataların sonucudur.

Tarih anlatını felsefi ya da bilimsel olmayıp, ideolojik olunca, hele de bu ideoloji milliyetçilik olunca, dikkatler o milletin kurduğu en büyük yüz ölçümlü ve en uzun ömürlü devlete, bu devletin de kuruluş ve yükseliş çağına yöneliyor.

Bu da ülkemizde Osmanlı imparatorluğu dönemi demek. En Atatürkçü yazarlar bile Osmanlı'nın kuruluş ve yükseliş dönemindeki yanlışları görmezden gelmeye çalışıyor ve hatta görmek istemiyor. Oysa  her büyük imparatorluk, yıkılışını kendi içinde taşır ve yıkılışının hızlanması biraz da, kendi içindeki çelişkilerdir.

Osmanlı, kendini yıkacak pek çok hatayı, daha kuruluş aşamasında yaptı. Daha Kosova savaşı sırasında, Beyazıt'ın taraftarı olan askerler. şehzade Yakup'u düşman takibi bahanesi ile tuzağa çekip, öldürttü. Beyazıt'a bu sebeple askerlere ilk defa cülus bahşişi verdi. Bunun sonucu olarak padişaha en yakın birlik olan Yeniçeriler başta olmak üzere askerler, hanedandan kimim padişah olacağına karar verir oldular.

 Osmanlı övücülüğünde en büyük zırvalık, kardeş katlinin devletin altı yüz yıl yaşamasını sağladığını söylemeyerek, bu geleneği yüceltmek. Ona kalırsa, kardeşler arası ensest evlilikler, firavunlar Mısırını üç bin yıl boyunca ayakta tuttu ki buna Asur, Hiksos, Pers istilaları da dahil olmak üzere pek çok badirelere rağmen bu sistem, Osmanlı'nın beş katından uzun yaşadı. Pers istilası sırasında, İskender'in fethine kadar üç kere Persleri kovdu ve Persler her seferinde daha büyük kuvvetle Mısır'ı istila etmek zorunda kaldılar. Son firavun Kleopatra için büyük piramitlerin yapıldığı zamanlar, bu günün Yunanlısı için Sokrates ya da Türkler için Orhun yazıtları kadar ve hatta daha eski eserlerdi.

Osmanlının pek çok kurumu, daha yükselişte çökmüştü. Altı yüz yıllık tarihi boyunca bu devlet, bir tane bile önemli matematikçi, fizikçi ya da kimyacı yetiştirememiştir.  Yüz yılına yeni yaklaşan cumhuriyet, ilk elli yılı itibarı ile bile, bu açıdan Osmanlıdan kat kat üstündür. Osmanlı medreseleri, daha Yavuz zamanında, bizzat Yavuz'un Mısır'dan getirttiği El Ezher müderrisleri sayesinde, matematik, fiik, astroloji gibi bilimlerden tamamen vazgeçmişti.

Osmanlı aleyhine çok şey yazabilirim ancak konu genel anlamı ile tarih ve ben en başta Türk tarihi denilince sadece Osmanlı anlaşılmasına yazının başında da bahsetmiştim ve sanırım diğer tarih alanlarından da bahsetmek gerekli.

Selçuklu devleti de, Osmanlı devleti gibi Türk kelimesinden pek hoşlanmazdı. ( İnanmıyorsanız Koçi Bey Risalesine bakın. Mehter marşlarına o kadar bakmayın. Geleneksel mehteranda koro bulunmaz ve modern mehter marşlarının çoğu Arif Nihat Asya'nın şiirleridir.) Babailer isyanına katılanlara bidrak (anlayışsız) Türkler demişti, resmi dili Farsçaydı. Selçuklu Sultanları da, Keykubad, Keyhüsrev gibi  antik İran mitolojilerinden isim almıştı. 

Osmanlı , Büyük Hun devleti ve Hazar devleti hariç hiç bir Türk devletinin iki yüz yıldan fazla ömürlü olmaması, Türklerin, saltanat devri hukukunu bir türlü düzenlememiş olması; tıpkı Osmanlı'da olduğu gibi devletin alt kademesindeki yöneticilerin taht kavgalarından faydalanması sebebi iledir.

Diğer yandan tarih, sadece siyasi tarih ya da savaşlar-fetihler ve toprak kayıplarının tarihi değildir. Sanatın, bilimin ve felsefenin de tarihi vardır ve bunların tarihine bakarsak, küçücük Floransa dükalığı, üç kıtaya yayılmış Osmanlı'dan daha büyüktür.

Bunun yanında o çağ insanlarının dilinin, edebiyatının, kültürünün de bir tarihi vardır. Cumhuriyet öncesi hiç bir Türk devletinde, okuma-yazma oranı yüzde onu aşmamıştır. Japonlarda ise, en azından erkeklerde yüzde kırkın altına hiç düşmediğini okumuştum.  Japonya aynı zamanda, resimde perspektifi, bağımsız olarak Rönesans İtalya'sı ile beraber başlatan ülkedir.

İnsanlık, tarihten ders çıkarmamıştır, felsefeden ders çıkarmıştır. Tarih bilgisini felsefe bilgisine çevirmek zorundayız.